Hitler, yabancı sefirlerin davetli olduğu, İtalya Dışişleri Bakanı ile Alman hava, kara ve deniz orduları komuta erkânı ve mebusların hazır bulunduğu Reichstag’a, Nazilerin bir ağızdan söyledikleri şarkı sesleri arasında 6 Ekim günü mağrur ve muzaffer bir eda ile girmişti. O gün orada gözüme ilişen bir sarıklının kim olduğunu sormuş, Kudüs Müftüsü olduğunu öğrenmiştim. Bu müftü ile sonraları, Führer’in müteveffa Mareşal Hindenburg’dan devraldığı genel sekreteri Meissner’in evinde, Bağdat’tan kaçmış dindaşlarla birlikte tanışmıştım. Müftü sakalını keserek, sahte kimlikle ve İtalyan pasaportu ile Kudüs’ten kaçmıştı. O yıllarda ülkemize sığınmış olan taraftarlarını iade edilmemesini rica etmiş, hükümetimiz de bunlara siyasî mülteci olarak ikamet izini vermişti.
Reichstag’da o gün Führer için yapılan heyecanlı ve coşkun gösteriler, kültürlü ve olgun toplumların bile, macera peşinde koşan, ihtiraslarına sınır tanımayan politikacıların arkasından nasıl sürüklendiğinin ibret verici ve korkunç tablosunu çizmişti.
Hava Mareşali Göring’in başkanlık kürsüsünden gür sesiyle Hitler’e, “Mein Führer: Führerim” diye söz vermesiyle başlayan ve alkışlar arasında iki saat süren tarihî nutku, yanımda duran İtalyan Dışişleri Bakanı Ciano, şımarık bir çocuk tavırları içinde dinlemişti. Hitler’in nutkunun önemli bölümlerinde özetle şunlar vardı:
İtiraf edeyim ki sonraları birkaç kere dikkatle okuduğum bu uzun nutuktan, bir Avrupa savaşının önüne geçilmesi imkânının ortadan kalktığı sonucunu çıkarmıştım. Gelişen olaylar da, insanlığın selâmeti adına barışı özleyenleri hayal kırıklığına uğratmıştı.
Stalin, Rus ve Alman birliklerinin Moskova anlaşması ile tespit edilen Polonya hattı faslına (ayıran hat) varmasından sonra, Almanların hızlı başarıları karşısında endişeye düşmüştü. Başından beri Hitler gibi gizli tuttuğu niyetlerini açığa vurmakta gecikmemiş ve Polonya’nın yok olmak üzere olduğunu görerek, 17 Eylül günü Kızılordu’ya ilerleme emri vermişti. 20 Eylül’de de Rus Dışişleri Bakanı Molotov’a emir vererek, Almanya’nın Moskova sefiri, Tahran’dan eski meslektaşım değerli diplomat Graf von Schulenburg’la görüşerek, Polonya’yı aralarında Pisa, Narew, Vistol ve San hattı boyunca paylaşmayı teklif etmesini ve müzakerelerin Moskova’da derhal başlamasını bildirmişti.
Stalin, 25 Eylül akşamı Schulenburg’u yanına çağırarak, Baltık devletleri (Estonya, Letonya, Litvanya) meselesini bir an önce halletmek düşüncesinde olduğunu söylüyordu. Bunun üzerine Ribbentrop da ayın 27’sinin akşamı (itimatnamemi sunduğum gün) hemen Moskova’ya uçarak, gece yarısı Kremlin’de müzakerelere başlamak zorunda kalıyordu. O gece Stalin’in adeta büyülediği Ribbentrop, bütün Sovyet tekliflerini kabul etmiş ve 28 Eylül günü anlaşmayı imzalamıştı. Bu anlaşmayla Estonyalılar ve Letonyalılar Ruslara istinat noktaları vermek zorunda kalıyorlardı.
Ribbentrop’un kimseye sezdirmeden alelacele Moskova’ya giderek Polonya’nın mahvolması ve taksimi sonucunu doğuran anlaşmayı imzaladığını duyan ve aslında Ribbentrop’un samimi dostu olan Japon Sefiri General Oshima’nın, Genel sekreter Weizsäcker’in evine giderek haberin doğruluğunu öğrenince çok üzüldüğünü ve adeta taş kesildiğini, bu yüzden de Berlin’de kalmadığını müteveffa genel sekreterin hatıralarında okudum.
Fransa’ya taarruzun başlamasından önce, General Oshima’yı garda yolcu etmiştik. Budapeşte’de vaktiyle arkadaşlık ettiğim dostlarımdan Belçika Sefiri Vicomte Davignon, kulağıma eğilerek, generalin bu gidiş töreninin “mihverin cenaze alayı”na benzediğini söylemiş. Japonların memnunsuzluklarını anlatmak istemişti. Fakat bir süre sonra Oshima tekrar Berlin’e geldi ve görevine devam etti.
Stalin’in asıl amacı, genel siyasî duruma hâkim olmak, Almanlarla yaptığı anlaşmalar sayesinde Bolşevizm’in düşmanı olan kapitalist demokrasi ile Nazizm’in yıpranmasına zemin hazırlamak ve dünya ihtilâlini gerçekleştirmekti. Bunun için de muhtaç olduğu toprak genişliğine ulaşmak, üsleri bir an önce ele geçirmek istiyordu. Bu satırları yazdığım 1960 başlarında dünyanın genel durumuna bakılırsa Stalin’in amacına umduğundan daha fazla ulaştığını görürüz.
Buna karşılık Hitler, sadece Prusla ile yukarı Silezya’yı ve Danzig’i, Batı Prusya’yı Alman topraklarına katıyordu. Merkezi Krakau’da olmak üzere Alman Umum Valiliğine tâbi, şeklen bir Polonya hükümeti teşkil etmişti. Sovyetler ise, Baltık devletlerinde askerî üslerini mükemmelen koruyorlardı. Sovyetlerin, Finlandiya’ya yaptığı baskılar karşısında Almanya, Finlandiya’yı himayeye asla yanaşmıyordu. Bu yüzden 1939 kışında, Rus – Fin savaşı çıkmış, Turan ırkından olan yurtsever ve cesur Finliler, çok az kuvvetle ve uzun süre yurtlarını kahramanca savunmuşlardı. Ancak, sonunda mağlup olan Finlilerin 12 Mart 1940’da Moskova Anlaşması ile Rus isteklerini kabule mecbur olduklarını Berlin’de üzülerek öğrenmiştik.
1939 sonları ile 1940 başlarında Amerika Birleşik Devletleri başkanı, İsveç ve Belçika kralları, Hollanda kraliçesi ve Romanya kralının, barışın sürdürülmesi için yaptıkları teşebbüsler, hattâ İngiltere Kralı VI. George’un her türlü Alman isteklerini hükümetinin incelemeye hazır olduğunu bildirmesi bile, Führer’in bir kulağından girip diğerinden çıkmıştı.
Karşı Alman propagandası da, muzaffer Führer’in insanlığın selâmeti için yaptığı barış tekliflerine karşı İngiltere ve Fransa’nın savaşı devam ettirmek kararında oldukları, bu durumda sorumluluğun da tamamen bu ülkelere ait olacağı şeklindeki safsatalarla devam ediyordu.
Hitler, verdiği tavizlerin ve zavallı Finlandiya başta olmak üzere, Baltık devletlerini feda etmenin karşılığı olarak Sovyetlerle yaptığı ittifak sayesinde stratejik bakımdan arkasını emniyete almış olmanın yarattığı fırsatı kaçırmayarak, Fransa’ya karşı taarruz hazırlıklarına başlamıştı. Hattâ Reichstag nutkundan on gün sonrasını, yani 19 Ekim 1939 tarihini bu taarruzun başlangıcı olarak tespit etmişti. Ordularına gizli hazırlık emrini vermiş, Polonya’da serbest kalan birliklerini savaş cephesine, Westwal müstahkem hattı gerisine nakletmiş ve umumî yığınağa da başlamıştı. Fakat Tank ve motorlu birliklerin ancak Kasım ayı başlarında savaşa hazır olabilecekleri anlaşıldığı için, taarruz 10 Kasım tarihine ertelenmişti. Alman Genelkurmayının eski bir müttefiki olan dost Türkiye’nin sefaretine olan güveni sayesinde, değerli Ataşemiliterimiz kurmay Binbaşı Kâmil’in elde ettiği bilgilere dayanarak mükemmel bir harita üzerinde işaret ettiğimiz yığınak durumunu ve o günlerin gergin ve elektrikli siyasî havasını izah etmek üzere Ankara’ya gitmiştim.
Çankaya Köşkü’nde eski ve değerli bir kurmay olan arkadaşım merhum Fethi Okyar’ın da bulunduğu akşam yemeğinden sonra, harita üzerinde durumu, Reich ordusunun savaş gücünü anlattım. Getirdiğim Alman Genelkurmayı haritasında, Fransa sınır gücünü bölgesindeki en küçük tahkimat yerlerinin bile gösterilmekte olması, Alman Genelkurmayının istihbaratını ve savaşa hazırlığının mükemmeliyetini göstermesi bakımından takdire mazhar olmuştu. Atatürk’ün, “Yurtta sulh, cihanda sulh” prensibine bağlı olan Türkiye’nin hükümet erkânı ve Cumhurbaşkanı, verdiğim bilgiler ışığında, bu taarruzun gecikmeden yapılacağını üzüntü ve endişe ile anlamışlardı. Fakat kendilerine, Almanya ile siyasî münasebetlerimizin şu sıralar dostane şekilde devam etmesi yüzünden, bu harekâtın ülkemizden uzak kalacağını ve tamamen Avrupa kıtasına inhisar ederek yakın doğuya sirayet etmeyeceğini, buna dair de belirtiler olduğunu izah etmem üzerine müsterih olmuşlardı.
Hitler, Fransa’ya karşı taarruza geçmeden önce, “Almanya’da doğuda hareket serbestîsi verildiği takdirde, batıdaki her türlü istek ve ihtiraslarından vazgeçeceğini ve bu şartla batılı ülkelerle barış yapmaya hazır olduğunu” ilân etmeyi de ihmal etmemişti. Fakat bu hilekârlığı, İngiltere ve Fransa tarafından tereddütsüz reddedilmişti. Bunun üzerine taarruza geçmek isteyen Hitler’e ordu kumandanlarından Brauchitsch, Halder, Beck, Stuelpnagel ve Oster karşı çıkmışlardı. Kumandanlar, motorlu birliklerin ve hava kuvvetlerinin kış mevsiminde güç hareket edebileceklerini, İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin yabana atılmaması gerektiğini ikaz etmiş ve tekrar taarruz emri vermişti. Ama nedense bu emri de geri alacaktı. (O sıralarda Alman halkının hiç de savaş istemediği, Fransızların da komşularına düşmanca his beslemediği dikkate değerdir.)
Bu değerli Alman ordu komutanlarının Polonya savaşına da muhalefet ettiklerini daha önce yazmıştım. O zamanlar General Stuelpnagel, başkumandan Brauchitsch’e şu izahatta bulunmuştu:
“Ordumuz bir dünya savaşı için hazır değildir. Çünkü savaş sanayisi ancak altı ay içinde kısmen faaliyete geçebilecektir. Silah ve cephanemiz de yetersizdir. Westwall müstahkem mevkii tamamlanmamıştır. Fransa sadece 85 fırka çıkarabilir. İngiliz hava kuvvetleri de üstündür.”
General Moltke ayarında sayılan General Ludwig Beck de, savaşın çıkmasını büyük endişe ile karşılamış, soranlara ise, “zar atılmıştır” demişti.
General Halder, bir hafta önce Hitler’i tazyik etmek için bir tecrübe daha yapmak istemiş ve bununla Dr. Schacht’ı görevlendirmişti. Fakat durumu öğrenen Brauchitsch, Schacht’a, “Seni genel karargâhta görürsem, tevkif ettireceğim” demişti. Beck’in ise bir toplantıda söylediği, “Hitler’in hesabı yanlıştır. İlk merminin atılması ile bu savaşı kaybedeceğiz” sözü meşhurdur. Bütün bunların dünya savaşı arifesindeki atmosferi aydınlatmaya yeterli olduğunu sanıyorum.
Hitler’in, genel karargâhtaki bu tartışmalar sırasında kumandanlara, “Ben bu savaşta ya muvaffak, ya da yok olacağım. Halkımın mağlubiyetini görmek istemem” demesi, her şeyi göze almış olduğunu gösteriyordu. Bu inatçı adam, bir gün önce saldırıya geçilmesi için karar vermiş olmasına rağmen, kumandanların makul itirazlarını nihayet kabul ederek Fransa taarruzunu 1940 ilkbaharına ertelemeye razı olmuştu (S.34-38).
Japonların savaştan önce Almanya’da 300 öğrencileri vardı. Bunlar çoğu doçent olacak veya doktora yapacak aydın kimselerdi. Profesörlerin evinde bu maksatla kiraya verilen odalarda kalarak, Alman aile hayatına karışıyor, tatillerinde Almanya içinde seyahat ederek bu ülkeyi tanımaya çalışıyorlardı. Sefaretlerinin gözetiminde ve bir Japon profesörün sıkı denetimi altındaydılar. Ülkelerine döndüklerinde de gerektiğinde fazla hiçbir imtiyaza sahip olamıyorlardı. Bunları Tokyo’daki sefirliğim sırasında öğrenmiştim.
Cumhurbaşkanı bana, aşağı yukarı, Türkiye’nin bir savaşa girmeye henüz hazır durumda olmadığını, savunma hazırlıklarını tamamlamadan savaş yangınına tutuşmaktan çekinmemiz gerektiğini bildirmiş, “Almanya ile mevcut iyi münasebetleri devam ettirmek istediğimizden, bunu kolaylaştırmaya çalışmam” için direktif vermişti. O zaman bundan çıkardığım anlam şuydu: Cumhurbaşkanımız, sonunda yalnız ve ayrı kalmamak için, imkân ve kuvvetin olduğu en uygun zamanda müttefiklerimizle birlikte savaşa girmek düşüncesindeydi.
Daha önce anlattığım gibi. Alman ordularının Batı cephesinde saldırıya geçmek için yapmakta oldukları yığınağa dair bilgi vermek üzere Viyana’dan uçakla Türkiye’ye gelerek, Ankara’da Cumhurbaşkanı’nın huzuruna çıkmıştım. Harita üzerinde verdiğim bilgi hazırlıksız olan Türkiye’nin her şeyden önce her ihtimale karşı ordusunu kuvvetlendirmesi, Almanya ile dostane münasebetlerini bozmamaya gayret göstermesi gerektirdiğini daha güçlü şekilde hissettirmiştim. Böyle olmakla birlikte, bir hafta içinde Türkiye’ye çağrılmış olduğum halde -nedense- iki ay bekletildiğim sırada (21 Kasım 1940), yani Almanların çok güçlü oldukları bir dönemde, Cumhurbaşkanının yakınlarından birinin, “Gelecekte münferit bir duruma düşmeden, ordu hazır iken İtalya-Yunan savaşına katılmamızın uygun olacağını” söylemesini hayretle karşılamıştım.
Hitler’le görüşmemizde, kendisine açıkça, “Türkiye’nin silâhlı tarafsızlık siyasetini tercih ettiğini” söylemiştim. Türkiye’nin bu tercihi, Avrupa savaşı sırasında Almanların işine geliyordu. Duyduğuma göre, İngilizlerin Elalameyn cephesinde Rommel’in mükemmel tank birliklerine inatla ve cesaretle karşı koyduktan sıralarda, Hitler’e yakınları, “Bulgaristan’dan geçtiği gibi Türkiye’den de geçerek, Suriye üzerinden kanal yoluyla İngiliz cephesini arkadan sarmasını” tavsiye etmişlerdi. Fakat Hitler, Türkiye’nin silâhla karşı koyacağını göz önüne alarak -çok şükür ki- böyle bir maceraya atılmak istememişti.
Kendi sefirleri Von Papen’in, Almanya’nın menfaati bakımından savaşın Avrupa’da kalması ve doğuya sirayet etmemesi siyasetini desteklediği düşünülürse, Hitler üzerinde bu dost sefirin de etkili olduğu söylenebilir.
Konuyla yakın ilgisi sebebi ile sabık Başbakan ve Hamidiye kahramanı aziz dostum Sayın Rauf Orbay’ın savaş yıllarında Londra sefirliği sırasındaki değerli sohbetlerinde anlattığı bir hikâyeyi nakletmeden geçemeyeceğim:
Aralarında samimi bir dostluk kurulmuş olan Churchill, Rauf Bey’e, “Yüklerini hafifletmek için Türkiye’nin de savaşa girmesi gerektiğini” iki de bir ileri sürüyormuş. Rauf Bey yine böyle bir teklifle karşılaşınca, Churchill’e “Hazreti Hızır’ı tanıyıp tanımadığını” sormuş. “Bilmiyorum” diyen Churchill’e, “Hazreti Hızır’ın onların Saint George’u olduğunu” bildirdikten sonra, şu hikâyeyi anlatmış:
“İki arkadaş bir uçurumun kenarından geçerken, birinin ayağı kaymış ve aşağı düşmüş. Fakat bir ağaç köküne takılarak uçurumun dibine yuvarlanmaktan geçici olarak kurtulmuş. Arkadaşını yardıma çağırmış. Uçurumun o bölgesine yetişmesi imkânsız olan arkadaşı, “Hazreti Hızır’ı Çağır” diye seslenmiş. O da, ‘Çağırıyorum fakat gelinceye kadar beni burada bulamayacak’ demiş!”
Rauf Bey, hikâyeden sonra Churchill’in uzun bir süre bu çeşit tekliflerde bulunmadığını anlatmıştı.
Zaten bilindiği gibi, değerli Genelkurmay Başkanı merhum Mareşal Çakmak da, İngilizlerin ve Amerikalıların İzmir’de birer hava üssü kurma taleplerini Mihver devletlerin düşmanlığını çekeceği ve Türkiye’yi savaşa sokacağı gerekçesiyle kabul etmemişti. Sık sık bizi savaşa sürüklemek için yapılan teşebbüsler karşısında da, önce Adana görüşmelerindeki vaatlerin yerine getirilmesinin ve ordumuzun teçhizat noksanlarının karşılanmasını istemişti.
Dışişleri Bakanı Ribbentrop’un Genel Karargâha daveti üzerine yeni müsteşar Kemal Nejat Bey’i takdim etmek üzere yanıma alarak, 20 Ağustos 1941 günü Doğu Prusya’daki “Wolfschanze”e gitmiştim.
Ribbentrop’un Alman dışişlerinin görüşünü ve günün durumunu aydınlatan alelusul ve çok uzun sözlerinden en önemli bölümleri, tarihî önemi sebebiyle aşağıya bizzat özet halinde alıyorum:
Sovyet ordusunun büyük bir bölümü tamamen imha edilmişti. Ruslar beş milyon kayıpla iki milyon esir vermişlerdi. Bu savaş biter bitmez, hava kuvvetleri ve şiddetli denizaltı hücumlarıyla İngiltere üzerinde kesin sonuç alınacaktı.
Bolşevik rejiminin Ural dağlarının gerisinde tutunup tutunamayacağı meçhul olduğu için, Roosevelt’le Churchill, bilinen anlaşma belgesini yayınlamak zorunda kalmışlar, Moskova toplantısı da aynı endişeden doğmuştu.
Amerika’nın savaşa gireceği umulmamakta, fakat İngiltere’nin ümitsizliğe düşerek barış istemesi halinde, Roosevelt’in savaşa yönelttiği Amerika sanayisinin ve ekonomisinin iflası kaçınılmaz olduğundan, savaşı teşvik ve yardım vaadi devam edecekti.
Suriye’den Türkiye sınırına dayanmış olan İngilizler, İran’a karşı başlattıkları baskıyı askerî bir müdahaleye dönüştürerek, Kafkasya üzerinden harekete kalkarlarsa, kendileri için ikinci derecede önem taşıyan bu durumda, Karadeniz’in kuzeyinden gönderilecek birkaç zırhlı Alman birliği karşısında Bağdat’ta bile tutunamayacaklardı.
Romanya’ya talebi üzerine garanti vermişlerdi. Bugünkü Rus savaşı, Rusların Bulgaristan ve Türkiye aleyhindeki emellerine izin vermedikleri için çıkmıştı. Avrupa ve Balkanlara Bolşevikliğin girmesine engel olmak ve bu rejimi kökünden yok etmeyi amaçlayan bu savaşta bütün Avrupa ve Balkanlar kendileriyle beraberdi.
Molotof’un Türkiye üzerideki malûm istekleri ortaya çıkmadan çok önce, Rusya’nın “Üçler Paktı”na girmek için Bulgaristan ve Türkiye aleyhinde taviz istediğini gösteren Moskova sefirleri Graf Schulenburg’un telgrafını gösteren Ribbentrop, Numan Rıfat Bey’in “Almanya’nın Türkiye’yi savunmasında yalnız Alınan menfaatlerinin hâkim olduğuna” dair görüşüne katılmadığını, bundan kendi menfaatleri kadar Türkiye’nin de menfaatleri olduğunu, dostluklarının uzun bir geleceğe ihtiyacı bulunduğunu, başta Führer olmak üzere bütün Almanların bu siyasete sevgi ve dostluklarının dâhil olduğunu söylemişti.
Ribbentrop’a göre, Amerika’nın savaşa katılması halinde bile, İngiltere’nin savaşı kazanma ihtimali olmadığı gerçeği karşısında, Avrupa, Balkanlar ve Yakındoğu’nun alacağı yeni barış düzeni içinde, dost Türkiye’nin coğrafî durumunun önemine uygun bir yer almasını samimiyetle arzu ediyorlardı.
Ribbentrop, davetinin amacını sadece Almanya’nın görüş ve düşünceleri konusunda beni aydınlatmak olduğunu, bir teklif ve telkinin söz konusu olmadığını sözlerinin arasında belirtmesine rağmen. İran’da bulunduğuma işaret ederek, bu ülkenin durumu hakkında kendisini aydınlatmamı rica etmişti. İngiltere’nin İran’a girmesini Türkiye’nin nasıl karşılayacağını, Türkiye’nin geleceği için sorumlu hükümetimizin bir isteği olup olmadığını da sormuştu. Müttefik olarak girdiğimiz geçen savaşta kaybettiğimiz ülkeleri, bugünkü sınırlarımız dışındaki Türklerin bulunduğu bölgeleri isteyip istemediğimizi, Rusya’da yaşayan milyonlarca Türkün geleceğini soydaşlık adına bizleri ilgilendirip ilgilendirmediğini öğrenmek istiyordu. Bu önemli siyasî konularda Ribbentrop’a verdiğim cevapları naklediyorum:
Kaçarlar zamanındaki eski Rus-İngiliz istilâ politikasına karşı, bugünkü Pehlevi Devleti’nin komşu Türkiye’nin dostluğuna ve uyanmakta olan millî gücüne güvenerek, bağımsızlığını korumaya çalışacağını umduğumu ve bugün İran’ın da bizim gibi savaş dışı kalmak politikasını izlediğini belirttim.
Misak-ı Millî sınırlarımız içinde, esaslarını Atatürk’ün koyduğu siyasete bağlı olduğumuzu, yani topraklarımızın genişlemesinden çok siyasî ve ekonomik bağımsızlığımızı korumanın, millî refahımızı sağlamanın başlıca amacının olduğunu vurguladım.
Rusya’daki soydaşlarımızın Sovyet istibdadından kurtulmalarının bizim için manevi bir sevinç olacağını belirterek, giriştikleri bu büyük savaşta Alman dostlarımızın aldıkları esirler arasında bunları Ruslardan ayırmalarını özellikle tavsiye etmiş, bu soydaşlarımızdan keşif ve kılavuzluk gibi konularda istifade edilebileceğine dikkati çekmiş, Avrupa’ya sığınmış Rus Türklerinin siyasî bakımdan ileri gelenlerinin çağırılarak bu esirlerle temas ettirilmesinde fayda gördüğümü anlatmıştım. Ve Kafkasya konusunda da, daha Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Sayın Rauf Orbay’ın başkanlığındaki komisyonda ordu delegesi olarak bulunduğumu, merkezi Tiflis olan ilk “Türk-Gürcü-Ermeni Cumhuriyeti”nin değerli bir hukukçusu olan Çengelli’nin başkanlığındaki delegelerin katıldığı Trabzon Konferansından başlayarak, Sovyet boyunduruğu altındaki Türk, Gürcü ve Ermenilerin son durumunu izah etmiştim.
Bu görüşmenin o zaman bende uyandırdığı izlenime göre, Almanya dost ve tarafsız durumdaki Türkiye’yi alıştırarak ve yavaş yavaş kendisine daha çok yaklaştırmak istiyordu. Bu yoklama siyaseti, savaşı kazandıkları takdirde kendini daha açık ve etkili olarak gösterecek, baskı yapıcı ve bir şekle girecekti.
Birinci büyük savaştaki Trabzon Konferansı sırasında tanıştığım Dağıstanlı ve Kafkasyalılardan bize iltica etmiş olan siyasetçileri, özel bir şekilde, meselâ Kırımlı Cafer Bey ve Resulzâde Emin Bey gibilerin Berlin’e gönderilmesini, Ankara’ya gidişimde Başbakandan bilhassa rica etmiş ve Alman Dışişleri Genel Sekreterine de, Avrupa’da mülteci durumda olan Türkistanlı Mustafa Çokay ve Gürcistanlı Çengelli gibilerini de çağırarak, bunlardan yararlanmalarını tavsiye etmiştim. Bu sayede, Almanya’da birçok soydaşımız esaretten kurtulmuş, vatanlarının kurtulması için ellerinden geleni yapmışlardı. (Bu soydaşlarımızın SS ve SA teşkilatından, koyu Nazi yöneticilerinden çok zarar gördüklerini savaştan sonraki yayınlardan üzülerek öğrenmiştim.)
Bu sıralarda Alman basını, İngilizlerin İran’a baskılarını şiddetle protesto ediyor, Türk basınının buna paralel olarak, komşumuza karşı koruyucu ve dostça yayını da memnuniyet yaratıyordu.
Genel Karargâhtan Berlin’e dönüşümde Genel Sekreteri ziyaret ederek, Ribbentrop’la yaptığımız görüşmeler konusunda bilgi vermiş ve bu fırsatla Rusya’daki Türkler hakkındaki görüşmelerimi ve bunlardan Almanya’nın yararlanması konusundaki şahsi düşüncelerimi anlatmıştım.
Amerikalıların savaştan sonra yayınladıkları “Alman Gizli Belgeleri” kitabında. Alman Genelkurmayının davetlisi olarak Rus cephesini gezen merhum General Ali Fuat Erden’le. Hüseyin Hüsnü Erkilet’in Weizsâcker’i ziyaretlerinde, Rusya’daki Türkler konusunda benim düşünceme tamamen uygun görüş bildirdiklerini ve bunun Genel Sekreterin Führer karargâhına gönderdiği raporda yazılmış olduğunu okudum.
Dindaş ve soydaş esirler konusunda sayın okuyucularıma biraz bilgi vermek isterim:
Doğu cephesinde zaferden zafere koştukları dönemlerde Almanların eline yarım milyon Müslüman esir geçmişti. Bu konu dinî, ırkî ve siyasî bakımdan beni çok ilgilendirmişti. Bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı sonlarında Rus ordularının mağlubiyetiyle Çarlık istibdadından kurtulan Ruslar da dahil, Türkistanlı, Özbekli, Azerbaycanlı, Loristanlı, Dağıstanlı, İdilorallı, Kafkasyalı, Gürcü, Çerkez, Abaza, Çeçen gibi dindaş ve soydaşlarımız, bağımsızlıkları için silâha sarılmışlardı. Başlangıçta sosyal demokrasiyi yaymak üzere idareyi ele alan Kerenski’nin devri maalesef kısa sürmüş, Rusya’yı “Cemâhir’i Müttefika” şeklinde yönetmek isteyen Almanların Rusya’ya geçirdikleri gerçek idealist ve komünist Lenin’den sonra, Gürcü Stalin gibi diktatör, emperyalist, haris ve kurnaz bir komitacının işbaşına geçmesi, soydaş dindaşlarımız için gerçek bir felâket olmuştu. Bu soydaşlarımız, Alman zaferlerini kendi bağımsızlıklarını sağlayacağı ümit ve hayali ile Alman kuvvetlerini kurtarıcı olarak kabul etmiş, karşılamış, fırsat ve imkân ölçüsünde Alman ordularının askerî başarılarını kolaylaştırmışlardı.
Nazi Partisi, SS ve SA’ların bu dostluğa uygun hareket etmemiş olduklarını, çok sayıda genci öldürmek, köylerini yakmak, millî liderleri takip etmek gibi birçok hata ve cinayet işlediklerini, bunların zulümden kurtulmayı başaranların da 1944’de aynı akıbete uğradıklarını, savaştan sonra Münich’de çıkan Azerbaycan Millî Birliği’nin organı “Azerbaycan” gazetesinin Nisan 1953 tarihli sayısında hayret ve üzüntü ile okuduğumu belirtmek isterim.
Ben bu soydaşlarımızın esir kamplarından kurtarılarak kendilerinden istifade edilmesini özel ve gayri resmî bir şekilde ele almayı millî ve vicdanî bir borç saymıştım. Samimi bir dostumuz olan Genel Sekreter Weizsâcker’e, yeni müsteşarımız Kemal Nejat Bey’i 1941 Ağustosunda takdim ederken, bu fırsattan yararlanarak, jeopolitik bakımdan müşterek düşmanımız olan Ruslara karşı kazandıkları zaferlerin ülkemizde büyük sevinç uyandırdığını bildirmiş, Rusya’daki Müslümanlar hakkında harita üzerinde izahat vermiştim. Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas ordumuzun hareket şubesi şefliğini yaptığımı, Kâzım Karabekir Kolordusunun kurmay başkanlığı görevinde bulunduğumu anlatmış, bu esirlerden istifade etmelerini -şahsî ve özel kaydıyla- tavsiye etmiştim. Amerikalıların çıkardığı gizli belgeler kitabında Genel Sekreterin bu görüşmemizi ayrıntılı şekilde Ribbentrop’a bildirmiş olduğunu okudum. O zaman, Kafkas halkının bir tampon devlet halinde birleştirilebileceğini, Hazar denizinin doğusunda bağımsız bir Türkistan ve Moğol devletin kurulabileceğini belirttiğimi de, bu eserde okuyarak hatırlamıştım. Weizsâcker’in o raporunda, Ali Fuat Paşa ile Erkilet’in de aynı görüşleri ortaya attıklarını ve benim, Bakû’nun baştanbaşa Türk dili konuşan bir halk ile meskûn olduğuna işaret ettiğimi yazmış olduğunu gördüm. Türkiye’de yaşayan savcı, avukat Kemal Ediğe ve Fazıl Müstecip gibi hamiyetli ve değerli Kırım Tatarı soydaşlarımızın da, bu vatanî görevle Berlin’e geldiklerini hatırlıyorum.
1943’de itibaren de bu soydaşlarımızdan dört gönüllü lejyon, toplam 180 bin kişilik bir kuvvet oluşturulduğunu övünerek duymuştum. Sovyet yönetimi savaştan sonra Türk ve Tatarları kısmen göçe zorlamış, kısmen de intikam almakta gecikmemiş, hattâ Almanlarla ilgileri olmayan Çek, İngus ve Kalmukları da vatana ihanet suçuyla cezalandırmıştır.
Bir milyon Müslüman’ın 1946’da Doğu’ya (Sibirya, Kazakistan ve Kolima) altın madeni havzasına sürgün edildiği tahmin edilmektedir. Sovyet Rusya’da sık sık tekrarlanan bu imha politikası, doğrudan doğruya Moskova merkezinden yönetildiği için, mahallî idarelerin kontrolü dışında kalmaktadır. Rusya’da bugün 24 milyon Müslüman Türkün yaşamakta olduğu tahmin edilmektedir. Komünist Çin’de 10 milyon, Tito Yugoslavya’sında 2 milyon, Bulgaristan’da 800 bin ve Arnavutluk’ta 700 bin Müslüman, aynı propaganda ve yönetim altındadır.
Führer’in “Psychopath” kafasındaki sınırsız hırsı, askerî bir deha olduğu inancı, büyük ve değerli komutanları ile genelkurmayına tâbi olmaması sonucunu doğurmuştu. “Auto-suggestion”dan doğan ilhamlarla verdiği emirler yüzünden, ordunun intizamına, askerlerin cesaret ve fedakârlığına rağmen. Fransa’da olduğu gibi kesin sonuç alınamayacağı anlaşılıyor ve genel durum bunu gösteriyordu. Bu böyle olmakla birlikte Cermen ırkı İslav istilasına karşı Avrupa’da bir set oluşturduğu gibi Boğazlar üzerine ve Balkanlarda sınırı olan Yakındoğu’daki biz Türkler de, aynı istilâya maruz kalmamak ve komünizmin istilâ ve hâkimiyetine engel olmak için yegâne kuvvet olduğumuzdan, bu savaşlardan Kızılordu’nun hiç değilse belini doğrultamayacak şekilde çıkmasını, Moskova’nın saldırgan politikasının uzun süre terk etmek zorunda kalmasını istiyorduk ve bu isteğimiz hem tabiî, hem meşru idi. Fransa ve İngiltere’nin bu tehlikeyi, sadece Almanya’nın mahvını düşündükleri için görmemiş olmalarının ne büyük hata olduğunu bugün maalesef anlamışlardır. Bilindiği gibi. 1942 Temmuz’undan sonra Avrupa’da cereyan eden bu savaşlarda, kendileri çok az kayıp vermek üzere, Almanya’yı kolayca istilâ etmeyi hedef almış, Asya steplerinden kopup gelen yıkıcı, yakıcı ve yağmacı kızılların Avrupa’yı istilâsına, Almanya’nın merkezi olan Berlin şehrine kadar ilerlemesine izin vermiş ve teşvik etmişlerdi. Tanklarına “Welcome İvan” (Hoş geldin İvan) yazıları yazarak komünizmin öncülerine yol açtıkları yetmiyormuş gibi, Japonların kahramanca ve inatçı savaşları karşısından, hem az kayıp vermek hem de Japonların moralini bozarak savaşı bir an önce sona erdirmek amacıyla atom bombasının ilk kez Hiroşima üzerinde tecrübe etmek gibi tabiri bulunamayacak bir teşebbüste bulunmuşlardı. Bu bombayı atan Amerikalı pilotun, vicdan azabı çekerek delirdiğini gazetelerde ibretle okuduk.
Cepheye giden Von Papen’le 13 ve 19 Eylül günlerinde görüşme yapmıştım. Bu görüşmelerimizde Papen:
İran meselesinde hükümetimizin izlediği metanetli ve dürüst politikadan dolayı minnettarlık duyduğunu, fakat İngiltere ve Rusya’nın Alman tebaasını himaye etmemize izin vermemelerinden dolayı üzüldüğünü bildirerek, krom ve bakıra karşılık savaş silâhları vereceklerini, ticaret anlaşmasının dostluğumuza lâyık ve tarafsızlığımıza uygun şekilde sonuçlanacağını güvenini beyan etmişti.
Rus cephesinde Leningrad’ın yakında düşmesinin beklenildiğini, Kiev bölgesindeki kuşatma hareketinin büyük ölçüde sonuçlandığını, 50 kadar Rus birliğinin bu muazzam ateş çemberinin içinde kaldığını, Rus ordusunun ay sonuna kadar yenileceğinin düşünüldüğünü söyleyen von Papen, Ekim ayı içinde Rusya’nın Avrupa kesimindeki sanayi merkezlerinin Moskova bölgesi ile birlikte tamamen işgal edileceğini, Kırım’daki bir buçuk, iki fırka kadar Rus kuvvetinin de oradan çıkamaz hale geldiğini, Odessa’ya doğru hareket eden Romanya ordusunun da son günlerde, çok başarılar kazandığını, yakında bu müstahkem limanın da düşmesinin beklendiğini iddia etmişti. Papen’e göre kıştan önce Rostov’a varılacak ve bu şekilde, İngiltere’nin savaşı kazanmak için yegâne Rus dayanağı da yıkılmış olacaktı. Papen, Ural dağlarının arkasında yeni kurulan sanayi merkezlerinin yeniden bir Rus ordusu kurmak ve donatmak için elverişli olmadığını, dolayısıyla İngiltere’nin Amerikan yardımı ile savaşı ancak uzatabileceğini, fakat savaşı kazanma ihtimalinin artık kalmadığını, İran’ın işgal edilmesinden doğan bugünkü kötü durumun da Alman ordularının Kafkasya’yı işgal etmelerinden sonra tamamen değişeceğini ve o zaman dost Türkiye’nin çıkarları konusunda samimiyetle görüşülebileceğinin tabiî olduğunun söylüyordu.