Cumhuriyet, 16.06.1989
Batı’nın mimarı burjuva – kapitalist sınıf, iki yüz yıldan fazla bir süredir iktidara sahip olup onu sımsıkı elinde tutmaktadır. Bizim beylerimiz ise partilerini kurup iktidar yarışına girmemeyi ilke olarak kabul etmişler, dışarıdan gazel okumakla yetinmektedirler. Demokrasi ise, Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın, Fransız Devrimi’nin ürünü olan burjuvazinin ortaya attığı bir kavramdır.
Batı’da burjuva, üniversiteyle özdeşleşmiş durumdadır. Bizde ise üniversite, yeni bilimler, teknolojiler, araştırma — geliştirme (Ar- Ge) ile ilişkisi olmayan beylerin kazanç kapısı olmaktan öteye gitmiyor.
Ülkemizde iş adamlarımız, yıllar yılı iktidara hiçbir surette talip olmamış, hep günlük çıkarları doğrultusunda dışarıdan gazel okumakla yetinmişlerdir. Bugün de yine aynı şeyi yapmaktadırlar. Yeni seçenekler (alternatifler) bulma aczi içinde “korkumuzu Demirel ile yendik” diyorlar. Oysa Batı burjuvası korkunun ne olduğunu bilmez. En zor durumların bile üstesinden gelebilecek güce sahiptir o. 1983’te, “Özal benim müşavirimdi” diye böbürlenen Demirel’i; şimdi büyük işadamlarımız eskisine göre çok değişmiş bulup kırk yıllık Yani’nin Kâni olamayacağını unutarak “Türkiye’nin meselelerini bilen ve sahip çıkan ciddi bir devlet adamı” olarak selamlamaktadırlar.
Fransız Devrimi’nin 200. yıldönümünün kutlandığı şu günlerde, bu büyük tarihsel hareketin dünyada yarattığı, aslında tohumu “Aydınlanma Çağı” tarafından atılmış yeni düşünce ve sosyal örgütlenme şekline, adı geçen devrimin baş aktörü burjuva sınıfı’nın, Antikçağ tarihinden yeni dünyaya aktardığı “demokrasi” diyoruz. Demek oluyor ki demokrasinin varlığı, doğruca bir burjuva sınıfının varlığına bağlıdır.
Fransız İhtilâli başladığında, bunun ilk ateşini tutuşturan yargıçların, bir kısım soyluların, papazların ve nihayet halkın arasında, zenginlik ve bilgi üstünlüğünü elinde tutan burjuvazi vardı ve bu sınıf 1788’in sonuna doğru cephenin ön sırasına çıkmıştı. Kendini, iktidarı ele alacak kadar güçlü görüyor ve bu yolda bütün öbür kategorileri kullanıyordu. Batı’da ele geçirdiği bu iktidarı günümüze kadar bırakmayacaktı, birçok önemli halk hareketi (1830, 1848, 1870), iki büyük dünya savaşı ve Sovyet Devrimi gibi ters akımlara karşın… Bu başarısının üstün bilgi ve teknolojiye sahip bulunmasına, bunları sürekli yenileyip ileri götürmesine, laik ve materyalist, yani aklı ve pozitif bilimi ön planda tutan düşünce sistemine borçluydu. Ayrıca, yükselişine engel ve kendi antitezi olan tutucu feodal kalıntıları kökünden temizlemişti.
Bu tarihsel verilerin ışığında Batı burjuvası, iktidara her zaman talip, sürekli ileri giden, koşullara göre kabuk değiştirmesini bilen, sınıf olarak toplumda bir sosyal işleve sahip bulunduğunun bilincine varmış, yani “benim tek amacım para kazanmak, gerisi beni hiç ilgilendirmez” demeyen ve hiçbir şeyden yılmayan, gözü pek kişi olarak tanımlanır. Bu itibarla, bu sınıf yerine oturtulmadan ne demokrasiden ne de onun yarattığı ekonomik sistemler arasında liberalizmden söz edilebilir.
YURDUMUZDAN GÖRÜNÜMLER
Gelelim şimdi ülkemizin, son günlerinin basınının penceresinden seyrettiğimiz görünümlerine:
“Samsun’un Bafra ilçesinde her bahar (köle pazarı) kuruluyor. Satılık çocuklar… Çoğu okuldan alınan, yaşları 10 ile 15 arasında değişen çocukları için dört aylığına 500 bin lira…” (Hürriyet, 21.5.89)
“Öldürülen milletvekiline 20 bin kişilik mevlit” (Hürriyet, 09.05.89)
“Vergisiz rekortmenler…” (Cumhuriyet, 30.05.89)…
TÜSİAD’ı ziyareti sırasında S. Demirel’in ağzından: “Bir ülke düşünün ki çalışan nüfusun %58’i tarımda, %22’si işsiz…” (yani 12 milyon işsiz!…) (Cumhuriyet, 27.05.89).
Devlet adamlığı niteliği tartışma götürmeyen Sayın Necdet Uğur’dan: “… Türkiye’ye karaya oturmuş gemi görüntüsü veren sorunların çözümü öncelik kazanır… Kırsal kesim bugünkü Türkiye’de yönetim dışı. Onlara hâlâ Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki insanlarımız gibi bakıyoruz. Bu insanların güvenliğini 6 ay eğitim görmüş jandarmaya bırakıyoruz… Şimdi eğer bir ülke sanayileşmiş… Bir ülkede büyük kentler oluşmaya başlamışsa… O ülkenin insanları değişik insanlardır artık. Bütün bunları değiştirirken hiç yatırım yapmadığınız insanın buna uyum sağlamasını bekleyeceksiniz. Türkiye bunu yaptı. Otuz yıl geriye bakalım. Bütün bunlar yapılırken insan unsuru hiç hesaba gelmedi. O kendiliğinden yetişir diye kabul edildi. İnsan yetiştirmede, formasyon vermede Türkiye’de ileri değil de geriye doğru gidilmiştir, gerçek budur…” (Cumhuriyet 28.05.89).
“Türkiye bilim yoksulu. Bilimsel yayınların toplandığı dünya literatüründe, Üçüncü Dünya ülkeleri arasında 10. sırada yer alan Türkiye, Mısır, Şili, Nijerya ve İran’ın gerisinde kalırken genel sıralamada 44. sırada yer aldı. Bazı üniversitelerimizin hemen hemen hiçbir yayını yok” (Milliyet, 29-05.89).
Yine bilim adamlarımızın bir araya geldiği bir açıkoturumda da “teknoloji yarışında geri kaldık” sonucuna varıldı. (Cumhuriyet, 29.05.89)
Ve firmalarımızın yabancılarla evlilikleri: İsveçli, Amerikalı, Koreli damatlar!…
Devam etmeden önce bir hususu vurgulayalım: Bu durumu tümüyle 1983’ten beri ülkeyi yöneten Özal hükümetine yüklemek haksızlık olur. Bunun vebali (günahı), büyük ölçüde, 1960’lardan bu yana siyaset pehlivanlığına soyunmuş ve eski başpehlivan kemeriyle yine ortalarda dolanmış kişilerin hepsinin boynundadır. TEKNOLOJİYİ KENDİMİZ ÜRETMEDİKÇE…
TÜSIAD, Ekonomik ve Sosyal Etütler Konferans Heyeti, odalar ve sair işadamları kuruluşlarınca tertiplenen panellerde yabancı sermayenin teşviki, yabancılarla firma evlilikleri, resmi ve özel ağızlardan hep “ülkeye yeni teknoloji ithali” gerekçesiyle savunuluyor. Bütün bu konuşmalardan, Türkiye’nin hiç teknoloji üretmeyeceği varsayımından hareket edildiği anlaşılıyor. Demek oluyor ki Türk sanayicisi, makarna, kâğıt, boya gibi yüzlerce yıllık yerleşmiş ürünlerden en çapraşık teknolojilere kadar ortaya hiç yeni bir şey koymamaya, her şeyi dışarıdan hazır almaya kararlıdır. Bu tutum her an kendini ve teknolojisini yenilemek için sürekli mücadele veren Batılı burjuvanınkine tümden ters düşmektedir. Gerçekten bu sonuncusu kolay değil, zor para kazanan kişidir.
Batı burjuvası, iki yüzyıl önce kanıyla ele geçirdiği iktidara sımsıkı yapışmış olup onu elinden kaçırmaya hiç niyetli değildir. İktidarda olmak, onu tanımlayan niteliklerden biridir.
Ülkemizde ise işadamlarımız, yıllar yılı iktidara hiçbir surette talip olmamış, hep günlük çıkarları doğrultusunda dışarıdan gazel okumakla yetinmişlerdir.
Bugün de yine aynı şeyi yapmaktadırlar. Yeni seçenekler (alternatifler) bulma aczi içinde “korkumuzu Demirel ile yendik” diyorlar. Oysa Batı burjuvası korkunun ne olduğunu bilmez. En zor durumların bile üstesinden gelecek güce sahiptir o.
1983’te, “Özal benim müşavirimdi” diye böbürlenen Demirel’i; şimdi büyük işadamlarımız eskisine göre çok değişmiş bulup kırk yıllık Yani’nin Kani olamayacağını unutarak “Türkiye’nin meselelerini bilen ve sahip çıkan ciddi bir devlet adamı” olarak selamlamaktadırlar, ülkenin bir zamanlar 70 sente muhtaç kalmış olduğunu hatırlamayarak…
Ve soruyor basın: “Peki, halkın henüz başbakan yapmadığı kırk yıllık S. Demirel’e niçin ‘sayın başbakanım’ diye selam duruyorlar? Nedir bu yağcılık? Dalkavukluk ince meslektir. Zekâ ister. Fakat önemlisi dalkavukluk korkudan ve avanta ihtiyacından doğar. Atılan bütün serbest piyasa ekonomisi nutuklarına karşın bizim büyük sermaye henüz korkusunu yenmiş değildir. Henüz Ankara hükümetlerine olan bağımlılığını kırmış değil. Henüz kent içlerinden geçen otobanların etrafında arsa kapatıp spekülasyon yapma aşamasından gerçek anlamda sanayicilik aşamasına geçmiş değil. Dalkavukluk bu yüzdendir…” (Necati Doğru, Milliyet, 30.05.89).
Bağlı olmaya bu denli alışık sosyal kategori dış politikada Mustafa Kemal’in “tam bağımsızlık” temel ilkesini nasıl içine sindirebilir?
İktidarın, toprak ağalarının (Batı Anadolu’da bunun adı “büyük aileler”dir) ve aşiret reislerinin elinde olduğu ve Batı anlamında bir burjuva sınıfından yoksun Türkiye’nin bu durumu, “feodal- tüccar (feodo-merchant)”, yani halk diliyle “ağa-çerçi” toplum düzeni olarak tanımlanır ve bunun en belirgin niteliği durağan ve tutucu oluşudur.
SONUÇ
Batı’da burjuva, üniversiteyle özdeşleşmiş durumdadır: Bir toplumda eğitim sistemi, idareci sınıfın ideolojisi doğrultusunda gelişir. Her an yeni buluşlar peşinde, yeni teknolojiler üreterek kendini geçen bir burjuvazinin üniversitesi, Sorbonne, Cambridge, Michigan…, ağa-çerçi düzenininki de YÖK gibi olur… Sanayiden araştırma geliştirme talebi almayan bir üniversite, buna yanıt verecek öğrenci yetiştirmez, ancak vahiye dayalı “ilimler”le uğraşır. YÖK nereden çıktı diye düşünmeyelim. O, hiçbir yenilik ve ilerleme istemeyen, halkın uyanıp gelişmesini çıkarlarına aykırı bulan dış ve onların yerli ortağı odakların ürünüdür. Özerk düşünceye izin verilmeyen bir toplumda özerk üniversite olur mu? Bu itibarla Milli Eğitim sistemimizde, ilkokuldan başlamak üzere, köklü, ciddi üretime yönelik bir reforma girişmek demek, bugünkü düzeni değiştirmeye yeltenmek demektir ki, kimin harcıdır bu? Kendinde bu gücü görenler hani?