Ve Yine Bakırcılık

Şubat 11, 2017

Notice: Trying to get property of non-object in /home/u8281330/domains/burhanoguz.com/wp-content/themes/betheme-child/includes/content-single.php on line 12

Notice: Trying to get property of non-object in /home/u8281330/domains/burhanoguz.com/wp-content/themes/betheme-child/includes/content-single.php on line 14

Notice: Trying to get property of non-object in /home/u8281330/domains/burhanoguz.com/wp-content/themes/betheme-child/includes/content-single.php on line 15
Kültür Eserleri >
Notice: Trying to get property of non-object in /home/u8281330/domains/burhanoguz.com/wp-content/themes/betheme-child/includes/content-single.php on line 55
> Ve Yine Bakırcılık

Bakırcılık sanatının büyük uzmanlarından dostumuz İ.Gündağ Kayaoğlu’nun göndermek lütfunda bulunduğu aşağıdaki yazısından,[1] kendisine yürekten teşekkürlerimizle, bazı aktarmalar yapıp çizimleri aldık.

Metalürji, gerçek anlamda bakırın ergitilmesiyle başlamış olup bu yüzden bakırın tarihi, metalürjinin tarihi olarak kabul edilebilir. Bu tarihin ilk başladığı Anadolu toprakları, oldukça zengin maden yataklarına sahiptir. MTA’ya göre sadece 500’e yakın zengin bakır cevheri yatağının varlığı saptanmış. Roma ve Bizans dönemlerinde Anadolu’da çeşitli teknikler üzerinde çalışan gelişmiş maden sanatı atölyelerinin bulunduğunu, günümüze çıkmış çok sayıda eserden anlıyoruz. Keza Büyük Selçuklu dönemiyle birlikte, İslâm maden sanatında çok büyük bir gelişmenin başladığına tanık olunuyor. Selçuklu döneminde Anadolu’da çeşitli teknikler üzerinde başarılı bir şekilde çalışan geniş maden sanatı atölyelerinin başında Konya, Mardin, Hasankeyf, Diyarbakır, Cizre, Siirt, Harput, Erzincan ve Erzurum geliyor. Ancak, Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve İslâm maden sanatının gerilemesinden sonra, gerek Anadolu’da, gerekse Balkanlar’da bakır madeni yataklarının yoğun olarak işletildiği ve bunun sonucunda Osmanlı devri madencilik çalışmalarının doruk noktasına eriştiği görülüyor.

(İ. Gündağ Kayaoğlu’ndan)

Bakır külçesinin levha haline getirilmesi, yakın zamanlara kadar geleneksel biçimde külçenin insan gücüyle uzun saplı ağır çekiçlerle (balyozlarla) dövülmesi yöntemiyle elde ediliyordu. Bunu yapan, 5 ilâ 10 işçiden oluşan ekibe “dövücüler” ya da “kol” deniyordu.

Bakır külçesinin haddelenerek levha haline getirilmeye başlamasına koşut olarak çekiçlemenin ve dolayısıyla, kullanılan “tabla örs” ya da “kelle örs” adındaki büyük örslerin ve bunun üzerinde bakır döven büyük çekiçlerin ortadan kalkmasını intaç etmiştir. Sadece eski bir bakırcılık merkezi olan Muğla’nın Yatağan ilçesine bağlı Kavaklıdere bucağında 100 kg ağırlığındaki “leblebici tavaları”, külçe bakırın uzun ve ağır çekiçlerle dövülmesi suretiyle yapılmaktadır (Leblebi imalinde, alttan ısıtılan bakır levhanın üzerinde nohutlar, üzerlerine bir tahta takozla bastırıla bastırıla gezdirilerek “pişirildiği”ne göre, bakır levhanın çok düzgün olmasının gerektiği aşikâr oluyor ki burada “dövücü”lerin mahareti belli oluyor B.O.)

Dövme tekniği ile yapılan kaplar, öbür tekniklerle elde edilenlere kıyasla daha kalın ve dayanıklı olmaktadır. Dövme tekniği ile yekpare bakır kap yapımında uygulanan “çukurlama” ve “toplama” yöntemlerinin ayrıntılarına girmiyoruz. Aşağıdaki çizimler, bunlar hakkında yeterli bilgi veriyor.

image17

Şekil 6.- TOPLAMA USULÜYLE BAKIR KAP YAPIMI

(İ. Gündağ Kayaoğlu’ndan)

Kayaoğlu bundan sonra bu işte kullanılan bütün âletlerin çizimini verdiği gibi bunların adlarını ve neye yaradıklarını sıralıyor.

***

Antik ve Ortaçağ Anadolu’sunun metalürjisini etkilemiş olması melhuz odaklar, coğrafî yakınlık itibariyle başta Yunan-Roma dünyası ile İran oluyor.

Grek toplumunun karanlık çağları M.Ö. VIII. yy.da sona ermişti. Yeniden canlanmasının yadsınamaz işareti, bu yüzyılda kolonizasyon hareketi olmuştu; bu dahi daha ileri bir faaliyetin başlıca kaynağı olacaktı. Kolonizasyon hareketinin başlangıçları Merkezî Euboea (Eğriboz)’da, özellikle Khalkis’te olacaktı (Khalkis, Eğriboz adasında kent olup adını, çok eski tunç-bronz sanayisinden –Khalkos=bronz- almıştı. Yakınlarında bakır madeni işletilen M.Ö. VIII. yy.dan başlayarak güçlü bir site haline gelen Khalkis, Trakya, Makedonya, Sicilya ve İtalya’ya kolonlar göndermişti-BL). Sicilya’da ilk Grek kolonisi Naxos, bir Khalkis tesisi idi. Daha öncesinde Eğribozlular, Napoli Körfezi sahillerinin yakınlarına yerleşmişlerdi.

Ortada bir sorun vardı: Neden VIII. yy.ın yeniden canlanması başka yerde değil de merkezî Euboea-Eğriboz’da vâki olmuştu? Hangi koşullar altında Khalkisliler, kısa süreli de olsa, Grek kolonizasyonunun ilk günlerinde bir tür tekele sahip olmuşlardı?

M.Ö. VIII. yy. üzerine çalışan modern araştırıcılarda Khalkis’le komşu kent Eretria’yı eşit tutma eğilimi belirmiş. Ama bunun doğru olmadığı, Khalkis’in üstün durumda bulunduğu belirgin olmuştur. Araştırmalar, Xeropolis’in proto-Khalkis olduğu, Eretrialıların işbu kolonizasyon hareketinde önemli bir rol oynamadıkları, bu işin doğruca Xeropolis’le Khalkis’e ait olduğu, ilk kolonilerinin ticarî yerleşimler oldukları, bunların, aralarında Khalkis’li demir ürünleri tacirleri ve demircilerinin faik bulunduğu Grek grupları tarafından vücuda getirildikleri, işbu kolonistlerin, Grek pazarı için demir cevheri peşinde koşmadıkları (bundan ülkelerinde bolca vardı) ama kârla “satılacak” (değiş-tokuş edilecek) nihaî ürünlerin, ezcümle demir âlet ve silâhların imalini amaçladıkları anlaşılmıştır. Khalkis nomos’u (İdarî birim) topraklarında zengin demir madeni yataklarının bir Khalkis (Xeropolis) demir endüstrisi oluşturduğu ileri sürülüyor ki böylece ilk kolonizasyonda bu kentin tekeli, sadece Khalkislilerin bildikleri bir üstün teknik ustalığa bağlanıyor.[2]

Khalkis, coğrafî olarak ticaret için uygun konumlanmış bir denizci kentiydi ve ticaretinin bir bölümü muhtemelen mahallî yatakların işletilmesine dayanan demir üzerinde idi. Bu kentin göçmen demircileri hakkında üç varsayım ileri sürülmüş.

Birinci varsayım: Khalkisliler (Xeropolisliler), mahallî demir cevherini çok daha öncelerinden kazmaya başlamış olup bu üretim VIII. yy.ın Xeropolis’inin refahına yardımcı olmuştu.

İkinci varsayım: Napoli körfezi yakınlarında yerleşen ilk Khalkisli göçmenlerin çekirdeğini demir mamulleri tacirleri ve demirciler oluşturmuştu. Bunlar Batı’ya, İtalya’da mamullerine pazar bulmak ümidiyle gelmişlerdi. Beklentilerini, bir üstün mamul arz edebilme kabiliyetine dayandırmışlardı.

Burada çoğu âlet ve saldırı silâhları için bronzun yerini alan demir (çelik) yılları bahis konusu. Bu, gerçek Demir Çağı’nın başlangıcı oluyor. İyi nitelikte demir (çelik) eşya talep edilmiş olmalıydı. Artık demir, teknolojinin temel mamulü olmuştu. M.Ö. VIII. yy.ın başlarında İtalya, her ne kadar tarih öncesi toplumlarca iskân edilmiş ise de, fakir bir ülke değildi. Herhalde büyük nüfuslu Campania, Latium ve Toskanya, vaat edilen potansiyel pazarlardı.

İkinci varsayım yeni bir soruya yol açıyor: Neden Sparta, Atina, Oniki Ada ve Girit’in denizci cemaatleri, hepsi mahallî demir yataklarına sahip olmalarına rağmen, Khalkis’le aynı çizgide girişimde bulunmamışlardı? Bu soru, bir üçüncü varsayımı gerekli kılıyor.

Üçüncü varsayım: Khalkislilerin demir (çelik) teknolojisi, sair Grek Demir metalürjisi merkezlerinden çok ilerde bulunuyordu. Bir üstün teknoloji, Khalkislilere demir ve çelik pazarında bir tekel sağlamış olmalıydı.

Demir-çelik teknolojisi çapraşıktır. Her ne kadar demir M.Ö. III. binde ergitilmiş ise de, ancak M.Ö. I. binde çelikleştirme sürecine tamamen hâkim olunmuştu. Bu keyfiyet karbürleme (yakl. 1400 – 1200’lerden itibaren bilinen semantasyon) ve daldırma suretiyle sertleşme tekniklerinin nizamlanmasını intaç etmişti. Buna ek olarak da nice çeşitli bileşimli çelik safihalarının üst üste konarak dövülmeleri tekniği, yüksek nitelikli eşyaların imali için değerli oluyordu. Mezkûr üç teknik M.Ö. VIII. yy.da artık biliniyordu. Çeliğin keşfedilmesinden en çok faydalanan silâh, kılıç olmuştu. Ağzın dayanımı nedeniyle bronz kılıçların gücü sınırlı kalıyordu. Yavaş yavaş demirciler, sıcak dövme, karbürleme, daldırma (su verme) ve safihaları üst üste koyup bunları birbirlerine kaynatma ile, yeterli mukavemet ve elâstikiyeti haiz kılıç ağızları imalini öğreneceklerdi. Sertlik, asgarî gevreklik, keskinlik ve elâstikiyet hassalarının birleşmesinden hiçbir silâh, kılıç kadar faydalanamıyordu. Khalkis kılıçları, bütün bu nitelikleri haiz olmalıydılar.

Bilginler, Doğu’da Grek ticarî faaliyetlerine kabul edilebilir bir izah hususunda tereddüt göstermişlerdir. Ama burada da demir-çelik, işin anahtarı olabilir. Göçmen Grek demirciler, Doğu’da bilinmeyen yüksek nitelikli demir-çelik eşya ya da çubuk üretmiş olmalıydılar. Yakın-Doğu, göçmen Grek demirciler için vaat edici bir potansiyel pazar durumundaydı.[3]

***

Grek ve Romalılarca kullanılan başlıca metaller altın, gümüş, bakır, kalay, kurşun, demir ve cıva idi. Başka metaller eser miktarlarda bulunuyorlar, ya da arsenikte olduğu gibi, alaşımlara ergitmeden önce karıştırılma suretiyle dahil oluyorlar. Keza antimuan da tasfiye edilmemiş bir adem-i safiyet olarak bulunuyor.[4]

***

Hind çeliğine dair

Milâdi V. yy.ın sonunda iki farklı ekonomik ve teknik alan, barışın bir dizi “ateşkesken ibaret olduğu az çok sızdırmaz bir sınır, Suriye limes’leriyle (ekilmemiş sınır toprak şeridi) ayrılmıştı: Bir yanda eski Akdeniz dünyası, öbür yandan da, III. yy.dan itibaren Mezopotamya ve İran’a yerleşmiş, Acem Körfezi ve Kızıldeniz’le Hint Denizi’ne açık ve Çin ipeği yolu ve Hindistan’ın geçitleriyle Orta Asya’ya ulaşan Sasânî imparatorluğu, Kuzey’in Barbarlar dünyaları (Sibirya, İskandinavya, Orta Avrupa), Akdeniz dünyasının Kuzey yüzü yoluyla Doğu ve Akdeniz teknikleri arasında köprüyü meydana getiriyorlardı. Bu farklı alanların içinde metaller sorunu nasıl vaz edilmişti?[5]

Çeşitli metallerin tarih içindeki serüvenlerinin çoğunun anlattığımız ayrıntılarını tekrar etmiyoruz. Sadece Lombard’ın konumuzu ilgilendirecek bazı ifadelerini aktarmakla yetiniyoruz.

Akdeniz’de İngiliz kalayı İskenderiye’den Kızıldeniz ve Hint Denizi’ne doğru ihraç ediliyor ve buralarda Doğu kalayı ile karşılaşıyordu. İki kalay yolunun birleştiği yer, İslâm çağında Batı’ya doğru yer değiştirecekti: İngiliz kalayı ile Hint kalayı Mısır’da birbirlerine ulaşacaklardı.[6]

Armeniyye altın üreticisiydi. Bu itibarla bu ülke için IV. yy.da vaki şiddetli mücadele bu metalin cazibesiyle izah edilir. Hıristiyanlaştırma yollarıyla altın ticaretinin yolları birleşiyordu.[7]

IV. yy.ın sonu ve V. yy.ın başında Sasânî imparatorluğu, Roma dünyasıyla doğruca ve sürekli rekabet halinde olan en büyük güçtü. Bu imparatorluğun kuruluşu, dünya tarihinin büyük önemli bir vakıası idi. Hint Okyanusu ve İç Asya’nın ticaret yollarına hâkimiyete dayanan ekonomik yenileşme, Roma Doğu’su kentleri ticaretinin gerilemesini mucip olmuştu: Antakya, İskenderiye, bu yeni durumdan müteessir olmuşlardı. Geniş ölçüde tedavül eden gümüş dirhem, Bizans nomisma’sini Doğu’daki yerinden etmişti.

Demir tüketimi, saldırı silâhına olduğu kadar, savunma silâhı için de önemliydi. Sasânî’ler, çoğu kez Roma ordularına galebe çalan güçlü bir ordu vücuda getirmişlerdi. Zırhlı süvari kıtaları (asvârân), ordunun göz bebeği idi. Bu birlikler, iri İran atlarına binmiş soylu süvarilerden oluşuyordu. Bu süvari kıtası, muharebe nizamında ilk yeri tutuyordu. İranlılar çatışmada, o denli sıkı saflar halinde olup zırhlarının, bir yanan kitle gibi göz kamaştırıcı bir görkem yansıtan ağır zırhlı, düzenli süvari birliklerini sürüyorlardı.[8]

İslâm yazarlarının ifadelerinden, Sasânî mülkünü teşkil eden ülkelerin demir kaynakları, yatakların zayıflığı, madeni işlemek için gerekli odunun yokluğu dolayısıyla yetersiz kalıyorlardı. Bazı madenler Fars’ta, iğne ve bıçak imal edilen Kirman’da, Nişapurda; Ergani Maden’in demir ve bakırını kullanan ve bıçaklar, zincirler, örme zırhlar üretilen Musul’da bulunuyordu.

İki büyük demir üreticisi bölge, Sasânî hâkimiyetinin sınırında, ezcümle bir yandan Orta Armeniyye ve Kafkasya, öbür yandan da Orta Asya’da idi. Azerbaycan’da kürekler ve silâhlar imal ediliyordu. Kafkasya’da Ziri Garan kasabalarında, örme zırhlar dövülüyordu. Öbür yandan Orta Asya, Hvarezm’in kılıç ve özellikle zırh imalâtına gerekli hammaddeyi sağlıyordu.

Önemli demir tüketimi dolayısıyla uzak diyarlara, başta Hindistan’a başvuruluyordu. Bu ülkeden Sasânî dünyasında ünlü kılıçlarla birlikte ham demir ithal ediliyor, karşılığında ünlü İran atları ile değişiliyordu. Sasânî imparatorluğu keza Roma İmparatorluğundan ihraç edilen demire talip oluyordu. Ama demir ihracının Konstantin tarafından yasaklanması üzerine, 336’da II. Şapur’la ipler kopacaktı.

Demir sorunu acil durum arz ediyordu. İmparatorluk sınırları içindeki yataklar çok yetersiz kalıyorlardı; Armeniyye, Kafkasya ve Orta Asya’nın büyük madencilik merkezlerine el koyma, bu bölgelerin siyasî veya, hiç değilse ticarî hâkimiyetini gerektiriyordu: Bir yandan, Armeniyye ve Kafkasya yollarının bütün noktaları için Romalılar, sonra da Bizanslılarla mücadeleler; öbür yandan Sasânî hâkimiyetinin Orta Asya vahalarına uzatılması. Bu sonuncu yerlerde, vassalları haline gelmiş kralcıklardan haracı demir olarak alıyordu.

“Bozkırlar sanatı” denilen şey, metalürjik faaliyetler alanına ait oluyor. Geleneklerini İslâm dünyasına intikal ettiren Türkler, tüm eski bakır uygarlıkları merkezi, Firdevsî’nin destanında (Şahnâme) beliren Orta Asya uygarlığı kazanlar, tabaklar, kupalar, atlar için ziynet eşyaları, çeşitli kap kacak sapları ve atlar ve süvariler için tüm bakır süsler, kılıç siperleri, kın ve kuburlar için plaketler, ayakkabı koruyucuları, kemerler bırakmıştı.[9]

Milâdî ilk asırlarda Kuzey-Batı geçitlerinden inen fâtihler Sind’in ve Ganj vadisinin düzenini bozmaktan geri kalmıyorlardı: Heftâlî Hunların istilâları, Kuşan krallığının teessüsü, Ganthara bölgesinde “Greko-Buddhik” denilen kültürün gelişmesi. IV. yy.da yeni bir sülâle, Gupta’nınki, Kuzey-Hindistan’da bir büyük imparatorluğu yeniden kurmayı başarmıştı ve yetkesini, yarımada’nın Güneyindeki bazı Dravidien krallıklara teşmil edebilmişti. VII. yy.a kadar idame ettirilen bu birlik, 647’de yok olacaktı.

Klasik yazarlar ve Romalılarda “Hind demiri”nden çok sayıda bahis bulunuyor. Romalılar, en azından Milâdî I. yy.dan itibaren bundan ithal ediyorlardı. Plinius ferrum sericum‘dan söz ediyor ki düşündüğü Seres’ler, Çinliler olmayıp Güney Hindistan’ın Chera’ları idi. Hint çeliği Talmud’da ve Ortaçağın birçok metninde geçiyor. Bu sonuncularda bu çelik andanicum ya da ondanik (Bizans indanikos sideros-Hint çeliği) adıyla anılıyor ki bu adı, Farisî hindavâni’den galat ve taban çeliği gibi dalgalı, hareli ve oniks’in (alaca somaki, Hacıbektaş taşı) damarlarıyla kıyaslanabilen bir dokuya sahip olması itibariyle almış. Keza Araplar da bu ürüne hayranlık duyuyorlar. İbn Sînâ üç tür demir tefrik ediyor: İlki vurmaya, İkincisi kesmeye-yarmaya yarayabilir, üçüncüsü de andena‘dır. Birûnî, kimse Hintliler kadar taban çeliğini bilemez diyor ve İdrisî de bunlar: “Kâinatın en değerli kılıçlarını imal ediyorlar” diye yazıyor ve şunları da ekliyor: “Böylece de Sind, Serendib ve Yemen demirleri, kalite babında olmanın ötesinde imal sanatı, ergitme, dövme, güzellik, parlaklık babında da aralarında rekabet ederlerse de Hint demirinden daha keskin bir şey bulmak mümkün değildir; bu keyfiyet, evresel olarak kabul edilmiş ve kimsenin yadsımayacağı bir şeydir”.

Metalürjiye ait bazı tabirler daha Veda metinlerinde bulunuyor ve “Delhi sütunu” denilen ünlü demir sütun, Hint ustalığına tanıklık ediyor. Günümüzün Kutb-u Minar yakınında, Yeni Delhi civarında dikili olan bu sütun, 7 m.den daha yüksek, 40 cm çapında 6 tondan fazla ağırlıkla. Bir Sanskrit yazıtı, bunu IV. yy.a tarihleme olanağını veriyor. Keza, Orissa’nın birçok mabedinin inşasında (XII. yy.) kullanılmış demir putreller de zikre şayan oluyor. [10]

XVII. yy.ın Marco Polo’su sayılan Fransız seyyahı Jean-Batiste Tavernier (1605-1689), Doğu ülkelerine yaptığı seyahatlerde gördüklerini, edindiği bilgi ve intibalarını yazmıştı. Büyük bir ilgi gören eseri “Les six voyages en Turquie et en Perse (1676), 2 cilt, Paris 1981”, Montesquieu’nun ünlü “İran Mektupları-Lettres persannes”ına esin kaynağı olmuştu. Bu eserinde Tavernier, İranlıların “Şam çelik”lerini (Damasko çeliklerini) Hindistan’da Golkonda’dan aldıklarını, bu çeliğin “bir mangırlık ekmek büyüklüğünde toplar halinde” satıldığını, bunu da, mükemmeliyet noktasına gelmiş bir tekniğin sürekliliğinin işareti olduğunu yazıyor: “İranlılar, kılıçlar, bıçak ve mümasil nesneleri zaçyağı-kezzap (nitrik asid) ile harelendirmeyi mükemmelen biliyorlar; ama kullandıkları çeliğin tabiatı buna çok yardımcı oluyor, şöyle ki bunu ne kendilerinin, ne de bizim çeliğimizle yapamazlar. Bu çelik, Golkonda’dan alınıyor ve iyi harelendirilebilen tek çeliktir. Bizimkinden de farklıdır: Ona suyunu vermek için ateşe konulduğunda ona ancak kiraz kırmızısı kadar renk vermek gerekiyor ve bizim yaptığımız gibi suya daldırma yerine onu sadece ıslak beze sarıyorlar, zira ona bizim verdiğimiz kadar ısı verecek olurlarsa o denli sert olur ki onu kullanmaya kalkar kalkmaz cam gibi kırılacaktır… Türkiye’de bir çelik topu üç kuruşa kadar satılıyor; bundan İstanbul, İzmir, Halep ve Şam’a geliyor; buralardan eskiden Hindistan ticaretinin Kızıldeniz yoluyla Kahire’ye vardığından daha uzağa taşınıyordu. Ancak bugün Golkonda kralı, ülkesinden çeliğin çıkmasına güçlükler getirmesine karşılık İran kralı da, mülküne girmiş olanın götürülmesine mani olmaya çalışıyor. Ben bu uyarıları, Türkiye’den bize gelen kılıç ve bıçakların Şam (Damasco) çeliğinden yapıldığını sanan nice kişilerin gözünü açmak için yapıyorum; bu büyük bir hatadır, zira dediğim gibi çelik, bizimki gibi aşınıp-yenmeden harelendirilebilen dünyada sadece Golkonda’nınkidir.”[11]

Devam etmeden önce işbu “harelendirme” konusuna kısaca değinelim.

Şam çeliğinden hareli Dımıskî (Damasko) dokulu kılıçlar, kesin üstünlük arz eden silâhlar olmuşlardı. Bunların kutsal mabetlerde muhafaza edilmeleri nadir görülmüyordu ve mitolojik manaya sahiptiler. Bütün uluslarda akla hayale sığmaz kahramanlık öyküleri nesilden nesle intikal etmişler.[12] Bu kahramanların kılıçları Şam çeliğindendi. Buna bir örneği Fransızların bir destanında buluyoruz. Charlemagne’in yeğeni kahraman Kont Roland ve beraberindeki yiğitleri Araplar İspanya’da, Pyrénés’lerde ormanlık Roncevaux (Roncesvalles) vadisinde pusuya düşürüyorlar ve ordunun bu artçılarını imha ediyorlar (778). Kaçmaktansa ölmeyi yeğleyen bu yiğitler, kılıçlarını, Arapların eline geçmemeleri için kırıp parçalamaya çalışıyorlar ve sürekli kayalara vuruyorlar. Kayalar yarılıyor, dağılıyor ama kılıçlar çizilmiyorlar bile…

“Şam çeliği” (Damasko çeliği) adı, hiç şüphesiz, bu kılıç ağızlarının yapım tekniğinin bilinmesi öncesinden vardı. Efsaneye göre bu ad, Şam (Damas) kentininkinden geliyor, burada bir kılıç ocağı bulunuyor ve bunda muhtemelen Hint çeliği kullanılarak kılıç imal ediliyor. İmparator Diocletian zamanında Şam’da bu tür silâhların imal edildiği belgeleniyor. Keza Timurlenk, Semerkand’dan Şam’a kadar vaki seferinde (1399), işbu silâh ocağını Orta Asya’ya taşımış.

Şam’ın bir silâh imal merkezi olduğu bir vakıa olup meselâ Türkler, silâhlarını oradan elde ediyorlardı. Yine bunun yapılması ve de damasko dokusu, kaynaklı damasko ile birlikte Hintlilerden öğrenilmiş ve, meselâ Keltler, M.Ö. II. İlâ I. yy.larda bunu bilmişler.

/Users/selcuk/Desktop/%C4%B0%C5%9ELER/%C4%B0zzet Ers/burhan_oguz_Turkiye_Halk%C4%B1n%C4%B1n_K%C3%BClt%C3%BCr_K%C3%B6kenleri_6/yeni tarama/media/image1.jpeg

Metin Kutusu: Şekil 7- Harelendirilmiş (menevişlenmiş) bir kılıç ağzının kesiti (K. D. Lietzmann ve ark.’dan)

Metin Kutusu: Şekil 8- Reaktiflerle dağlanmış bir kılıç ağzının doğal hareleri (K.-D. Lietzmann ve ark.’dan).

Kesici ağız, yüksek sertliğinin yanı sıra belli bir elâstikiyeti de haiz olacaktır. Tümüyle çok sert bir ağız çarpışmada kırılır, çok yumuşak olan da eğrilip burulur. Şu halde, kılıcın dövülme sanatı keskin ağzın sertliğini, tüm ağzın elâstikiyetini sağlamakta yatıyordu. Bu, ya doğal hareli çelik kullanılarak, ya da ağızda demir ve çelik safihalarını üst üste koyarak kaynaklı “Şam çeliği” imali suretiyle elde ediliyordu.[13]

Damasko çeliği, demir levhaların birçok kez ocakta ısıtılıp üst üste dövülmesi yoluyla üretiliyor, bu arada malzemeye az miktarlarda karbon eklenerek olağanüstü sertlikte kılıçlar ve bıçaklar elde ediliyordu. Üst üste eklenen demir levhaların karbon içeriği değişik olduğundan, malzeme ıslak ya da damarlı bir görünüm kazanıyordu (AB).

Devam edelim Lombard’ı dinlemeye.

En azından M.Ö. IV. yy.dan itibaren demirin kullanımı Çin’de, ve daha doğru olarak tarihî Çin’in kalbini teşkil eden Sarı Nehir’in orta vadisinde biliniyordu. Hattâ bunun ortaya çıkması, VI.-III. yy.ların büyük değişimlerinin başlıca sebeplerinden biri olduğu düşünülebilir, şöyle ki daha hızlı büyük ölçüde tarla açmaya imkân vermesiyle demir âletlerin gün görmesi, ekolojik ve sosyal dengede kesin bir altüst oluşu beraberinde sürükleyecekti.

Burada büyük vakıa, M.Ö. IV. yy.dan itibaren, yani Batı’dan on yedi asır önce, ergimiş demirin görünüvermesi oluyor. (Yukarda kendisinden uzunca söz etmiş olduğumuz) J. Needham’a göre bu teknik, daha başından itibaren özellikle fosfordan yana zengin madenlerin ve de iyi ateş topraklarının kullanımını ve iki silindirli bir körük sisteminin bilgisini tazammun ediyordu.

Çin dökme demirinin antik çağları iyice saptanmış gibi. Değişik cinsten belgeleri kullanarak iki yazar, bu tekniğin Doğu’dan Batı’ya yavaş gelişimini tetkik etmişler. A. Haudricourt, bu intikalde dökme demiri (cast iron-Gusseisen) ifade edecek özel bir tabire sahip değillerse de, Batı’da Avrupa dilleri Doğu Türkçesi çuiun’a akraba bir tabir kullanmışlar (Rusça çogun, Bulgarca çugun) ki bu sonuncusu dahi, belki de, “ergitme” manasına gelen Çin Şu‘dan türemişti. Metin ve görsel belgelere dayanarak Aly Mazahéri, dökme çelikten kılıcın tarihine bağlanmış ve bunun, M.Ö. III. yy.da Çin’de icat edilip Milâdî II. ve III. yy.larda Kuzey-Doğu Sasânî ve Hindularca, V ve VI. yy.larda Altay Türklerince, XII. ve XIII. yy.larda da Kiev Ruslarınca bilinmiş olduğunu gösteriyor; bu yazara göre, Orta Asya’da Han ordularının, Roma dünyası ve Ortaçağ Avrupa’sı üzerine Orta Asya bozkırlarından itibaren çöken Asyalı sürülerin başarıları, işbu “ergitilmiş” kılıç sayesindeydi. Bununla birlikte bir sorun ortada kalıyor: Dökme demirin yayılmasındaki büyük gecikme. İslâm dünyası, birçok yazarının bilmesine rağmen bunu kabullenmemişti ve Batı Avrupa bunu XIV. yy.dan önce keşfedemeyecekti.

Bir yandan Avrupa ile Orta-Doğu, bir yandan da Hindistan ve Uzak-Doğu arasındaki temasların ne denli çok olduğu bilinince, keyfiyet şaşırtıcı olabiliyor. Milâdî II. yy.dan itibaren Ptolemaus bize ipek yolundan söz ediyor. O zamanlar tacirler Antakya’dan hareketle Parthlar İmparatorluğu içinden Baktria (Afganistan) ve “Taş Kule”ye varıyorlar, buradan ipek balyalarını alıp o zamanlar Çin hâkimiyeti altında bulunan Tarım havzası vahaları arasından götürüyorlardı; bu aynı vahalardan Buddhist Çin’e, İndus vadisi ve Afganistan’dan itibaren giriyorlardı. Daha sonra, IV. yy.da, son Kuşanlar zamanında, Sasânî İran’ın etkisi, Grek etkisinin yerini almış ve bütün Yukarı Asya’da “Sasanî-Buddhik” uygarlığı, “Greko-Buddhik” uygarlığını istihfaf etmişti; bir kez daha vahalar yolu Çin, Hint ve İran uygarlıkları arasında köprü oluyordu ve ipek tekniği Bizans’a kadar geçiyordu. VII. yy.da İslâm’ın ortaya çıkışı bu değiş tokuşlara yeni bir hız kazandırmıştı; VIII. yy.da, daha kesinlikle 751’de Talas muharebesinin ertesinde, kâğıt tekniği Çin’den İslâm dünyasına geçmiş, ve Tang’ların başkenti Changan, kozmopolitliği içinde yerleşmiş “Batı Barbarları”nın (Müslümanlar, Nasturîler, Manihaistler) çokluğu ile biliniyordu.[14]

Metin Kutusu:   Şekil 9-Kafkasya merkezinden itibaren metal ve süsleme temaları tekniklerinin yayılması (M. Lombard’dan). Şimdi de bozkırlar metalürjisinin antik çağlarına bir göz atalım. Han’lar Çin’inin, M.Ö. 220-202’de Batı Asya uygarlıklarıyla (İran, Mezopotamya) temaslarını, ipek yoluyla doğruca ilişkilerini yukarda gördük; dolaylı temaslar da vardı: Kuzey barbarlar dünyası aracılığı; Çinlilerin, bazıları Kafkasya’nın Kuzey kenarından gelmiş Turanî paralı asker kullanmaları; IV. yy.ın başında Hunların Çin’de büyük istilâları; 311-312’de Luoyang ve Chang-an’ın yağması. Böylece de Batı Asya’nın tezyini temaları ile teknik yöntemleri Çin’e doğru, daha çok eski bir dönemden, hattâ Han’lardan önce, götürülmüş. M.Ö. X. yy.da olduğu gibi, Milâdî yıllar civarında bir sanat türü, özellikle metaller sanatı, Karadeniz’den Sarı Deniz’e, daha Zhou (Tcheou) M.Ö. 1111-481) ve Muharip Krallıklar çağından itibaren, yayılmıştı. Metallerin Kafkasya merkezi işbu sanatın büyük yayılma odağı olmuş, bozkır ulusları bunu Doğu’ya doğru, eski madenci ve metalürji bölgesi Altay aracılığı ile götürmüşlerdi.

Şimdi bu şemayı Batı’ya doğru tamamlayalım: Doğu uygarlığı (İran, Mezopotamya) ile Akdeniz dünyası (Küçük Asya, Suriye, Mısır) arasında, büyük Helenistik kentleri arasında doğru temaslar kurulmuştu. Dolaylı temaslar da, Kuzey barbarları dünyası (Pontos-Hazar bozkırı yolu) tarafından, Kafkasya merkezinden itibaren ve buradan da, İskit dünyası içinden, Sarmatlar tarafından, Germenler dünyasına kadar tesis edilmişti. Milâdî IV. yy.da, Hunların Batı’ya doğru büyük baskını sırasında (370), Alanlar (Sarmatlar) imparatorluğu, Kafkasya, Ural ve Don nehri arasında yerleşmişti; Don ve Tuna arasındaki bozkırları işgal eden Gothlar İmparatorluğu’na komşu oluyor; bu sonuncusunun kendisi de ormanın Germen uluslarıyla temas halinde bulunuyor. İşbu Doğu Germenleri ve Sarmat dünyalarından zanaatkârlar, köleler, paralı askerler, Roma dünyasına geliyor: Bu sızmalar, Aşağı İmparatorluk geç Roma sanatında tezahür ediyor: Pontos kökenli ağaç işçiliğinden çıkan metalin pahlı (şataflı) yontulması; bozkırlar sanatı tarafından iletilen hayvanî temsiller; metal üzerine. Roma silâhhanelerinde silâhların kakmalarında kullanılan, Sarmatlar (barbaricarii) tarafından uygulanan telkâri kakmalar. Bu sızmalardan sonra, istilâlar ve Roma İmparatorluğu’nun Pars Occidentis’inde Germen krallıklarının teessüsü: Hunlar, 375’de Ostrogothlar imparatorluğunu tahrip ediyorlar, 376’da Visigothlar Tuna üzerinde yerleşiyorlar ve 406’da, Hun tehdidi önünden kaçan Vandallar, bir Germen ulusu olan Süevler ve Alanlar Ren’i geçiyorlar; bu arada, Hunların kendileri de Macaristan’a geliyorlar; Avarlar, daha sonra da Macarlar bunları takip ediyor: Turan dünyası Avrupa’nın göbeğindedir. Doğu’ya ve Çin’e doğru bozkırlar yolu üzerinde Altay gibi, Batı Avrupa’ya doğru bozkırlar yolu üzerinde metaller sanatları için önemli bir menzil bulunuyor: Bohemya dağları.

IV. ve V. yy.larda metal sanatlarının hangi koşullarda geliştiğini iyi kavrayabilmek için barbar istilâlarının yayıldığı uzun bozkır şeridine komşu ülkelerin metalürji prehistoryasının ana çizgilerini belirtmek gerekir.

Metalürji, her şeyden önce ham altın, gümüş ve bakırın işlenmesine dayanır; özellikle altın, “Altın çağı” diye adlandırılan çok sayıda proto tarihî uygarlıkların kökenindedir. Bundan sonra madenden metali elde etme işi, yani gerçek anlamda metalürji geliyor: Metaller dökülüyor ve alaşımlandırılıyor, bronzda olduğu gibi. Demir, ancak bunlardan sonra geliyor: M.Ö. 1000’ler civarında Mısır’da, 750’de Mezopotamya’da sürekli kullanılıyor: II. Sargon’un (722-705) sarayının harabelerinde, Korsabad’da, ihraç için hazırlanmış 160 ton demir bulunmuş. Çin’de demir M.Ö. VII. yy.da, Hindistan’da M.Ö. 500 civarında günlük hayata girmiş oluyor.

Geri Antik Çağ’ın büyük üreticileri, Karadeniz’in Güney ve Doğu kıyılarının Arî öncesi ulusları oluyor: Doğu Küçük Asya, Kafkasya. Bu Arî öncesi uluslar üç gruba ayrılıyor. Batı grubu, Girit uygarlığı çevresinde dönüyor; demir, Avrupa’ya Girit üzerinden geçiyor. Bu gruba, İtalya’ya doğru göç eden ve mahir metalürjistler olan Etrüskler dahildir.

Merkez grubu, Kızılırmak’tan üst Dicle’ye, Mitanni’yi (Yukarı Fırat ve üst Dicle arası) ve Hititleri (yukarı Fırat ve Kızılırmak arası) içeriyor. Hitit imparatorluğu bütün Küçük Asya için büyük demir üreticisi olmuştu.

Doğu grubu, demir metalürjisinde büyük rol oynamış olan Chalybe’lerin oluşturdukları Urartu’da (Ararat) yani Armeniyye ve Kafkasya. Grekler demire χαλυφ, Khalybe’lere de χαλυβες diyorlardı; bu sonuncular, demiri işlemekte ünlü olmuş bir Pontos ulusu idiler; Herodotus’a göre, tekniklerini komşuları Tibaren’lere (Trabzon bölgesinde τιβαρηνοι) öğretmişler. Tibarenler denince, Pontos-Hazar ovalarının İskitlerini anlamak gerekiyor; bunlar Kafkasya, Armeniyye, Medya ve Asur imparatorluğuna büyük istilâları sırasında tekniklerini öğrendikleri demir çağına VII. yy.da geçmişler. Tekniklerle birlikte İskitler, Asur-Babilonya Mezopotamya’sının tezyini bilgilerini de benimsemişlerdi.[15]

Farklı coğrafî alan ve çağlarda, üç büyük metalürjik teknik kullanılmıştı: Daldırma (su verme). Buluntularda bu teknikle ilgili olanlar, hep Gal-Roma çağına aitti. Milâdî ilk yıllarda Hindistan ve Çin’de icat edilmiş potada çelik; daha önce de gördüğümüz gibi bu teknik, özellikle sert, kristalleşmiş çelik ingotları hasıl ediyor; Romalılar çeliği ithal etmişlerdi ama tekniğini almamışlardı: Bu, “damasko” çeliği oluyordu. Tavlama, Altay’dan ve Kafkasya’dan gelmiş Doğu kökenli, büyük istilâların tekniği olmuştu.

Tavlama ile demir üretiliyordu; bunun için muamele edilecek maden, işlenmiş kalker taşlardan inşa edilmiş bir hücreye, odun kömürüyle birlikte konuyor, yanma, üfleme suretiyle tahrik ediliyordu. Yetersiz 800-900 derecelik sıcaklıkta elde edilen ürün, bir metal ve tufaldan oluşan hamurumsu bir karışım oluyordu. Tufal, sıcaklıkta uzun süre çekiçleme ile atılıyordu. Tekrar tavlamaya konuluyor, ve yeni bir çekiçleme, yeni bir karbürlemeyi takip ediyordu. Çelik böylece, demirin birbiri ardından yeniden karbürlenmesiyle meydana getiriliyordu. Az veya çok sert çelik türleri elde ediliyordu. Romalılar, aynı işi daldırma (su verme) ile elde ediyorlardı.[16]



[1] İ.Gündağ Kayaoğlu.-Bakır kap yapım teknikleri I. Dövme tekniği. Folklor ve Etnografya Araştırmaları. 1984’ten ayrı basım. İst. 1984

[2] S. C. Bakhuizen. -Chalcis-in-Euboea, İran and Chalcidians abroad. Chalcidian Studies III. Leiden (Brill) 1976, s. 1-2

[3] ibd., s.65-69

[4] John F. Healy.-Mining and metallurgy in the Greek and Roman world, London 1978, s. 45.

[5] Maurice Lombard.-Les métaux dans l’ancien monde du Ve au Xle siécle, Paris 1974, s. 9.

[6] ibd., s.15.

[7] ibd., s.20.

[8] ibd., s.32-33.

[9] ibd., s.35-37

[10] ibd., s.48-49

[11] ibd., s.50 infra 2.

[12] K. – D. Lietzmann ve ark. -Metall-Formung. Geschichte Kunst Technik, Düsseldorf 1983, s. 95.

[13] ibd., s.95 ve dev.

[14] M. Lombard.- op. cit., s. 52—55

[15] ibd., s.62-65

[16] ibd., s.90-91.