Cumhuriyet Anadolu Baskısı, 07 Şubat 1991
Cumhuriyet, bu yazıyı da basmakta nazlanmış, sonunda ısrarım üzerine Anadolu baskısında (07.02.1991) yayınlamıştı.
Körfez savaşı patladığında Özal, “bir koyup beş alacağız” gibi, aslında çocukça, ama ülkeyi, hizmetinde bulunduğu ABD’nin safına sürüklemek amacıyla söylediği söz, hâlâ belleğimizdedir. Sonunda ülke “hava almıştı”, üste kaydettiğinin dışında…
Bütün bunlara bakınca insan şunu düşünmekten kendini alamıyor: İhanet nerede başlıyor, nerede bitiyor?…
“Koruyucu dost”lar daima, sonradan tutmayacakları bir sürü vaatte bulunurlar. Onların yörüngesine takılmış toplum da bunun sevinci içinde Galiçya’da, Kanal’da (Mısır), Filistin’de canını verir. TV başında herkes “ne oluyor?”un peşinde. Oysaki bütün bunları yaratan temel nedenleri ve bir noktada da genel kanunları var dış politikanın: Hammadde kavgası. Sözde “birlik beraberlik içinde” bulunan NATO üyelerinin her birinin körfez işinde bir başka hava tutturmaları bu çıkarlar doğrultusunda değerlendirilecektir.
Daha XIV. yüzyılda İbn Haldun açık ve seçik olarak fetihlerin temel nedenini, ekonomik koşulların değişmesinde görmüştü. Ona göre devlet, ekonomik koşullar nedeniyle şuraya buraya saldırma politikası izler: Ganimet sağlamak, verimli topraklar elde etmek. Bu arada din, bu temel nedene bağlanmış olup din kurumu, sadece ekonomik amaçların elde edilmesi ve halkın katılımını artırmak için vardır. Tunuslu ünlü tarihçi bunları yazdığında Marx henüz doğmamıştı.
DOST GÖZÜKENİN SÖMÜRÜSÜ
Almanya, XIX. yüzyılın son çeyreğinde birliğini gerçekleştirmiş olduğundan dünya “borsa”sındaki sömürge dağıtım pazarlığına yetişememişti. Önüne atılan birkaç kemikle (Afrika) yetinmek durumunda kalmıştı (Bu I. Dünya Savaşı’nın başlıca nedeni olacaktı). Ve gözünü Ortadoğu’ya çevirmiş, “Drang nach Osten” (“Doğuya yüklenme”) temel gelişme öğretisini (doktrinini) benimsemişti. Bunun somut ifadesi, Osmanlı mülküne el atmaktı. Şu ağızlarda geviş, “geleneksel dostluk” böyle başlamıştı. Alman “Doğu Politikası – Ostpolitik”in büyük bir uygulaması olan Bağdat demiryolu da inşa halindeydi.
1919 yenilgisini izleyen günlerde birçok gerçek vatanseverin bile dar görüşlülük nedeniyle iştirak ettiği bir çıkar yol formülü, sınırlarımızdan uzakta olması düşüncesi ve Wilson’un “çok insancıl” sözlerinin büyüsüyle “Amerikan mandası” çözümü, beyinlerde yer etmişti. Her iki tarihsel durumda da hiçbir üretim potansiyeli olmayan Osmanlı, bir “koruyucu dost” arama peşine düşmüştü. Bu daima böyledir. Düşük üretimli toplumlar, onu “sevecek” yüksek üretimli bir toplumun koltuğu altına sığınmayı yeğler, kendi üretimini artırma çabası yerine!… “Sevgili” ise mahbubesinin üretimini arttırmasına bütün şiddetiyle karşı çıkar.
Dünya imparatorluğuna soyunmak, ancak üstün üretim kapasitesiyle mümkün olur. Troçki, “İngiltere, ya Amerika ile savaşacak, ya da para birimi olarak Dolar’ı kabul edecek” demişti. Kehaneti doğru çıktı, güneşin üstünde batmadığı imparatorluk, ABD’nin kuyruğuna takıldı, çünkü çelik üretiminde Atlantik ötesi kuzeni onu bastırmıştı. “Koruyucu dost”lar daima, sonradan tutmayacakları bir sürü vaatte bulunurlar. Onların yörüngesine takılmış toplum da bunun sevinci içinde Galiçya’da, Kanal’da (Mısır), Filistin’de canını verir.
Sayın Özal, ARD Televizyonundaki konuşmasında 1980’de Başbakan Schmidt ile görüşürken onun Türkiye’ye niçin yardım ettiğini anlatıyor: “Biz”, demiş Schmidt, “Varşova Paktı’nın büyük baskısı altındayız. Benim seçim bölgem Hamburg, Sovyet tanklarından sadece 60 km. uzakta. Eğer size askeri yardım yaparsak bizim üzerimizdeki baskı azalacak, sizin üzerinizdeki artacak.” 1. Dünya Savaşı’nda Rusların Almanlar üzerindeki baskısını azaltmak üzere 80.000 genci Allahüekber dağlarının karlarına gömmüştük.
“Nil novi sub sole – Güneşin altında yeni bir şey yok” (Hz. Süleyman’ın sözü).
Almanya şu ana kadar, Körfez bunalımına mali katkı olarak Türk ordusuna 812 milyon marklık yardımda bulunmuş. Bir Anadolu deyimiyle “Kimse, okşamayacağı eşeğin önüne ot koymaz…”
KÂR BEKLEYENLERE ANIMSATMA…
Körfez savaşında kâr-zarar hesabı yapanlara saygıyla anımsatılır. Bugünlerde Sayın Mehmet Keçeciler’in de bir fırça yemesi yakındır. Öyle ya, ağababasının verimsiz diye kapattığı petrol kuyularının yeniden açılmasına kim oluyor da emir veriyor?!.
Büyük devletlerin geleneksel olarak çizdikleri dış politikada zaman içinde herhangi bir değişiklik yaptıkları görülmemiştir. Değişiklik, bunun uygulanmasındadır: İşin içinde belli ülkelerin hammaddeleri vardır ve bunlar değişmemektedirler. Böylece de ne “Drang nach Osten” düşüncesi ne de “Ostpolitik” değişmiştir. Güzel giyimi ile ün yapmış şansölye Prens von Bülow (1815- 1879), “Herhangi bir yerde sınırsız umutlardan söz edilirse burası Mezopotamya’dır” demişti. Onun “Mezopotamya”sı Anadolu’dan başlıyordu.
Bu veriler, Almanya’nın, bizim AT’ye girmemize olanca gücüyle karşı koymasını izah eder: Almanya buralarda tek egemen olma sevdasındadır. Hele ABD’nin buraya tek başına yerleşmesine kesinlik karşıdır, şu anda sesinin çıkabildiği kadarıyla.
Nitekim bu ikisi arasında gizli ya da açık bir çekişmeye tanık oluyoruz. NATO’nun eski başkomutanı ve sonradan Reagan’ın Dışişleri Bakanı General Haig, “Türkiye’yi Almanya’nın eline terk etmeyeceğiz!” demişti. Bir senatörün “Türkiye’nin ekonomik çıkmazdan kurtulması için Amerika’nın üstlendiği rolün icaplarını Almanya yerine getirebilir” sözlerini yanıtlayan general, “Bu kesinlikle olmaz” demişti.[1]
Bu senato tartışmasının bizim 12 Eylül’ümüzü izleyen günlerde vaki olduğunu da bu arada vurgulayalım, ariflerin dikkatine.
Bir gün Harekât Şubesi Müdürü İsmet Bey (İnönü), kendisiyle çalışan bir Alman yüksek subayına “Zaferden sonra kazancınız ne olacak?” diye sorar. Aldığı yanıt, “Die Türkei!” olur.[2]
KULLANILAN KİŞİ BULUNUR!
Büyük devletler, kendi “Enderun”larında yetiştirip düşük üretimli, hammaddeleri (ve de belki işgücü) sömürülecek toplumların başına oturttukları bu amaçlara hizmet edecek kişilere her sözlerini dinletirler. General haig, İngiliz Grenada Televizyonu’nun yayınında Ecevit’e “Biz Türkiye’de uygun gördüğümüz bir çözümü uygulamasını biliriz!” demişti, herhangi bir diplomatik dil kullanma gereğini duymadan! Aslında doğru söylemişti: Sayın Evren’in çok yakın büyük dostu general Rogers ondan, fazla zahmet çekmeden, Yunanistan’ın NATO’ya dönmesini veto etmemesini koparmıştı. Karşılığında da “asker sözüyle” bir takım vaatlerde bulunmuştu. Şu işe bakın ki bu aynı Sayın Evren, geçenlerde körfez savaşını değerlendirirken Türkiye’nin ABD ile gizli bir anlaşması olabileceğini, ancak bunun belgelendirilmesinin gerektiğini söylemiş. Sözlerinde samimi ise Genelkurmay Başkanlığı, Devlet ve Cumhurbaşkanlığı etmiş bir kişinin bundan haberi yok demektir ki bu bize, 1. Dünya Savaşı arifesinde Türk-Alman ittifak antlaşmasının, bütün kabine üyeleri dahil herkesten saklamış, sadece üç kişi tarafından imzalanmış olduğunu anımsattı.
Ve devam etmiş Sayın Evren: “Hiç güven olmaz. Bugün böyle söyler, ondan sonra da ‘Bizim kongremiz bunu kabul etmedi’ derler. Bunu çok gördük…”
“Mevlevi’dir sevdiğim, her dem külah eyler bana!…”
Evren Paşamızın jetonu sonunda düşmüş, ama “Badel harabül Basra”, yani Yunanistan NATO’ya dönüp başımıza dert kesildikten sonra.
İnsanın, bütün bu tarihsel olaylar zincirini anımsadıkça, ihanetin nerede başlayıp nerede bittiğini düşünesi geliyor.
[1] Hürriyet 11 Ocak 1981
[2] Falih Rıfkı Atay, Çankaya 1, s. 23