At

Şubat 11, 2017

Notice: Trying to get property of non-object in /home/u8281330/domains/burhanoguz.com/wp-content/themes/betheme-child/includes/content-single.php on line 12

Notice: Trying to get property of non-object in /home/u8281330/domains/burhanoguz.com/wp-content/themes/betheme-child/includes/content-single.php on line 14

Notice: Trying to get property of non-object in /home/u8281330/domains/burhanoguz.com/wp-content/themes/betheme-child/includes/content-single.php on line 15
Kültür Eserleri >
Notice: Trying to get property of non-object in /home/u8281330/domains/burhanoguz.com/wp-content/themes/betheme-child/includes/content-single.php on line 55
> At

Hind – Avrupa dünyası öncesi yırtıcı hayvanların Hanım’ı (Ana Tanrıça), hem Grek dünyasında, hem de Hind – İran bölgesinde Atların Hanımı’na dönüşmesinin sebeplerini izah edebiliyor muyuz? Hiç şüphesiz bozkır adamının hayatında atın önemini hesaba katmak gerekir. Hind – Avrupalı uluslarda hayvanların en soylusudur; bazı Yakın – Doğu uluslarında, hayvanlar âleminde aslanla aynı üstünlüğe sahip oluyorlar. Bir mitolojik bütünlük bir uygarlıktan diğerine geçtiğinde mutlaka vaki olduğu gibi burada da bozkırların ulusları daha eski dinlerden, Ana Tanrıça ve yardımcılarından kurulu tanrısal üçlüyü benimsediklerinde at, aslanın yerine kaim olmuş. Nihayet yardımcı – at’larla yardımcı – insan’lar kolaylıkla karışıp bir arabaya binmiş bir süvari çifti ya da kişiler teşkil etmişler[1].

Büyük Tanrıça’nın yamakları Asvin’ler kâh bir arabaya binmiş insan suretinde, kâh ata benzer tanrılardı. Hindistan’da Tanrıça’nın arabası atlar tarafından çekiliyor ve insan suretindeki erkek at yüzlü tanrıdan ayrıldığında, iki yamak Büyük Tanrıça’nın iki yanına arabaya biniyorlar.

Hind-Avrupa dünyasında atın önemi, Büyük Tanrıça’nın Grekler, Latinler, Keltler ve Hind – İranlılarda “atlı Efendi” olması keyfiyetiyle yeterince izah ediliyor. Savaşta, Hind – Avrupalı muharipler, doğruca ata binmeden çok önce arabalara binmişlerdi. Hind Aşvin’lerin bir arabaya binmiş olmalarına karşılık Grek Dioskurus’ların süvari tanrılar olduklarına dikkat edilecektir. Bu sonuncular Zeus’un delikanlılarıdır.

Esasen at suretli tanrılar mitosunun Hind – Avrupa kökenli oldukları iddia edilemiyor. Asva, “at”tan türemiş Asvin, atın Arî olmayan adı sat’tan türemiş bir başka Nâsatya adının Sanskrit muadili oluyor. Avesta’da Asvinler Nâonhaitya tesmiye ediliyorlar ki bu sonuncusu Nâsatya’ya tekabül edip sat kökünden türemiştir. Şu halde Hind – İran döneminde Asvin’ler, Arî olmayan bir ad altında biliniyorlardı ve bu, Asvin mitosunun, Hind – Avrupalılar tarafından muhtemelen Yukarı Asya bozkırlarında oturan bir hayvancı ulustan alındığı ispat edecek mahiyettedir[2].

Asvin’ler, güneş ya da gökyüzünün ikiz oğlu iki Vedik tanrı oluyorlar. Bunlar, genç ve güzel, açık, altın parlaklığında, çevik, şahin gibi hızlı olup türlü şekiller alıyorlar; atların ya da kuşların çektikleri bir altın arabayı sürüyorlar. Bunlar, sabahın gökyüzünde ilk ışığı getiriciler…dir[3].

***

M.Ö. II. binin başlarında Akdeniz’in iki yakası, Doğu ile Batı arasında herhangi bir kesiklik arz etmez. Ege adaları ve Yunan yarımadası, kültür ve iskân şartları itibarıyla bir taraftan Anadolu yaylasına, öbür taraftan da Rodos, Kilikya, Kıbrıs ve Suriye’nin Kuzey sahilleri aracılığı ile Mezopotamya ve İran’a aralıksız olarak bağlanır. Adalar arasında Girit’in temayüz edip ilk saray uygarlığını (Knossos, Phaistos ve Malia) kurduğu dönemlerde (M.Ö. 2000 – 1700) mimarî, resim ve daha önce de görmüş olduğumuz gibi giyim ve sair hususlarda Mezopotamya kültür merkezleri ve Mısır ilk büyük benzerlikler arz ettiği bir vakıadır.

M.Ö. 2000 ve 1900’da, günlük yaşantı âletleri bakımından eski Hellad ahalisinden tamamen kopuk yeni bir topluluk, Minyenler, Yunan yarımadasına, belki Balkanlar’dan, belki de Güney Rusya ovalarından dalga dalga gelip yerleşmiş, adalara sıçramış, Küçük Asya kıyılarını iskân etmiş, Batı Akdeniz ve Karadeniz yönlerine ilerleyip Yunan dünyası olarak bildiğimiz toplumsal bütünü meydana getirmişler. Hind – Avrupa ailesine mensup bu kişilerin bu hareketine paralel olarak aynı aileden Hititler de Küçük Asya’ya gelip Anadolu yaylasında etrafa yayılmışlar. Sahilde, Truva I’den Truva V’e uzanan bir seneye yakın bir fasıla içinde (Truva I’in başlangıcı M.Ö. 3000 ilâ 2600) devam edegelmiş kültür ve ırkî devamlılık bu kez birdenbire bozulmuş. Hiçbir devirde olmadığı kadar zengin ve kudretli Truva VI’yı (1900) bina eden kişiler, Hellad Minyenlerinin yakın akrabası idiler: Yunan yarımadası, İyonya adaları, Tesalya ve Selânik körfezine yayılan, tornada şekillendirilmiş ve kapalı fırınlarda pişmiş aynı gri çömleği imal etmişler.

Bir başka medenî husus, Akdeniz’in iki yakasındaki bu iki kavmin yakınlarını ayrıca belirtir. Truva VI ile at, Çanakkale bölgesinde ortaya çıkıyor. Bölgenin varlığını Homeros, ağızdan nakillere dayanarak “attan yana zengin” ifadesi ile dile getiriyor. Truva atlarının namı, kumaşlarınki olduğu kadar, Yunan yarımadası sakinlerinin ilgilerini bu bölgeye teksif etmelerine âmil olacaklar arasında bulunduğundan şüphe yok. Bu ilgi, destanın başlangıç noktasını teşkil eden Priam’ın beldesini (Truva VIIa) yıkan askerî harekâttan çok önce gelişmişti. Çanakkale Minyenleri gibi Hellad’ınkiler de atı biliyorlardı. Bunun yetiştirilmesine Asya bozkırlarında girişilmiş olmalıydı.

Tanrı Poseidon’un prehistoryası bir “süvari Poseidon’un”, Hippos veya Hippios’un, denizlere hükmetmesinden önce ilk Helenler ve öbür kavimlerin zihninde beygir kavramının sair bütün bir efsanevî komplekse bağlandığını gösterir: Beygir – yaş elemanı; beygir – yeraltı suları, cehennem dünyası, verimlilik; beygir – rüzgâr, fırtına, bulut[4]. Grek şairi, ilham perilerini (mousa) barındıran Olympos dağına kanatlı Pegasus atı ile gitmez mi?…

***

Bu babda Elâzığ’a bağlı Sün köyünde hasada başlanırken okunan dua, son derece dikkate değer:

            “Göğden yendi (indi) bir gır at

            Ganatları gat be gat

            Ağamıza dövlet

            Yolumuza kuvat.     …”[5]

Miraç’ta Muhammed’i göğe götüren Burak da kanatlı değil miydi?…

Evet, bugün bile at kanatlı!…

Bunlardan başka at, Mezopotamya’da, Jemdet Nasr’ın bir metninde M.Ö. 3000 civarında bir cer hayvanı olarak belirir. Dağlı kişilerden öğrenilmiş ve artık eşeğin yerini tutan yeni bir taşıyıcıdır. Daha prehistorya döneminde Mısır onu yabani halinde bilmiş; ancak 1600’lerde onu kabullenmiş. Bu tarihlerden itibaren araba atı Hindistan’dan Kuzey Afrika, Akdeniz’den Orta Avrupa’ya yayılmaktadır. Ve biraz sonra da, bozkır insanının etkisiyle binek atı hem Batı, hem de Uzak-Doğu’da genelleşmiş.

Atın olmadığı yerde, uygarlığın da olmamış olduğu bir gerçek halinde (Resim 13). Bugün, dünyanın en zengin coğrafyasına sahip Amerika kıtasında eskiden at yoktu. Bu, ülke yerlilerinin Avrupalı işgalcilere yenilmesinin bir nedeni olmuş.

Atın uygarlıkla sıkı bağlantısı şöyle: At, iletişim, dış dünya ile temas, küçük kavimleri bir araya toplamak, böylece ulus – ordu kavramını yaratmak, komşuları üzerinde egemenlik kurmak, kaçabilmek olasılığından dolayı kendini güvencede hissetmek demektir. Ve nihayet at, insan düşüncesinin ufuklarına açılmak demek oluyor.

Başta Türkler, Moğollar, Romalılar ve İranlılar olmak üzere bütün uygarlıklar, at binenler tarafından kurulmuştu.

Herhalde ilkel insan, kesilmiş yuvarlak kütüklere dik olarak yatırılan ağır yüklerin kolayca kaydığını keşfetmiş olmalıydı. Sonraları bunu uzun yola gidebilen bir atın arkasına bağlamak düşüncesiyle (ki burada büyük buluş dingil oluyor) tekerleği, yani arabayı meydana getirmiş olmalıdır. At ve araba öylesine üstün bir teknik buluş olmuştu ki M.Ö. 1750’lerde Hazar boyu kavimleri, birkaç bin kişilik ordularla bin yıllık uygarlığa ve imparatorluğa sahip Mısırlıları bir çırpıda yenmişler ve Nil bölgesini işgal edivermişlerdi (Hyksos istilâsı)[6].

Paleontolojik etütler taş devrinde üç cins atın Avrupa’dan Çin’e uzanan şerit üzerinde mevcut bulunduğuna inandırıyor: Orman atı, çöl atı ve bozkır atı. Bu sonuncusu bile hâlâ Orta Asya’nın bazı bölgelerinde yabani halde görülüyor. Bunların ehlî cinslere geçişi bir ölçüde hissedilir halde olup bunların eski dağılışlarına oldukça tekabül eder. Orman atı, Avrupa’nın iri ve koyu cinslerinin kaynağı, bozkır ve çöl atları da bozkırlar şeridinin küçük cinslerini vermiş olmalı. Bu görüş tarzı kabul edilmeye yetecek açıklıkta olmakla birlikte bugünkü cinslerin kökenlerinin araştırılmasına girişildiğinde aynı sorunun insanlar için de varid olduğu görülür[7].

O devirlerde atın önemi, askerî amaçlarla kullanıldığı oranda büyük olmuş. M.Ö. 1114’te Asur hakanı Tiglatpalasar, Nairi’ye (Armeniye – Van bölgesi) giriyor. İttifak etmiş yirmi üç Nairi hükümdarı birlik ve harp arabalarını toplayıp müstevliye karşı koymaya girişiyorlarsa da Tiglatpalasar: “Büyük beygir sürülerini, çok sayıda hızlı katırı, otlak hayvanını götürdüm… Rehine olarak oğullarını elimde tuttum, onları 120 at ve 2000 baş otlak hayvanlık bir haraca bağladım ve ülkelerine iade ettim” diye anlatıyor[8]. At, en değerli armağan olarak sunuluyor. Buna dair örnekler saymakla bitmez. Ahd-i Atik’te zikredilenlere göre Süleyman (M.Ö. X. yy.) Mısır’dan at ithal edip bunları Hititlerin ve Aramîlerin krallarına satmış. Yine aynı bu Kitap’ta, İsraillilerle savaşmaya hazırlanmış bir Suriye ordusu, karşı tarafta at ve araba sesleri duyup İsrail’in Hitit ve Mısırlılarla ittifak ettiklerini sanmışlar ve şafakta, kendi çadır ve eşeklerini bırakarak kaçmışlar[9].

Bununla birlikte Hitit ordularında, bazı atlı haberciler dışında, süvari kuvvetinin bulunmadığını zikretmek gerek. Atlar, harp arabalarına koşulmak suretiyle kullanılmış (Resim 14)[10]. Asya bozkır uygarlıklarının ilk muntazam süvari kıtalarına sahip oldukları şüphe götürmez. Bunların etkisiyle hayli çapraşık ve hassas ve yüksek derecede ihtisaslaşmış bir aristokrasinin idaresinde bulunan harp arabası kıtaları, yerini, kullanılışı çok daha kaba ve “demokratik” denebilecek süvari birliklerine terk etmiş. At, yavaş yavaş, koşum hayvanı olmaktan çıkıp, ilk zamanlar üzengisiz ve hayli ilkel bir eyerle binilen bir binek hayvanı haline gelmiş. Asya göçebelerinin, üstünlüğü aşikâr olan bu “yıldırım” ordularına sadece Çin, daha birkaç yüzyıl eski tâbiye şeklini muhafaza ederek dayanabilme kabiliyetini göstermiş, buna karşılık eski Orta – Doğu uygarlıkları, özellikle Urartu ve Asur, tehlike kapısı olan Kuzey – Doğu sınırlarında bulunmaları dolayısıyla bu yeni taktiği kabullenmişler. M.Ö. IX. yüzyılda kendi süvari birliklerini vücuda getirmişler. O devirde Asur saray kabartmalarından harp arabasının binek atına tedricî dönüşmesini takip etmek mümkündür. Gemlerin gün geçtikçe daha “barbar”lara has ve aynı zamanlarda Avrupa kıtasında mevcut olanlara yaklaşması çok şeyi ifade eder.

Süvari birliklerinin darbe gücü, Frigyalıların, Hititlerin elinden o güne kadar muhafaza ettikleri demir inhisarını almalarıyla iyice artmış olup Balkanlarla Hind sınırı arasındaki hudut toplulukları, eski büyük devletlerden çok daha bol miktarda bu yeni metalden temini edilmişler. Elde edilmesi bazı maden bölgelerine münhasır kalmamış, hayli karışık olan kolay ticareti de lüzumsuz hale gelmiş. Dolayısıyla da seri halinde silâh imali keyfiyeti ortaya çıkmış[11].

Devam edegelmiş tarih nakillerinde Mısır’ı istilâ eden ve galip ihtimalle Asya’dan gelen yukarda sözünü ettiğimiz Hyksos’ların, Mısırlılara nazaran üstünlükleri, o diyarda bilinmeyen atla çekilen harp arabası kullanmalarına atfediliyor. Ancak, her konuda olduğu gibi, burada da “bilinmemek”le “kullanılmamak” arasındaki farkı bir kez daha belirtmek gerekir. At, çok eski dönemlerden itibaren yavaş yavaş Mezopotamya’ya girmişse de tamamen yerleşmek için Hyksos istilâsını beklemiş olmalı. Müstevliler ise atla çekilen harp arabası silâhını muharebe taktikleri arasına ciddî şekilde yerleştirmiş olarak bu “traktör”ü henüz kullanmaya başlamış insanların ülkesini süpürmüşler. Bu “bilmek” keyfiyetini M.Ö. III. bine kadar geri götürmek mümkün oluyor. Evvelce de ifade ettiğimiz gibi Sümerliler atı “dağ (özellikle Doğu) eşeği” olarak bilmişler. Atla çekilen harp arabasına biniş şeklinden geleceğe ait alâmetlerin çıkartılması bilimi, rivayete (tradition) göre, Eski Sargon (M.Ö. XXVI. yy.) devrine bağlanır. Keza Gılgameş destanında da bu hayvanın adı geçer. İlk Babilonya Sülâlesi zamanına ait ve Tanrıça Min-tud’a ithaf edilmiş bir şarkıda “Shuruppak kentinin atı”ndan bahis geçiyor (M.Ö. 1950 – 1650). Aynı dönemin bir mektubunda da: “atların beslenmesi için bir ölçü (120 litre) arpa götür de yesinler ve açlık çekmesinler” emri okunuyor. M.Ö. III. binlerde Elam ve Kapadokya’da bu hayvanın terbiye edildiğini görüyoruz. Mısırlıların da, Hyksosların defedilmelerinden sonra, eski efendilerinin dersinden faydalanmış oldukları, tapınaklarına hakkettikleri harp arabası savaşı sahnelerinden anlaşılır. I. binde Küçük Asya (İznik atları) ile İran at yetiştirmede şöhret salmışlar. Kuruş’un saltanatı sırasında (M.Ö. VI. yy.) Babilonya satrapı Tritan techmis’in, ordu atlarından başka 800 aygır, 16000 damızlık kısrak (yani yirmi kısrağa bir aygır)’a sahip olduğunu Herodotus bize anlatıyor (I/193). Aynı kralın, Karun’un nam salmış süvari birliklerini nasıl dağıttığını evvelce anlatmıştık.

Atın Anadolu içinde kısaca sergilemeye çalıştığımız yayılma tarihçesinin M.Ö. 2000’ler civarında vaki Hind – Avrupalıların büyük hareketi ile aynı paralelde olduğu görülür. Hurrîlerin yer değiştirmeleri de bu harekete bağlı görünüyor. Asya’dan Avrupa’ya doğru kademelenen büyük göçten ayrılan bir kol, ya Karadeniz sahilleri veya daha sonra Galatlar gibi, İstanbul Boğazı’ndan Küçük Asya yarımadasına girmiş olup Hint – Nesitleri Boğazköy’e yerleştirmiş. Med ve Perslerin Kuzey’den gelerek İran yaylasına sahip çıkmaları aynı devirlere rastlar. Kitlelerin bu baskıları başka kabileleri de yola düşürmüş; Hitit ve Proto-Hititler, Kültepe’deki Asurluları süpürerek Babilonya’ya kadar uzanmışlar. Doğu’dan gelen Kassîler, Suriye üzerine çekilmiş, bunu yaparken de yollarının üstündeki halkları beraberlerinde sürüklemişler. Hyksosların hayli karışık menşe’lerine de böylece ışık düşürmek mümkün olmakta. Bunların istilâsında Hurrîlerin büyük payı olmakla birlikte Hyksosların sadece bunlardan müteşekkil oldukları varsayımı abartılı bir görüş olarak kabul edilmektedir. İçlerinde Hurrî elemanı bulunmakla birlikte istilâ kitlesinin çoğunlukla Suriyeliden oluşmuş olduğu kanısı mevcuttur[12]. Bu büyük harekette at da insanlara refik olmuş, onlarla birlikte Anadolu’ya yerleşmiş.

Proto-Hitit metinlerde, III. binin ortalarından itibaren Küçük Asya’ya yerleşmiş Luvîleri temsil eden bir Hind – Avrupa ve belki de, hiyeroglifler diliyle, daha da eski bir palait elemanı meydana çıkıyor. M.Ö. XIV. yy.ın ilk çeyreğinde Hitit kralı Suppiluliama ile Mitanni kralı Mattiwaza arasında akdedilen muahedede taraflar Mitrasil, Arunasil, İndar ve Masattyauna Tanrılarını şahit gösterirler ki bunlar Hind Mitra, Varuna, İndra ve Nasatya deva’larından başkası değildir. Bundan başka Mitanni’de bir nevi saray muhafızı Marianni’den sık sık bahis geçer. O ise ki Hind Maria’ları, “kahramanlar, delikanlılar”dır. Bu misale birçok Hurri ve Mitanni kralının taşıdığı adların Hintçe mana ifade etmesi de eklenebilir; meselâ Mattiwaza, “Mati-Vaja = dua yoluyla muzaffer” muadili, Tasrutta, “Dus – Raddha = yenilmesi güç” karşılığında oluyor. Hrozny tarafından tercüme edilmiş bir atçılık kitabı bu iddiaların delillerini pekiştiriyor: Boğazköy sarayında mir’i – ahûr olan Mitannili Kikkuli adında bir şahıs atların terbiyesi üzerine son derece itinalı bir eser meydana getirmiş, burada günü gününe ve hattâ aşağı yukarı saati saatine terbiyenin gerektirdiği eylemleri tarif ediyor. Atların, tıpkı bugün olduğu gibi, bir dörtnala denemesi ile seçilmeleri ayrıca dikkate değer. Bu denemeden sonra hayvanlara, örtüler altında aç bırakılıp terletilmek suretiyle fazla yağları attırılır; hattâ daha çabuk zayıflamayı sağlamak üzere de müleyyin (müshil etkili) bir ilâç içirilir; talim sırasında önce tırıs’a götürülür, sonra her seferinde daha uzun mesafe üzerinde ya eşkin, ya da dörtnala kaldırılır. Günlük talimlerin programları şaşırtıcı bir kesinlikle ifade edilmiş. Eserde Kikkuli Sanskrit kökenli teknik sözcükler kullanmış. Örneğin:

aika – wartanna      = “bir dönüş”; Sanskritçe eka-vartana-m = “bir devir”,

téra – wartanna        = “üç dönüş”; Sanskritçe tri-vartana-m = “üç devir”,

panza – wartanna   = “beş dönüş”; Sanskritçe paòca vartana-m = “beş devir”,

satta – wartanna     = “yedi dönüş”; Sanskritçe sapta’vartana-m = “yedi devir”,

navartanna               = “dokuz dönüş”; Sanskritçe nava vartana-m = “dokuz devir”,

Bu tahlil bizleri Mitanni’de, Hurrîlerden gayri bir Hind – Avrupa, özellikle Hind elemanının bulunduğu, bunun idareci sınıfı teşkil ettiği sonucuna götürüyor. Aynı halin Hitit ve II. binin büyük kısmında hükümlerini Babilonya’ya kabul ettirmiş İranlı dağlı Kassîlerde aynen görülmesi dikkate değer[13].

Hitit döneminde bir atın 900 gr[14] gümüş karşılığında satın alınabileceğini Tevrat’tan öğreniyoruz. “Süleyman (Hz.) atlarını Mısır’dan alırdı; padişahın bir tüccar kervanı bunları sabit bir fiyatla alıp getirirdi; bir arabanın Mısır’dan çıkışı altı yüz, atınki yüz elli sikl’e mal olurdu” (Bir sikl altı gr. ağırlığa tekabül edip gümüş külçe bahis konusu olmalıydı). Ancak burada birimlerin her yerde aynı olmaması ihtimali çok kuvvetlidir. Zira bir başka kaynak yine Hititlerde bir altın 14 şekel, bir koşum atının ise 20 – 30 şekel, yani 100 ilâ 150 gr gümüş gibi mütevazi miktarlar karşılığında satın alınabileceğini bildiriyor[15].

Tüccarlar aynı zamanda bütün Hitit ve Suriye kralları için de buralardan getirirlerdi”[16]. Bu aracılıktan Süleyman’ın hayli para kazandığı da anlaşılıyor.

XIV. yy. başında Hititlerle bunların Achaiwoi (Akhalar veya Misenalılar) tesmiye ettikleri akvam arasında, meydana gelen ilişkilerde biniciliğe dair hususlar belirmektedir. Hattusa’daki kral arşivleri, birçok Akha prensi arasında Tawagalavas’dan (Eteokles?), saraya gelip araba idaresinde tekemmül etmiş olmasından bahseder. Bu arada Misena krallarından Adrid sülâlesinin atası Pelops efsanesini zikretmek yerinde olur: Pise’de hüküm süren Oinomaos’un kızı Hippodami’ye talip olanların, kızın babası ile araba yarıştırıp kazanması gerek. Aksi halde idamı göze alacaklardır. Kralın atları ise kolay geçilecek cinsten değil. Pelops, Hippodami’nin yardımı ile mir-i ahûr Murtylos ile anlaşılır: Yarışın ortasında kralın dingili baltalanmış arabası parçalanır. Pelops böylece hem at mürebbisi olan kızı alır, hem de diyarın egemenliğini ele geçirir. Fazla becerikli Murtylos’u da, zamanı gelince, tasfiye eder. İlâhlar onu Aurige küme yıldızı haline korlar.

Hâkimiyeti gerçekleştiren araba yarışı, eski haliyle at – tanrı Poseidon’un himayesinde olmaktadır. O ise Misena uygarlığının bir döneminde artık çoban halinde (pastoral) görünüp aksine olarak muharip ve aristokrat bir araba “ustası” şeklinde belirmektedir. Gerçekten, Korent’teki Poseidon mâbedi (ippevr süvari, aynı zamanda Atina’da yılda 300 medimnelik buğday geliri olan, biri seyis için iki at sahibi yurttaş. Bu yurttaşlar ikinci sınıfı teşkil ederlerdi)[17] bir tanrıya ait olup koşu menzillerini tayin ve muzaffer olanı ilân eder. Ayrıca Pelops, efsanesi içinde, Poseidon’a sıkıca bağlıdır[18].

Asya steplerinde atı çok daha gerilere götürebilmekteyiz. Güney Sibirya’nın bakır istihraç ve kullanılışı ile karakterize edilen Afanasievo uygarlığında, M.Ö. 3000 ilâ 1700 arasında ehlîleştirilmiş koyun, sığır ve ata rastlanır. Kemik kalıntılarının dağınıklığı, dinî âdetlerin henüz ölülere yemek olarak at ikram edilmediğini gösterir. Aksi halde bu kemiklerden insan mezarlarında da bulunması gerekirdi. Adı geçen uygarlık, balıksırtı motifli, sivri dipli seramik kapları ve kemik ve taş gereçlerle bir taraftan Batı Sibirya’nın neolitik geleneğine, öbür taraftan da metalürjisi itibarıyla bozkır uygarlıkları çerçevesinden çıkıp büyük ihtimalle Güney’den gelmiş etkilere bağlanır. Sair bölgelere gelince: Kazakistan’da Kel’temar II ve Güney Ural uygarlığının son devreleri (II. binin başı), oralarda varlığı ispat edilebilen en eski hayvancı topluluklar olarak tezahür ederler. Bunlar, temel yerli tabakanın Batı etkisinde unsurlarla kaynaştığı bir intikal aşamasına tekabül ederler. Bahis konusu olan atın burada binek hayvanı olmayıp mezkûr devreyi hemen takip eden Andronovo uygarlığının ilk devrelerinde sadece kasaplık hayvan olarak yetiştirildiği saptanmıştır. Ancak 1200’lerden itibaren (Alakul devresi), mutat et sunusundan fazla olarak ölü ile birlikte gömülmüş bütün bir atın varlığı, artık “süvari”nin türediğine delalet eder. Bozkırların Batı kesiminde ise öküz ve atın ehlîleştirilmesi, II. binin başlarına bağlanır (Poltavka uygarlığı).

Bundan biraz sonra ilk göçebeliğin emareleri belirmiş olmalı. Buna karşılık Tripole medeniyetinin daha III. binlerde öküz ve ata sahip bulunduğu kaydediliyor. Yine Dniepropetrovsk civarındaki kurganda çıkan iki tekerlekli kaba bir araba, III. binin ikinci yarısında cer hayvanı olarak öküz veya atın varlığını kesin olarak ortaya koyar. Çok kısaltılmış olarak belirttiğimiz bu durum, hayvancılığın Yakın-Doğu’da bir merkezden hareket ederek Kuzey – Batı, yani Avrupa, sonra Doğu’ya, Çin’e kadar ve nihayet Kuzey ve Kuzey Batı’da bozkırlar bölgesine yayıldığını kabul etmek gerekir. Zaman içinde Kuzey – Batı Kazakistan’a nazaran Güney Sibirya’nın hafif ilerleme kaydetmiş olması bu sonuncu bölgede mevcut bol bakır yataklarıyla izah edilir. Bu yatakların III. binde varlığı tasdik edilmiş ve bakırı istihraç edip işlemesini bilen bir topluluğun dikkatini çekmiş olması kesindir. Buna dayanarak Afanasievo uygarlığının kökeni olarak İran gösterilir. Yine bozkırların ilk hayvancılarının süvari olmayıp şimdiki Türk – Moğol kabilelerine benzemedikleri istidlâl edilir. Bunlar daha çok göçebe çoban olup talî derecede olmakla birlikte uygarlıklarında tarım unsurlarına da rastlanır. Ama bunlar talî önemdedir. Ancak, müteakip devrede bariz bir inkişaf kaydetmişler. Bundan bugünkü gezginciliğin ikinci derecede bir hadise olduğu anlaşılır. O, uzun süreli ve hiçbir surette devamlılık arz etmeyen bir oluşum sonucu olarak gelişmiş, iklim koşulları kadar hayvancılığın müspet neticesi veya silâhların tekemmülü buna etkili olmuştur[19].

Göktürk kitabelerinde adı geçen ve Baykal Gölü’nün Batı’sında oturan göçebe Kurikanların bıraktıkları kaya resimlerinde uzun boyunlu atlar görülür. Çin kaynakları bunların çok büyük ve kuvvetli olduklarını, boyunlarının deve boynuna benzediğini bildiriyor. Resimlerde atların yeleleri tarak ağzına benzer şekilde kesilmiş olup boyunlarında püskül asılıdır. Buna Göktürk – Kırgız çevresinde, Çin’de Hunları temsil eden kabartmalarda da rastlanır. Atın boynuna asılan süsler o devirlerde monçuk adı ile anılır. Bazı resimlerde atların kuyruğunun bağlı olduğu belirir. Bu âdet Asyalı Türklerde gelenek halindedir. Alp Arslan Malazgirt muharebesi başlamadan önce bu işi bizzat yapmıştı. Kuyruğu ipe bükme veya bağlamaya sırtlamak denirdi. Harzemşahlar devrinde yazılmış sözcüklerde tügdi atının kuyruğu şeklinde ifadelere rastlanır[20].

At yelesine gelince: M.Ö. 1200’lerin (Misena III – Geç Helladik III) Girit’inde bu hayvanın ideogramı (Resim 15) üç tutam halinde toplanmış yeleli yaratıktır. Minos sarayı civarında bulunan bir damgada tek direkli bir gemi ile ön planda bir asil atın çehresi (bu dahi Hippos Poseidon kavramını doğrular) belirir (Resim 16). Onun da yelesi üç tutam halindedir. Misena ve Herkül’ün vatanı Tirynte’nin fresklerinde de aynı tiplere rastlanır. Bu kıyaslamalar atın Girit’e, Geç Helladik III devresinin Grek yarımadasından götürüldüğünü gösterir. Aynı benzerliğe Kıbrıs’taki yerleşme hareketinde de rastlanır[21]. Keyfiyetin bizi özellikle ilgilendiren tarafı, bugün Anadolu’da gördüğümüz bu kabil bezeme (çoğu kez boncukla) şekillerinin tarih içinde örneklerine rastlamış olmamızdır.

Ölülerin, içine göç ettikleri yeni âlemde de bu dünyadaki hayatlarını devam ettirdikleri inancı dolayısıyla ulu kişilerin mezarları başında zevcelerinin, cariye ve hizmetkârlarının ve nihayet atının boğazlanıp beraberce gömülmeleri âdeti İskitlerde yaygındı. Hayat devam ettiğine göre her kişi elbise, süs eşyası, gereçler ve bu arada da atlar bilcümle teçhizatıyla toprağa verilirdi.

Böylece atın o toplumlarda günlük hayatın vazgeçilmez bir unsuru olduğu anlaşılır. Bu sayede de hayvanın bütün donanımı hakkında bugün bilgi sahibi olabilmekteyiz. Kamçısının şekline kadar bildiğimiz bu atların kuşamının zenginliği gerçekten dikkate değer. Deri ya da keçeden başlık bile yapılırmış bu nakil aracına[22] (Resim 17-20).

Bunlar Pazirik kurganlarında bulunmuş, M.Ö. V. yy.a ait kalıntılar olup atların kendileri de iki cins olarak karşımıza çıkıyor. Bunlardan ilki bozkır veya Moğol atı denen tiptir. Bunlar Orta Asya’nın, o zamanlardan beri bilinen yerli atlarıydı. Öbürleri ise yüksek olup muhtemelen Batı Türkistan’dan getirilmişti: Çin kaynaklarında Ferganalıların, kendi deyimleriyle “kan terleyen” atlarından bahsedilmektedir[23].

Yine burada koşum atı, katana olarak bilinir. Aynı sözcük (catana) İtalyanca “iri”, büyük manasındadır.

Atların hangi dönemlerde nallanmaya başladıklarına dair kesin bir hükme rastlamadık. Tarihçesinin M.Ö. II. yy.dan öncesine gittiği sanılmamakta olup nal fikrinin ancak Milâdî VI. asırda, kullanılışının da Ortaçağ’da yayıldığı biliniyor[24]. Barcak, takağ gibi sözcükler halk dilinde nal demek olup kayar dahi aşınmış nalı ifade ediyor (DS). (İlerde göreceğimiz gibi kayık, kaykı da kızağın adları oluyor). Halen kullanılmayan ve muhtemelen Asya kökenli takav, belki de takağ’ı üretmiştir. Ancak Arapça “ağaçtan ayakkabı” manasına gelen na’l (na’leyn = nalın) sözcüğünün yerleşmiş bulunması, bu demirin ilk olarak Orta Doğu’da kullanılmaya başlandığı sanısını kuvvetlendirir. Bu varsayımın doğruluğu kabul edildiğinde Küçük Asya’da eşeklerin, evvelce gördüğümüz büyük nakliyat trafiği dolayısıyla, atlardan önce nallanmaya başlamış olmaları düşüncesi, akla yakın gelir.

            “Zahit olsam der imiş vâris-i pâbûş-i peder

            Na’lini çekmeye ölmüş eşek ister o meğer” (Sürurî).

Halen, beslenmesi gereken atlar çileye çekilir, yani nalları sökülerek karınlık bir ahırda hazırlanır. Bu ifadenin, halkın tarikat erbabı ile ihtihzaından doğmuş olması akla gelir.

Grek ve Romalılar, yolun hayvan tırnağına verdiği zarar üzerine dikkatle eğilmişler ve bunu önlemek üzere de bazı tedbirlere başvurmuşlar. Bunların arasında solea spartea –sparton  = katırtırnağı, solea = ayak tabanı, hayvan tırnağı; cer hayvanının tırnağına vurulan takviye oluyor; tırnağı yaralanmış binek veya cer hayvanının ayağına, onun şeklini alan ve bilekten kordonlarla bağlanan katırtırnağı saplarından dokunmuş bir nevi “ayakkabı” olmuş. Bunun dışında, bizim şimdiki nallarımızın işini görmeye matuf olmakla birlikte, hem biçim, hem de ayağa tespit şekli itibarıyla bundan farklı solea ferrea, özellikle, cer hayvanı olarak kullanılan katırların ayaklarını korumak üzere, tıpkı solea spartea gibi bir deri “ayakkabı”nın içine yerleştirilip tümü, çarıklarda (caρbatινai carbatinae) olduğu gibi yine deri bağlarla bileklere bağlanmış.

Kara ulaşımı tarihinde iki bölge, birinci derecede rol oynamış görünüyor: Asya’nın Güney-Batı (İran) ile Kuzey-Doğu’su (Doğu Sibirya ve Mançurya). İlkinin kıyaslama kabul etmez Süvari ırklarının, Asurlular ve Perslerin beşiği olduğu; ve atlarıyla yekvücut oldukları söylenen Hunların bu ikincisinden çıkıp baskın yaptıkları hatırlanacak olursa bunda şaşılacak bir şey olmadığı görülür. Unutmayalım ki işbu iki mıntıkanın sakinlerine, atın ehlîleştirilmesini, gem’i, mahmuz, boyunduruk, saban ve arabayı borçluyuz.

Muhtemelen Hunlar Hindistan’a vardıklarında (485), buraya eyer, üzengiler ve demir nalları getirmişlerdi. Antik zamanların büyük aralıklarında atla katırın tırnakları çıplak kalmıştı. Ancak Romalılar, yollarına taş döşemeye başladıklarında, bu tırnakları koruma gereksinimi doğmuştu. Bunun için, altı metalik taban olan bir tür sandal imal etmişler. Bu taban genellikle bronz ya da demirden olmuş (solea ferrae), özellikle cer hayvanı olarak kullanılan katırların ayaklarını korumak üzere, tıpkı solea spartea gibi bir deri “ayakkabı”nın içine yerleştirilip tümü çarıklarda (carbatinai  – carbatinae) olduğu gibi yine deri bağlarla bilek ve baldırlara bağlanmış. Hayvanlar bu nalları her zaman taşımayıp katıra bunları yol koşullarının gerektiği yerlerde takıp lüzumsuz görülen yerlerde çıkarırlarmış (şimdiki arabaların kar zincirleri gibi…).

Roma’nın İmparatorluk döneminde aşırı davranışlara örnek olarak Neron’un katırlarının demir yerine gümüş (solea argentea) ve imparatoriçe Pappeé ve imparator Commode’un altın levhaların (solea exauro) kullanıldığı tarih kayıtlarına geçmiş[25]. Ve hattâ bu gibi aşırı davranışlar (Batı) Roma Devleti’nin inkırazından sonra da devam etmiş (veya başka alanlarda ona paralel olarak var olmuş). Semerkantlı Ebilleys Nasır bin İbrahim (X.yy.), yazdığı Arapça Kur’an tefsirinde: “Her atın oyan’ları (gemleri) altundan cevahirle düzülmüş ve iyerlerinin (eyerlerinin) gaaşiyeleri (hayvan örtüsü) dîbaçtan (ipek işlemeli)” diye anlatıyor[26]. Osmanlı “Raht hazinesi”nde sayısız “murassa altın ve gümüş eyerler, murassa (değerli taşlarla donanmış) altın üzengiler, murassa başlık ve göğüslük, safi altın başlık, seraser kumaştan şakakbend ve eyer örtüsü vs…” bulunmaktadır[27].

Sazı andıran uzun saplı, parlak sarı çiçekli bir bitki olan katırtırnağı, ezilmeye çok dayanıklı olmakla at ve katırların ayaklarına bununla bir “ayakkabı” yapılmış, hayvanların tırnaklarını korumak üzere. Bitkinin bu adı ile tarih içindeki bu işlevinin arasında bir ilişki tahmin etmekte isabet varsa da Türkçe konuşan kavimlerde bu nebatın aynı şekilde kullanılmış olduğuna dair bir kayda rastlamadık.

At nalı, Hunlara atfedilecek tek icat değildi. Bunlar, üstü keçe kaplı olup ahşap, omuz kemiklerine dayanan hamutu da, dolayısıyla atın modern koşum teçhizatını icat etmişlerdi (Resim 21). Bu icatların genelleşmesini büyük olasılıkla Araplara borçlu oluyor. Bunlar, Muhammed’e kadar sadece deveyi kullanmışlardı. Peygamber, İslâm’ın mücadelesinde, çok daha hızlı ve asabî atın faydasını sezinlemişti. Böylece de bu yeni koşum takımlarıyla at Avrupa’da yayılabilmiş ve toprağı sürme işinde öküze rekabet edip savaşlarda esasî rol oynayabilmiş.

X. yy.a doğru Latin Avrupa işbu çeşitli gelişmeleri tam olarak benimsemişti. Bunlara, Antik çağlarda uygulanan ve araba falakası aracılığıyla yan yana dizili cephe koşumlarının yerini alacak olan arka arkaya dizili koşumu eklemişti. Böylece çekme gücü çok artmıştı. Ahşap karasabana göre çekilmesi çok daha güç olan kulaklı demir saban yaygınlaşıp tarımda yeni bir gelişme kaydedilebilmiş[28].

Romalılar, binek hayvanlarının semerini (sella equestris), Resim 22’de görüldüğü gibi içi doldurulmuş meşinden imal ediyorlardı. Bu, yüksek bir ön kaşı (fulcrum) haiz olan, iki eyer çatısından oluşmuş bir tertipti.

Yük hayvanlarının semerleri alık, binim, çatma, eylim, göçek, keper, kıpet, telti gibi çeşitli adlarla anılıyor, halk dilinde. “Semer”in kendisine gelince saνma ve modern Yunancanın samarisi, bu kelimenin kaynağı gibi görünmektedir. İlki, Grek ve Romalılarda yük beygiri ve sair mekâri için sepet ve paketleri taşımaya yarayan ve ağaçtan yapılmış semeri ifade etmiş, sagmarius, sagma üzerinde bir yük taşıyan at, katır ya da sair mekâri için kullanılmış. Yine sella bajulatoria büyük boyda ve üstü meşin kaplı ahşap yük semerinin karşılığı olmuş olup Herculanum’da bulunmuş bir resim, bunun eşek semerlerine müşabih olduğunu gösterir.

XVI. yy. bilginlerinden Ankaralı Pir Mehmed B. Yusuf’un Arapça – Türkçe sözlüğü “Terceman”ında “El kurtan” kelimesinin karşılığı şöyle veriliyor: “Eyer altında kodukları âlete, yani şol kalın alık’tır ki davar arkasına korlar, dahi üzerine kaltak (kuskunsuz, yani kuyruk altından geçirilerek eyere bağlanan kayışsız eyer) korlar, dahi binerler” (davar sırtına yük vurma ve binme). Günümüzde sadece koyun ve keçiye verilen ortak “davar” adı, XIII. yy.dan itibaren “mal” (halen Seyhan bölgesinde büyük baş hayvan karşılığında kullanılır), XIV. yy.dan bu yana da hem “binek hayvanı” hem de “dört ayaklı çiftlik hayvanı” karşılığında kullanılmıştır[29]. Bütün bunlardan ve ayrıca daha önce gördüğümüz gibi giysi manasına da gelen alık’ın o tarihlerde, semerin altına konan koruyucu örtüyü ifade ettiği anlaşılır. Binim, yerine göre “semer, eyer ve yular”ı ifade eder. Çatma ise dört ayrı şeyin karşılığı oluyor: “Yükleri hayvanın semerine yükleme” (Gaz.), “semerin ağaç kısmı” (Mn., İç.), “duvarları ağaç gövdesinden birbirine takılarak ve çivisiz olarak yapılan yayla evi”, “bir arada bağlı on – on iki hayvana dövensiz harman döndürme”, “başörtü”, vs…[30].

Semerin ağaçları arkıt, bunların teki kaynak, eşek semerinin arka kısmı kuşka’dır. Semerci, dikerken parmağına biz’in (mendil) batmaması için yüksük olarak kepene’yi geçirir.

Binek hayvanının eyeri ise binim, palank adlarıyla anılır. Farisîde palan, semer demek olup bu ad Anadolu’da merkep, katır ve bazen de ata vurulan kaş’sız ve yumuşak, enli bir eyere verilir. Falagz eski Yunancada “kalın sopa” demek olup Fransızca, iki ucuna yük asılan sert sırık karşılığında kullanılan palanche, bu sözcükten türemiştir. Latince fulcio da “desteklemek” demektir.

Eski Grek ve Romalılar ata ya çıplak, ya da basit bir yastık (ephipium) üzerinde binerlermiş. Yukarda resmini verip tarifini yaptığımız eyerin (sella equestris) IV. yy. ortalarına doğru icat edildiği tahmin ediliyor, şöyle ki imparator Theodosius, 385’te yayınladığı bir buyruğunda, posta beygirlerini kullananlara yaklaşık 28 kg’dan ağır semer vurmalarını yasaklıyor (Rich).

Ve nihayet, yük hayvanları için, ağaç içermeyip kıtıkla doldurulmuş yumuşak mezkûr ephippium’un aksine ahşaptan yapılmış yukarda sözünü ettiğimiz sagma-sagma (Resim 23) vardı. Yanlarda çıkıntı yapan ağaçlar, alta konulacak paketlerin oturması için olup böylece, üzerinde her şeyin yığılabileceği bir geniş alan ortaya çıkmış oluyordu.

            “Şalvarı şaltak (süslü) Osmanlı

            Eyeri kaltak (kuskunsuz) Osmanlı

            Ekende yok, biçende yok,

           Yiyende var, Osmanlı”… (idareci sınıf Osmanlı ile halkın zıtlaşması).

            “Zerduze palan vursan eşek yine eşektir” (Ziya Paşa).

Göktürk eyerlerinden ele geçenlerde dik durmasını sağlamak üzere içine bir yay konulduğu, yan örtülerin köşeli ve haylice geniş olduğu görülüyor. Esas eyer kısmı atın sırtında yüksekçe durup bunun arka ucu kuyruğa kuskun (postilena-utouriς), deri veya yarım ay şeklinde ağaçtan olup hayvanın sağrısından, kuyruk altından geçerek eyerin öne kaymasını önleyen “kemer”le bağlanıyor. Ön kısmındaki kaş, yüksekçe olup resimlerde bezemelidir. Kırgız eyer kaş’larında ise, av sahnelerinin resmedildiği görülür[31]. Eski Grek ve Romalılar, ata çıplak binmediklerinde, kullandıkları “yastık”, yani birkaç kez katlanmış battaniye (ejiption -ephippium) üzerine otururlarmış. Eyerin bugünkü bağlantılarına da yine Grek ve Roma dünyasında rastlıyoruz: Geri kaçmasını önleyen göğüslük – meldirek (antilena), kolan (cingula), bunların arasında yer alıyor.

Asya Türklerinde bazı at eyerlerinin arka kaş’larının oldukça yüksek olduğu görülüyor. Bunlar o zaman köpçük adıyla anılmış. Ön ve arka kaş karşılığında da öngdünki yalıg, kidinli yalıg sözcükleri de kullanılmış[32].

Ünlü Asur kralı Assurbanipal’i temsil eden kabartmalarda onu (saltanatı M.Ö. 669 – 628) ata özengisiz ve eyer yerine de bir battaniye üzerine binmiş olarak gösteriyor. Eyerden üzengi kayışı (divel-zama) sallanır (Eskiden koşulu toplarda, “özengi” yerine “zahma” sözcüğü kullanılırdı). Klimax  – scalae, lügat manasıyla, “merdiven” karşılığında ise de daha yakın tarihlerde bu sözcük ilk kez “bir çift üzengi” manasında kullanılmış gibi görünmektedir: VI. yy.ın sonunda İmparator Moris tarafından yazılmış harp sanatına dair bir risalede ilk olarak bu anlamda zikredilmiş.

Eski Grek ve Romalıların ata ephippium üzerinde bindikleri ve bugünkü manada eyerin ancak IV. yy.da meydana çıktığı göz önüne alındığında scalae’nin daha yeni âdetleri ifade ettiği istidlâl edilir[33]. Aynı dönemde ise Göktürk üzengileri “halkalı” ve tablalı” olabilecek kadar inkişaf etmiş halde karşınıza çıkıyor[34]. Gerçekten, daha I., II. yy.larda Asya ve Avrupa’nın bazı yerlerinde sade (bezemesiz) üzengilerin yaygın olduğu iddiası tarihçilerden iltifat görmüş. Daha sonraki dönemlere ait olanlar karşımıza üzengi tabanı düz ve geniş, askı demirleri oldukça ince, kayışe askı yerleri bazen halkalı, bazen de bir bağ deliğini haiz şekilde çıkıyor. Zaman ilerledikçe (IX. – X. yy) kayışe bağ olan yerin üst kısmında süslü bir levha beliriyor[35]. Yine VII. yy.da Volga Bulgarlarının üzengi tabanlarının öbür Orta Asyalılarınkinden daha geniş olduğu kaydediliyor[36].

Anadolu’da üzengi (zahma) bazen ipten de olup fili adını alır. Filum Latince iplik karşılığıdır. BTL’ye göre “üzengi”, Anadolu’da oluşmuş (Garp Türkçesi) bir kelimedir. Orada üzengi parlatılır”, yani cündilik edilir. Eskiden ata binip yola çıkılacağı zaman şarap içilirmiş; şarabın konduğu kadehe de “üzengi piyalesi” denirmiş. Aynı lâf, Çağatayca’da “atlanur ayağı” şeklindedir (“Ayak”, Çağatay, Uygur, Kazan Türkçelerinde “kadeh” manasındadır – BTL). Bu arada, şarap içmek için fazla fırsat kaçırılmadığına, her zaman olduğu, işaret etmek de yerinde olur.

Yunan ve Roma dünyası, genel olarak “başlık”ı (calinoz  – Frenum), yani “gem” (oreae), bunun kulak arkasından geçen kısmı (jorbaia-capistrum) (aynı zamanda “yular” manasına da gelir) ve “dizgin”lerden (hniai  – habena) oluşmuş bütünü bilmiş. Bunun dışında capistrum’a bağlı “yular” (ρotagwgeuz ) ile ağızdan geçen frenum arasında ifade farkı vazedilmiş.

Bu aynı insanlar gem (çebeş, dişindirik, estek, kaytarma, oyan – uyan, yügen)’i iki “manivela kolu”nun alt dudak ve çene üstüne bastırdığı bir zincir veya madenî çubuk halindeki bugünkü şeklini kullanmamışlar, onlarda revaçta olan calinoz  – oreae, kolay şekil değiştirebilir, mafsallı ve yükü mümkün olduğu kadar geniş bir satha yaymak suretiyle hayvanın ağzını gözeten ve gerek binek, gerekse cer atlarına takılan bir hafif gem olmuştur (Resim 24). Göktürk çağına tesadüf eden Yenisey – Kırgız gemlerinde, ağız yanlarında iki kantarma demiri görülür. Yandaki halkaya da dizgin takılır[37]. Volga Bulgarlarınınkiler ortadan mafsallı iki parçadan müteşekkil olup kayış tokalarına takılacağı yerlerde büyük halkaları haizdir[38]. IX – X. yy.larda Altaylardakiler ise yine uçları halkalı, fakat daha büyüktür[39].

Volga Bulgarlarının öküzlere de düz bir demir parçasından ibaret gem vurdukları kayda geçmiştir[40].

Dişindirik, ipten bir gemdir; kelimeye daha XV. yy.da rastlamaktayız (“Terceman” – TS). Kaytarma dahi iptendir. Uyan’a da aynı asır lügatçesinde rastlanır[41]. Kaytarma’nın kantarma’dan galat olması akla gelir. Bu sonuncu sözcük ise Çağataycada kantar şeklinde olup “ata kantarına vurmak”tan başka “ata kana kana su içirmek” manasına da gelir[42]. Gem ise, geriye doğru χημοζ (dizgin), Sanskrit yama (bağlamak, bastırmak), Latince camus (yular), Arapça licam’dan Farisî legâm[43] gibi etimolojik ihtimalleri sıralayabilmektedir.

“Koşmak” kelimesinin Azerî Türkçesinde “terfi etmek, ilâve ve ilhak etmek” anlamlarına da gelmesi, “koşum”a kök teşkil edebileceğini hatırlatır. Eskiler atı ya boyunduruk veya koşum takımlarıyla arabaya koşmuşlar. İlkine ζυgioς ippoζ   – jugalis equis, öbürüne de funalis adını vererek iki tür çeken atlar tefrik edilmiş. Boyunduruğu oka bağlayan urgan veya kayışı da cohum tesmiye etmişler. Modern Latincede bulunmayan bu sözcük, atın boyunduruğa âdeti ile birlikte kaybolmuş. Buna karşılık halen “bağ, ip, yular” gibi “bağlantı” ifade eden copula, eskilerce at veya katırların arabayı çekebilmeleri için hamut’a bağlanan göğüslük manasına aynen kullanılmış.

Yular ve ata, vasıf ve donlarına göre verilen adlarla onunla ilgili sözcükler hayli yekûn tutuyor.

Yukarda sözünü ettiğimiz Kurıkan resimlerinde atlara bazen üç kişinin birden bindiği de temsil edilmekte. Birden fazla insanın aynı ata binmesinin Orta Asya Türklerinde hayli yaygın olduğu anlaşılıyor. İkinci adamın bindiği yere suğarsuk (sağrı sözcüğünün kökü olabilir), arka kısma binene de köçük denmiş[44].

Kara nakliyatı tarihçesinin özetlenmesinde iki bölgenin birinci derecede rol oynadığı sanılır: Orta ve Güney – Batı Asya. Bunlara atın ehlîleştirilmesini, gem, mahmuz, boyunduruk, saban ve arabanın icatını borçluyuz. Ancak, buraya kadar gördüklerimizde bir husus, özellikle dikkatimizi çekmekte. O da, bazı istisnalar dışında, arabanın yük taşıma aracından çok bir muharebe aracı olarak kullanılmış olmasıdır. Döneceğiz araba konusuna.

“Katıra babasının kim olduğunu sormuşlar, dayım attır demiş…” Gerçekten en makbul katır (külük, muçu, muruz, piçe), kısrak ve erkek eşekten olanıdır. Öbürü, yani aygır ile dişi eşekten olanı ise, boy, kuvvet ve güzellikten yana çok aşağıdır.

Hitit metinlerine göre, en pahalı koşum atının 100 ilâ 150 gr gümüş etmesine karşılık bir katırın 300 gr’a alınabilmesi, bu sonuncu hayvanın makbul sayıldığına, buradan da ata nazaran nadir bulunduğuna delâlet eder. Tiglatpalazar’ın daha önce gördüğümüz ifadesindeki “çok sayıda hızlı katır”, işbu “dayısı at” olandan olmalı. Yine M.Ö. VIII. yy.da Asur kralı Sargon, Urartu ülkesinden 380 eşeğin yanı sıra 12 de katır ele geçiriyor[45].

Aynı devirlerde II. Sarduri, ordusunun mevcudunu sayarken 10408 beygirden sonra 132 katırı zikrediyor[46]. Rakamlar, bu melezin o tarihlerde hâlâ nadir olduğunu gösteriyor. İslam rivayetine göre (el-Damirî) ilk at – eşek çiftleşmesinden katır (baghl – çoğ. biglâl – dişisi baghla) elde eden Lydya kralı Karun olmuştur. Bununla birlikte Kur’an Allah’ın “atları, katırları, merkepleri de binmemiz, ziynetlenmemiz için yarattığını ifade ediyor (XVI/8). Peygamber’in beyaz dişi katırı Düldül, tarihe adını hakkettirmiş olup Ofayr adındaki eşekle birlikte kendisine hediye edilmişti. Müslümanlar katırı o vakit ilk kez gördüler[47]. Katır ve eşek etinin yenmeyeceğine dair hadislerin doğruluğuna inanmak mümkünse de eşek ve kısrakların çiftleşmemesi gerektiğine dair olanlara fazlaca iltifat caiz değildir. Her hâlükârda bu sonunculara riayet eden bulunmamış ve bunların yüzünden de katır “endüstrisi” çokça zarar görmemiş[48]. Özellikle engebeli arazide bu mekkârenin emin adımları onu, inatçılığına rağmen, aranılan bir binek ve bilhassa yük hayvanı haline getirmiş. Osmanlı tarihinde, çok çeşitli yönlerinin dışında, katır nakliyatının da sembolü haline gelmiş. Katırcıoğlu’nun yüzlerce katırının Isparta havalisinin buğday ve derisini çok uzaklara taşıdığı, 1669’da Girit harbinde şehit olan mumaileyhin ahfadının 1800’lerde iki yüz katıra sahip bulundukları mukayyettir[49].

Baş ve tenasül uzvunun (penis) ölçüleri, uzun yaşaması, kısırlığı, inadı, darbımesellere geçmiş olup Araplarda “baghl”, Türklerde “katır”, bir hayli günlük söze dahil olur. Eski devirlerde olduğu kadar bugün dahi dişleri, saçı, tırnağı ve kanı ilâç, sihir ve nazarlık olarak kullanılır. Rüyada katır görmek, yolculuk, uzun ömür, soysuzlaşma (degeneracy), kısırlık ve sair şekilde tabir edilir[50]. Ata nazaran az yemesi, güneş ve soğuğa dayanıklılığı onun orduda geniş ölçüde yük ve cer hayvanı olarak kullanılmasına yol açmıştır.

“Katır”, DLT’de ve Doğu-Orta Asya Türkçesinde aynen, Oğuznâme’de de kağatır şeklinde geçer[51].

Bugün “angarya” dendiğinde birine veya bir zümreye yüklenen zoraki iş ve mecazen de hatır için yapılması teklif edilen ve yapacak olana esasında zor gelen bir iş anlaşılır. Roma’da ise bu aynı sözcük, kamu ihtiyacı halinde (meselâ harp zamanında – Tekâlüf-ü harbiye) devlete koşum hayvan teslim etme mecburiyeti karşılığında kullanılmış. Ondan mahrum kalmak, gerçekten hayvan sahibine zor gelir… Bu sözcük, modern Lâtince lügatçesinde de aynen mevcut olup angario, “kamu hizmeti için el koyma”, angarius da, “ulak, posta arabası” karşılığındadır.

Yol ile tekerleğin birlikte giden iki kavram olmasına karşılık, tekerlekle deve ve katır, çoğu kez birbirinden ayrılmış iki anlam taşır. Örneğin Batı dillerinde, Almanca “weg” = yol, “wagen” = araba; Latince “via” = yol, “vehes” = araba, araba yükü; “vehicum” = araba; “vehiculum” = nakil vasıtası. Her ne kadar teknokratlar tekniğin, bir toplumun belkemiğini teşkil ettiğini iddia ederlerse de, bu konuda onlarla her zaman hemfikir olmamız mümkün olmuyor. Şöyle ki, iyice oturmuş bir yapıya sahip devlet dışında yol düşünülemeyeceğinden bu kez politikanın tekniği şartlandırdığı kaziyesine iltifat etmek yerinde olur.



[1] Jean Przyluski. – La grande déesse. Introduction à l’étude comparative des religions, Paris 1950, s. 118.

[2] ibd., s. 147.

[3] John Dowson.-A classical dictionary of Hindu mythology and religion, geopraphy, history and literature, London 1972, s.29.

[4] J. – P. Vernant. – Les origines de la pensée grecque, Paris 1962, s. 6 – 7.

[5] Nermin Erdentuğ. – op. cit. s. 9.

[6] Burçay Anger. – At yok, uygarlık da yok! in BİLİM VE ÜTOPYA (Aydınlık) 10.04.1994.

[7] André Leroi – Gourhan. – Milieu et techniques, Paris 1945, s. 112 – 113.

[8] N. Adontz. – op. cit.,s. 53 –54.

[9] Kitabı Mukaddes. – II. Krallar VI / 8 ve dev.

[10] O. R. Gurney. – The Hitites, Suffolk 1962, s. 106.

[11] Karl Jettmar. – L’art des steppes. Le style animalier eurasiatique. Genèse et arrière – plan social, Albin Michel, Paris 1965, s.219.

[12] G. Contenau. – op. cit., s. 90 – 93.

[13] G. Contenau. – op. cit., s. 65 – 66; O. R. Gurney. – op. cit., s. 124 – 125.

[14] Ölçüler tarafımızdan tahvil edilmiş olup ayrıntıları “Ölçü teknikleri” bahsinde verilecektir.

[15] O. R. Gurney. – op. cit. s. 84.

[16] Ahd-i Atik, I. Krallar X / 29.

[17] Suat Sinanoğlu. – Türkçe – Yunanca Sözlük, Ank. 1953.

[18] J. P. Vernant, op. cit., s. 9 – 10 .

[19] Karl Zettmar. – Les plus anciennes civilisations d’éleveurs des stéppes d’Asie Centrale, in CHM I/4, s.760 – 778.

[20] Bahaeddin Ögel. – İslâmiyetten önce Türk kültür tarihi, Ank. 1962, s.203.

[21] Leonard R. Palmer. – Mycenaeans and Minoans, London 1965, s. 194 – 196.

[22] Tamara Talbot Rice.-op.cit., s.128-135

[23] Bahaeddin Ögel. – op. cit., s.63.

[24] EB, mad. “horseshoes”.

[25] Rich. – mad. solea.

[26] Eserin tercümesi, “Tefsir-i Ebilleys Tercümesi” namı altında XV. yy.da İbni Arapşah Ahmed tarafından yapılmış – TS.

[27] Hâmit Zübeyr Koşay. – Maddî halk kültürü araştırmaları (Binicilik, nakil araçları ve Müzesi), in TED IX, 1966.

[28] Pierre Rousseau. – Histoire des techniques, Paris 1956, s. 92-93; Pierre Ducassé. – Histoire des techniques. – P.U.F. Paris 1945, s. 54 – 55.

[29] TS, mad. “davar”.

[30] DS, mad. “çatma”.

[31] Bahaeddin Ögel. – op. cit., s. 161 – 162, 217.

[32] ibd., s. 203.

[33] Rich, mad. “scalae”.

[34] Bahaeddin Ögel. – op. cit. , s. 197.

[35] ibd., s. 221.

[36] ibd., s. 248.

[37] Bahaeddin Ögel. – op. cit., s. 221 – 222.

[38] ibd., s. 249.

[39] ibd., s. 300.

[40] ibd., s. 249.

[41] “Muhammediye”. Gelibolulu Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin 1449’da yazdığı eser –TS.

[42] BTL, mad. “kantar”.

[43] DELT ve BTL .

[44] Bahaeddin Ögel. – op. cit., s. 204.

[45] N. Adonz.- op. Cit., s.204

[46] Bahaeddin Ögel. – op. cit., s. 204.

[47] Ch. Huart.- Düldül, in İA.

[48] Ch. Pellat.- Baghl in EI.

[49] Xavier de Planhol. – De la plaine pamphylienne aux lacs pisidiens. Nomadisme et vie paysanne, Paris 1953, s. 113-114.

[50] Ch. Pellat . – op. cit.

[51] A. Dilâçar. – Türk diline genel bir bakış, Ank. 1964, s. 95.