Kültür Eserleri > THKK 1 - Giriş, Beslenme Teknikleri > Asya’da Türk Devletlerinin Oluşması

Asya’da Türk Devletlerinin Oluşması

Anadolu halitasına salâbetini verecek unsuru, yani Asyalı Türkleri, Oğuzları nihayet ele almadan evvel bu sentezi bir de İslâm tarihi açısından mü­talaa etmeliyiz. Oğuzların, sırasında teferruatıyla üzerinde duracağımız mizaç ve Asya âdet ve inançlarına kıyasen alabildiğine mistik işbu dine karşı takındıkları tavır ne olursa olsun, gerek kendilerinden evvel, gerek­se bugüne dek, İslâmiyet Anadolu’da bir vakıa, İyonia, Hitit, Kuruş va­kıaları gibi karşımıza çıkıyor. Sentez içinde belirli bir yeri var. Onu asla ihmal edemeyiz.

İslâm tarihinin inkişaf vetiresi Avrupa tarihininkinin garip şekilde tersidir. Her ikisi de Roma Akdeniz imparatorluğunun enkazı üzerine oturmuştur. Kuzey’den gelen “barbar”lar Roma siyasî gücü ile mücadele etmişler ama onun yeni kültürel sisteminin, yani Katolik Hristiyan kilisesinin içine gir­mişlerdir, imparatorluğun Güneydoğu kesimlerinde ise siyasî güçle çatış­ma az olmuş, mücadele bir dinî akide muhalefeti (Donatist’lik, Monophysite’lik, Nasturî’lik) şekline bürünmüş, kilisenin kültürel merkeziyetçiliği he­def alınmıştır, İslâm evvelâ, bütün bu huzursuzluk kaynağı sahalarla bir­likte asırlarca Roma’ya karşı, rakip bir akide ile desteklenen siyasî mü­cadeleyi idame ettirmiş İran’ı da içine alan bir politik sistemi tesis et­miştir; sonra da bunları kendi üniversalist[1] telakkisine dayanan bir müş­terek kültürel (ve işbu kültüre dâhil dinî) sistem içinde toplama görevi ile karşılaşmıştır. Bunun için kendisinden eski üniversalist telakkilerin (Hris­tiyan) tesirlerini söndürmesi, Zerdüştlük ve İran ve Mezopotamya’nın yine kendisininki gibi düalist (Allah ile iblis karşıtlığı) dinlerini yok etmesi ve Orta Asya’da Budhizm’in yayılmasına set çekmesi gerekmiştir. Ömer’in gazası böyle başlar.

Bütün Ortaçağ İslâm tarihine, Sünnî, yani “orthodox” dinî müessesenin evvelâ kendi üniversalizmini iç ve dış meydan okumalara karşı idame ettirme, ve saniyen de, İslâm dünyası içinde mümkün olduğu kadar geniş dinî, içtimaî (kültürel) vahdeti gerçekleştirme çabaları hâkimdir. Bu ikinci gayeye, İslâm’ın siyasî vahdetinin devamlı olarak teessüs edememiş olması sebebiyle, erişilememişse de onu başarma gayreti içinde, çeşitli kök ve ananelere sahip milletler arasında geniş bir mütekabil tesirler sahası ya­ratılmış ve bu vetire içinde, gerçekten tamamen bir yan ürün olarak, Or­taçağ İslâm kültürü meydana çıkmıştır.[2] Bu kültür, ucundan kenarın­dan, sınırlı ölçülerde, Anadolu’ya sızmıştır. Sınırlı diyoruz çünkü bizatihi kendi kökleri hiçbir zaman geniş halk kitlelerinin derinliklerine inmemiş, sığ Sünnî “agniyâ” katından hayat bulmaya çalışmıştır. Anadolu’da da to­humları sadece mümasil “Osmanlı” (idareci sınıf) katlarında yeşerebilmiştir.

Buna karşılık, Maverraünehr kıyılarında Asya Türkünün derunî âlemine arz edilen İslâm akidesi medrese yapısı bir inanç olmaktan uzak, seyyar derviş, çerçi ve sınır leşkerinin telkinleriyle gelen bir çağrıdan ibaretti. Bu çağrıda gerçek ahkâm olduğu kadar çeşitli amel, kelâm ve büyü-sihir unsurları davetiyenin cazibesini arttırıyordu. Bütün bunların yanı sıra da komşu “kâfir” toprağına “gaza” edip az çok taganni (ganimet toplama) ederek geri dönme keyfiyeti ise zaten Oğuz’un mesleği idi, bu yeni durum ona fazlaca yabancı gelmedi. Ve “Türk” oldu “Türkmen”.[3]

İslâm dini, mütevazı ölçülerle nas beynine girmişti ama belirli anlarda, ma­nevî saikın siyasî menfaatlerle kördüğüm olduğu anlarda, idarecilerin bu tercihlerine ilerde göreceğimiz muhalefet dahi, eski itikatlara bağlılık oldu­ğu kadar sosyal temellere de dayanıyordu.[4]

Aslında İslamiyet’i çok ciddiye almadıkları Mahmut’un şu beyanından da aşikâr olmaktadır: “Tanrı’nın kitabına karşı saygı ve ululama olmak üze­re Türklerden bilgisiz erkekler ve kadınlar yanında Kur’an okuyan kişi… ayetlerini[5] okurken sesini kısmalıdır; çünkü onlar bu ayetlerin anlamını bilmedikleri için, kendi dillerindeki anlama alırlar ve gülerler. Bu yüz­den günaha girerler. Yine bunun gibi… ayeti okunurken dahi sesin kısıl­ması gerekir; çünkü Türk dilinde “tılak = dılak”, “kadının kadınlık aygı­tı” demektir.[6] Buncalayın bilgisiz Oğuzlar yanında… ayeti okunurken soru edatı olan “em” kelimesi yavaş sesle okunmalıdır. Çünkü onların dilinde “em”, kadınlık örgesidir. Kelimenin anlamını bilenler için nasıl okunsa zararı yoktur”[7]

İslâm dünyasının o devirde, sair milletlere maddî ve fikrî kültür bakımın­dan tefevvuk etmesi terazi kefesinin bu din lehine sarkmasını sağlamıştı. Gezginciler daima uygar ülke ürünlerine, bilhassa dokumalarına hahişger ol­muşlar, tacirlerin bozkıra gelmelerini beklemeden kendileri sürüleriyle bu ülkeler sınırlarında dolanıp durmuşlardır. İslâm âleminin sınaî mamulleri ve hayat tarzı ile ünsiyet peyda ettikçe İslâm uygarlığının bütün veçhele­rinin etkisinde kalıyorlardı. Karşı taraf da bunların hayvancılık ürünlerine muhtaçtı.[8] Bu maddî münasebetler dışında, Emirülmüminin (Halife)’nin dahi istihfaf edildiği birçok hadise ile sabittir. Bunlardan bir tanesinde Ha­life, veziri Fahrüddevle’yi gönderip Selçuk sultanının kızını istetir. Sultan, başından savmak için işi karısı Türkân Hatun’a havale eder. O da “Gazne padişahı ve Maveraünehr’deki Haniye padişahları oğullarına kızımı istediler ve dört yüz bin altın verecek oldular. Eğer Halife bu malı verirse o diğerlerinden ziyade “lâyıktır” der. Aslında Halife’de bu kadar para yok­tur. Hatun, Halife’nin “büyüklüğü”ne olduğu gibi, asla itimat etmediği İranlı vezirlerin, ezcümle Nizamülmülk ve mezkûr Fahrüddevle’nin sözlerine de fazlaca kredi açmaz. Bunun üzerine “kendinden” olan, Muktedî’nin dedesi Kaimbiemrillah’ın zevcesi Arslan Hatun devreye sokulur ve Türkân’a işin gereği izah ettirilir. O da bir miktar tenzilâta razı olur ama bazı kesin şartlarında ısrardan geri kalmaz: mihri muaccel elli bin dinar olacak, Halife, Türkân Hatun’un kızından başka kimse ile gecelerini geçirmeyecek, saraydan tüm kanlarıyla cariyeleri uzaklaştırılacak![9] Pey­gamberin halifesiyle bu pazarlık sürerken de yaban keçisi avlamakla meş­gul sultan, devletin âli menfaatleri icabı, koyu Sünnî siyasetini sürdürü­yordu…

Gerçekten, İslâm’a bağlılıklarını dillerinden düşürmeyen Selçuklu sultan­ları ile halifeler arasında münaferet hiçbir zaman dinmemiştir: manevî otorite ile “dünyevî” gerçek güç daima birbirlerini cezp etmiştir. Selçuk sultanları Bağdat ve hilâfet müessesesi üzerinde hayaller kurmaktan geri durmadılar. Bunlardan iki tanesi, Tuğrul Beg ile mezkûr Melikşah, ev­lenmeler suretiyle halife ailesine dâhil olmuşlardı. Tuğrul Beg el-Kaim’in kızını, halifenin üç yıl süre ile şiddetli muhalefetine rağmen almıştı. Bu evlilik varis bırakmadı.

Yukarda hikâyesini anlattığımız Melikşah’ın kızının Muktedî ile izdivacından olan Abu’l Fadl, dedesi sultan tarafından hilâfet makamına oturtul­mak istendi ve sultan, damadı Muktedî’ye “on gün içinde Bağdat’ı terk etme” emrini verdi! Ancak torununun talihi yaver olmadı zira sultan, em­rinin yerine getirilmesini görmeden fazla av eti yemekten zehirlenip göçtü. Böylece her iki sultan da hilâfet tahtına Abbasî ve Selçuklu saraylarını kendi üzerinde birleştirecek bir kişiyi oturtmak istiyorlardı. Zira halifelik makamı meşru olarak ancak Kurayş kabilesi ahfadından biri tarafından işgal edilebilirdi. Düşünceler gerçekleşebilse idi manevî otorite ile gerçek güç, Selçuklular lehine olmak üzere, tek bir elde toplanmış olacaktı.[10] Aslında bu oyun karşılıklı oynanıyordu. Halifelerin de dine her zaman çok bağlı kaldıklarını iddia etmek güçtür. Meselâ Abbasî halifelerinden 1180 ile 1225 arasında hüküm sürmüş Nasır, Salâhaddin Eyyubî’yi haçlılara kar­şı ciddî şekilde desteklemekten hep kaçınmış, bu sebepten sonuncusunun devamlı tarizlerine hedef olmuştu.[11]

Yukarda sözünü ettiğimiz Ortaçağ İslâm kültürünün, her şeye rağmen, ka­vimler ve bunların kendi kültürleri arasındaki farkları silebildiği asla id­dia edilemez. Anadolu sekeni, bu kadar karışmaya rağmen, belirli bir nok­tada, boya tutmaz metaller gibi, ana kültürel karakteristiğinin temamiyetini izhar etmekten geri kalmaz, ister Anadolu, ister Altay menşeli olsun, putperest kültür unsurları üzerinde İslâm kültürü, bir ince cila olarak kal­maktan ileri gidememiştir. İslâm’ın kudretli günlerinde Semerkand’lı şair Rudakî “gönül mecûsî kutsiyetinin cazibesine kapılırken, yüzü Kabe’ye dön­dürmenin manası yoktur. Bütün dinler için umumî olan Allah’ı sevmek ile kanaat lâzımdır. Allah senin muhabbetini kabul eder, ama namazını kabul etmez” dememiş mi idi.[12]

Hitit’lerde ölen krallar yakılır, ateşin etrafına on iki ekmek dizilirdi.[13] 1951’de Bitlis civarında ağır bir trafik kazasında ölenleri götüren kamyo­nun ön tamponuna bir somun ekmeğin bağlandığına, açık arazide bu ek­mek bulunup getirilene kadar şoförün hareket etmeyi reddettiğine bizzat tanık olduk. Devam edegelen bu âdetin İslâmiyet’le hiçbir ilgisi olmadığı meydandadır.

Oğuz’ların İslâmiyet’i kabul nedenleri hususunda ileri sürülen bir görüşü aynen aktaralım: “öte yandan en eski atasözü kitabı niteliği taşıyan ve Osmanlı öncesi dönemin ürünü olan 1466 tarihli bir derlemede ‘Türk iti şehre gelicek, Farisice ürer’ atasözü,… şehir dilinin Farsça olduğunu belirtmektedir. Bu durum, yerleşik hayata başlayan Türklerin şehir haya­tının gerektirdiği kavramları Farsçadan aktardıklarını ve model olarak al­dıkları İslâmlığa dayanan İran kurumları aracılığıyla Müslümanlığı benim­sediklerini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan Türklerin İslamlaşmalarının, hayvancılıktan tarımcılığa geçiş aşamasında beliren ihtiyaçların ürünü ol­duğu söylenebilir”.

“Türklerin… İslâm kanalından geçmelerine yol açan, Batı’ya açılma zorunluluğu yanında, bir hukuk sistemi özelliği taşıyan İslâm dininin, yerleşik hayat ihtiyaçlarına cevap verecek bir karakter taşımasıyla açıklanabi­lir…”[14]

Burada hemen belirtelim ki bu iddianın doğruluk derecesi ne olursa olsun Oğuzların Selçuk hanedanı gibi İranlılaşmaya hiçbir surette yanaşmadık­ları bir vakıadır: “kılıç tatıksa ış yunçır, er tatıksa et tınçır (kılıç paslanır­sa — sahibinin— işleri bozulur; bir adam İran âdetlerini iktisap ederse eti çürür)” sözü[15] keyfiyeti belgeler (İranlıların da aynı şekilde Araplaşmaya mukavemet ettiklerine, hiç değilse onların üstünlüklerini kabul etmediklerine o tarihlerde geçen şu’ûbiye münakaşaları şahadet eder. Bun­da konunun esası bütün Müslümanları birbirleriyle kardeş ve birbirlerine müsavi ilân eden Kuran’ın 49. suresinin tefsiridir).[16]

Yukarı Asya, eski uygar imparatorluklara sultanlar ve “Güneşin Oğulları” yetiştiren bir “milletler rahmi” (vagina gentium) olarak tezahür ediyor. K’ai-Fong veya Pekin, Semerkand, İsfahan veya Tebriz, Konya veya İs­tanbul tahtlarına Han’larını yerleştiren bozkır kavimlerinin bu harekâtı tarihin bir kanunu haline gelmişti. Ama buna mukabil olan bir başka ka­nun da hükmünü icra ediyordu: eski uygar ülkelerin göçebe müstevlileri yavaş yavaş bel’ (yutma) etmeleri kanunu.[17] Burada hadisenin iki yönü var. İlki demografik: bir ekalliyet aristikrasisi şeklinde yerleşen bozkırlı süvari bu minelkadim karınca yuvasında zamanla eriyor. Diğeri de kül­türel: mağlup Çin veya İran medeniyeti sert galiplere sonunda sahip çı­kıyor, onu sarhoş edip uyutuyor. Fetihten elli sene sonra sanki fetih olayı vukua gelmemiş gibi oluyor. Çinlileşmiş veya İranlılaşmış “barbar”, sair “barbar”ların yeni taarruzlarına karşı uygarlığın nöbetini tutuyor. V. yy.da Lo-Yang’a hâkim Türk T’o-pa, Sien-pei ve Juan-Juan’lar gibi aynı serüveni tekrarlamaya teşebbüs edecek bütün Moğollara karşı Çin top­rağı ve kültürünün koruyucusu kesiliyor. XII. yy.da da Selçuklu Sancar, Sir-Darya ve Amu-Darya’da, Aral ve İli’nin bütün Oğuz ve Kara-Kitay’larına karşı koyuyor. Uygarlığın korunması için bunlardan iyi şövalye bu­lunmaz. Daha da ileri giderek bu Türk-Mogollar, Şahinşah’ların veya Gü­neşin Oğullarının eserini itmam edeceklerdir. Hiçbir Keyhüsrev’in, hiçbir halifenin yapamadığı işi, basileusların tahtına oturmayı, Aya Sofia’ya girmeyi, XV. yy.ın Osmanlı padişahı, İslâm âleminin alkışları arasında, başaracaktır. XIII ve XIV. yy.ların Yuan imparatorları, yani Kubilay ile Timur Olcaytu, eski Çin hesabına, Rusya, Türkistan, İran ve Küçük Asya, Kore, Tibet ve Hindiçin’i, Pekin’den idare edilir tek bir bayrak altına gir­miş ülke haline getirmişlerdi. Türk-Mogol böylece eski medeniyetleri, so­nunda kılıcını o medeniyetlerin emrine vermek üzere mağlûp etmişti.

Kumandan ırklar, imparatorluk milletleri kesir (çok) değildir. Romalıların yanı sıra Türk-Mogollar bunlardan olmuşlardır.[18]

Mümtaz tarihçi Grousset, bir başka eserinde de “Türk ırkında iki karakter tebarüz eder: bir taraftan fizikî sağlamlığı, etnik bozulmazlığı; diğer ta­raftan da en değişik manevî iklimlere intibak kabiliyeti” diyor.[19]

İlk proto-Türk lehçe Tabghaç’larınki (Çince To-pa) olup bu insanlar Ku­zey Çin’i işgal etmiş ve 430’dan 557’ye kadar burada hükümran olmuşlar­dır. Tarihte Türk milletinin bu ilk müdahalesi şayanı tahsin, Çin sanatını tamamen yenileyen bir artistik uyanış şeklinde nitelenir: Çin’in yarattığı en büyük dinî sanat, beşerin bildiği en büyük dinî sanatlardan biri, bu arada doğmuştu.[20]

Çin’i 386’dan 535’e kadar idare eden Yuan Wei Sülâlesi’nin imparatorları (tarih farkı göze çarpıyor) bu kabileye mensup olup Çin’le ilk defa tema­sa gelmiş olması melhuz Göktürk’ler (Clauson’un ifadesine göre Türkü) bu ülkeye Tavğaç adını vermişlerdi. Buna Çin kaynaklarının dışında ilk kez Bizanslı müverrih Theophanes Simocatta’nın kaleminde (VII. yy.ın or­tası) rastlıyoruz: “Tavgast” için “Turkoi tesmiye edilen insanlarca iskân edilmiş meşhur bir kent” diyor. Göktürk-Türkü ve Uygurların “Tavğaç”ı, “Çin” ve “Çinli” karşılığında kullanmalarına karşılık bu kelime sonradan Uygurların kendilerini ve nihayet doğruca Türkleri ifade etmiştir. “Tat Tavğaç”, “İranlılar ve Türkler” manasına gelmiştir.[21]

Bugünkü Afganistan, Batı Pakistan, Orta Asya Sovyet Cumhuriyetleri, Ku­zey Hindistan ve Doğu İran’ın arazisini içine alan sahada M.Ö. I. yy. ile M.S. IV. yy. arasındaki Kuşan Devri’nde çeşitli kökenli halk ve kültür­lerin sakin bir sentezi vaki olmuştu. Kuşan sanatının evvelce sanıldığı gibi sadece bir Budhist ya da Greko-Budhist sanatı olmadığı bugün artık sap­tanmıştır. Mezkûr ülkelerin XVI. asırdan XIX. asra kadar Farisî, Darı, Tacik, Pahto, Çağatay, Uzbek, Türkmen vs. dillerinde ifadesini bulmuş edebiyatı, bir müşterek tarihî kader, toprak komşuluğu ve devamlı kültü­rel mübadelenin izah ettiği eski müşterek kökenlere sahiptir. Bu edebî ya­pıtların başlıca tarzları, halk dili mecazları, soyut kavramları ifade eden kelimeler XVI ile XIX. yy.lar arasında hep müşterek bir esas olarak kal­mıştır, bu arada görülen bazı dinî ve siyasî zıtlaşmalara rağmen,[22] iler­de bu bölgelerin, Orta Asya-Türmenistan’ın çok daha eskilere dayanan kültürel kökenlerini özetleyeceğiz.

Kültürel hikâyeye aynı yönde biraz devam edelim.

T’opa’lar sülâlesinin Kuzey Çin’deki bir araya getirme ve istikrarı sağla­ma faaliyeti, Cha-t’o Türklerinin aynı yolda etkinliği (907-936) dikkate şayandır. Pamir’in Batı’sında Türk sülaleleri müşabih icraatta bulunmuş­lardır. Gaznevî’ler (92-1186) Afganistan’ın tarihî simasını çizmişler, Büyük Selçuklular (1037-1157), Arap istilâsından beri ilk defa İran İmpara­torluğunun vahdetini ihya etmişlerdir: Hanefî Alpaslan’ın İranlı Şafiî ve­ziri Nizamülmülk, efendisinin kılıcının gölgesinde Pax Percica’yı tesis et­miştir.

Hindistan’da da Türk mizacının fıtrî nizam aşkı, ilk Timurî padişahlardan itibaren Delhi sultanlarının şahsında Hint birliğini gerçekleştirip Hindis­tan imparatorluğunu meydana getirmiştir. Modern Asya milletlerine çer­çeve teşkil etmeye matuf birçok büyük siyasî birliğin kökeninde Türk tev­hit ve sadeleştirmesini, Türk nizamını, Türk devlet ve hükümet anlayışını buluyoruz. Ama bunların hiçbiri gerçek anlamı ile Türk imparatorluğu olmamıştır. Cihanın dört köşesine dağıtılan Türk menkıbelerinden, nihaî olarak Türk milletine yarayan sadece biri, Anadolu ve Rumeli destanları olmuştur. Türk sülâleleri tarafından on asır kadar süre içinde yaratılmış veya ihya edilmiş bütün imparatorluklardan Boz Kurt veya Boz Geyik ahfadının elinde tek kalan Rûm imparatorluğu olmuştur.[23]

Bu tek imtiyazın menşeini ilerde göreceğiz.

Bu arada, zikredeceğimiz bir tarihî vaka, işbu anlattığımız hadiselerin se­beplerine ışık tutabilecek mahiyettedir: Halife Hişam (724-743) Türkler nezdine heyet göndererek (maalesef müverrih Yakut hangi Türkler oldu­ğunu ve heyetin takip ettiği güzergâhı tasrih etmiyor) bunları İslâm dinine davet ediyor. Kağan da askerî merasim tertip edip süferaya, adamları ara­sında hiç sanaatkâr, ezcümle berber, demirci, terzi bulunmaması itibariyle bunların, İslâm ahkâmına uyduklarında, hayatlarını kazanmaktan aciz ka­lacaklarını ifade ederek beyanı itizarda bulunuyor.[24]

Önemsiz gibi görünen bu küçük olay aslında kağanların, istihsal ile mü­nasebet mefhumunda ne kadar berrak görüşe sahip olduklarını gösterir.

Kudretin şahikasında bulunan Büyük Selçuklu, devlet lisanı olarak Farsçayı kabul ettiğinde bunu bir “sonradan görme” züppeliği ile yapmış de­ğildi. Göçebe yaşantının yetindiği lügatçe ile yerleşik, izafî olarak geniş istihsal imkânlarını haiz bir heyeti içtimaiyenin idaresine olanak bulunma­dığını derhal idrak etmiş olmalıdır. Yukardan beri sözünü ettiğimiz “bel’ edilme” keyfiyeti aslında daha verimli bir istihsal düzeyine intikalden iba­ret olup ilk merhale olarak göçebelik âdetlerinden vazgeçip yerleşik ni­zamı benimsemekle işe başlanmıştır. Ancak, bu düzeni ciddî bir teknolo­jik sıçrama damgalamadığına göre bedenî zindeliğini muhafaza eden ye­ni “barbar”, “gevşemiş” selefini gark ediveriyor. “Gevşeme” ise yay kul­lanmaktan vazgeçip sanaata rağbet demek oluyor. “473 (Hicrî) şabanın­da sultan Melikşah Rey’e gitti, askeri teftiş etti, hallerinden hoşlanmadığı yedi bin kişinin… askerlikten çıkarılmasını emrettikte Nizamülmülk ona şöyle demiş: bunların içinde ne kâtip, ne tacir, ne terzi ve ne de asker­likten başka diğer bir sanat sahibi yoktur, bunlar askerlikten çıkarıldık­ları taktirde, içlerinden birini sultan naspedip…” diye anlatıyor İbnül Esir.[25] Buradan da istihsal kavramının varlığı istidlal edilir: adamların etrafı talan etmekten başka geçimleri yoktur. Boş kalacak olurlarsa fitne­ye karışabilirler.

Az çok tüm milletin işi olan askerlik, bir nevi istihsal şekli oluyor. Halk tabakalarının bu “gevşeme”ye karşı koyarak kültürel bütünlüğünü kıs­kançlıkla koruduğunu görüyoruz. Göktürk’ler Çinlileşen beylerine kar­şı bu nedenle baş kaldırmaktan geri durmuyorlardı.[26] Aslında Çin vatan­daşı olarak doğmuş vezir Tunyukuk’un bütün gayreti de at üstünde dün­yaya gelmiş Bilge Kagan’ın “gevşemesini” önlemeye matuf oluyor. Örün begig (“beyaz beyler”) ile kara bodun (“kara halk”) tezadı[27] son derece manalıdır. Bu “kara”, tarihimiz boyunca bizi takip edecektir. Nizamülmülk devrinin devlet adamları zikredilirken “daha düne gelinceye kadar, koyu renkli avamdan…” olan Cehir Oğulları’ndan söz ediliyor.[28] Baki’nin ka­fası kaba dediği “Türk”, Osmanlı’nın “kara” avamıdır:

“Her tâc olmaz fakr-u fena ehline sertâc

Türk ehlinün ey hâce biraz başı kabadur”.

Bu konuya ilerde dönüp üzerinde uzunca duracağız. Bu arada ileri sürü­lecek mütalaalarda idareci sınıfla bizzat halkı kesin olarak tefrik etmek, istidlallerde ağır hataya düşmemek için elzemdir. Hazarların devlet dini­nin Kağan ve aristokrasi tarafından Harun Reşid zamanında kabul edi­len Musevîlik olmasına rağmen halk kitleleri arasında Musevî’den çok Müslüman ve Hristiyan bulunuyordu.[29]

Ve nihayet, Anadolu’ya “Türk” damgasını vuracak olanları geriye doğru takip etmeye çalışalım. Çalışalım diyoruz zira “tarihlerinin bütün safaha­tında ve hikâyelerinin uzandığı bütün topraklarda Türkler, gelişleri ile ta­rihleri hitam bulmayan o kadar çok yerleşik milletle karıştılar ki Türk olanla olmayanı ayırt etmek çoğu zaman güç olup aslında bunun bir ger­çek manası da yoktur”[30]

Bozkırın iç hikâyesi, en iyi meralara konmak için Büyük Çin Şeddi ile Silistre önlerine kadar uzanan sahada itişen Türk-Mogol akvamının hikâye­sidir. Yukarı Moğolistan’da, Karabalgasun ve Karakurum eyaletinde, Or­hon membalarında, sair akvamı inkıyat altına almayı hedef edinen bütün göçebe kabileler birbirlerini istihlâf etmişlerdir: Milât’tan önce Türk ırkın­dan Hiong-Nu’lar; III. yy.da Moğol ırkından Sien-pei’ler; V. yy.da yi­ne Moğol Juan-Juan’lar; VI. yy.da T’u-kiu Türkleri; VIII. yy.da Uy­gur Türkleri; IX. yy.da Kırgız Türkleri; X. yy.da Moğol ırkından K’itan’lar; XII. yy.da şüphesiz Türk ırkından Kerait ve Naymanlar ve ni­hayet XIII. yy.da Cengiz Moğolları. Bu büyük Türk, Moğol ve Tongus akraba gruplarının karşılıklı dağılışları hakkında bilgilerimiz hayli kıt ise de Türk Altay Nayman’ları, Gobi Kerait’leri, Çakhar Ongut’larının Cengiz Moğolları ile karıştıklarını biliyoruz. Cengiz tevhidinden evvel bugünkü Moğolistan’ın bir kısmı Türk olmuş ve halen de, bir Türk kavmi, Yakutlar, Tongus’ların Kuzey’inde, Sibirya’nın Kuzeydoğu’sunu işgal etmektedir.[31]

Başlarında Çince “Şevketlû Gök’ün Oğlu” manasına gelen şan-yu’nun bulunduğu Hiong-Nu’lar M.Ö. III. yy.ın ikinci yarısında müttehit ve kuvvetli bir millet halinde karşımıza çıkıyor. Kagan’ın Çin transkripsiyonu ile tam unvanı çeng-li ku-t’u şan-yu olup bunda bilhassa çeng-li, Türk ve Moğol Tengri, “Gök” kelimesinin transkripsiyonudur. Şan-yu’nun altında “iki büyük mansıp sahibi, t’u-k’i, yani sağ ve solun akil kralları” yer alı­yor. Çin t’u-k’i transkripsiyonu Türk doghri (doğru) kelimesine nispet edi­liyor. Bu mansıp sahiplerinin altındakiler de yine “sağın” ve “solun” ol­mak üzere hep ikiye ayrılıyor, binbaşısı, yüzbaşısı, onbaşısına kadar.[32] Bu keyfiyet bize derhal Çölemerik (Hakkâri) yöresi sakinlerinin, birbirle­rine kıyasıya düşman “sağcı” ve “solcu” olarak ayrılmış bulunduklarını hatırlıyor.[33] Konuya ilerde döneceğiz.

Hiong-Nu’ların ahfadı, Hun namı altında Güney Rusya’da ve Macaristan’da bir proto-Türk imparatorluğu kurmuşlardır: Macar bozkırı Rus bozkı­rını, o da Asya bozkırını devam ettirir. Von Gabain, Hiong-Nu’ların hem Türklerin, hem de Moğolların ecdadının bir kısmı olduklarını iddia ediyor.[34]

Bunların fethettikleri kuzey Çin sınırlarını bu kere Tabgaç’lar, namı di­ğer Çince T’o-pa Türkleri sıkıştırıyordu (III. yy.ın ikinci yarısı). Aynı devirlerde de bugünkü Mançurya’nın Güneybatı’sında Sien-pei’ler bir krallık kuruyorlardı. IV. yy.da kurulan bu Türk-Mogol devletleri, birbirle­rini ifna etmeleri itibariyle istikrarsız oldular.[35]

T’o-pa’lar Çin’ini tehdit etme sırası Juan-Juan’lara, “tatsız şekilde kımıl­danır böcekler”e gelmişti. Hiong-Nu’larda kullanılan eski şan-yu unva­nına karşılık bunlarda, ilk defa olarak, han ve kagan unvanlarını buluyo­ruz.[36]

540’lara doğru bozkırlar imparatorluğu üç vâsi Türk-Mogol egemenliği arasında bölünmüştü. Galip ihtimalle Moğol ırkından olan Juan-Juan’larla Heftalit’ler ve kuşkusuz Türk ırkından olan Avrupa Hunları Asya’da at oynatıyorlardı.

Juan-Juan’ların tabileri arasında, Çinlilerin anlattıklarına göre, aynı 1inguistik aileye mensup milletlerin tümüne adını vermiş olan Türk ırkından T’u-kiu’lar vardı. Çince T’u-kiu adı, kelimesi kelimesine “kuvvetli” demek olan Türk’ün bir Moğol çoğulunu, Türküt’ü temsil etmelidir. Çin vaka­yinamelerine göre bunların totemi kurt idi. Bunlar eski Hiong-Nu’ların ahfadındandı. Bu keyfiyet M. Pelliot’nun Hunlara tanıdığı proto-Türk karakterine uygun düşüyor.[37]

Böylece Türk ilk kez VI. yy.ın ortalarına doğru Juan-Juan’lara tabi ola­rak ortaya çıktı. Çin kaynakları bunların hâkim Juan-Juan’ların “demirci köle”leri olduklarını açıkça ortaya koyuyor. Türk büyükleri tarafından ic­ra edildiği bilinen merasimler metalürji ile katî irtibata şahadet ediyor ve Bizans elçisi Zemarkhos’un, satmak üzere demir teklif eden Türklerle kar­şılaşması gibi küçük ayrıntılar sahneyi itmam ediyor. “Türk’ün mahzenleri”ne dair Çin atıfları, Türk halk çoğunluğunun madencilik ve metalür­ji ile iştigal ettiğinin munzam delilidir.

546’da Türk reisi Bumin bir Juan-Juan prensesine talip olduğunda işbu teklif kralın kibrine dokunuyor ve “siz bizim demirci-kölelerimizsiniz, bu kelâmı kullanmaya nasıl cesaret edebilirsin?” diye güzelce tersleniyor. Bu­na hiddetlenen Bumin isyan bayrağını çekiyor ve 552’de Juan-Juan’lar ta­mamen bozuluyor ve mütekebbir kral da intihar ediyor. Bumin’in teklifi, mevcut durum çerçevesi içinde yeni bir kuvvetler dengesinin tanınması amacını açıkça gösterir. Tamamen meşru saydığı bir talebin reddi, sonun­da hâkim milletin sukutu ve yerine Türk’ün geçmesini intaç eden adımı at­tırmış oldu. Yıkıcı kuvvet dışta değil, devletin kendi bünyesi içinde, iç nifaklarda yuvalanmıştı. Mezkûr ret hadisesi mahfuz kalmak kaydı ile Türk’ün isyanının, bir ölçüde, bir sosyal karışıklığın ifadesi olduğu da mutlaka akla geliyor. Gerçekten hadise, cemiyetçe hakir görülen bir sınıf tarafından iktidarın ele geçirilmesi şeklinde tecelli ediyor. Bu arada, ida­reci sınıfla madenci-metalürjistler arasındaki zıddiyete muvazi olarak bir etnik veya linguistik tefrikin de mevcut olup olmadığına dair elimizde herhangi bir delil yok. Yani, daha açık deyimle, Juan-Juan metalürjistleri mi Türk milletini teşkil etmişlerdi, yoksa metbularından dil ve etnik bakımdan farklı Türk milleti mi diğerleri tarafından toplu halde madenci -metalürjist olarak kullanılıyordu?[38]

Bumin, bu aynı sene ölünce yeni doğmuş devleti pekleştirme görevi oğlu Mu-han’a düşüyor. O da Doğu’da toprak kazanıyorsa da amcası İştemi’nin Batı’daki başarılarının yanında sönük kalıyor. Zira amca, Sasanî’lerin en büyük muarızı Heftalit’lerin sınırına dayanmıştı. İran ile ittifak onu sonunda Bizans’a değindirip İpek Yolu’nun kontrolünü eline vermişti.

İpek Yolu üstündeki insanlar nakliyeciler olmayıp ipeği bir yandan alıp öbür yandan satan tacirlerdi, şöyle ki üretici ile kullanıcı arasındaki zincir alabildiğine uzundu ve bu nedenle bu ticaret ancak lüks eşyaya inhisar ederdi. Bu kontrolün kârını Türk’ün tamamen müdrik olduğuna dair elde delil çok.

Türklerin Orta Eurasia’nın kilit noktalarını ellerinde tuttukları seksen se­ne, tarihin tahmin edilemeyecek kadar önemli bir hadisesini teşkil etmiş­tir: çeşitli uygarlıklar arasında çok hararetli mübadele devresine girilmişti. Her ne kadar işbu birbirine girme keyfiyeti Türk fütuhatından evvel baş­lamışsa da onun hâkimiyeti altında münakale çok daha kolay ve temaslar çok daha sık olmuştur. Türk imparatorluğu dört uygarlık arasında sacayağı kurmuştu: Bizans, İran, Hint ve Çin. Bu, fikrî (spiritual) ve maddî müba­delenin basitçe aracı olmanın çok ötesinde bir şeydi: içinde değişik menşeli unsurların kaynaştığı ve özgül Türk uygarlığının rengine büründüğü bir karışım potası idi bu. Türk tesiri hassaten önemli olmamakla beraber yabancı uygarlıklar, Türk kanalıyla Orta Eurasia’ya derinlemesine nüfuz etme olanağını buluyorlardı, İstanbul’da birkaç sene kalmış bir Türk el­çisinin müteakip görev olarak Çin’e gönderilmiş olmasını, Hindistan ve Çin’den gelmiş Budhist rahiplerinin Hristiyan Grek ve Zerdüşt saliki İranlılarla Türk hakanının sarayında din münakaşasına girmiş olduklarını dü­şünmek insanı gerçekten meftun kılıyor.

Batı Türk imparatorluğunun mutavassıt olarak rolü tamamen müstesna idi; buna rağmen Doğu Türk devleti mübadelenin ana akımından uzakta kalmıştı. Çin Türkistan’ından geçen ticaret yolu kısmen kontrollerinde idi ve bunların uygarlığı üzerinde sadece Çinliler katî etki yapmışlardı.

Devamlı ihtilâf ve çatışmalarına rağmen bu iki Türk imparatorluğu isim, dil ve gelenekleriyle birbirlerine sıkıca bağlı idiler. Millî ruhun asıl mü­messili Doğu Türk’ü idi. Onun sukutunu Batı Türk devletinin dağılması çok çabuk takip etti.

Tarihte ilk defa Türkler Çin ülkesinden Bizans sınırına kadar uzanan top­rak şeridinin vahdetini gerçekleştirdiler. Bu şeridin dar olması hadisenin önemine gölge düşürmüyor. Aynı zamanda Orta Eurasia’nın daha küçük bozkır veya orman halklarına da damgalarını vurdular. Batı dünyasında adları İskitlerinkinin yerini aldı ve dilleri hesaba katılmadan, asırlar bo­yunca “barbar” karşılığında kullanıldı. Orta Eurasia’nın uçsuz bucaksız sahalarına dağılmış olarak yaşayan kabileler için Türk adı, birbirlerine müş­terek dilleriyle bağlı milletlerin birlik simgesi olmuştu.

Bu Türk devleti müstakbel Moğol imparatorluğunun ne salâbet ne de gü­cüne sahipti; ancak, insanlar ve düşüncelere karşı aynı liberal tavrı haiz olmasının yanı sıra çok daha az da tahripkârdı. Kısa bir devreden sonra batmaya mahkûmdu; “keçe çadırda oturan” bütün milletleri birleştirme zamanı henüz gelmemişti.[39]

Erkene-kom (Ergenekon)[40] da başladığı anlatılan hikâye böylece gelişi­yordu. “Demirci köle” olmaktan kurtulup reisleri Bumin’e “Chaganus magnus, despota septem gentium et dominus septem mondi climatum” (“Büyük kagan, yedi milletin kralı ve yedi dünya ikliminin hâkimi”)[41] unvanını devrin tarihçilerinin vermesinden daha tam bir asır geçmeden, 630’un başında, Çin’den Hindistan’a gitmekte olan Budhist hacı Hiuan-tsang Kırgızistan’da Garp Türklerinin son içtimaına tesadüf ediyor. Gör­düklerini “süvarileri sayısızdı. Hanları yeşil atlastan bir kaftan giymiş, saçlarını dalgalanmaya terk etmişti; sadece alnı, birkaç defa dönen ve arkaya düşen uzun bir ipek çemberle çevrili idi. Etrafında gümüş işle­meli (brocart) kaftanlı ve saçları örülü iki yüze yakın zabit vardı. Kıtaatın gerisi kürk ve ince yün kumaştan dokunmuş elbiseler giymiş…” şeklinde anlatıyor, İskitler yerine ikame edilen barbarları.[42]

Gerçekten Budhist hacı Garp Türklerinin dağılıp her bir kabilesinin yeni serüven, yeni menkıbelere doğru yola çıkmasından hemen evvel vaki son toplantısına tanık olmuştu. İçtimadaki hazinin için Tanrı mefhumu, maddi hayatına maddî şekilde bağlı bulunan unsurlarla, ezcümle gök, toprak, dağ ve su ile yakından ilgili mutasavver bir varlıktan ibaretti. Araları da çok iyi idi onunla, devamlı surette “nar-ı cehennem” tehdidi altında yaşamıyor­lardı. Kök (Gök) Tengri, Yer-Sub Tengri, Umay Ana onlara müsamahayı öğretmişti, o sert tabiatlı kişilere. Buna, uygarlığa karşı fıtrî eğilimleri de karışınca işbu “barbar”ların bütün dinleri hilm ile karşılamaları keyfiyeti izah edilir. Bu halim davranış onların, yani Türk milletlerinin, ister Bud­hist veya Nasturî, ister Manihaist veya Müslüman dünyasına karışmış ol­sunlar, değişmez hasletlerindendir.

Türk’ü Eurasia bozkırlarında izlemeye devam edelim.

Doğu T’u-kiue’lerin mirasına Uygurlar konmuştu. Bunlar da nöbette bir asır kalabildiler (744-840). Ama bu süre içinde Yukarı Asya’nın hâkim gücü olmaktan da geri durmadılar. Seleflerinin aksine Çin’le iyi geçinmekle işe başladılar, sonunda onun (T’ang sülâlesinin) haylice müşkülpesent bir hamisi olarak kaderlerine boyun eğdiler: bunlar da diğerleri gibi “incel­dikçe” zayıfladılar ve nihayet Yukarı Yenisei Kırgız’larına yem oldular.

Bunlar İran’ın Mani dinini benimsemişlerdi. Bundan başka, yine aynı ül­keden, hususiyle Semerkand yöresinden Sogd alfabesini kabul edip bun­dan kendilerine özgü Uygur yazısını çıkarttılar. Bu yazı IX. yy.da Orhon’un eski Türk (T’u-kiue) alfabesinin yerini alacaktı. Bunun sayesinde ilk Türk edebiyatı meydana geldi; İran dilinden birçok Manihaist, Sanskritçe, Kuşan dili ve Çinceden de çok sayıda Budhizm’e ait eser tercüme edildi. Böylece Uygurlar sair Türk-Mogol kavimlerinin önünde gitmiş olup Cen­giz devrine kadar bunların muallimliğini ifa ettiler.

Uygurlarla Oğuzların ayniyetinin veya bunlar arasındaki farkın tespiti hususunda Türkologlar iki fırkaya ayrılmış durumdadırlar. Thomsen ile Marquart Uygurlarla Dokuzoğuz’ların aynı millet olduğu tezini ileri sü­rerken Barthold buna karşı çıkıyor ve Dokuzoğuz’ları Uygurlarla değil, eski T’u-kiue’lerle bir tutuyor.[43]

Kırgız bozkırının Guz’ları Dokuzoğuz’ların bir kolu gibi görünmekte ise de XI. yy.da Güney Rusya Uz’larının, yine aynı asırda İran’ın Selçuklu Türklerinin ve bugünkü Türmen’lerin Guz’lardan çıktıkları muhakkaktır.[44]

 Ve Şa-t’o, K’i-tan, Cürçat Türkleri… Pekin’e bile oturdular, Çinlileşip, uykuya dalıp, Cengiz tarafından süpürülene kadar. Doğu için anlattıklarımızı evvelce Batı için hikâye etmiştik: Hun, Bulgar, Avar, Macar, Hazar, Peçenek, Koman ve Moğollar sırasıyla birbirlerinin yerini almışlardı.

Keza İslâm topraklarında, İran ve Anadolu’nun Türk fatihlerinin İslâmlaş­ması ve İranlılaşması, Gök imparatorluğu kurucuları Türk-Mogol-Tonguz’ların Çinlileşmesinin mukabilidir. İran’da Türk Gaznevî, Selçukî, Harzemî’ler, Cengiz Moğolları, Türk Timurî’leri ve nihayet ok gibi Bizans’ın fethine atılacak olan Osmanlılar, birbirlerinin sırasıyla yerini alacaklardır. Bütün bunları tahayyül ederken tarihin bu kahramanlarını hep at üstün­de düşünme itiyadında olduğumuz da bir gerçektir. Hâlbuki göçebeliğin derecesi izam edilmemelidir. Özellikle sivrilmiş kültürlerle temasa gelinen bölgelerde, göç yolları üzerindeki içtima mahallerinde yerleşik eski toplu­luk izlerine rastlanmaktadır. Keçe çadırda temekkün etmek mutlaka de­vamlı gezinmek demek değildir: Orhon’da çadırlı büyük kentler vardı. Arap istilâsı sırasında Horasan ve Maveraünehir’de bulunan Türkler, kent ve kasabalarda yerleşik düzende bulunduklarından, buraları terk etmemiş­lerdi. Sadece bazı bölgelerde göçebe hayatı devam ediyordu.[45]

Bu arada katî olan bir husus da ülke tabiatı ile insanının yaşantı çerçeve­sinin, sınır ve özel toprak mülkiyeti mefhumlarını geliştirmekten uzak kal­mış olması, buna mukabil de toprağın bir belirli toplulukça müştereken kullanılması ile cihan hâkimiyeti düşüncelerini körüklemiş olmasıdır.[46]

Oğuz-nâme destanına göre cihanın ilk hâkimi Oğuz Kağan olup Çin, Hin­distan, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Mısır, Anadolu (Rûm), Rus ve hat­ta Frenk ülkelerini fethetmişti.[47]

751’de Araplar, Kuzey’den inen Karluk’ların yardımıyla Talas’ta (Taşkend’in Kuzey’inde) Çinlileri ezerek Orta Asya tarihinin kaderini değiştirmişlerdi: burası Çinli olacak iken Müslüman oluvermişti. Ancak bu iş Halife’den çok İranlı Sasanî’lere yaramıştı; bunlar resmen Araplar adına hü­küm sürer gibi görünmüşlerse de gerçekte, en koyu Müslüman perdesi al­tında İran milliyetçiliğini ihya etmişlerdi (875-999). Göçebe Türklere kar­şı şedit mukabil talan hareketlerinde bulunuyor, bunların garba yayılma­larını önlüyorlardı. Bu hareketler putperestlere karşı İslâmî gaza kisvesine bürünmüştü. Ancak, sınır bölgesindeki Türk kabilelerinin İslâmiyet’i kabul etmeleriyle işin rengi değişti: bu ihtida İslâm cemiyetinin kapılarını sonu­na kadar Türklere açıyordu. Aslında, kabile reislerinin birçoğunun bey­ninde İslâmiyet’i kabul etmenin başka bir amaç ve anlamı yoktu.[48]

Moğolistan’daki hâkimiyetleri sona eren Uygurlar Tarım’in Kuzey’ine, Tur­fan, Beşbalık, Keraşahr ve Kuça havalisine yerleşmişler, buraları Türkleştirmekle beraber mahallin eski dinî (Budhist ve Nasturî) veçhesine dokunmamışlardı. Müteakip yy.da Kaşgar ülkesinin Batı ve Güneybatı’sı ile İli ve Issık-Köl bölgesine inen Karahan’lı Türkler, İslâmiyet’i kabul ettikle­rinden ülkenin karakterini derinden derine değiştirmişlerdi. İslâmiyet -Türklük ittifakı Orta Asya’nın bu kısmında eskiyi tamamen silmişti.

Karahan’lıların Dokuzoğuz’ların bir kolu olmaları muhtemeldir. Samanî’lerin mirasına konmuşlardı. Bu mirasın bir başka parçası, Horasan’da baş­ka Türk sülâlesinin eline düşmüştü: ünlü Mahmut (998-1030), Gazne’lilerin başında Kuzeybatı Hindistan’ı daha evvel fethetmişti. Bu iki Türk ko­lunun başlangıçtaki sathî dostluğu az sürdü. Kaşgar ülkesinden başka eski T’u-kiue illerinin de hâkimi Karahan’lılar, bu eski kölelerini “sonra­dan görme” gibi görüyor, Gazne’li Mahmut da, hele Pencap’ı alıp iyice zenginleştikten ve bir hayli de İranlılaştıktan sonra Karahan’lılara bozkırlarda kalmış akraba gözü ile bakıp kurduğu muhteşem Hint-İran impara­torluğuna bunların duhulünden çekiniyordu. Korktuğu da başına geldi. Onlar birbirleriyle uğraşırken Selçuklu Türkleri bunların ikisini de siliverdi.

Melikşah’ın küçük oğlu Sancar İran’ın doğusunda geniş bir sultanlık ku­rup başıboş Guz veya Oğuzların önüne dikilme işini bu kere kendi üze­rine aldı ama sel onu sürükledi (1156).

Karahan’lılar sayesinde Müslüman Türk hâkimiyetinin iyice kök saldığı Kaşgar ülkesi ve Issık-köl havzası, Pekin’den inen putperest K’itan’ların (Kara-Kitai) eline geçiverdi (1130). Bunları Kuzey Çin’den Curçat’lar sür­müştü. Bunlar sonuna kadar İslâmiyet ve Arap-İran kültürüne ayak dire­diler; iki asır Pekin’de oturma bunları Çinlileştirmişti.Bunların karşısında Müslüman Türk dünyasını temsil etme vazifesi Sancar’ın artıklarına konmuş Harzemşah’lara düştü. Onlar da, Cengiz tara­fından süpürülene kadar, Oğuzlara karşı Batı’nın nöbetini tutmaya devam ettiler.Saydığımız bütün bu yerleşik devletlerin antitezi gibi tarih sahifelerine çı­kan Guz veya Oğuzları X. yy.da Balkaş gölünün Kuzey’inde, Sarısu ve Turgay bozkırlarında gezinir görüyoruz. Müteakip asrın ikinci çeyreğinde bunların bir kısmına Güney Rusya’da, bir kısmına da İran’da rastlıyoruz. Kıpçak’ların önlerine kattıkları ve Bizanslıların Uzoi (Uz) olarak bildir­dikleri bu birinci kol, aşağı Tuna’ya kadar nüfuz edip onu kat ederek Balkanları istilâ etti ise de 1065’de burada ezildi. Öbür yönü tutmuş Guz kolunun ise talihi başka türlü açık olacaktı. “Yerleşik”lerin kurdukları bü­tün tuzakları aşacak, sonunda İran ve Küçük Asya’yı fethedecekti. Selçuklular, yani İran’a yönelmiş Oğuzlar, Müslüman olmuş gezginci ka­vimlerin en az yontulmuşu oldukları halde ilk hamlede Doğu İran’a hâkim oluverdiler. Arap-İran kültürünün üstünlüğünü gören akıllı reisleri bu du­rumun uygarlık için bir felâket haline dönüşmesini önlediler, o uygarlığı tahrip yerine onu idare etmek üzere müdafii kesildiler. İran Selçukluları namı diğer Büyük Selçuklular devleti kurulmuştu.

Farsça aşağıdaki sözcükler herhalde o devirlerde İran lügatçesine girmiş olmalı. Turktâz, çapul, çapulcu; turktâzî, çapul için yapılan anî hücum, baskın, seğirtme, cevelân etme; turkî kerden, zulüm ve galebe etmek (Re­şidî), söz dinlememek, sertlik ve şiddet göstermek (Nizam).[49] Bu vesile ile τσαπατσούλης‘ın nizam ve intizamsız adam, τσαπατσουλιά’nın da karı­şıklık demek olduğunu belirtelim.

Böylece Türkçeden Rumcaya geçen sözcüklere bir örnek vermiş olduk: “çapıl” şekliyle ve “sıvanmak, dört nala kalkmak, yağma edilmek” mana­larında XI. yy.dan itibaren kelimeyi Asya’da takip edebiliyoruz.[50]

Alpaslan’ın oğlu ve halefi Melikşah ömrünü Batı’da Türk fütuhatını bir dü­zene sokma gayreti içinde geçirdi. Bu fütuhat Suriye ve Küçük Asya’da, küçük Oğuz müfrezelerinin, gezginciliklerinin havasına göre ve Arap ve Bizans toplumlarının karışıklıklarından yararlanarak bu yabancı topraklara dalmaları şeklinde tezahür ediyordu.

Bu iş İran’da Nizamülmülk’ün idaresi, Doğu ve Suriye’de de Melikşah’ın kı­lıcı sayesinde tanzim edilebiliyordu. Küçük Asya’da bunların hiçbiri ol­madığından Oğuz anarşisi burada tümüyle hüküm sürüyordu.

Önden vezirin, hemen ardından da sultanın ölümü, işbu anarşinin her ta­rafa sirayetine sebep oldu.

Mezkûr sultanın kardeşi Tutuş’un Suriye’deki serüvenine Anadolu’nun fa­tihi Süleyman ibn Kutalmış da karışıyordu.[51] Süleyman, “Büyük” ağa­larının tasvip ve teşviki ile yukarda bahsettiğimiz nâzım rolünü oynuyor­du. Sonunda bu üç grubun kaderi değişik oldu. Suriye’dekiler çabuk Araplaştı, üstelik de Tutuş’un arjcasında bıraktığı iki sülâle yine kendi Türk kö­lemen’lerince değiştirildi. İran’da, Horasan, Azerbaycan, Hemedân civa­rında bazı Türk yerleşme mihraklarının teessüsüne rağmen halkın esası İranlı kalmıştı. Suriye’de Türk kitlesi kendini ancak Antakya ve İskende­run yörelerinde hissettirebiliyordu. İran uygarlığı ve ırkı, ülkenin ciddî şekilde Türkleşmesine karşı koyabilecek kadar kuvvetli idi. Tersine, rüesa derhal, efrat birkaç nesil sonunda olmak üzere müstevliler İranlılaştılar. Ancak, siyasî bakımdan ülke parçalanmıştı: bozkır aktı buraya… 1040-1055 Selçuklu işgali kapıları göçebeye açmıştı. Selçuklu başbuğu, panislâm sultan, Arapların meliki ve İranlıların şahı olduktan sonra arkasından kapıyı kapatıp aynı serüveni denemeye hahişger Yukarı Asya’nın bütün Türk-Mogol kabilelerine set çekmeye boş yere uğraştı. İranlılaşmış Sel­çuklu İran’ı, Türk kalmış Türk’e (bundan böyle Türkmen’e) karşı koru­maktan aciz kalacaktır. Mamafih Selçuk sultanları, “fazla gıvışlıyan kar­deşlerini” başlarından savmak için bunları Anadolu’ya, güzel İran’ı bıra­kıp Bizanslı ile uğraşmaya yöneltmiş de olabilirler: it dişi, domuz derisi! İran’da gördüğümüz yerleşmenin aksine olarak Anadolu’da Türkmen, memleketi siyasî bakımdan fethetmekle kalmayıp toprağa fiilen sahip çı­kacaktır. O toprak ki, irtifaı, iklimi, florası itibarıyla Yukarı Asya bozkırı­nı devam ettirir. Milâdî ilk günlerin coğrafyacısı Amasyalı Strabon Lykaonia’dan, yani Konya yöresinden bozkırdan bahseder gibi söz ediyor. Bu hıtta ile Kırgız bozkırından gelmiş gezginciler arasında önceden teessüs etmiş bir ahenk vardı. Kendilerini evlerinde hissettiler ve buraya yerleş­tiler. Vardıklarında burası bozkırdı; çoğu zaman itham edildikleri gibi on­lar mezru yerleri otlağa tahvil etmediler. Strabon buna şahittir. Anadolu’nun Türkleşme vetiresinden ilerde uzunca söz edeceğiz. Ancak şimdiden bunun Selçuklu sülâlesinden çok, çoğu zaman onlara itaatsizlik gösteren mahallî emîr ve Türkmen aşiretlerinin eseri olduğunu tebarüz et­tirelim. Nitekim XII. ve XIII. yy. Selçuklu Anadolu’sunun umumi man­zarası Türkmen temel üzerine sathî bir İran kültürü kaplamasından iba­rettir.[52]

Gelelim esas konumuzun başrolündeki adama. “Türkmen” adına ilk ola­rak Divanı Lûgati’t-Türk’te (XI. yy.) rastlanıyor. Burada, ucu Büyük İs­kender’e dayanan bir efsane bahis konusu oluyor: Makedonyalının önünden Doğu’ya doğru çekilen Türk hükümdarı Balasagun’da 22 kişi bırakır. Bun­lara sonradan iki kişi daha katılır. İskender bu 24 âdemi gördüğünde “Türk-manend”, “yani “Türk’e benzer” demiş. Rivayet, efsane olmaktan başka bir tarihî değer taşımıyor.[53] Başka müellifler, bu arada Deguignes şöyle diyor: “Selçukî Türkleri İran’ı, Suriye’yi ve Anadolu’yu istilâ et­tikleri sırada Kıpçak’tan neşet edip Koman’lar namıyla yâd edilen —ki bundan Türkoman (Türkmen) kelimesi teşkil edilmiştir— diğer bir takım Türkler bu sahralardan çıkarak iki kısma ayrıldılar. Bir kısmı Halifelerin imparatorluğuna ve bilhassa Ermenistan ile Horasan vilâyeti hudutlarında Maveraünnehr’e yayıldılar. Diğer kısmı da Uz’lar namı altında Avrupa’ya kadar girdiler. Bunları garp müverrihleri Guz’lar namıyla yâd ederler”[54]

“D’Herbelot bu Türkmenleri Oğuz Han’dan indiriyor. Horasan civarları­na gelerek oranın kadınlarıyla evlendiklerini, bunlardan doğan çocukların dilinde pederlerinin huşunetinden bir eser kaldığını, bundan dolayı Ho­rasanlıların kendilerine Türkmen, yani ‘Türk’e benzer’ namını verdiklerini yazıyor”.

“Bizans müverrihleri Roma ordusunda Araplara karşı istihdam edilen Uz’lardan bahsettikleri zaman İbnül Esir, Ebülmuhasim ve ilâh… gibi Arap müverrihleri bu kavimlerden Guz namıyla bahsediyorlar. Bu da Uz’larla Guz’ların aynı kavim olduğunu gösteriyor”.[55]

1. Hüsamettin de “Guz, Oğuz lâfzından muhaffef olup Bars Han soyun­dan hakan’ı meşhur Oğuz Han evlâdına alem olmuştur. Oğuz Han lakabıy­la iştihar eden Kılık Han bin Yağız Han bin… ‘ulu Türk’ manasına olan Türkmen lakabıyla iştihar ettiği münasebetle bütün evlâdına Türkmen’ler denmiştir”[56] “Oğuz, kudret bulmuş demektir. İcra reislerine Oğuz de­nir”; “Türkmen, büyük Türk demektir”; “… ‘men’ edat’ı azamet olup kelimat-ı şekileye ‘man’ ilâve olunur; kölemen, kocaman gibi batman dahi büyük bat demektir; Türkman dahi denir; ‘Türkmen’ lâfzının (Türk manend) terkibinden muhaffef olduğu masalı, hurafattan maduttur”[57] diyor.Ünlü Türkolog J. Deny ise men, man ekinin çoğumsanık (augmentatif) ol­duğunu, yani sonuna eklendiği kelimeye fazlılık, büyüklük (Hüsamettin’in dediği gibi edat-ı azamet) izafe ettiğini ifade edip buna misal olarak da:

Koca “büyük, yaşlı (grand, vieux), koca-man” çok büyük (énorme)

Kara “siyah (noir), kara-man” çok koyu (trés brun)

Türk, Türk-man veya Türk-men (Turcoman)’ı veriyor.[58]

Mahmut “man yaşlığ koy = dört yaşını geçen koyun. Koyundan başkası için söylenmez” dediğinde[59] ilk ibare “çok yaşlı koyun” anlamına gel­miyor mu? Dolayısıyla man da çoğumsanık bir mahiyet arz etmiyor mu?

Yine, Çağatayca “man”, üç yaşında koyunu ifade ediyor. Bunun yanı sıra aynı şekilde talaffuz edilen bir başka “man”, “yürüyüş”ü, fiil olarak da “yürümek, gitmek, yol almak, suvar olmak” gibi eylemleri ifade ediyor. XI. yy. ürünü Kutadgu Bilig’de “tilek birle mansa kişi arzulap (bir şeyi çok arzu edip istekle yürürse —ona kavuşana kadar yorulmaz—)” cüm­lesi okunuyor.[60] Akla hemen, ilerde tahlil edeceğimiz “Yörük-Yürük” ta­biri ile ilişki geliyor ki bu takdirde mezkûr edatın yeni baştan manalandırılması cihetine gidilecek demektir.

Kafesoğlu da bu men, man eklerinin, J. Deny’yi teyiden, fiil ve sıfatlara daima “augmentatif” mana verdiğini, bu eklerle kurulmuş kavim ve kabile adlarının bulunduğunu ve bunlardan birinin de Türkmen olduğunu, Türk­men tabirinin, dolayısıyla, halis, asil, büyük, üstün, sağlam… Türk manasına gelebileceğini ifade ediyor.[61]

Man, ayrıca Sanskrit dilinde düşünce, aynı kökten manas da akl, idrak ma­nalarında olup İngilizce “man”, Almanca “mann” ve hatta Latince “homo” ve “hominis” (düşünen varlık)’ın da menşeini teşkil eder.[62] Yine La­tince “mens” de işbu manas’ın muharrefi olmuyor mu? Kırgızlarda her kahramanın bir “ferişte”si olup kahramanın kendisi dahi “üstümüzdekü Huday-Tanrı gibi” olduğuna göre[63] meşhur destanın kahramanı Manas’ın adının işbu manas ile bir bağlantısı bulunabilir mi?

Türkmen ve Oğuz adlarının aynı bir Türk boyunun iki ayrı isminden iba­ret olduğu, Oğuzların Kınık boyuna mensup Selçukoğulları’nın Türkmen diye gösterildiği genellikle kabul edilmekle beraber bunlardan ilkinin ne zamandan beri kullanılmaya başlandığı meselesi aydınlığa kavuşmuş de­ğildir.

F.Köprülü, Kaşgarî’ye dayanarak, bunun Müslüman olan Oğuzlara ve­rildiğini ileri sürüyor. Buna göre kelimenin XI. asırda zuhur etmiş ol­ması gerekiyor. Hâlbuki Türkmen adının daha önceki devirlerde de var olduğu biliniyor. Nitekim Nureddin bin Muhammed… al Avfî-ül Buharî-ül Hanafî (1171? -1233?), Cavâmi ül-Hikâyat ve Lâvâni’ül Rivayat adlı ese­rinde, IX. yy. başlarında vaki hadisatı hikâye ederken “bunların (Türklerin) Harezm’de bulunan bir kısmı, İslâmlık bu bölgelere saadet getirdiği zaman Müslüman oldular ve İslâmiyet’te yüksek başarılar gösterdiler… Türkmen adı ile anılan Türkler de kendi arazilerini bırakarak İslâm şe­hirlerine girdiler” diye anlatıyor.[64] Keza, X. yy.da Türkmen adına Makdisî’de rastlanıyor. Kazvinî (takr. 1203-1283) Sivas halkının çoğunun bu adla anıldığını bildiriyor.[65]

Kafesoğlu Türkmen tabiriyle VI. ve VII. yy.lar arasında, Karluk’ların da dâhil olduğu çeşitli Türk kabileleri konfederasyonuna verilmiş “Kök Türk” adı arasında münasebet görüyor. ‘Şöyle ki tarihte doğrudan doğruya Kök Türk adını taşıyan bir boy mevcut olmayıp Orhon kitabelerinde görülen Kök Türk lafzı, konfederasyonun bir siyasî adı oluyor. Kök kelimesi bir taraftan “köklü, asil, necip”, öbür taraftan da “sema, gök” manasında olup her ikisi de “asil, yüksek, büyük, cihanşümul” mefhumlarını ifade ediyor.

Müşabih olarak Türkmen tabiri de, Karluk’ların en kudretli zamanlarında kullandıkları siyasî bir terim oluyor. IX. asırda Kök Türk’ün ifade ettiği tarihî vakıa artık ortada olmadığından bir yandan Uygurlar, bir yandan da Oğuzlar gibi diğer Türklerle hasım durumunda olan Karluk’ların Türkmen’i, Kök Türk yerine ikame ettikleri anlaşılıyor.[66]

Şimdi de Orhon yazıtlarında Tunyukuk’a izafe edildiği sanılan ataman rütbesine gelelim. “Başkumandan” demek olan ataman’ın eski bir Türk kelimesi olduğunda şüphe yoktur (bkz. B. Atalay. — Türkçemizde men-man, İstanbul 1940, sah. 21). Bilindiği gibi Ukrayna Kazakları, teşkilâtlarının büyük kısmını göçebe Türk Kazaklardan almışlardır. Bunların “başkumandanları, kökü ataman, yani çoğumsanık man eki ile “dede, baba, eski, usta” karşılığı ata olan eski bir Türk mansıbının adını taşır. Ata-man ayrıca, Sibirya ve Türkistan’ın birçok Türk lehçelerinde bulu­nur: Yakut ataman “şef, çete reisi, (işinde, sanatında) usta”; Kazak, Kır­gız ataman “kumandan”.[67]

Bütün bunlarda Hint etkisini akla getirmek için sebep eksik değil: yukarda sözünü ettiğimiz manas, Mısırlıların iakhu ya da khu, yani “kutsiyet ka­zanmış akl’ına (esprit)” tekabül eder. Atman da Hindularda “mutlak ego”yu ifade der.[68]

Daha ileri gitmeden önce Ortadoğu’nun Selçuklu-Oğuz muhaceretinden çok evvel Türkleşmeye başlamış olduğunu tebarüz ettirelim, İslâm ve dolayısıyla dünya tarihinde önemli yer işgal eden Maveraünnehr ve Horasan bölgeleri, yedinci ile on ikinci yy.lar arasında Orta Asya Türklerinin siya­sî olduğu kadar medeniyet ve kültür tarihi bakımından da sıçrama tah­tası olmuştur. Adı geçen yerler Seyhun ırmağı, Horasan dağları ile Hin­distan arasındaki bölge olup Ceyhun ırmağı ile Hazer denizi arasındaki sahayı da içine alır. Çeşitli dil, din ve uygarlıkların, içinde uzun süre çar­pıştığı bu alan, sonunda Türk kalmıştır. Başta muvaffak Arap istilâsı Türklerin karşı koymasıyla kırılmış ve bunların karşı hücumu ile hareket nok­tasına geri çevrilmiştir. Buraların Selçuklulardan evvel Türkleşmiş oldu­ğunu geniş ölçüde hissî mülahaza ile birçok garp müverrihi kabul etme­ye yanaşmamakta ise de XIV. yy.ın başında Türkçenin ana dil olarak konuşulduğu bölgelerin bugünkünün hemen aynı olduğu bir vakıadır. İbn Batuta seyahatnamesi bunun delillerinden biridir. Bugün Türkçe, Balkanlardan başlamak üzere Anadolu, Azerbaycan, Horasan, Kuzey Afganistan ve Orta Asya’ya kadar yayılmış olup ayrıca bu bölgeler dışında kalmış birçok mevziî Türk topluluklarını da zikretmek mümkündür. Hâlbuki dille­rinin yayılması için Türkler hiç bir sistemli girişimde bulunmamışlardır. Buna rağmen halk arasında bu dilin bu kadar yaygın olması, oraların XIV. yy.dan çok daha evvel Türkleşmiş olduğunu gösterir. Horasan’ın Arap valisi 721’de kuvvetlerinin bir kısmı ile Ceyhun’u geçtiğinde Türkeş’ler ta­rafından ağır bir yenilgiye uğratılmıştı. Ünlü Arap kumandanı Müceşşer ibn Müzahim “hiçbir Arap kumandanı nehri (Ceyhun’u) 50.000’den az bir kuvvetle geçmemeli” dediğinde, girilecek düşman arazisinde Türk nü­fusunun kesafetini hesaba katmış oluyordu.

Orhon’da Tunyukuk kitabesinde “Onları Demirkapı’ya kadar takip ettik ve onları orada geri çevirdik, İnal Kagan’a bütün Sogd ahalisi, reisleri Suk (?) ile birlikte gelip teslim oldular. Atalarımız ve Türk milleti de ken­di zamanlarında Demirkapı’ya varmışlardı” diye yazıyor. Demirkapı Maveraünnehr’in Güneybatı kısmına düşer. Arap kaynaklarına göre Sogd da, aşağı Zerefşan üzerinde, içine Semerkand ve Buhara’yı da alan bölge oluyor.

Çok çeşitli kaynak, Arap ordularına karşı koyan Türklerin yerli Türkler olduğunu ve bunların Seyhun’un ötesinden gelmediğini gösteriyor.

Gazne’li Mahmud, H. 389 (998)’de Karahan’lılarla yaptığı savaşlara hazır­lanırken ordusuna Gazne’li Halaç Türklerini, Belh bölgesinden de Halaç ve Oğuz Türklerini almıştı. Bundan daha evvel, Abbasî imparatorluğu içinde Araplardan çok Türklere ehemmiyet veren halife Mûlasim Bi’llah (796-842) için de Mesudî “Mûtasim büyük bir tehalükle Türkleri arıyor ve Türk esirlerini toplatıyor ve satın aldırıyordu. Bu surette 4000 esirden mü­rekkep bir birlik teşkil etti. Bunlara kılaptanlı el işlemesi kumaşlar giy­dirdi ve sırma işlemeli kemerler bağlattı ve bu birliği hususi üniformala­rıyla ordusunun diğer kısımlarından tefrik etti… Horasan ve hususiyle Fergana ve Uşrûşine ahalisinden kimseleri teçhiz ederek ordusuna aldı. Bu Türklerden az zaman içinde büyük bir ordu teşkil edildi” diyor. Şimdi de “tehalükle Türk arama”nın Araplara neye mal olduğunu dinleye­lim: “Türkler bütün Tataristan kıtasına hâkim olduktan, Araplar da Maveraünnehr’de ve Türkistan hudutlarında büyük fütuhatta bulunduk­tan sonra bu iki zî kudret millet birbirlerine düşman kesilmekte gecikme­diler. Birbirleriyle uzun müddet muharebelerde bulundular. Birbirlerinden birçok esirler aldılar. Arapların ellerine esir düşen Türkler Halifelerin imparatorluğu içine dağıldılar, başlıca emirlerin esiri oldular. Birçokları da Halifelerin sarayında istihdam edildi. En barbar kimseler bile talim ve terbiyeye kabiliyetli oldukları cihetle İslâmiyet adabı dairesinde ve Arap imparatorluğu prensleri ve ekâbiri arasında terbiye edilen Türkler ulûm ve fünun ile siyasiyat ile meşgul oldular. Halifelerin yanında en büyük mansıbı ihraz edecek derecede kesbi iktidar ettiler. Onları esaret­ten çıkararak müsellem olan liyakatleri ile mütenasip surette hükümet iş­lerinde kullanmak gibi bir hata irtikâp olundu. Kendilerine verilen terbiye barbarlıklarını izale etmişse de müteşebbis ve canlı seciyelerinin esasını değiştirmemiş, bilâkis zihinlerde kurdukları tertipleri daha maharetle icra edebilecek bir hale getirmişti. Bundan dolayı Arap imparatorluğu için daha tehlikeli olmuşlardı. Daima istiklâle mütemayil olan bu Türkler, bü­yük vilâyetlerin idaresine geçince oralarda sahibi mutlak kesilmeyi dü­şündüler. Halife’nin sarayında yetiştikleri cihetle entrikalarına vâkıftılar. Bütün cüretkârane teşebbüslerin yanında Türkler bulunuyordu. Çok geç­meden Halifeleri titretecek hale geldiler. Halifeler bunların gözünden zaaflarını saklayamıyorlardı. Türklerin bir kısmı imparatorluğun idaresi­ni ele geçirdiler. Araplar âdeta Türklerin tabası haline geldiler. Bazıları da vilâyetlerde hak hâkimiyeti benimseyerek müstakil oldular”.[69]

O devirlerde konuşulan Türk dili hakkında Kaşgarlı’ya kulak verelim: “En açık ve en doğru dil, ancak bir dil bilip, Farslarla karışmayan ve yabancı ülkelere gidip gelmeyen kimselerin dilidir. İki dil bilen şehirlilerle düşüp kalkan kimselerin dilleri bozuktur. İki dil bilenler Soğdak, Kençek, Argu boylarıdır. Gezginci olarak yabancılarla karışanlar Xotan ve Tübüt (Ti­bet) halkı ile Tanğut’ların bir kısmıdır. Bunlar Türk eline sonradan gelmişlerdir… Çin ve Maçin halkının ayrıca dilleri vardır. Bununla beraber şehirliler Türkçeyi iyi bilirler. Mektuplarını bize Türk yazısı ile yazarlar…”

“Uygurların öz Türkçe bir dilleri olduğu gibi, kendi aralarında konuştukları zaman ayrı bir ağız dahi kullanırlar…”

“Comul boyunun kendilerinden bulunduğu çöl halkı ayrı bir dile sahiptir, Türkçeyi iyi bilirler. Kay, Yabaku, Tatar, Basmıl boyları da böyledir…”

“Kırkız, Kıfçak, Oğuz, Toxsı, Yağma, Çigil, Uğrak, Çaruk boylarının öz Türkçe olarak yalnız bir dilleri vardır…”

“Rum diyarındaki Beçenek’lere kadar Suvar, Bulgar dilleri, bir düzüye kelimelerin sonu kesilip kısaltılmış bir Türkçedir. Dillerin en yeğnisi Oğuzların, en doğrusu da Toxsı ile Yağma’ların dilidir.”

“Uygur şehirlerine varıncaya dek İrtiş, Ilı, Yamar, İtil ırmakları boyunca oturan halkın dili doğru Türkçedir. Bunların en açık ve en tatlısı Hakanlılar ülkesi halkının dilidir. Balasagun’lular Soğdça ve Türkçe kullanırlar. Talaş ve Beyza şehirlerinin halkı dahi böyledir. Balasagun’a varıncaya dek İsbîcâb’dan (bugün Çimkend) sayılan bütün Argu şehirleri halkının dili çapraşıktır. Kaşgar’ın Kençekçe konuşan köyleri vardır. Şehrin içinde halk Hakanlı Türkçesiyle konuşurlar. Rum ülkesinden Maçin’e dek Türk elle­rinin hepsinin boyu beş bin, tamamı sekiz bin fersah eder (eni üç bin fer­sahtır)”[70]

Bilinen herhangi bir dile aslî olarak bağlı olmayıp özellikle Moğol ve Tungusça ile müşterek kökeni bulunmayan tek bir Türk dili, şu anda tayin edilemeyen bir tarihte, fakat herhalde Milât’ın çok öncelerinde Çin Seddi’nin Batı ve Kuzey’indeki bozkır bölgelerde vücut bulmuş olup mi­lâdî senelerin başında bu tek dil iki ana kola ayrılmıştır; bunlar, G. Clauson’un adlandırdığı gibi “Standard Türkçe” ile “l/r Türkçesi”dir. Bunlar­dan ilki Milât’tan sonra ilk bin yıl zarfında yavaş yavaş, kısa zamanda ay­rı diller teşkil eden iki ya da üç lehçeye ayrılmıştır, l/r Türkçesinden elle tutulur herhangi bir eski metin kalmamış olmakla birlikte Çin’in eski eser­lerinde Tavğaççadan birkaç kelime bulunmaktadır. Keza Moğolca ile Macarcada yine l/r Türkçesinden, ilki V. ya da VI. yy.larda, diğeri muh­temelen IX. yy.larda geçme sözcükler kaydedilmiştir. Volga Bulgarlarının XIV. yy.lara ait mezar yazıtlarında da bunlardan bir miktar gö­rülür.

En eski Standard Türkçe dilleri Türkü,[71] Uygur, Eski Kırgız, Hakanî, Oğuz, Kıpçak dilleri olup bunlarda Hint, İran ve Samî dillerden geçme sözcükler bulunur.

Türkçenin bize malûm olduğu en eski tarihte dahi bu dilin çok uzun bir geçmişi bulunduğu bir gerçektir.[72]

İran millî destanı Şahname’de Türklerden sık sık bahsedilmekte, burada “turan” kelimesi çok geçmektedir. Bu kelime İran’ın Kuzeybatı’sında bulu­nan “Türk Yurdu”nu, yani Türkistan’ı ifade ediyor. 967’de yazan Harezmî de “merz-i Turan”ı “Türk’lerin sınırı” diye izah ediyor; metinden, Turan kelimesinin, zamanında, eski bir kelime olduğu da anlaşılıyor.[73]

“Turan” tabiri, Grek eserlerinde geçmeyecek kadar Asya’ya aittir. Bunun Avesta’da “Tura” şeklinde görünmesi, kökeninin çok eskiye dayandığına delâlet eder.

Avesta bize Thraetona’nın üç oğlu olduğunu, Airya (Arya)’nın payına İran, Sairima’nınkine Batı ve Tura’ya da Doğu ülkelerinin düştüğünü an­latıyor. Yine Tuirya (Turya), mezkûr kitapta, şimdi Turan illeri tesmiye edilen bölgelere yakıştırılan bir sıfat oluyor. Bura halkından Airya’nınkinin düşmanı olarak söz ediliyor.

Firdevsî’nin X. yy.da kaleme aldığı Şahname, M.Ö. VI. yy.da Tura’ya hükmetmiş Türk hanı Afrasiyâb’ın İran’ın büyük düşmanı olduğunu teyit ediyor. Bu manzumede Turan İran’ın Kuzey’inde gösteriliyor.

“Arî” tabiri gibi “Turanî” de başlıca, “Ural-Altay” dil grubuna muadil bir linguistik tabir olarak kullanılır. Bir dil grubuna verilen bu adın bir ırk topluluğunu ifade etmek üzere kullanılması, tıpkı “Arî” tabirini aynı yön­de kullanmak kadar yanlıştır. Bu sıfatı sadece Türk ile ilgili şeylere hasretmek aynı derecede yanlış olmaktadır: Tungus ve Moğol dillerinin de, en az Türk dili kadar, “Turanî” sıfatına hakları vardır.

Her ne kadar “Turanî” tabiri genellikle Ural-Altay dillerine (Türk, Tun­gus, Moğol, Samoyed ve Fin dilleri) uygulanmakta ise de bazı dilciler Ural-Altay grubuna “Kuzey Turanî” adını verip Tamul vs. dillerin teş­kil ettikleri grubu da “Güney Turanî” tesmiye etmektedirler.

Aykırı görünmekte ise de J. Halévy’nin görüşünü zikretmeden geçmeye­lim: Avesta ve Şahname’nin Turanî’leri, Suriye Althura… Tura adı ile geçtiğinden, bu ülkenin Samî’leridir.[74]

Şahname, XVI. yy.da Diyarbakırlı Şerifî tarafından manzum olarak çev­rilmiş ve Mısır hükümdarı Kansu Gavri’ye sunulmuştu. O da her beytine bir dinar atıyye vermişti. Okuyalım bundan bir beyti:

“Bahadır Türk idi leşkerleri hep

 Bile Tur ilinin serverleri hep”.[75]

“O devirlerde turanî akvam arasında millî birlik vicdanının çok kuvvetli varlığına delâlet eden en bariz misal Hulâgû’nun Bağdat üzerine, Abbasî halifesine karşı gönderdiği ordudur: putperest Hulâgû’nun Hristiyan ka­rısı imparatoriçe Tokuz Hatun’un tertip ettiği bu ordunun kumandanı Nayman Türklerinden Kıtboğa Hristiyandı. Bu orduda mühim bir kıs­mı Müslüman olmak üzere Şaman’ı, Budist, Hristiyan, her dinden Türkler vardı.”[76]

Bu vesile ile de Selçuklulardan evvel, bir kısmını yukarda gördüğümüz tarihî hadiselerin sonucu olarak Anadolu’ya gelip bu topraklara yerleşmiş Türklerden Hristiyan olanlarından söz edelim: bunlar, dillerini aynen muhafaza etmiş olarak hâlâ burada yaşamaktadırlar. “Karaman’lı Rum”lar ve sairleri Rumca bilmedikleri gibi bunların ibadetleri de Türkçedir. VI. yy.da Albanya (Kafkasya’da Dağıstan’ın Güney’inde) piskoposu Teokletos mukaddes kitapları Hun diline tercüme etti. Din neşri için gittiği Kuzey Kafkasya’da o zamanlar Türk dili ile konuşan Hun kavimleri ile Hazarlar ve Koman’lar vardı. Buna göre Yunan harflerinin ilk defa olarak bu rahip tarafından Türkçeye göre tadil edilmiş olduğuna şüphe kalmıyor. Bu Hristiyan Türklerin Bizans sınırları dışında iken millî kilisesi, millî dilde mukaddes kitapları ve millî rahipleri olduğu ve çoğu kez Hristiyanlığı kabul ettikten sonra çeşitli nedenlerle imparatorluk topraklarına girmiş ol­dukları anlaşılmaktadır.[77]

Türk harsından söz edip de Ziya Gökalp’i anmamak mümkün değil. O da: “…Türk Töresi eski Türklere atalarından kalan kaidelerin bütünü de­mektir. (Töre) kelimesinin ‘Türk’ kelimesi ile bir cevherden olması ha­tıra gelebilir… ‘Soğdak’ kelimesi Soğd’lu manasına olduğu gibi ‘Türk’ kelimesi de ‘Töreli’, (töresi olan — töre sahibi) manasına olabilir…” di­yor. Biraz ilerde de: “Tatar kelimesi ‘Tat eri’ tabirinden gelse gerek. Dede Korkut kitabında ‘Tat eri’ tabiri var. Türkler ‘Tatar’ sıfatını cahil, yani töresiz olan Moğollarla Tunguz’lara isnat ederler; ‘Tat’ ile ‘Tatar’ ara­sındaki fark, Arap lisanında ‘kâfir’ ile ‘cahil’ arasındaki gibidir…” diye ilâve ediyor.[78]

Gerçekten, çok değişik şekilde tercüme edilen tat, esas itibariyle “yaban­cı, ecnebi”, fakat herhalde aşağılayıcı bir manayı tazammun etmektedir. Bunun Kırım Tatarları’nın bir kısmına izafe edildiğini Radloff söylüyor.[79] Osmanlıcada da (Batı Türkçesinde), “eski Türklerin kendi hükümleri al­tında bulunan yerlerde eski İranî ve Kürtlere verdikleri isim olup, makam-ı tahkirde kullanılırdı” tarifini Ş. Sami’nin kaleminden okuruz.[80]

Hakanî Türkçesinde (XI. yy.) “tatığ közre tikenig tübre (İranlıyı gözün­den dikeni dibinden dürt)” sözünü bulurken Yağma ve Tuhsi Türkçele­rinde “kâfir — İslâm’ı kabul etmemiş — Uygur” makamında kullanıldı­ğını görüyoruz. Aynı ülkelerde “tat tavğaç”, Uygur ve Çinliyi ifade etmektedir. Çağataycada “tat”, ırgat, bir İran kabilesi; Kıpçakçada da köylü karşılığı oluyor.[81]

Mahmut “sumlım tat” için “hiç Türkçe bilmeyen Farslı” deyip “Türkçe bilmeyen başka kimselere de “sumlım” denir” diye ilâve ediyor.[82] Bir başka yerde de (aslında “tat”, DLT’ün birçok yerinde geçer) “Tat kamuğ sumluşdı = Farslar kendi dillerince konuştular. Herhangi bir kimse Türkçeden başka bir dil kullanırsa yine böyle denir” diyor.[83]

Başlangıçta “Türk” sözcüğü, cins ismi olarak “olgunluğun en üst merte­besi” (meyve, insan vs. için); çoğu kez de sıfat olarak (meyve için) “tam olgun”, insan içinse “hayatın başında, genç, kuvvetli” manalarına gel­mekte idi. Bunun “Türk” ethnonimi ile aynı olduğu ve genel olarak “kuv­vetli” demek olduğu ileri sürülmektedir. Buna karşılık işbu ethnonimin ilk şeklinin “Türk” değil, “Türkü” olduğu iddia edilmektedir (Clauson). Halen Kuzey-merkez Kırgızcada “türk”, “koyunun yağı, iyi şartta olma” anlamında yaşamaktadır.[84]

Kaşgarlı bu konuda Nuh ve Tanrı’yı karıştırdıktan sonra[85] bunun ethnonim olarak izahını yapıyor: “Türk süsi atlandı”. Sıfat olarak da “vakit an­lamına gelen bir kelimedir. Bütün meyvelerin olgunlaştığı zamanın ortasıdır”. “Türk üzüm ödi = üzümün olgunluk vakti; türk kuyaş ödi = gün ortası; türk yiğit = gençlik çağının ortası” tariflerini yapıyor.[86]

“Türk”, Osmanlı Türkçesinde “güzel, civan” karşılığında kullanılagelmiştir. Bergamalı Sarıca Kemal Divanı’nda (XV. yy.):

“Gamzeler birbirlerine eyler nihanî remzler

Söyleşürler türk hûnîler zeban-ı Pehlevî”

ve Nedim’in Divanı’nda da:

“Gerek nik-ü gerek bed aşıkım ol türk-i mağrura

Ne söyler, zahide hasıl ne yahşi vü yamanımdan”

beyitleri okunuyor.[87]

“Düzen, nizam, görenek, âdet” anlamlarına gelen “töre”nin gerçekten Türk kültürünün temelinde yattığına yine Kaşgar’lı tanıklık ediyor:

“Endik kişi…

El törü yetilsin

Toklı böri yetilsin

Kadhgu yeme sawılsun”

“Şaşkın kişi ayılsın, yurda düzen yayılsın, kurtla toklu güdülsün, kaygı yine savulsun”.[88] Ve asıl “El kaldı törü kalmas = vilâyet kalır, görenek kal­maz”, (vilâyet terk edilir, âdet terk edilmez)[89] demiyor mu? Bu konuda onu teyit edenler de var. M. Akdağ’ın belirttiği gibi, Osmanlı imparator­luğunun kuruluş ve inkişafı devrinde idari kurumlar o kadar geniş bir şekilde “örfe dayanıyordu ki, teokratik prensiplerin değişmeden kalması imkânsızdı. Pratikte çok defa bir kenara itildikleri oluyordu”.[90]

Sonuna kadar Türk-Osmanlı toplumunda belirtilerine tanık olduğumuz “töre” kavramı üzerinde biraz ısrar edeceğiz. “Törü-törö”, Türk pagan devrinin temel siyasî tabirlerinden biri olup: “geleneksel, mutat, yazılısı olmayan yasa” anlamlarına gelmektedir. Tıpkı “tatsız Türk bolmas başsız börk olmas (Türk’le karışmış olanın dışında İranlı olmaz, onu taşıya­cak baş olmadan da külah olmaz)” sözünde olduğu gibi “törü,” de “il” ve “hakan” sözcüklerine bağlıdır: memleket ve onu idare edecek başbuğ olmadan “bolmas”. Hem Budhist’ler, hem de Manihaist’ler tarafından bir dinî tabir olarak kabul edilen “törü”, gerçek ahkâm ya da din kanunlarına tabi bir “kaide” olarak benimsenmişti. XI. yy.da, İslâm’ın Şeriat’ının ve biraz da, idarecilerin keyfî tasarruflarının mukabili olarak görünüyor. Moğolcaya “töre” olarak geçip Osmanlılarca bu son (ve “türe”) şekliyle “âdet, kanun” karşılığında istimal edilmiştir.[91]

XIII. yy.ın büyük sofilerinden Necmüddin Dâye’nin Sivas’ta Farsça olarak yazıp Alâüddin Keykubat’a sunduğu Mirsad-ül İbad min-el-Mebde-i v-el-Maad adlı ve ahlâk, tasavvuf, memleket idaresi, cemiyet hayatından bahseden eseri Afyonkarahisar’lı ‘Şeyh Kasım bin Mahmut, îrşad-ül-Mürid il-el-Murad ismiyle Türkçeye çevirip (1421) II. Murat’a sunmuştur. Bu eserde konu ile ilgili olarak “Nite ki padişahın halifesi bir nice zaman padişah huzurunda saltanat türe’sini ve memleket âdetini öğrenir” cüm­lesi okunuyor. Birkaç tane de aşk şiirinden örnek verelim:

“Seni sevdim deyü nâhak yere kanım dökesin

Bu mudur sizde türe, böyle midir kanunun.” (Muhibbi – Kanunî’nin şiirlerinde kullandığı

 mahlas — Divanı).

Yine XVI. yy. şairlerinden Edirneli Nazmi Mehmet beyin 45-50 bin beyitlik divanı arasına serpiştirdiği ve “Türki-i Basit” adını verdiği man­zumelerden:

“Odlu ah itsem kığılcımlu nola gözün görüp

Türe’dür çün atılur bayram günü yindek fişek”

Pir Sultan Abdal’dan (XVI-XVII. yy.):

“Pir, Sultanım katı yüksek uçarsın

Selâmsız, sabahsız gelir geçersin

Aşk-u muhabbetten niçin kaçarsın

Böyle midir ilinizin türesi

Bir de Sabit Divanı’ndan (XVII-XVIII. yy.):

“Bu sohbetin hele ahbaba hoş gelir türesi

Döğe döğe alınır buse fasl-ı helvada”[92]

Bu kısa aradan sonra dönelim yine “Türk Elleri”ne.

Ama önce “el”i anlatalım. Bunun aslî, temel anlamı “müstakil bir hü­kümdar tarafından teşkilâtlandırılan ve idare edilen bir siyasî birim, ül­ke” olmakla beraber ilk metinlerde başka siyasî tabirlerle birlikte geç­mektedir: khağan, ülkenin hükümdarı; bodun, onun halkı; törö, töresi; uluş, onun işgal ettiği coğrafî alan ve öge, hükümdarın baş idare memuru, baş veziri. Sonradan daha geniş manaları kapsadığını görüyoruz; özellikle topluluğu, ülkenin halkını ifade eder gibi bir hal alıyor; bu yolda budun’un yerine ikame oluyor. Türkler uluslararası siyasî meselelere dahil ol­maya başladıktan sonra da “örgütlenmiş uluslararası münasebetler” ma­nasını ifade eder olmuş ve bundan da en yakın olarak “barış” manası türemiş.

İlk olarak Kutadgu Bilig’de geçen “el gün”ün “halk” demek olduğu sa­nılmaktadır: “sınamış kişi bildi elgün işi = tecrübeli kişi halkın işini bi­lir”.[93] “El tutsık yer ötüken yış ermiş = ötüken dağı ormanı ülkenin idare edileceği mahal idi” deniyor Göktürk yazıtlarında.

Kaşgarlı bu konuda bize neler diyor?

“El:  vilâyet. Beg eli = Beyin buyruğu altında bulunan vilâyet”.

“El: açıklık, boşluk. Kapuğ eli — kapı önündeki boşluk, meydanlık” (avlu).

“El: atı anlatır bir isimdir. Çünkü at, Türk’ün kanadıdır. Atlara bakan seyise “el başı” denir, ‘vilâyetin başı’ demektir; bununla ata bakan kim­se murad edilir.”

“El: iki Bey arasında barışıklık. İki Beg birle el boldı = iki Bey birbi­riyle barıştı.”

“El: el kişi = kötü, değersiz kişi. El kuş = kartala benzeyen alacalı bir kuş”[94]

“Küç eldin kirşe törü tünğlüktin çıkar = zor vilâyetten girerse, görenek bacadan çıkar (zulüm kapıdan — avludan — girerse, görenek — merha­met — bacadan çıkar)”.[95]

Turfan metinlerinde el uluş (avam) halk karşılığında kullanılmış: “balıkdın balıkka uluşdın uluşka eltin elke — kentten kente, memleketten memleke­te, ülkeden ülkeye”.

Babürname’de elgün “halk, maiyet, (hakanın) tebaası” manalarında kul­lanılmış. Oğuzname’de de “yılkılarını elgünlerni yer erdi” ifadesiyle “(ej­der) davarları ve halkı yer idi” denmek isteniyor.[96]

Aynı şekilde Çağatay, Yakut Türkçelerinde el, il “barış, uygunluk, iyi ge­çinme” anlamlarında geçmekte olup Kuman lehçesinde ele-lik “barış”; Kumukça el bol “dostluk içinde yaşama”; Oirot dilinden el-dem “iyilik, hayır”; Uygurca el-si-t “sükûnete erdirme” ve nihayet Çağatay ve Os­manlı Türkçelerinde ve Kırgızcada el-çi, “elçi” karşılığındadır.[97]

Horasan ve Maveraünnehr bölgeleri ilim tarihinde de çok önemli yer iş­gal ederler. Sadece en ünlülerinden IX. yy.ın ilk yarısında Harzemî, Merv’li Marvazî, Ferganî, Abu Mazhar Cafer ibn Ömer el-Belhî; ikinci yarısında Horasan’a uzak olmayan Rey’li Razi; X. yy.ın ilk yarısında Farabî, Ebül Kasım Abdullah ibn Majur el-Türkî, Abu Zaid Ahmed ibn Sahl el-Belhî; ikinci yarıda Ebu Abdullah ibn Yusuf el-Harzemî (el Kâtib), Horasan’lı Ebu Cafer el-Hâzin, Rey’li Abdürrahman ibn Ömer el -Sufî el-Râzî, Merv yakınında Sagan’lı Ahmed ibn Muhammed el Saganî el-Asturlâbî, Abu Mahmud Hâmid ibn el-Kidr el-Kujandî (Sogd’da); XI. yy.ın ilk yarısında Birûnî, Buhara’lı İbn Sina ve hatta Tus’da (Horasan) doğan Şahname yazarı Firdevsî Türk ilim adamları arasından zikredilebilir.[98]

Arapların Orta Asya ve Afganistan’a varmalarından evvel Türk toplu­luklarının buralara yerleşmiş bulundukları böylece aşikâr olmaktadır. Bunlar, “yerli” halkla birlikte, buralarda kurulan yeni İslâm devletleri ile tedricen bütünleşmekte idiler. Fergane ve çevresindeki nahiyelerde, reis­lerinin afşin, ikşid v.s. gibi unvanlar taşıdığı küçük idarî merkezler kur­muşlardı. Bunlar ancak İslâm ordularına ortak olacak ve muhtemelen İslâm dünyasının sair yerlerinde istihdam edilebilecek kadar İslâmlaşmışlardı. Ad olarak unvanı ile meşhur olmuş bir Afşin, Azerbaycan’da Rafızî Babek’in isyanını 830’da bastıracak, bir asır kadar sonra da yine aynı şekilde isim almış bir İkşid, Halife tarafından Mısır’a egemen vali olarak tayin edilecektir. IX. yy.ın ikinci yarısından itibaren ordu kademele­rinde emri kumanda mevkileri ile biraz sonra siyasî mansıplar, çabuk iler­leyen eski köle Türkler tarafından işgal edilmekte idi. Aynı yy.ın son­larında Mısır, bunlardan biri olan Ahmed ibn Tûlûn tarafından müstakil bir devlet gibi idare ediliyordu ve yukarda adı geçen İkşid, Ahmed’in oğlunu istihlâf etmek üzere oraya gönderilmişti.[99]

Biraz evvel söylediğimiz gibi İslâmî renkleri hiç de koyu olmayan bu ki­şiler tefrika münakaşalarının daima dışında kalmışlardı. Aslında ne bu inançların farkını anladılar, ne de kendilerininkilerin bu tefrikalardan han­gisine ait olduğunu bildiler.

Oğuz-Türkmenlerin, dolayısıyla Selçukluların fizikî yapılarının gerek Mo­ğol, gerekse Şark Türklerinden farklı olduğu belgelerden anlaşılıyor. Bi­rincilerin siması daha çok Farslarınkine yakın oluyor ve bu sima farkının Oğuzların kendi yurtlarından göçmelerinden evvel mevcut olduğu meydana çıkıyor.

Mamafih Oğuzların, kendilerini Doğu Türklerinden olduğu kadar esmer İranlılardan da tefrik eden bir simaya sahip bulundukları mukayyettir. Aşağıdaki hadise buna bir delil teşkil eder: Kırman Selçukluları sultanı Turan-Şah (1085-1099), sarayında çalışan bir marangoza, çırağının Türk’e benzemesi dolayısıyla çocuğun kimin olduğunu sorar. O da “Bu meselenin mesuliyeti size aittir. Zira Konak Kanunu’na (hükm-i nüzul) göre evim­de bir Türk askeri oturmaktadır. Anası bu çocuğun benden olduğunu söy­lerse de bunun cevabını vermek size düşer” karşılığını verir.

Mamafih İranlı kavimlerle Türkler arasında karışmaların vuku bulduğu da bir gerçektir. Selçuklulardan önce Harizm’lilerin “suret ve tabiatları itibariyle Türklere benzediği” dikkati çekmişti. Asırlarca süren Türk göç­leri sayesinde Harizm, Maveraünnehr ve Doğu Türkistan’da da Aryanî kavimler temessül edilmiş ve Türkleşmiştir. Kaşgarlı Mahmud, XI. yy.da Buhara ve Semerkand bölgesinde Sogd’luların, Doğu Türkistan’da Gencek ve Hotan’lıların Türkçeden başka kendi dillerini de konuştuklarını, yukarda söylediğimiz gibi, belirtir. Bu karışmalar göçebelerle değil, yer­leşik hale geçmiş Türklerle vaki olmakta idi.[100]


Dipnotlar:

[1]         Sonunda her canın ilâhî affa mazhar olacağına dair inanç.

[2]         H.A.R. Gibb. — An Interpretation of Islamic History, in JWH I/l, 1953.

[3]         Bu konuya ilerde ayrıntılarıyla değineceğiz.

[4]         Cl. Cahen. — Pre-Ottoman Turkey, N.Y. 1968, sah. 9.

[5]         Âyette, sükûnet, nezaket anlamlarına gelen “sikkina” kelimesi geçer.

[6]         Klitoris.

[7]         DLT I, sah. 334-335.

[8]         W. Barthold. — op. cit. sah. 57, 58.

[9]         İmadüddin İsfahanî. – Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, İstanbul 1943, sah. 72, 73 (İbnülesir’den istiane.)

[10]       G. Makdisi – Les Rapports entre Calife et Sultan à l’Epoque Saljûqide, in IJMES, VI/2, April 1975.

[11]       İA, mad. “Nasır”.

[12]       W.Barthold – F. Köprülü – İslam Medeniyeti Tarihi, 1962, sah. 84.

[13]       S. Moscati. – op. cit. sah. 192.

[14]       M. Sencer. — Dinin Türk Toplumuna Etkileri, Istanbul 1968, sah. 45.

[15]       G. Clauson. — An Etymologycal Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish, Oxford 1972, mad. “tatık. (sah. 453). “Tat, tatıkmak” sözcüklerinin manaları ilerde izah edilecektir.

[16]       İA, mad. “Şu’ûbiye. ve P. Mottahedeh. — The Shu’ûbîyah Controversy and the Social History of Early Islamic Iran, in IJMES, VI1/2, 1976.

[17]       Burada bahis konusu olan “bel’etme” keyfiyeti bilhassa, “hükümet etme şekli” bakımından olduğunu peşinen tasrih etmek isteriz. Zira asırlara rağmen Asya “sivrilik”leri her yerde kendini gösterecektir.

[18]       R. Grousset. — L’Empire des Steppes, Paris 1960, sah. 27, 29.

[19]       R. Grousset – G. Deniker. — La Face de l’Asie, Paris 1955, sah. 49.

[20]       ibd. sah. 49-50.

[21]       G. Clauson. — op.cit., sah. 438.

[22]       UNESCO. — Etüde des Civilisations des Peuples de l’Asie Centrale. Conférence Internationale sur l’Archéologie, l’Histoire et les Arts de l’Asia Centrale pendant la Période Kouchane, Douchanbé (Tacikistan), 1968. Rapport final.

[23]       R. Grousset — G. Deniker. — La Face de l’Asie, sah. 56-57.

[24]       W. Barthold. — Histoire des Turcs d’Asie Centrale, sah. 57.

[25]       İmad ad-din Al-İsfahanî. — op.cit., sah. 70.

[26]       W.Barthold – op. cit. sah. 9. R. Giraud – op cit. sah. 87.

[27]       R. Giraud – L’Empire des Turcs Celestes, sah. 88.

[28]       İsfahanî – op. cit. sah. 66.

[29]       W.Barthold – op. cit, sah. 52-53.

[30]       Cl. Cahen – op. cit. Intr. XV.

[31]       R. Grousset. — L’Empire des Steppes, sah. 20-21. Ayrıca bkz. HM, III/I, sah 32, 218.

[32]       Politik manadaki “sağ” veya “sol”la hiçbir ilgisi olmayan. R. Grousset — op.cit., sah. 54.

[33]       Müşahedelerimiz 1951 senesine ait.

[34]       A. von Gabain. — Hun-Türk Münasebetleri, in II.TTKg., sah. 908.

[35]       R. Grousset. — op.cit., sah. 97, 98.

[36]       ibd., sah. 104.

[37]       ibd., sah. 125.

[38]       D. Sinor. — The Historical Role of the Turc Empire, in JWH 1/2, 1953.

[39]       ibd.

[40]       “Ergene yahut Irgana kadim Türkçede ‘vadi’ demektir. ‘Kom’ da pek yalçın bir tepe manasınadır”. Deguignes. — Hun’ların, Türk’lerin, Moğol’ların ve da­ha sair Tatar’ların Tarihi Umumisi, II, sah. 267 (Terc. Hüseyin Cahit)

[41]       Theophilaktos Simocatta, VII, 7. R. Grousset. — op.cit. sah. 126, notta zikr.

[42]       R. Grousset et G. Deniker. — La Face de l’Asie, sah. 53.

[43]       Tartışmanın tafsilâtı için bkz. R. Grousset. — L’Empire des Steppes, 162, 163, not.

[44]       ibd.

[45]       R.N.Frye ve A. Sayılı – Selçuklulardan evvel Orta şarkta Türk’ler, in Belleten 37, Ocak 1946.

[46]       Cl. Cahen – Pre-Ottoman Turkey, sah. 3.

[47]       O. Turan – Türk Cihan hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1969 I, sah. 75.

[48]       R.Grousset. – L’Empire des Steppes, sah. 196.

[49]       GG.

[50]       G. Clauson. — op.cit., sah. 397.

[51]       R. Grousset. — Histoire des Croisades, I, XLIV ve dev. (Giriş).

[52]       R. Grousset. — L’Empire des Steppes, sah. 209-214.

[53]       İ. Kafesoğlu. — Türkmen adı, manası ve mahiyeti, in Jean Deny Armağanı, Ankara 1958, sah. 121.

[54]       Deguignes, op.cit., IV, sah. 238-239.

[55]       ibd., not 1 ve 2.

[56]       Amasya Tarihi, II, sah. 38.

[57]       ibd., not 1 ve 2

[58]       Jean Deny. — Türk Dili Grameri, terc. A. Elöve, İstanbul 1941, fas. 520, sah. 313.

[59]       DLT, III, sah. 157.

[60]       G. Clauson. — op.cit., sah. 766, 767.

[61]       İ. Kafesoğlu. — op.cit.

[62]       M. Choisy. — La Métaphysique des Yogas, Genève 1948, sah. 176.

[63]       A. İnan. — Manas Destanı, Istanbul 1972, sah. II, III.

[64]       Barthold’dan naklen R. N. Frye ve A. Sayılı. — Selçuklulardan evvel Orta Şark’ta Türkler, in Belleten 37, Ocak 1946.

[65]       J. – P. Roux. — Les Traditions des Nomades de la Turquie Méridionale, Paris 1970, sah. 7.

[66]       R. N. Frye ve A. Sayılı. — op.cit.

[67]       R. Giraud. — op.cit. sah. 79.

[68]       G. Kolpaktchy. — Livre des Morts des Anciens Egyptiens, Paris 1973, sah. 52.

[69]       Deguignes. — op.cit., sah. 209-210.

[70]       DLT, I, sah. 29-30.

[71]       Göktürk dili.

[72]       G. Clauson. — op. cit., önsöz.

[73]       R. N. Frye ve A. Sayılı. — op.cit.

[74]       M. A. Czaplicka. — The Turks of Central Asia in History and at the Present Day. An Ethnological Inquiry into the Pan-Turanian Problem, London 1973 (ilk baskı 1918), sah. 18-20.

[75]       TS, mad. “tur.”

[76]       Cami (Baykurt). — Osmanlı ülkesinde Hristiyan Türk’ler, Istanbul, 1932, sah. 17.

[77]       ibd., sah. 135-138.

[78]       Ziya Gökalp. — Türk Töresi, Istanbul 1975, sah. 9, 16.

[79]       G. Clauson. — op.cit., sah. 449.

[80]       KT I, sah. 370.

[81]       G. Clauson, op.cit.

[82]       DLT I, sah. 486.

[83]       ibd., II, sah. 216.

[84]       G. Clauson. — op.cit., sah. 542.

[85]       DLT I, sah. 350-352.

[86]       ibd., sah. 352-353.

[87]       TS, mad. “türk”.

[88]       DLT, I, sah. 106.

[89]       DLT, II, sah. 25.

[90]       in Belleten 55, 1950, sah. 337. Zikreden D. Kuban – Sanat Tarihimizin Sorunları, İstanbul 1975, sah. 147.

[91]       G. Clauson – op. cit., sah. 351 – 352.

[92]       TS, mad. “türe (töre)”.

[93]       Kutadgu Bilig 245.

[94]       DLT, I, sah. 48 – 49.

[95]       DLT III, sah. 120.

[96]       G.Clauson – op. cit. sah. 121 – 123.

[97]       M. Räsänen. – Versuch eines etymologischen Wörterbuchs der Türksprachen, Helsinki 1969, sah 39.

[98]       G. Sarton – Introduction to the History of Science I, Baltimore 1953.

[99]       Cl. Cahen – Pre-Ottoman Turkey, sah. 6-7.

[100]     O. Turan – op. cit., sah. 29-33.