Ülkemizde birçok zanaat (eski deyimle hirfet) kültürel yapının bir gereği olarak süregelmiş, ancak zamanın icabı, bunların birçoğu kaybolmaya yüz tutmuş. Bu zanaatların tarihte geriye doğru ne kadar gittiklerini tam olarak bilemiyoruz. Basın, çok isabetli bir hareketle bunların birçoğuna sahifelerini açmış. Bunlardan ilginç bölümleri özetlemekle yetineceğiz. Bundan önce yazdıklarımızın bir devamı olarak yine metallerle ilgili konulara öncelik veriyoruz. Bunlara, Ülkü Ayvaz’ın tatlı sunuşu ile bakır tepsilerden başlıyoruz.
“Akşam görücüler gelecektir. Gelin adayına bu durumda ilk uyarı şudur: ‘Kahveleri verirken tepsiyi sarsma’. Ardından ‘dik yürü ikramda bulunurken elindeki tepsiye bakıp durma’… Derken akşam zamanı gelip çatar…; fincanlar dizilir; mutfakta bir köşeye sıra sıra ve büyük bir olasılıkla gelin anasının, sandığında saklayıp durduğu o işlemeli, pırıl pırıl tepsi çıkarılıp gelin adayına verilir. Evdekiler, konuklarının yan gözle tepsiye bakacaklarını… bilir”.
“Ertesi gün gelin adayının, arkadaşlarına anlattıklarına tanık olsak, şöyle diyebileceğini düşünebiliriz: ‘Aman, öyle korktum ki elim ayağım birbirine dolaşacak diye; tepside fincanlar tıkır tıkır titriyordu!’…”.
Ve devam ediyor Ayvaz anlatmaya, tepsileri.
“ ‘Tepsi’ sözcüğünün aslı ‘tapşı’, ‘tapşırmak’, yani sunmak (takdim etmek)ten geliyor. Bakırcılık konusunun büyük uzmanlarından Gündağ Kayaoğlu, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde tepsiye verilen adları çıkarmış: ‘çarkı, çifni, çöven, döndürme, evişmek, evsemek, kıyılı-kıyıklı, künet, peşkun, pulat, senit, sodan, tanur, tebir, tebur, tıngır, tirki’. Gündağ tepsileri şu işlevlere göre sınıflandırmış: ‘Fincan tepsisi, börek tepsisi, baklava tepsisi, ekmek tepsisi, sini’. Anadolu’da köyün ortak malı olan ve düğünlerde kullanılan sinilerin, çapı bir metreden büyük olanlarına ‘meydan sinisi, orta sinisi’ adı veriliyor.”[1]
Alüminyum ve sair metal kap-kacağın bakırın yerini alması sonucu, “ne işlerin tadı kaldı, ne yemeklerin”… Anadolu’nun birçok yöresinde, eskisi kadar olmasa bile hâlâ mutfağa yönelik bakır dövülüyor. Bakır döven çekiçlerin yanında kalaycılar yerlerini alıyor. Kalaycıların varlığı bakırcılara bağlı. Çekiç sesleri dinmedikçe kalaycılık da yok olmayacak[2].
Bakırcılar Çarşısı’nda kalmayı sürdürüyoruz, ama bu kez Kütahya’dayız, son kalmış bakırcı Saffet Usta’nın dükkânında. Ve anlatıyor Saffet Usta: “Evet, babam memurdu, ‘oğlum okuyup da ne olacak sanki?’ deyip beni bir bakırcı ustasının yanına verdi. O zaman bakırın altın çağı idi; çarşı cıvıl cıvıldı. Biz dükkânda 18 kişi çalışıyorduk. Daha çok emzikli ibrik yapıyorduk. Bilindiği gibi zamanla bakır mutfaktan elini eteğini çekti ve bakırcılık işi de yok olma noktasına geldi… Ben şu an sadece ‘alem’ yapıyorum, bir de tamir işleri… Yaptığım alemler de zor gidiyor…”.
Kütahya’nın komşusu Afyon’da da, Saffet Usta’nın bir meslektaşı var. İsmail Yurtyapan… Alemcilik kendisine babadan kalmış…: “Afyon’da eskiden tüm bakır işlerini, tabiî ki alem’i de, Ermeniler yaparmış. Yunan Harbi’yle birlikte onlar yöreyi terk edince Afyon’da bakır işi durmuş. Sonraki yıllarda Buhara’dan gelen bir usta yöremize yerleşmiş, babam da yanına çırak olarak girmiş. Usta ölünce tezgâh babama kalmış. Ve meslek baba mesleği… Geçmiş yıllarda her tür bakır işi yapıyorduk. Ama son yıllarda alemcilik tek iş haline geldi…”[3]
Bakırcılık âlemini, bileşimi sır olarak saklanan bir bakır alaşımından yapılan bir müzik âleti ile terk edeceğiz.
Bu âlet, ünlü müzisyenlerin tercih ettikleri el yapımı zillerdir. Bunlar “Bosphorus” ve “İstanbul” markalarıyla imal ediliyorlar. Bunların yüzde sekseni ihraç ediliyor ve makine yapımı zillerden 1,5-2 kat pahalıya satılmasına rağmen tercih ediliyorlar, şöyle ki el yapımı zilin tınısı ayrı oluyor. Zillerin dökümü, presten geçirilmesi ve çekiçle düzeltilmesi aşamalarının her birinde el işçiliği kullanılıyor.
1623 yılında İstanbul’da yaşayan Avendis adlı simyacının geliştirdiği ileri teknik, Türk zillerinin başlangıç noktası olmuş. Bunların özel bir tınısı vardı. Avendis zillerinin ünü kısa zamanda duyulmuş. Osmanlı Sultanları, vezirler de zillerin ününü duyunca Avendis’e, o zamanın meslek odası statüsünde bulunan lonca tarafından “zilciyan” unvanı verilmiş. Türk zillerinin ünü giderek dünyaya yayılınca, Osmanlı ordusunun yanı sıra Prusya ordusunda da Türk zilleri kullanılmaya başlamış.
Zilciyan’lar 1970’de ABD’ye göçmüşler. Bunların yanında yetişenlerin bugün işlettiği iki atölyede, mezkûr “Bosphorus” ve “İstanbul” zilleri üretiliyor.[4]
Geleneksel halk zanaatlarından demirli metal mamullerine geliyoruz. Bunlardan biri bıçakçılık oluyor.
“Elinde Bursa çakısı
Boynunda kırmızı yazma
Değnek soyarsın akşamlara kadar
Fulya tarlasında”.
Orhan Veli’nin bu “kaside” şiirinden (Eylül 1940), çakının, bıçağın sıfatının “Bursa” olduğu anlaşılıyor.
Bursa’nın, kapanan atölye ve dükkânlarına koşut olarak ufalan “Bıçakçılar Çarşısı”, bize “Bursa işi” mamuller hakkında ilginç ayrıntılar veriyor.
Yaşlı bir usta anlatıyor: Eskiden her delikanlının mutlaka bir çakısı olurmuş. Bıçak taşımak “kabadayılık ruhu”nu gerektirirmiş. “Nerede o bıçak atan, asabiyetini değnek soyarak geçiren bıçkın delikanlılar!” diye eski günleri anımsıyor, Bursa bıçakçıları. Yaşlı ustanın genç usta olduğu o yıllarda bıçak, tek tek sipariş üzerine bile yapılırmış; sapı, siparişe göre süslenmiş bıçaklar, “namus gibi üzerinde taşınır” imiş.
Ve anlatıyor, dükkâncı: “Şu gördüğümüz ‘Avcı çakısı’, fişek çıkarır, deri yüzer… Şu, ‘balık bıçağı’, ağ onarır, balığın pullarını soyar, yemlik çıkarır, midye açar. Şu, ‘piknik bıçağı’. O kadar çok şey yapar ki ava giden astronotlardan başka herkese satarım. Erkek müşterilerimiz, piknik bıçağı için ‘kötü avrattan iyiymiş’ derler”.
“… Şu, ‘küçük Amerikan’, şu, ‘büyük Amerikan’, Şunun adı da ‘muz bıçağı’… Şu, özel domates bıçağı, şu, ‘çarleston’ çanta bıçağı; hanımlar için, saldırı ve sarkıntılık anında ‘caydırıcı’ etki yapar. Ayrıca limon soyar, mektup açar. Şunlar, üç boy ‘Arnavut’, şu ‘Mine’…” (Resim l57).
Söylendiğine göre bıçakçılığı Bursa’ya 93 Savaşı’ndan sonra gelen Balkan göçmenleri getirmişler. Göçmen ustalar, çocukları ve çırakları aracılığıyla geliştirerek bugünkü düzeyine çıkarmışlar.
Bel bıçağı, kasap bıçağı, av bıçağı, bekçi bıçağı, saten koltuk bıçağı, başlıca bıçak türleri olmuş.
Döner bıçağının ise ayrı bir yeri var: Hantal ve kaba görünüşüne aldırmamak gerekir… Bir ucundan usta bir el tutunca, bir de “göbeğinden” dönere oturunca, görün siz onun marifetlerini! Keman yayının telleri okşaması gibi, iner yukardan aşağı, keser döneri yaprak yaprak…
Av bıçaklarında, bir geyiğin boynuzu ile ayakları, ancak Bursa’daki bir bıçakçı dükkânında bu denli birbirine yaklaşabilir…[5]
Kişisel gözlemlerimize göre Anadolu delikanlıları, “söğüt yaprağı” adı verilen bir bıçağı ceketlerinin iç cebinde, ucu yukarı gelecek şekilde, taşıyorlardı. Bu bıçak, genişliği 7-8 mm olan, iki ya da tek yanı keskin, ucu iğne inceliğinde, 15-20 cm uzunluğunda, gerçekten söğüt yaprağı profilini haiz bir bıçaktı ve ucuna bir şişe mantarı geçirilerek taşınırdı.
Demircilik işleri arasında yine gününü doldurmuş, sanayileşmeye yenik düşmüş zanaatlardan testerecilikle burguculuğu zikredip geçiyoruz.
Bunlara karşılık, yıllar önce el işçiliği ile başlayıp yavaş yavaş fabrikasyon aşamasına gelmiş av tüfeği, tabanca gibi silâhlar da, Karadeniz’in, Adapazar yöresinin, Konya’nın Beyşehir ilçesi kasabalarının uğraş konusu oluyor, yerli talebi karşılamanın ötesinde ciddî boyutlara varan ihraç konusu oluyor.
Metal işçiliği konusunu metallerin şahı, altınla ve daha sonra da gümüşle kapatıyoruz.
XVII. yy.da Evliya Çelebi’nin övgülerine mazhar olmuş Trabzon kuyumculuğundan başta altın işlemeciliği olmak üzere geriye kalan “Hasır”, ya da Trabzon dışındaki adıyla “Trabzon”, oluyor. 22 ayar altının 0,30 mm inceliğinde tel haline getirilmesinden sonra kadınların elinde dantel gibi işlenerek bununla bilezikler, kolyeler, küpeler, kol düğmeleri, sair takılar… yapılıyor.
Çıkan yüzyılın 60’lı yıllarına kadar bu hasır örme işini erkekler yaparmış. Sonra yavaş yavaş zanaat kadınlara geçmiş[6]. Trabzon’un, işbu “Hasır” kadar ünlü gümüş “telkâri” işlerinden birkaç örnek, Resim 158’de verildi. Bu gümüş “telkâri” kuyumculuğuna biz Kars ve Erzurum’da olduğu kadar Diyarbakır ve Mardin’de de rastladık. Buralardaki eski ustalar çoğunlukla Ermeni ve Süryanî Hıristiyanlarmış.
***
Erzurum denilince akla, ister siyah inci, ister “Oltu taşı” densin, bundan yapılan ziynet eşyaları akla geliyor.[7] (Resim 159)

Anadolu’nun, tarihi çok eskilere giden birçok kenti, hâlâ kendine özgü farklı bir kültürü, bir dokuyu ve kişiliği koruyup sürdürüyor. Bu belirleyici özellikler, teknolojinin gelişmediği çağlarda büyük bir olasılıkla bu kentleri biçimsel ve görsel olarak etkilediği gibi, ekonomik açıdan da yönlendiriyordu. Böylelikle kentlerin her biri, diğeri için dengeli bir pazar oluşturarak, hem ekonomilerini canlı tutuyor, hem de belli oranda kültür alışverişinde bulunuyordu. İlginç olan nokta, ne savaşların, ne de toplu göçlerin, yakın zamanlara kadar bu durumu yıkamamış olmasıdır. Söz gelişi, Erzurum’daki “Erzurum taşı” veya yöredeki adıyla “Oltu taşı” denilen siyah taş ve işçiliği…
Erzurum’un küçük dükkânlarının birinde tek başına çalışan Mustafa Kara usta anlatıyor: “Eskiden, ben gençken daha çok kuyumculuk işleri yapardık, küpe, yüzük gibi… Şimdi tespih aranır oldu…”. “Sigara ağızlığı” da yapılıyor ama istek azaldı, filtreli sigaraya ağızlık takılmaz ki! Hem her birinin ustası ayrıdır. Bizim sanatın ince yanı, taşla birlikte işleyeceğin altın ve gümüşü de eşyaya göre işlemektir…”
“… Önce, bu taşlar ham olarak ocaklardan çıkarılır. Büyüklükleri bir yumruk, bilemedin top kadardır. Bunları çakı ile yontup keserek silindirik veya para gibi yuvarlak biçimlerde parçalara ayırırız. Sonra ıslak beze sarıp bekletiriz, çatlamasınlar diye… Sonra bu taşları matkapla deleriz. Mustafa Kara usta, kullandığı alabildiğine basit matkabı da gösteriyor ve bu ilginç minyatür âletleri kendilerinin yaptığını gururla belirtiyor.[8]
***
Tespih koleksiyoncusu A. Aydın Bolak’a göre “tespih”, kaynağını Kur’an’da bulan bir kavram oluyor. Kur’an’a göre, “teşbih etmek”, müminler için Tanrı’yı arılandırma ve ululandırmadır.
Tespihi, Buddhistlerin de, Hıristiyanların da dinî törenlerinde kullandıkları biliniyor. Bunlara karşılık Peygamber’in tespihi yoktu. Dört Halife (Hulefa-i Râşidin) devrinde de tespih henüz kullanılmıyordu. Onun yerine parmak boğumları, hurma çekirdeği ya da çakıl taşı kullanılıyordu namaz üstüne.
Tespihin İslam dünyasında ilk ortaya çıkışı Emevîler dönemine rastlar. Yine bu çağda, sayı saymaya yarayacak birtakım âletlerin yapılması düşünülmüştü. Ama itirazlar oldu, İslâm’a aykırı düşeceği ileri sürüldü. Bunun üzerine eldeki malzemelerin ortası delinerek tespih denilen nesne yapıldı. Malzemesi çoğunlukla ağaç olmuştu ama sonra, değerli taşlar kullanılmaya başlanmıştı.
Türk tespih ustaları, taneleri haddeden geçirirlerdi, böylece tanelerin çap ve boyu hep aynı olurdu.
Ağaç malzemenin dışında değerli ve yarı değerli madenlerden de yapılıyor tespih.[9]
“Nazar değmesi”nin, yani birisine bir türlü zarar verilmesinin, etrafta bulunan sayısız cinlerden birinin işi olduğunu yıllar önce yazmıştık.[10] Bu cinlerin sevmedikleri, onları kaçırmak için insanların kullandıkları nesneler arasında keskin renkler, birinci derecede mavi, ikinci derecede de kırmızı bulunuyor. iri “göz boncuğu”, namı diğer “nazar boncuğu”, aradaki beyazın ayırdığı, başlıca mavi olmak üzere, bu iki rengi ayırarak özellikle ortadaki çok daha küçük kırmızıyı belirgin kılıyor.
Ülkemizde “göz boncuğu” üretiminin yüzde sekseni, İzmir’in Görece köylüleri tarafından gerçekleştiriliyor. Göreceliler, cam kırıklarını, çam odununda ilkel ocaklarda ergiterek içine boya katıyorlar, sonra da buna, demir çubuklarla şekil veriyorlar.
Küçük mavi cam boncuklardan da tespihler, gerdanlıklar ve sair “cin kaçırıcı” öteberi de yapılıyor.[11]
***
“El sanatlarında yaprak dökümü”nün peşine düşmüş Erdal Yazıcı, bu kez Sivas’ın tarakçılarını, “sırma saçlara boynuz tarak”ları anlatıyor.
Sanayi sitesinin orta yerinde bir atölye. İçerde ağır bir koku ortalığı sarmış.[12] Kenarda bir ocak, yanı başında mütevazi bir torna (?) (freze olmalı) tezgâhı… Sivas’ın tarakçısı Mustafa Kurtluca usta anlatıyor: “Elli yıldır tarakçılık yapıyorum. Yaptığım taraklar boynuzdan: Öküz, manda, keçi… Boynuzları bize köylüler getirir… Bir boynuzdan (manda boynuzundan) iki tarak çıkar. Boynuzu önce ikiye ayırırız. Sonra ortadan yarıp ocakta biraz bekletip prese sokarız. Presten düzeltilmiş olarak çıkan boynuz, sonra tezgâha girer.”
“Presten çıkmış kalıp halindeki boynuzlar, tezgâhta birer birer zımbalanıp dişleri açılır, sonra da cilâlanırlar”.
“Taraklar çeşit çeşit; kadın tarakları da birkaç çeşit. Tırnakları farklı, elle tutulacak yeri olanları var…”
Mustafa usta, “iyi bir usta akşama kadar sıkı bir çalışmayla altı tarak yapabilir” diyor.
Eskiden develerle Musul’dan tarak gelirdi. Biz de yapardık. Yine yetiştiremezdik. İlk çıraklık yıllarında mandanın tırnaklarından, yaşlılar sakallarını tarasınlar diye, tarak yaptığımızı hatırlıyorum. Şimdilerde elimizdeki yaptığımız tarakları bile zor satıyoruz. Nasıl satalım ki, bir plastik tarak yüz lira; hem de renk renk…”.
Kendi yaptığı tarakların daha sağlıklı olduğunu, plastik tarakların saçta elektriklenme yaptığını, “kepekleri almadığını” iddia ediyor, Mustafa Usta.[13]
***
“Lületaşı ilginç bir taş, Eskişehir’e özgü. Beyaz, ılık ve nemli. Bir usta, naylonlara, havlulara özenle sardığı işlenmemiş temiz iri bir taşı uzattı, ‘biraz dokunun bakalım’ dedi… ‘Neye benzeteceksin?’.
“Yumuşak – sert bir şey. Ilık ve nemli… Canlı gibi, sanki bir genç kızın tenine benziyor. Rengi bile aynı…”.
“ ‘Evet, mahsus verdim. Kime gösterdiysem aynı şeyi söyledi. Kadın gibi…”. Batıklar onu boşuna aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit’in içinden doğduğu deniz dalgalarının köpüğüne benzetmemişler!”.
“…Vitrinlerde sergilenen pipolar, kolyeler, küçük heykelcikler, sıradan turistik eşyalardan pek farklı görünmezlerdi. Fakat bu beyaz taşın peşinden köylere ve 70-80 metrelik ilkel madenlere inince, lületaşının, ya da Batılıların deyişi ile ‘deniz köpüğü’nün, gerçek bir serüven olduğunu anladım.
Taş, Eskişehir dolaylarındaki ilkel madenlerden çıkartılıyor. Dediklerine göre bu işin geçmişi 600 yıl öncesine gidiyormuş, Osmanlılar öncesine. O devirlerde de taşı ilk çıkaranlar, tahmin edileceği gibi, Ermeniler…”.
“Lületaşının Avrupa sahnelerinde görünmesi ise XVIII. yy.ın ortalarına rastlar. 1720’lerde Sultan II. Ahmed, Macar misyoneri Kont Andrassy’ye üç hediye verir: Kıymetli taşlarla süslü bir kama, iki esir kız ve iri bir işlenmemiş lületaşı. Kont, ülkesine dönünce pipo meraklısı arkadaşı Karol Kowates’e ham taşı verir. Kowates de bugün hâlâ Budapeşte Müzesi’nde sergilenen pipoları yapar”.
Lületaşı doğada genellikle magnezit ve krom yataklarının yakınlarında bulunmaktadır (İç deniz, Eskişehir Hava meydanı kumsalı, deniz kabukları, Sepetçi kariyesi…). değişik kimyasal yapıya sahip olan taş, küçük yumrular halinde ve sanki serpiştirilmiş gibi dağınık olarak bulunur. Yerin altı genellikle nemli olmasına karşın, içinde su bulunan ocakların taşları tercih edilir. Suyun içinde olması, taşa esneklik ve uzun ömür verir, taşın kırılganlığı azalır.
Ocaklardan çıkan taşlar önce yıkanıp dış yüzeyleri tıraşlanır. Bu iş, “tahra” denilen küçük ve keskin bir satırla yapılır. Kaba olarak yapılan bu tıraşlamadan sonra ikinci bir tıraşlama daha yapılarak taşın beyaz ve kendine özgü çekici yapısı ortaya çıkartılır. Ardından, taşın doğal biçim ve büyüklüğüne göre alacağı şekil, çok kaba olarak taşa verilecek pipo yontusunun tasarımına hazır duruma getirilir.
Malzemenin ilk ana biçimlendirilmesi bittikten sonra, taş güneşte ya da elektrik ampulünde kurumaya terk edilir. Kuruma bitince her yanına ince bir zımpara yapılır. Sonra, daha da sertleşmesi için kaynayan bir parafine daldırılır. Bu aşamada, yontucu taşı tekrar ele alarak konunun ince detaylarını işlemeye başlar. İş bittiğinde konu tamamlanmıştır ve çıkan parça balmumuna batırılır. Balmumu maddesi, pamuklu bir bezle ovularak hem inceltilir, hem de böylece malın cilâlanmasını sağlar. Artık ürün sergilenmeye ve satışa hazırdır (Resim 160).
Lületaşı ülkemizde sadece turistik amaçlar için kullanılıyor. O ise taş, değişik kalitelerde elde edildiği için, farklı kullanım alanlarında değerlendirilebilir. Taşın pipo olarak değeri, tütündeki nikotini emmesinden kaynaklanıyor. 99’un ikinci yarısında, ocakların bulunduğu Sepetçi köyüne Japonlar geliyor ve fireleri almak istiyorlar. Bizimkiler de “bu tozlarda bizim bilmediğimiz ne var ki, Japonya’dan kalkıp buralara gelmişler” diye düşünüp öyle bir fiyat istiyorlar ki, tozlar ellerinde kalıyor…[14]
Sigara, puro ve tütünle ilgili ABD’de yayınlanan “Smoke” dergisi, Lületaşından yapılan pipolara geniş yer ayırmış. Lületaşını, “Beyaz Altın” başlığıyla tanınan ve Eskişehir Sepetçi’deki (dergi bunu yanlış olarak Sebeci diye yazmış) ustalara övgüler yağdıran dergide, 30 bin dolarlık lületaşı pipoya (Resim 161) dikkati çekiyor. Haberde, lületaşı ustası Eyüb Sabri’nin imzasını taşıyan piponun, yine aynı usta tarafından 1982 yılında satılan 10 bin dolarlık piponun rekorunu kıracağı belirtiliyor. “Smoke” dergisi, 1982’deki rekoruyla Guinness Rekorları Kitabı’na geçen Eyüb Sabri’nin her modelinin olay yarattığını yazıyor. Ünlü ustalar Eyüb Sabri ve diğerlerinden övgüyle bahseden haberde, lületaşı pipoların birer sanat eseri olarak algılanması gerektiği savunuluyor.[15]
***
Geçtik ahşap malzeme ile yapılan işlere.
Baston, yüzyılımızın (2000) başında tüm dünyada yaşlı – genç, herkesin tutkusu idi. Öyle ki bazı ünlü erkek ve kadın sanatçılar sahneye çıktıklarında bastonu aksesuar olarak kullanırlardı. Maurice Chevalier bunun en tipik örneği idi. İngiltere’de ise lordlar kullandıkları bastonlarla asaletlerini kanıtlarlardı. İşte bu yıllarda marangoz Ali Ziya Efendi, Mısır’da askerliği sırasında İngilizlere esir düşmüştü.
Esaret yıllarında İngiliz soylularının baston, asa ve şemsiye sapı ve pipolarını yapan, gerektiğinde onları onaran Ali Ziya Efendi’nin özgürlüğüne kavuşmasından sonra memleketi Devrek’e (Zonguldak) gelişi ile Türkiye gerçek bir baston ustası kazanmıştı.
Ali Ziya Efendi’nin torunları durumundaki çırakları da onun yolundan giderek bugün tüm dünyada aranan Devrek bastonlarını yarattılar ve bu geleneği bugün başarı ile sürdürüyorlar.
Başta kızılcık olmak üzere porsuk ağacı, gül ağacı, dişbudak, şimşir, kızılağaç, cevizden yapılan bastonlara sapından “basacak” denilen alt ucuna kadar biçim vermek, süsleme yapmak, gerçekten övülecek bir sanat.
Baston yapımında çeşitli ağaçların yanı sıra çeşitli hayvanların ayak ve kemikleri de figür olarak kullanılıyor. “Eliçek” denen bastonun sapında kullanılacak dağ- keçisi ya da ceylanın ayağı için baston yapımcılarının bir koşulu var: “Bu hayvanların yaz günlerinde avlanmış olması en önemli koşul. Nedeni ise yazın hayvanın tüylerinin daha uzun ve parlak olması.”[16]
***
İstanbul’un Küçükpazar semtinde yıllardan beri sepet ve küfe yapımı ile uğraşanlar, “Bizim mesleğimiz gelişen teknolojiye meydan okuyan bir meslektir. Gelişen teknoloji, sepet ve küfe yapımı ile uğraşanları etkilemez…” diyorlar. Karadeniz kıyılarında yetişen kestane ağaçlarının dallarının biçilmesiyle elde edilen esnek ve enli çubuklardan örülen sepet ve küfeler, en küçük köylerden en büyük kentlere kadar hemen hemen her kesimde kullanılmaktadır. Ekmekler, odunlar, kömürler, sebzeler küfelerle; yumurta, zeytin gibi bazı besin maddeleri de birçok yerde sepetlerle taşınır. “Çavalye”[17] adı verilen sepetlerle balıklarını taşıyan bazı balıkçılar, mürekkep hokkası biçimindeki sepetlerle (lenterler) ıstakoz, böcek ve pavurya avlıyorlar.[18]
O ise ki Erdal Yazıcı, “Birçok el sanatı gibi yavaş yavaş ortadan kalkıyor sepetçilik mesleği de. Oysa yaşamımızın her alanında, su damacanasından odun – kömür taşımaya kadar birçok yerde kullanıyoruz sepetleri. Geleceğin zeytini ‘sele zeytini’ diye bağıramayacaklar, çocuklar ‘sepet sepet yumurta’[19] diye oynayamayacaklar bu gidişle” diye yakınıyor.
Sepet atölyelerinde bu işi yürütenlerin çoğu Karadeniz kökenli. Kastamonu (Abana, Cide), Sinop yörelerinden olanlar çoğunlukta. Bir kişi günde ortalama 6-8 sepet örebiliyor.
Sepetler amaca göre boy boy yapılıyor. En küçüğü su damacanası için yapılan. Ardından üzüm sepeti, odun kömür sepeti geliyor. En büyükleri de sebze hallerinde hamalların ve bahçıvanların kullandığı sepetler oluyor.
Anlatıldığına göre İzmir, Adana, Mersin, Ankara mal çekiyor. Amerika’ya da on- bin sepet gönderilmiş, biraz da Fransa’ya. Anadolu’da en çok kullanılan yöre, Karadeniz olmalı. Karadeniz bölgesinin engebeli, dağlık yerleşim yeri olması itibariyle tek taşıma aracı sepet oluyor.[20]
***
“Aile reisi çocuğu sıkıştırır, ‘gez bakalım gez… Bir baltaya sap olamadın…’. Kahvede dedikodu koyulaşır: ‘Mehmet’in oğlu Ahmet hâlâ bir küreğe sap olamadı…’. Ve kişi, kendisinin de bir baltaya, küreğe sap olabileceğini kanıtlamak için ‘gurbet ellere’ düşer; hattâ ‘Alamanyalara’ savrulur. Bir baltaya, küreğe sap olamadın mı, kız da vermezler adama”.
Cideli Yusuf Yılmaz usta yıllardır ağaçları yontar, “ıçkı” adlı bıçağıyla. Kestane ve fındık tercihidir. Öbür ağaçlar onu biraz uğraştırır. Uzunca süredir de İstanbul’da Küçükpazar’daki gözden uzak dükkânında ormandan gelmiş ham ağaçlara biçim verir. Tek maharetli âleti “ıçkı”dır. En büyük maharet aslında ellerdir. Ağacı öyle bir yontar ki kazmayı, küreği, baltayı tutan eller “yıpranıp su tutmaz”. Tezgâhından çıkan ağaçların hepsi sanki fabrikasyon…, aynı boyda ve aynı kalınlıktadır. Tahta tezgâhında çalışırken ustanın sadece elleri değil, ayakları da kendisine yardımcıdır, eller yontarken ayaklar sıkıştırır, ileri geri iter. Günde yaklaşık elli kürek sapı çıkarır bir kişi. Ağaçlar kürek için ayrı, balta için ayrı boyda kesilir. Sonra yontma işlemi başlar. Öyle yontulacaktır ki tutan eller kadifeyi tutuyor sansın. Budaklar iyice temizlenir. Yontma işlemi bittikten sonra kurutmaya sıra gelir. Ağaçlar yazın kendiliğinden kurur, ama kışın sorun olur kurutmak. Fırını olanlar bu işi fırında yaparlar. Bundan sonra sıra düzeltmeye gelmiştir. “Baskı” tezgâhında eğik ağaçlar düzeltilir ve bağlanır. Artık saplar kullanıma hazırdır.
Makinenin de yapamayacağı işlev vardır. Örneğin kürek sapı tornada yapılamaz. Çekiç, keser ve kazma sapı yapılabilir, ama kürek sapı çok emek ister.[21]
***
Gelişen teknoloji, birçok meslek gibi külekçiliği de yok etmek üzere. Kahramanmaraş ve yöresinde asırlardır halkın geçimini sağladığı külek yerini, büyük bir hızla cam kavanoz ya da benzeri eşyaya bırakırken, bu işten geçinenler kendilerine başka iş arama zorunluluğunu duyuyorlar. Yakın zamanlara kadar bakkallarda sıra sıra dizilen küleklerde yoğurt, pekmez, bulama, bal… satılırdı.[22]
***
Kaldırımlardaki seslere benzemese de Sivaslı ustalar asfalt yollar için yine tahta tekerlekli at arabaları yapmaya devam ediyor. Bu ustalardan bir tanesi, kendi deyişiyle “ustaların hası”, Mehmet Kümbetlioğlu… Yaşı altmışlarda olmasına karşın tahta tekerleğe en iyi kendisinin biçim verdiğini söylüyor. Tahta tekerleğinden dingiline, kasasından boyamasına ve süslemesine kadar her işini oğluyla birlikte “komple” kendisi yapıyor.
“İlk önce tekerleğin marangozluk işlerini tamamlar, orta göbeğe monte ederiz. Tahta aksamının montesinden sonra etrafın demiri (sına’sı), genişçe bir alanda yakılan ateşte kızdırılıp tahta yuvarlağa geçiririz, yuvarlak iyice sıkılır. Dört tekerleğin yapımından sonra dingiller yapılır ve makaslar takılır. Sonra sıra kasaya gelir. Ve en son iş, boyamadır. Boyanın üstüne süslemeyi de yaptık mı bizim fabrikanın ürünü ortaya çıkar”.
Mehmet Usta oldukça iddialı. Eski bir anısını anlatıyor: “Eskiden Sivas’ta üç tane jeep türünden araba vardı. Onlar da genellikle düğünlere giderdi. Esas rağbette olan fayton ve at arabaları idi. Ustalarla inatlaşırdık, kim daha dayanıklı araba yapar diye. Bir araba yaptım, tekerleklerin etrafına ‘şına’ geçirmeden Zara’ya gittim geldim. Herkes hayret etti. At arabasında sağlamlık kerestenin kalitesine bağlıdır. Genelde pelit ve gürgen kullanırız. Araba iyi kullanılırsa ömrü elli yıl gider. Yaptığımız arabalarda bir ton yük taşınabilir”.
“… At arabalarının yanı sıra, tahta tekerlekli sebze arabaları da yapıyoruz. Bunlar insan gücüyle hareket ediyor.”[23]
***
“Benim tuvalim, arabanın tahtalarıdır” diyor kırk yıllık “araba ressamı” Enver Ertaban. Nerede Bursa’nın o kaldırım taşlı yolları, at arabalarının, faytonların çıkardıkları ahenkli sesler… yollar asfalt olalı ne at arabası kaldı, ne de onların tıkırtıları.
Önce demircilerin yanında körükçülük; hem körük çeker hem ısınır. Sonraları tenekecilik ve ibrişim işlerinde çalışır. Ve bir gün kendini Topal Abdullah’ın atölyesinde bulur. Boyalarla, fırçalarla tanışır. Ardından Kirli Kadir’in atölyesinde… Bu ara “sanat okulu”na yolu düşer ve “bir buçuk yıl orada tahsil” görür. Fırça ve renklerle tanışalı henüz beş yıl olmuştur ki askere gider. Orada da hünerlerini göstermekten geri kalmaz: Toplar boyanacaktır, komutan çağırır: “Gel bakalım ressam Enver… Toplar boyanacak, bize bir renk karışımı yap bakalım”. “Baş üstüne komutanım”. “Ressam Enver”, komutanınca denenir ve başarılı bulunur. Arazi rengiyle tüm topları boyar. Ödül olarak üç ay izine gönderilir…
“Askerlik dönüşü bu mesleğe ilgim iyice arttı. Fırçamla yeni yeni desenler yapıyor, her gördüğüm resmi, çiçeği, böceği kopya ediyordum. 1950 yılında Adapazarı’nda işler o kadar yoğundu ki, kaportacılarda olduğu gibi, arabalar sıraya giriyordu. Atölyede arabaları fabrikasyon boyuyorduk. Herkesin işi belliydi: Birisi astar çekerken öbürü macun çeker, öbür tarafta macunu kurumuş arabalar boyanır, sonra da üzerine bin bir çeşit desenler işlenirdi… Günde 15 araba boyar teslim ederdik…”.
“… Geçmiş yıllarda yanımda kalfa ve çıraklar vardı, ama şimdi yok… Onlara verecek param da yok… Onun için iş başa düştü”. “Desenleri çizerken âdeta kendimden geçerim. Çiçekler, böcekler, kuşlar, dağlar, ovalar ve denizler benim tuvalimin konularıdır. Bu resimleri yaparken sanki düş dünyasında gezerim. Beş günde bir arabanın boyaması ve resimlerini bitiririm”.
Ustaya “bazen turistler ve meraklılar da düşüyor”muş. Bazıları dekor için “küçük araba” istiyorlarmış. Teker veya bazı bölümleri satın alıyorlarmış. Bazen de “bol bol fotoğraf çekip gidiyorlar”mış.
Boyamacılık denildiğinde usta, “ille de Bursa” diyor… “Memleketimizde boyacılık yapılan yerleri saysak bir elin beş parmağı kadar yer yoktur. Benim bildiğim bu iş halen Akhisar, Konya ve Sivas’ta yapılıyor. Her yörenin desenleri, resimleri ayrı ayrıdır. Konya Bursa’yı, Bursa Akhisar’ı tutmaz. Bakıldığında hemen anlaşılır. İşçilikte Bursa’yı hiçbiri tutmaz.”[24]
Raif Usta’nın taa 1958’de yaptığı tahta arabalar bugün hâlâ Edirne yollarında türkü söylüyorlar. Ama altın çağı çoktan kapanmış at arabalarının. Gönlü zengin esmer vatandaşlar da olmasa, dükkânı kapayacak Raif Usta. Bir de çiçeklere yanıyor içi: “Eskiden çiçekli boya yapılırdı bu talikalara. Boyacı var da çiçekli yapanı kalmadı.” [25]
***
Arabaları atlar çekiyor. Bu hayvanlara hitabeden zanaatlar da var. Elazığ’da şehrin orta yerinde semerciler çarşısında, sağlı sollu palancı ve semerciler sıralanmış. Ayakkabının numarası, elbisenin boyu eni, ölçüsü gerek… Ya semerin, Semerci Mustafa Aral’dan dinleyelim: “Bize semer ısmarlanır: Biz sadece hayvanın boy ölçüsünü alırız. Diğer kısımlarını göz kararıyla yaparız. İlk önce dağdan bayırdan eğri ağaç bulup semerin ‘gaş’larını (iskeletini) yaparız. Semer için diğer malzemeler ise şunlardır: Semer otu, eğirilmiş keçi kılı, keçe, binecek yer için de palaz… Kış aylarında semerin kütüğünü tamamlarız; bunun için telisin içine semer otu doldurup kalıbına göre iyice sıkıştırırız. Kütüğü yaptıktan sonra üstüne dana derisi geçiririz. Ardından kütük tahta iskeletle birleştirilir. Altına, hayvana temas edecek yerine, keçe çekeriz. Ve semerimiz kullanıma hazırdır; bir semerin yapımı yirmi dört saatimizi alır”.
Semer yapımı, yörelerimize göre farklılık gösteriyor. Kayseri ve Ürgüp’te tahta iskelet “gaş”lar, semerin üstüne konmuyor. İçi daha çok semer otuyla doldurulup üstü el dokuması renk renk, desenli kilim türleriyle kaplanıyor. Ürgüp’ün semercisi Mehmet Çopuroğlu, bu tür semerlerin hem hayvan, hem de insan için daha rahat olduğunu belirtiyor.
Palan da, semer gibi hayvanın sırtına vurulur. Daha çok yolcu taşımacılığında kullanılır. Palanın tahta iskeleti yoktur. Sadece iki üç kat keçe, üstüne el dokuması kilim türünden kumaş kaplanıldı mı palanımız hazırdır.
Semer ve palan yapımına kırsal bölgelerimizde çok rastlanıyor. Ama eyer yapımı, yok denecek kadar az. Birçok yöremizde göremediğimiz eyer yapımına Antep’te rastlıyoruz. Zihni Açıkkal, bu işin inceliklerini öğrenmiş: “Bu işi biz dedemizden öğrendik. Dört beş çeşit eyer yapıyoruz. Eyerin sağlam, dayanıklı olabilmesi için iskeletinin iyi yapılması gerekir. İskeleti daha çok gürgen türünden ağaçlardan yaparız. Her çeşit eyer yapabiliyoruz: Binek türünden, İspanyol (koşu), süvari (iskeleti demir olan), jokey ve Osmanlı eyerine kadar. İspanyol (koşu) eyerlerini daha çok yurtdışına gönderiyoruz. Ama cirit oyununun oynandığı yerlere, Erzurum’a, Kars’a, Ağrı’ya da gönderiyoruz…”[26]
“Zerduze (altın işlemeli) palan ursan, eşek yine eşektir” (Ziya Paşa).
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eyeri kaltak Osmanlı
Ekende yok, biçende yok
Yemede ortak Osmanlı”… (Halk söylemi)
(Şaltak = kavgacı, yaygaracı; kaltak = üzeri meşin, halı gibi şeylerle kaplanmamış olan eyerin tahta bölümü, kuskunsuz, yani hayvanın kuyruğu altından geçirilerek eyere bağlanan kayışsız eyer) Bu sonuncu söylem, bütün Osmanlı tarihi boyunca vaki halk-idareci sınıf (Osmanlı) arasındaki zıddiyeti ve de sömürüyü ifade ediyor.
***
Bir zamanlar bir zanaat öğrenmek, altın bilezik gibiymiş, ya şimdi? Bileziği takacak ortalıkta çırak adayları yok. İstanbul’daki saraçlara Fatih Mehmet zamanında, Fatih hükümet binasının bulunduğu parkın çevresindeki boş alana “saraçhane” yaptırılmış. 1475’te açılan bu saraçhanede saraçlar toplu olarak çalışırlarmış. Bir semte adını yazdıran 1804 atölyeden günümüze kala kala üç atölye kalmış.
Kadir Usta’nın atölyesi İstanbul Küçükpazar’da. Konya’da yıllarca çalıştıktan sonra 1970’de burayı mekân tutmuş. Yoldan geçen her kimse, ister yerli, ister yabancı, kapının önüne dizilmiş süslü eğri ağaçlara, camda dizilmiş renk renk boncuklara, nazarlıklara, ponponlara ve diğer koşum eşyalarına bakmadan geçemez. Kadir usta, bir kısım müşterilerinin hamudu, yuları, dizgini ve boncukları alıp ev veya işyerine dekor yaptıklarını söylüyor.
Araba koşumu yapılan her saraç atölyesine girildiğinde, içerdeki koku, Akhisar tabakhanelerinden gelen sığır ve manda derisinden yapılma “yağlı kösele kokusu”dur. Kendisine has kokusu ve dünyası olan bu atölyelerde yapılan koşum eşyalarının çeşidini ve sayısını ustaları bilmiyorlar. “Yuvarlak hesap yüzlerce çeşit… Atın sırtını yağmurdan ve soğuktan koruyan ‘belleme’, hamut, başlık, ‘paldum’ dizgin, oklara bağlanan ‘sadanga’ (boynundaki yükü azaltır), arabanın oklarını düzgün tutan ‘eğri ağaç’, yular, yem torbası, boncuklar, nazarlıklar ve şu anda isimlerini sıralayamayacağım kadar çeşitli aksesuarlar…”.
“Kullandığımız malzeme ve âletler elli yıl önce ne ise şimdi de aynısı… Aletlerin kendilerinin özel isimleri var. Kayışların kenarını düzeltmek için ‘yan alacağı’, kayışa çizgi çizmek için ‘hadde’, kayışları yumuşatmak için ‘sıyırgı’, dikiş için ‘çengelli biz’, kesmek için ‘teker’ kullanırız.”[27]
***
Geçiyoruz artık “insan alanı”na: Hiç sedir yastığına başınızı dayadınız mı? Akşam yemeğinden sonra küçük bir şekerlemenin keyfi, Kayseri’den Sivas’a, hep metrelik, doksanlık ya da yüz onluk sedir yastıklarında çıkarılır. Bunların eni elli santimetredir.
Kayseri’de olsun, Sivas’ta olsun, eski yastık ustaları, tokmakla dövülmüş ot yastıklardan üretiyor ve müşteri bulabiliyorlar. Bu sedir yastıkları kilim, halı ya da kumaşla kaplanıyor. Sağlı sollu küçük dükkânların yer aldığı yastıkçılar sokağında en seçkin müşteriler, “çeyiz düzen gelin sahipleri”. Kimi de, evindeki sedirine, “Şark Köşesi”ne yastık ısmarlıyor.
Kayseri’nin yastıkçılar sokağındaki ustalardan biri Ali Ata. Yaklaşık otuz yıldır yastıkçılık yaptığını belirten Ali Usta “her türlü derdin elyafla ortaya çıktığı”nı söylüyor. “Bin bir çeşit maddeden yapılan elyaf”ın, yastıkta kullanılınca insanı terlettiğini anlatıyor. “Yastığın hammaddesi sazlıklarda yetişen, yerel adla ‘berdi’ ottur. Biz ‘çelenk berdi’ kullanırız. Semer için ‘yuvarlak berdi’ kullanılır. Otlar Sultan Sazlığı’ndan gelir. Bizim beton kalıbı gibi tahta kalıplarımız vardır. Sazları kalıbın etrafına dizer, içine bayağı ot doldururuz. Ve sonra tokmakla iyice sıkıştırırız. Kalıptan çıkan otları şilte ile kaplarız. Kalıbın bozulmaması için boş kalan yerleri ucu çatallı demire sazları takarak iyice sıkıştırırız. Sonra dikme faslı… Ve yastığımız kaplanmaya hazırdır. İster çaputla kaplarsınız, isterseniz el dokuması halıyla…”.
“… Şimdi bin bir çeşit maddeden yapılma elyaf çıktı… Bu maddeler insanı terletiyor. Bizim yastıklarımız teri emer, sağlıklıdır…”[28]
***
Ve nihayet, biraz müzikle ilgili konulara değinerek, otuz yılı aşkın bir idealin ürünü olan “Türkiye halkının kültür kökenleri” kitap serisini, bu cildin sonu ile, uğurluyoruz.
Hep ileri sürülegelmiştir, “Batı müziği enstrümanları ile Türk müziği çalınamaz. Çünkü Türk müziği ses açısından daha zengindir ve bu sonuncusundaki seslerin karşılığı Batı notasında yoktur” diye.
Peki, bu müziğin zenginliğini yansıtan musiki âletlerini kimler yapmıştı? Keman ustası Stradivarius’u hepimiz biliriz de bir Manol’u, bir Baron Baronak’ı, bir Vasil’i, Kapudağlı İlya’yı, Mihran Keresteciyan’ı, Kirkor Kâhyayan’ı, Miço’yu, Aziz Mahmud Efendi’yi, Mustafa’yı tanımayız. Çünkü bizde hep besteciler, şarkıcılar, sazendeler öne çıkmış, âlet yapımcıları karanlıkta kalmıştır.
Bugün, musiki âleti yapımcılarından Paki Öktem, mesleğinin doruğunda bir sanatçı: “… büyük bir araştırmaya girdim. Müzik âletlerinin kökenini ve yapısını keşfetmeye yönelik bir araştırmaydı bu. Örneğin kanun nedir? Nasıl yapılmış, teknolojisi nedir? Bunu nerede ise bütün enstrümanlar üzerinde sürdürdüm. O kadar ki sadece resmini gördüğüm bir âleti aslına uygun yapabilirim. Bizans’ta kullanılan ‘fidel’ isimli müzik âletinin bir Bizans mozaiğinin resmine bakarak, siparişi veren Yunanlılar için 12 adet yaptım”.
“… ağaç, doğal motifini elde edecek biçimde kesildiğinde olağanüstü güzel görüntüler serer önümüze. Ağacı kesme olayı başlı başına bir teknik… Çok çeşitli ağaçlar var enstrüman yapımında kullanılan. Enstrüman yapan insanın ağacı iyi tanıması gerekir. Örneğin ağacın bahar halkaları yumuşak, kış halkaları serttir. Gene Güney’e bakan yanı yumuşak, Kuzey’e bakan yanı serttir. Doğal olarak ağacı keserken bu halkaları birbirinden ayırmak gerekir… Enstrümanlarda dizayn çok önemli. Bunu sağlayan öğelerin başında gene ağaç geliyor. Örneğin çınar ağacı kullandığımız zaman genizden gelir gibi bir ses elde edersiniz. Çınar ve akçaağacı müzik âletlerinin göğsüne ses almak için koyuyorsunuz ve iyi bir ses elde ediyorsunuz. Ama âlete süs kullandığınız zaman da âletin sesi bozulmamalı”.
“… bütün eski ve yeni udlarda tel, eşiğe takılır ve eşiği telin gerildiği yönde çeker. Benim yaptığım udlarda eşiğin önüne koyduğum bir kemik parça ile tellere hem çekme, hem de göğüse bindirme görevi verilmiştir. Enstrümanlardan çoğunun gövdesi çeşitli renklerdeki ağanlardan elde edilen ‘yaprak’ diye nitelediğimiz çok ince ağaçlardan oluşur…”[29]
Üç telli bağlamanın en büyük ustası Fethiyeli Ramazan Güngör, “Hayatımız üç telin üstünde” diyor. Sazlara, tezene (mızrap) ile çalınan büyük boy sazlara “bağlama” demenin doğru olmadığını belirten Ramazan Güngör, Şadırvan Dağı’nın dibindeki köyünde, üç telli bağlamalarını hem üretiyor, hem çalıyor.
Bir türkü var:
“Bağlamam var üç telli
Borcum var beş yüz elli
Gitti Yörük kızı gelmedi
Kocaya vardı besbelli”.
Asırlardan kalma bu “üç telli bağlama”nın eski adı “kopuz” imiş. Sonra “üç telli bağlama” denmiş. Aslında tezene (mızrap) ile çalınan büyük sazlara bağlama denmez. Üç telli bağlama tezenesiz çalınır. Bu sonuncusunun boyutları da şöyle olur: 45-47 cm. Uzunluk, teknesi bir karış boyunda, genişliği beş parmak genişliği kadar. Büyük boy sazların küçültülmüşü oluyor. Üç tel takılı olup 12 perdesi bulunuyor.[30]
[1] Ülkü Ayvaz – tepside fincanlar tıkır tıkır, in Cumhuriyet 08.02.1986.
[2] Erdal Yazıcı – Ne işlerin tadı kaldı, ne yemeklerin, in Cumhuriyet 08.02.1990.
[3] Erdal Yazıcı – Alemler arasında kendi âleminde, in Cumhuriyet 01.03.1990
[4] Hürriyet 06.03.2001
[5] Adnan Baştopçu – Bıçakta pırıl pırıl “Bursa işi”, in (Cumhuriyet) DERGİ 144, 27.11.1988.
[6] Cumhuriyet, 16.08.1992.
[7] Hürriyet, 8. GÜN, 14.03.1982.
[8] (Cumhuriyet) DERGİ 142, 13.11.1988
[9] Necati Güngör – Osmanlı erkeğinin simgesi tespih, in (Cumhuriyet) DERGİ 217, 06.05.1990
[10] Bkz. Kültür kökenleri C.II/I, s.725-727, 738-750
[11] RENK, Milliyet eki, 07.01.1985
[12] Gerçekten, semantasyon karbonu elde etmek için boynuz yakıldığında bütün çevreye kötü bir kokunun yayıldığını görmüştük.
[13] Erdal Yazıcı – Sivas tarakçıları. Sırma saçlara boynuz tarak, in (Cumhuriyet) DERGİ 188, 15.10.1989
[14] İrfan Unutmaz – Aşk tanrıçasını doğuran köpükler. Lületaşı in (Cumhuriyet) DERGİ 239, 07.10.1990
[15] Hürriyet, 18.06.1996
[16] Milliyet eki RENK, 30.07.1985
[17] “Çavla” da denir. İtalyanca “ciambella” dan (BTL)
[18] Cumhuriyet, 18.01.1984
[19] Burhan-ı kaatı Tercemesi’nde “Bervende (Fa): Sele ve sepet tabir olunan zarflara demir ve söğüt çubuğundan örerler, büyüğüne sele ve küçüğüne sepet derler.” deniliyor. Arapça salla ise yine küçük sepet, söğüt dalından örülmüş sepet olup sele’nin salla’dan galat olması düşünülür. Bkz. Kültür Kökenleri, C.I, s.497
[20] Erdal Yazıcı – Sıra sıra sepetler, in (Cumhuriyet) DERGİ 69, 21.06.1987
[21] Erdal Yazıcı – Kaybolan zanaatlar. Bir baltaya sap olanlar, in Cumhuriyet 06.02.1990
[22] Cumhuriyet 26.10.1998
[23] Erdal Yazıcı – El sanatlarında yaprak dökümü: Sivas arabacıları, in (Cumhuriyet) DERGİ 186, 01.10.1989
[24] Erdal Yazıcı – Kaybolan zanaatlar. Resimler geçerdi yol kenarından, in Cumhuriyet, 07.02.1990
[25] Necati Güngör – Arabanın çiçekleri soldu, in Cumhuriyet 07.02.1990
[26] Erdal Yazıcı – El sanatlarında yaprak dökümü: Nevşehir’den Elazığ’a semerciler, in (Cumhuriyet) DERGİ 194, 26.11.1989
[27] Erdal Yazıcı – Kaybolan zanaatlar, saraç hanesi “altın bilezik” bileksiz, in Cumhuriyet, 09.02.1990
[28] Erdal Yazıcı – El sanatlarında yaprak dökümü: Kayseri’nin yastıkçıları, in (Cumhuriyet) DERGİ 189, 22.10.1989
[29] Turhan Günay – “Çınar ağacı sesi genizden verir”, in (Cumhuriyet) DERGİ 206, 18.02.1990
[30] Saffet Uysal – Hayatımız üç telin üstünde, in (Cumhuriyet) DERGİ 230, 05.08.1990