Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 2. Bölüm

Çoban – Rençber (çiftçi) ikilisi (habil – kabil)  *

“Felsefe, onu doğuran, taşıyan ve onun aydınlattığı praxis canlı kaldığı sürece, etkinliğini sürdürür. Ama kitleleri, onların içinde ve onların eliyle bir topluca vesayetten kurtulma aleti haline gelmek üzere, yavaş yavaş işba ettiği ölçüde değişir, özelliğini kaybeder, başlangıçtaki içeriğinden soyutlanır.”

(Sartre. — Critique de la Raison dialectique)

“Kabil Hâbil’i öldürdü!

    Orta yerdeki kan nedir?…”[1]

Kitab-üt-Tekvin (Genesis)[2] anlatıyor işin aslını: “Âdem, eşi Havva’yı bildi; o da, hamile kalıp Kabil’i doğurdu… Sonra kardeşi Hâbil’i doğurdu. Hâbil çoban, Kabil rençper oldu.”

“Bir süre sonra Kabil, “Lem Yezl-Ebedî” (Tanrı)’ya toprağın ürünü olan meyvelerden sunuda bulundu; Hâbil de, öbür yandan, sürüsünün yeni doğanlarından birini ve bunların yağlarından aynı şeyi yaptı. “Ebedî” Hâbil’e ve sunusuna tarafgir bir göz attı; ama Kabil’e ve sunusuna aynı gözle bakmadı. Kabil buna çok kızdı…”

Gerisini Mâide Suresi’nden (5/30-34) dinleyelim: “…berikine ‘seni öldüreceğim’ demiş, o da ‘Allah ancak doğruların, sakınanların kurbanını kabul eder…’ (cevabını vermişti). (Kabil dinlemeyerek) nefsine uydu… kardeşini öldürdü… hüsrana uğrayanlardan oldu…”.

Yorumcular (müfessirler) cinayetin ruhî saiklerini arayıp bunu, yine tefsirlere göre mevcut iki kız kardeşten güzelini alma keyfiyetine bağlayadursunlar, biz Tanrı’nın çobanı rençpere tercihi sebebi üzerinde duralım; Tabari’nin, Kabil’in değeri az bazı tarla mahsullerini sunmasına karşılık Hâbil’in, beğendiği kuzuyu kurban ettiği yolundaki izahı[3] bize yetersiz görünüyor. O mevsimde belki o kadarı vardı?… Ahd-i Atik’e göre Yahveh’in kendisi de çobandı. Hezekiel, “Yahveh iyi çoban sıfatıyla, kuzularını (yani İsrail milletini) otlağa götürecektir” diyor.[4] Ondan çok daha önce de İshtar’ın maşuku Tammuz (Sümer’de Dumuzi), yine genç bir çoban ilâhtı (onun ölüp sonradan dirilmesi, bu cildin az çok konusunu teşkil edecektir). Çağların üretim düzenleri, bütün inanç ve dolayısıyla aşağıda göreceğimiz ritusların koreografı oluyorlar.

Hâlbuki tanrıça İnnin’e aynı anda talip hayvancı Dumuzi ile tarımcı Enkimdu arasındaki kavga ne güzel tatlıya bağlanmıştı![5]

İslam’da, Hristiyanlıkta ve Musevilikte incir, zeytin ve hurma sembolizmi *

Semboller âleminde dolaşmaya devam edelim: “Bulutlardan yağmur indiren O’dur. Sonra biz onunla her nebatı tomurcuklandırır, ondan yeşillikler çıkarır, ondan başaklarla birbirine yapışık taneler, hurma tomurcuklarından el yetişecek derecede yakın salkımlar; birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen üzüm bağlarından, zeytin ve nar ağaçlarından bahçeler yetiştiririz…” (En’am Suresi, 6/99). “Aşmalı asmasız bağları; tatları başka, görünüşleri başka hurmaları ve ekinleri, birbirine hem benzer, hem benzemez zeytin ve narları yetiştiren O’dur…” (En’am Suresi, 6/141). “Sina dağında yetişen bir ağaç vardır ki yağ çıkarır ve yiyecek kimseler için katık olur…”[6] (Müminûn Suresi, 23/20). “İncire, zeytine, Sina dağında ve bu emniyet içinde olan Şehre (bak) (Tin Suresi, 95/1-3).” “Tin incirdir. İncir Musa şeriatının remzidir. İncil’de, incirin kuruyup gideceği haber verilir. Buna mukabil zeytin İslâmiyet’in remzidir. Bu ağaç ne şarklıdır, ne garplıdır, cihanşümuldur, onun yağı bütün dünyayı ilelebet aydınlatır…”. “İncir ve zeytin, Tur-u Sina’da Musa’ya nazil olan vahiy ile emniyet içinde yüzen şehirde (yani Mekke’de) Hz. Peygamber’e nazil olan vahyi remzeder. Daha sonraki ayetler bunu tavzih ediyor. İncirin Museviliği temsil ettiği, Kitab-ı Mukaddes’in bütün müfessirleri tarafından kabul olunan bir hakikattir…”.[7]

Ve de bugünün bir türküsü:

“Kağızman’a ısmarladım nar gele,

Gümüş kemer ince bele dar gele”.

Niye nar, Kağızman’da ona gelene kadar daha nice nefis meyve varken? Niçin mezar şahideleri çoklukla bu meyve ve hurma ile süslü?

Biz, hemen yukarda sözü edilen müfessirlerden ayrılıyoruz: 1956’da Diyarbakır’da, çocuğumuz olması için, Mardin yolu üzerinde Şehmuz Dede Türbesi’ne gidip eşimizle birlikte birer incir yememiz salık verilmişti. Şu halde iş Musa ile başlamıyordu, kökenleri çok daha gerilere gidiyordu…[8]

Bir vâsi deryaya daldığımız derhal fark ediliyor. Balıkları bölük bölük, bunları akla uygun bir diziye koyma işinde bizim ve asıl bizi izleyecek araştırıcıların “encamı hayırlı olsun!”.

“Hani Tanrı meleklere ‘Ben çamurdan insan yaratacağım, onu tamamlayıp ona ruhumdan üfürdüğüm gibi hepiniz yere kapanıp ona secde edin!’ (Sâd Suresi, 38/71-72). “Hani Tanrı meleklere demişti ki: ‘Ben kuru çamurdan, biçim verilmiş kara balçıktan beşer yaratacağım…’ (Hicr Suresi, 15/28).”

Sosyal davranışların iman ürünü ve alışkanlıklara dayalı bir alışkanlığa dayalı bir normlar sisteminden mi kaynaklandığı *

Evet, her şey dayanıyor toprağa, insanı da, hayvanı da, bitkisi de. Toprak, düşünen varlığın artık tek kaygısı haline geliyor; onun verimi ve bunun sağlanması için de tabiatüstü (supra-natural) varlıkların hava koşullarına müdahalesi iltizam ediliyor, tıpkı aynı varlıklardan insan ve hayvan doğurganlığının artmasının talep edilmesi gibi.

Böylece son derecede muğlâk bir inançlar-âdetler-itiyatlar ağının içine düşülmüş olunuyor. Öyle bir ağ ki bu, bugünün klasik dinî düşünce sistemleri, süregelen bu inanç vs.leri izahtan aciz kalıyor. Bununla da kalmayıp çok çeşitli davranışların hangisinin bir gerçek inanç (iman) ürünü, hangisinin bir âdet ya da alışkanlıkla uygulanan bir hareketler manzumesi veya kabul edilmiş bir norm’lar sisteminin gereği olduğunu tefrik edemiyor. Bu yaşama norm’ları üzerinde ilerde duracağız.

Tanım kuramları *

C.K. Ogden ve I. A. Richards, “The Meaning of Meaning” adlı yapıtlarına bir de “Dil’in düşünce’ye etkisi ve sembolizm ilmi üzerinde etüt” başlığını eklemişler.[9] Önsöz’ün bitiminde de birçoklarının arasında J. S. Mill’in şu sözünü derç etmişler: “Bir isim almış herhangi bir şeyin kendine özgü müstakil vücudu olan bir kendilik (mahiyet) ya da varlık olduğuna inanma eğilimi daima kuvvetli olmuştur: isme cevap verecek bir gerçek mahiyet bulunamadığında da insan, bu yüzden, hiçbir şeyin var olmadığını sanmamış, ama bunun bilhassa anlaşılması güç, girift ve esrarengiz bir meale sahip olamayacak kadar âli bir şey olduğunu tasavvur etmiştir”.

Çıkan yüzyılın ünlü feylosof ve iktisatçısı John Stuart’a daha üç yaşındayken Grek alfabesinin öğretildiği, sekiz yaşına vardığında, Aesopos’un Masal’ları, Anabasis ve Herodotus’un tümü ve sair eserleri hatmettiği gibi Lucian, Diogenes, Plato… ile de “tanışıklığı” vardı. Daha sonra da aynı mükemmellikte Lâtinceyi de öğrenmekte gecikmedi. Babası (James Mill): “eğitimin en büyük amacı bedahet (açıklık, bellilik *) konusunda daimî ve istekli bir ilgi uyandırmak olmalıdır” dermiş. Küçük John’a herhangi bir bilimsel ya da dinî veya siyasî itibar sahibi (ulü-l-emr) kişilerin otoritesine dayalı rey ve düşünceleri, kendi akıl süzgecinden geçirmeden kabul etmemeyi öğretmişlerdi. O da sonunda içtimaî zulüm ve istibdadın, kanunî istibdattan çok daha ezici olduğu kanısına varmıştı (Treatise on liberty).[10]

“Bedahet”in izafîliğini peşinen kabul etmekle birlikte ona yaklaşabilmenin ilk müessir aracının dildeki kesinlik olduğunda hiçbir şüphemiz yoktur. Yolumuz, Mill’in dediği gibi “anlaşılması güç, muğlâk…” kavramların kurdukları “barikat”larla dolu. Bunların aşılmasında Türk dilinin fazlaca yardımcı olduğu söylenemez, zira birer neologism olan çoğu, Mill’in neredeyse kundakta öğrendiği “kök”lere dayanıyor.

Devam etmeden önce, “aydın” niteliğini haiz kişinin ancak, ister dinî, ister siyasî, her türlü “peygamber”i objektif açıdan eleştirme cesaret ve yeteneğini kendisinde görebilen kişi olduğu; bunun dışında kalanların ise sadece düşünme kabiliyetinden yoksun “conformist”ler sıralarında bulundukları hususundaki kesin kanaatimizi belirtelim.

Sayıları çok olduğu kadar da tarifleri hayli güç olan ve her adım başında karşımıza çıkacak olan kavramlar furyasını elimizden geldiği kadar meşkûkiyetten kurtarıp onları birden fazla değişik manalı “sözcük” olmaktan çıkartmak üzere önce “mana, tarif… vs.” gibi mefhumları kısaca “yerlerine oturtma”da fayda mülâhaza ederiz.

Bugünün “tarif” kuramları hâlâ normal koşullar altında pratik uygulama alanı bulamamaktadırlar. Önce, kelimelerin mi, yoksa nesnelerin mi tarifini yapıyoruz? Meselenin felsefî derinliğine girmeden bunların ayrı ayrı şeyler oldukları üzerine dikkati çekmekle yetineceğiz. İşaret ve semboller bataklığı her an yolumuzu tehdit ediyor. Tanrı’ların ölümsüzlükleri’nden söz ettiğimizde fikirde aradığımızı kelimenin özünde bulabiliyoruz. Buna karşılık iş bir gerçek varlık, mahiyet, meselâ Âdem’in yaratıldığı çamur’a gelince dil, tabiattaki işbu varlığın zihinde uyandırdığı bütün fikirleri kelimenin içine yerleştirmede aciz kalıyor. Bu itibarla dil bir seçime zorlanıyor. Bütün fikirlerden ancak birini seçebilir ve böylece de sadece bir işaretten ibaret kalacak bir ad yaratır.

Kelimelerin gücü yaşantımızın eskiye en çok bağlı kuvvetidir. Günümüzün metafizikçileri hep bu “kelimeler ordusu”na yüklenerek Varlık’ın Tabiat’ını yoklarlar. Kutsî ya da gizli lügatçe ve ağza alınması memnu her türlü (taboo) kelimenin devam edegelen hâkimiyeti bir vakıadır:

“Kâf ile Nun’dan yarattın on sekiz bin âlemi

Kudretinden erbain günde tamam oldu ceset”[11]

derken XVII. yy.ın ünlü Bektaşi halk ozanı Kul Nesimi, bu beyti baştan aşağı bunlarla kurmuş olmuyor mu? İlerde üzerinde duracağımız gibi psikolojik tahlile girmeden özel sözcükler dünyasının, bir nomina ya da numina’nın,[12] vuzuha kavuşması haylice boğucu bir iş olurdu.[13]

Bütün Grek edebiyatında şahidi olduğumuz lâfzî itikatlar tarih boyunca devam edip günümüze çıkmıştır. İmparator Septimius Severus (146-211), Emesus (Humus) başrahibinin kızı olan karısı Julia Domna’nın ahlâk kaidelerine fazlaca uygun sayılmayan “hafiflik”lerine göz yumup imparatoriçenin, Büyük Augustus’un daha az sefih olmayan kızı ile aynı adı taşımasıyla teselli buluyordu. Bugün bazı çevrelerde çocuğa konacak Mehmet adının Muhammed olarak kaydettirilmesine itina ediliyor… “Elfazın esareti”nden kurtulunmuyor. En akıllı geçinen mantıkçılar özellikle, lâfzî marifetleri yardımıyla en mantıksız sistemleri geliştirmekte olanlardır. Gelecek günlerde bugünün mantıkçısı gerçek mistik olarak nitelendirilecektir: inandığı dünyanın rasyonel temeli bilimsel yoldan nasıl olsa araştırılacaktır.

 Esma-i  Hüsna ve lafzi semboller *

Günümüzün düşünce sisteminin duygusal yönüne göz attığımızda gerçek bir aşırı konuşma manyasıyla (lafazanlıkla) karşılaşırız. Bu yolda tanrısallık fikri, meselâ, bir “alâmet-i fârika” koleksiyonu haline geliyor, ilâhiyatçının geniş muhayyilesi sayesinde: “Allah, Ülûhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplamış bulunan Zât-ı Vâcibü’l-Vücûda delâlet eden âlemdir ve sayılan isimleri içinde İsm-i A’zam’dır. Doksan dokuz isimden birincisi Allah ism-i şerifidir. Bu ism-i şerifin manasında yazılan şu dört kaydı izah edeceğiz: 1) Ülûhiyete mahsus sıfatlar; 2) Allah isminin bir ism-i cami olması; 3) Vâcibü’l-Vücûd mefhumu; 4) bu ismin İsm-i A’zam olması…”.[14]

Ve de “Er-Rahmân, Er-Rahîm, El-Azîz…”. Bu arada da, “güzel adlar” arasında “El-Müntekim”e rastlanıyor.[15] “Rahman”, “Rahim”, “Müntekim” sıfatları bize biraz bağdaşmaz gibi geliyor ama konu sadece bizim kişisel düşüncemiz değil, Türk halkının beyninde mevcut, kültürünün ürünü bir mantık sürecidir. Bir iki küçük misalle şimdilik geçiştirelim konuyu: her ne kadar geride daha iki Sure varsa da (Felak ve Nâs Sureleri) Kuran’ın hatimesi İhlâs Suresidir. Bunda Allah’ın vahdaniyeti anlatılır. Bütün Kuran’ın zübdesini teşkil eder. Tevhit akidesi burada bütün gücüyle dile getirilmiştir:

“De ki: O (mutlak varlık olan) Allah tek, birdir”.

“Bütün varlıkların…”.

”Doğmamıştır ve doğurulmamıştır”…

Asrımıza çıkmış bir Bektaşî olan Âşık Harabî (İst. 1853-1915) ise mezkûr Sure’yi şöyle tefsir ediyor:

“Yâ Rab, senin mekânın yok

Yatağın yok, yorganın yok

Hem dinin, hem de imanın yok

Her bir şeyden münezzehsin”

(Devam etmeden önce Esmâ-i Hüsnâ’dan birinin El-Mü’min olduğunu hatırlatalım…)

…………

“Kapın büyük, açan yoktur (“El-Berr” ne oldu?…)

Seni kapıp kaçan yoktur

Anan yoktur baban yoktur

Yâ Rab, “Allah-üs-Samed’sin”

[16]

Bektaşî ise çok kez Samedü’l kavm’e başvurduysa da ne yatağı oldu, ne yorganı…[17]

Zaten, bundan önce[18] ilk kısımlarını vermiş olduğumuz, Kaygusuz’un bir nefesinin kıtalarından biri de şöyledir:

“Yiğit olan anılır

Filan oğlu filan diye

Ne anan var ne baban

Benzersin sen piçe Tanrı!”

Bu arada akla gelen bir şey de Esmâ’ül-Hüsnâ’nın niçin yüz değil de doksan dokuzda “dondurulduğu”dur. Şimdilik şu kadarını söyleyelim: yüz, beş rakamının katıdır. “Beş” ise, katları gibi, kaderi tayin eden (fatidical), dolayısıyla ağza alınmaması gereken (taboo) bir rakamdır. Uzunca izahını ilerde yapacağız.

İslâm takvası Kuran metinlerinden, hadis’lerin de yardımıyla, mezkûr doksan dokuz “en güzel isim”leri seçip çıkarmıştır. “En güzel isimler, Allah’ındır” (Arâf Suresi, 7/179); “…Allah’a hangi isimle dua ederseniz edin. En güzel isimler O’nundur…” (İsra S., 17/110); “Allah (O Tanrı’dır ki), O’ndan başka tapacak yoktur, en güzel isimler O’nundur” (Tâhâ S., 20/8)[19]

“İlâhiyatçıların elinde bütün bu İsim’lerin, müteradiflerle “ibraz-ı marifet” ederek elde edilen bir unvanlar takımından başka bir şey olmadığı hissediliyor; harfendazlık hayalin, maişet için meslek ittihazı da yaşamın alanına dalmış oluyor”.[20]

Kabul edilen cümle tertip usulü, ifade tarzı bunun için mi mümkün olduğu kadar sisli ve esrarengizdir? İşin “derinliği”, anlaşılmazlığı, “söyletenin” de, söyleyenin de saygınlığını artırır. İmamın, cemaatin anlamadığı Arapçada ısrar etmesinin başka izahı olamaz.

“Esmâ-ı Hüsnâ” arasında Tanrı’nın tabiat, mizaç ve nitelikleri bakımından halkın çok berrak şekilde farkında olduğu çelişkiler[21]’den yukarda kısaca söz ettik. Metafizikçiye de ana doktrinlerdeki çelişki ve manasızlıkları örtbas etmek düşüyor. Bu itibarla lâfzî sembollerin işlevi tutarsız nitelikleri zorla birleşik halde tutmaktır. O ise ki, birbirini nehiy etmeleri nedeniyle, bunların hepsinin aynı anda zihinde bulunması olanaksız gibi görünmektedir. Böylece de metafizikçinin elinin altında değişik mahiyette kavramlar takımı bulunur, takdim etmeyi arzuladığı gerçeğe göre bunlardan birini ya da diğerini kullanır.

Son tahlilde kelâm, düşüncenin yerini tamamen almış oluyor. Rignano (The Psychology of reasoning, Chap. XI) bunu, Kabuklu (Crustacea)’ların koruyucu bağasına benzetiyor: “Bu lafzi bağa olmadan, bilcümle aklî (fehmî) içeriğin kaybolması, bu gibi içerikte geçmiş varlığın bütün emarelerinin de yok olmasını intaç edebilir. Fakat bağa, zamanında bir gerçek hayata sahip bir kavramın geçmiş varlığını ispat etmesi sebebiyle hâlâ yaşıyormuş gibi telakki edilebilecek bir şeyi korumaktadır. Şöyle ki bu şey, her türlü aklî içerikten artık boşalmış olmasına rağmen, tekabül eden heyecana daima bir değerli dayanak noktası teşkil eder; bu heyecan ise hâlâ o derece şiddetlidir ki beslenmeye devam edilen müşabehetin sevgili nesneyi artık örtmediğinin farkına varılmaz”.

Tanım *

Uzun müşahedeler Dr. Crookshank’a “bazı düşünce sistemlerinin (mekteplerinin) etkisi altında ve bazı ifade alışkanlıklarıyla, bir hastalık normal bir şeymiş gibi konuşup yazmak itiyadını edindik” dedirtiyor.[22] “Beygir gücü bir otomobil için ne ise, kelime gücü de zihne odur” diye özetliyor konuyu De Bono.[23]

Şimdi artık, daima karşılaşacağımız başlıca kavramların tariflerine, bunu her zaman tam olarak yapamayacaksak da, hiç değilse izahına geçelim.

[1]              Âşık Ali İzzet.

[2]              4/2-8

[3]              İA, mad. “Hâbil ve Kabil. “

[4]              A. Schimmel. — Dinler tarihine geçiş, Ank. 1955, s. 217.

[5]              Bkz. C. I, s. 625.

[6]              Zeytin ağacı.

[7]              Tanrı Buyruğu. Tercüme ve tefsir eden Ö. R. Doğrul, 1st. 1947. Bütün nakiller buradan alınmış olup işbu son kısım mütercimin notudur.

[8]              Konuya ayrıntılarıyla döneceğiz.

[9]              London 1969, Routledge and Kegan Paul Ltd.

[10]             Bkz. EB.

[11]             H. İvgin. — Halk şiirinde İhlâs Suresi, in SF, 60, Ocak 1978.

[12]             Üzerinde uzunca duracağız.

[13]             C. K. Ogden and I. A. Richards, op. cit., s. 26-7.

[14]             A. Osman Tatlısu. — Esmâ’ül-Hüsnâ Şerhi, 1st. 1972, s. 19.

[15]             Ünlü hattat Yesârî’nin “İn’Allah-ü Aziz zü intikam” yazısı, bu kitabın yazarı tarafından Topkapı Müzesi’ne armağan edilmiştir.

[16]             H. İvgin. — op. cit.

[17]             Bektaşî tipinin halkın düşünce sistemini nasıl temsil ettiği konusunda bkz. C. I, s. 904-6.

[18]             Bkz. C. I, s, 891.

[19]             L. Gardet. — Allah. The Signs and Names of Allah, in EI.

[20]             W. James. — The varieties of religious experience, C. K. Ogden and I. A. Richards, op. cit., s. 41’de zikredilmiş.

[21]             Bu konuda bkz. C. I, s. 298.

[22]             C. K. Ogden and I. A. Richards, op. cit., s. 42-3.

[23]             E. De. Bono. — Word Power. An illustrated dictionary of vital words, Middlesex 1977, s. 2.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.