Naziler Ve Eşcinsellik

Aralık 12, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler – Cilt 2 > Naziler Ve Eşcinsellik

Naziler Ve Eşcinsellik

Bunca nahoş veriyi okumanın verdiği usantıyı biraz gidermek ümidiyle bir sosyal ‘divertimento’ya başvurduk. Bu, esas itibariyle bir sosyal tutumdan oluşan bir olgu oluyor. Ama aynı zamanda da bunun Almanya’daki tezahüründen hemen bir ırkçı kokusu burunlara tütüyor. Aslında, kişi hürriyetini ilgilendiren bir konu bu. Ama gelin görün ki Nazi adamı, böyle ‘hürriyet’lere asla cevaz vermiyor.

 

30 Ocak 1933’te, yeni Alman Şansölye’si Adolf Hitler’in işbaşına geçişi, Berlin’de meşaleler eşliğinde kutlanıyordu. Nazi Partisi’ne koalisyon hükümetinde çoğunluğu sağlayacak 5 Mart seçimleri öncesinde, şiddetin dozu iyice artmıştı. 27 Şubat’ta Reichstag yakıldı ve sorumluluk komünistlerin sırtına yıkıldı. Seçimle birlikte Nazi iktidarı yerini sağlamlaştırdı. 6 Mayıs’ta ilk eşcinsel kurtuluş hareketi kurucularından Dr. Hirschfeld’in Cinsel Bilimler Enstitüsü basıldı. Nazilerin deyimiyle bu kuruluş “beyaz köle ticaretinin uluslararası merkezi, pisliğin ve ahlâksızlığın eşsiz mekânıydı”. Kent, ‘uygunsuz’ kitaplardan arındırılacaktı. Enstitü çalışanlarının uyanık davranmalarına karşın, en değerli kitaplar ve el yazmalarını kurtarmak mümkün olmadı. Sabah saat 9:30’da bando müziği eşliğinde enstitü basıldı. 100 kadar da öğrenci toplanmıştı. Tek tek odalara girilip ne var ne yok tahrip edildi. İçerdeki belgeler askerî birlikler tarafından gün boyu dışarı taşındı. Enstitü’deki görevliler, sadece bazı anket formlarını, tıbbî kayıtlar oldukları gerekçesiyle korumayı başardılar.

 

Enstitü kütüphanesindeki 20 bin kitaptan 12 bini, 35 bin resimden oluşan fotoğraf koleksiyonunun büyük kısmı, kamyonlara doldurulup götürüldü. 10 Mayıs günü düzenlenen bir törenle hepsi birden halkın gözü önünde yakıldı. Yakılacak kitapların üstüne de enstitüde bulunan Hirschfeld’in büstü yerleştirilmişti. Hirschfeld ise o sıralarda enstitünün Paris kolunu kurmak amacıyla Fransa’da bulunuyordu.

 

Alman eşcinselleri, Berlin’de enstitünün yok edilişini bir anti-semitik eylem olarak algıladılar. Belki yüzlerce, hattâ binlerce eşcinsel, Hitler’in kurduğu toplama kamplarına gönderildi. Ancak Nazi tarihinin eşcinsellere ilişkin yaprakları çok uzun yıllar açılmadı.

 

Dönemi anlatan tarihçiler, katledilen öteki azınlıklarla ilgilendiler, eşcinsellere pek değinmediler. Kamplarda kalan eşcinsellerin bir kısmı öldü, gitti. Hayatta kalanlar ise eşcinselliği yasaklayan 175. Maddenin savaş sonrası Almanya’sında da geçerli olması nedeniyle konuşmadılar, tanıklıklarını dünya kamuoyuna sunmadılar.

 

Avusturya Protestan Kilisesi’nin tahminlerine göre o dönemde 220.000 eşcinsel öldürüldü. Gerçek rakam ise hiç öğrenilemedi. Bir kısım eşcinsel yargılanmadan kamplara atıldığı için kayıtları tutulmamıştı. Bir bölümü, ölüm mangalarınca ilk günden katledilmişti. Bu, özellikle silâhlı kuvvetlerde görevli olan eşcinseller için geçerliydi. Ayrıca Almanya, yenilgi yaklaşınca kamplarda tutulan sistematik kayıtları yakmıştı.

 

Eşcinsellere yönelik Nazi terörünün tırmanışı, SA şefi Ernst Röhm’ün 28 Haziran 1934 yılında öldürtülmesiyle başladı. Röhm’ün eşcinselliği 1925 yılında bir erkek fahişe ile para anlaşmazlığı yüzünden mahkemeye çıkışıyla birlikte kamuoyu tarafından da öğrenilmişti. Röhm, Hitler’e gücünü kavratan ilk adamdı. Çok eski bir dosttu. Hitler, askerî hünerleri ve sadakati nedeniyle uzun yıllar boyunca Röhm’ü korudu.

 

Başlangıçta, Röhm’ün eşcinselliğine ilişkin uyarıları gülümseyerek karşılıyor, “o, tropiklerde çok kaldı da ondandır, gelip geçer” diyordu. Röhm, Naziler içindeki ‘güvercinler’in temsilcisiydi. Şahinler, her şeye hâkim olmaya başladıklarında Hitler, Göring ve Himmler tarafından katledilmesine izin verecekti. Nazi üst düzey yöneticileri arasındaki siyasî kapışmanın kurbanı olan Röhm, aynı zamanda da eşcinsel kimliği ile Nazi ordusuna, özellikle Hitler Gençlik Örgütü’ne kara çalınmasına neden olduğu gerekçesiyle katledildi.

 

Ünlü 175. Madde daha da ağırlaştırıldı. Değiştirilmiş haliyle, kucaklaşma, öpüşme, hattâ bakma bile suç sayıldı. ‘Alman kanının ve gururunun’ korunması sağlama alınmıştı.

 

Hitler, Röhm olayından sonra Alman ulusuna seslenirken, ırkı bozan ‘veba’yı, kendi saflarında bile olsa, kesip atmakta tereddüt etmediklerini söylüyordu.

 

Hitler, 1937 yılında yayınladığı bir emirle, eşcinsellerin 3. düzeyden toplama kamplarına gönderilmelerini emretti. SS gazetesi, aynı sıralarda yayınladığı bir yazıda, Almanya’da 2 milyon eşcinselin varlığından söz edip bu kişilerin kamplara atılmalarını istiyordu. Mahkeme kayıtlarına göre, yargılanıp kamplara gönderilen eşcinsel sayısı 50.000’dir. 3. düzeyden bir kampta hayatta kalma olasılığı da çok zayıftı (Radikal İKİ, 14.02.1999).

 

.

. .

 

Dönüyoruz yine Türk – Alman ilişkilerine.

 

06.03.1999 tarihli Hürriyet’in bir haberine göre Almanya’dan tuhaf bir açıklama vaki olmuş. Açıklama gerçekten de tuhaf:

 

Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in, PKK’ya yaptığı ve dün Hürriyet Gazetesi’nin manşetten verdiği, “Silâhları bırakın” çağrısı, “Böyle bir görüşme olmamıştır” şeklinde tuhaf bir açıklamayla reddedildi. Alman Dışişleri Bakanlığı, Fischer ile yapılan röportajın tamamen gerçekdışı olduğunu iddia etmeye kalkıştı.

 

Oysa Fischer, 3 Mart Çarşamba günü New York’taki BM binasında Hürriyet New York Temsilcisi Doğan Uluç’un sorularını yanıtlamış, PKK’lılara hitaben, “Silâhlarını bıraksınlar, demokrasiye barışçı yollarla ulaşmaya uğraşsınlar. Bu çok önemlidir” demişti. Doğan Uluç, bu görüşmeyi başından sonuna kadar banda kaydetti. Uluç’un Fischer’le görüşmesi sırasında fotoğraf da çekildi. Ancak Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Martin Erdmann dün Bonn’da yaptığı açıklamada, “Böyle bir görüşme hiç yapılmadı” diyerek Uluç’un banda aldığı ve fotoğrafla görüntülediği bu konuşmayı yalanlamaya çalıştı. Hürriyet Fischer – Uluç görüşmesinin ses kayıtlarını ve kanıt fotoğrafları Alman makamlarına teslim edecektir.

 

.

. .

 

Konrad Adenauer Vakfı’nın araştırmasına göre gençliğin en önemli sorunları belirlendi. Bunların başında, yüzde 70’le ‘işsizlik’, ikinci sırayı yüzde 64’le ‘yetersiz eğitim’, üçüncü sırayı da yüzde 60’la ‘yoksulluk’ alıyor. Türkiye’deki gençlerin yüzde 72’sinin ölüm cezasına karşı olduğu, Alman gençleri arasında yapılan bir başka araştırmada ise Alman gençlerinin yüzde 84’ünün ölüm cezasından yana olduğunun ortaya çıktığı bildirildi. Böylece Türk mizacı ile Alman mizacı arasındaki fark, belirgin olmuş oldu.

 

Konrad Adenauer Vakfı tarafından İstanbul Mülkiyeliler Vakfı Sosyal Araştırmalar Merkezi’ne yaptırılan “Türk gençliği 98 – Suskun Kitle Büyüteç Altında” başlıklı araştırmanın sonuçları dün The Marmara Oteli’nde düzenlenen toplantıyla açıklandı. Toplantıya, Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm, İstanbul Mülkiyeliler Vakfı Sosyal Araştırmalar Merkezi Genel Koordinatörü Cenap Nuhrat ile Türk Demokrasi Vakfı Başkanı Bülent Akarcalı’nın da aralarında bulunduğu vakıf üyeleri katıldı.

 

Türkiye’de 11 ilde 15 – 27 yaş arasında toplam 2 bin 223 gencin görüşünün alındığı araştırmanın sonuçlarına göre, gençlerin yarısından çoğunun Türkiye’nin AB üyeliğinden yana olduğu, AB üyeliğinden yana olanların da beşte ikisinin Türkiye’nin “Avrupa’ya bel bağlamaksızın kendi kendisini geliştirmesi” gerektiğini düşündüğü ortaya çıktı.

 

Araştırmada, gençlerin yaşamlarındaki memnuniyetin ‘orta’ düzeyde olduğu, çoğunluğunun da “gelir dağıtımındaki eşitsizliğin daha da derinleşeceği” yönünde kaygısı bulunduğu belirlendi (Cumhuriyet, 10.03.1999).

 

Evet, Almanlar Türkiye’nin her yanını mercek altında tutuyorlar (Bunu öbür emperyalist güçlerin de yapmaya çalıştıklarını belirtmek de gerekir).

 

.

. .

 

Almanya’da Naziliğin öldüğüne inanmak büyük safdillik olur. Gerçekten “eski Nazilere kaçış yok” deniyorsa da, yakalananlar sudan cezalarla kurtuluyorlar.

 

Soykırım kurbanlarının yakınlarının açtıkları davalarda Nazi geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalan Almanya’da, dün eski bir Gestapo ajanının davası sonuca bağlandı. Stuttgart kentinde bir mahkeme, eski bir Gestapo ajanı olan Alfons Götzfried’i, Polonya’daki Madjanek toplama kampında 17 bin Yahudi’nin öldürülmesine yardım ettiği gerekçesiyle on yıl hapse mahkûm etti. Mahkemede kimseyi öldürmediğini, Naziler Yahudileri kurşuna dizerken silâhlarını doldurduğunu söyledi. Yüzyılın Nazi suçlularıyla ilgili son büyük davasında sadece on yıl hapis cezası çıktı (Radikal, 21.05.1999).

 

Evet, 17 bin insanın öldürülmesine yardımcı olmuş bir kişi, sadece on yıl hapisle cezalandırılıyor. Üstelik de bu kişi, bugüne kadar serbest dolaşmış… Daha önce de mükerreren ifade etmiş olduğumuz gibi, “kenenin sadece kan torbası” alınmış, “başı”, komünizmle mücadele için, içerde bırakılmıştı.

 

.

. .

 

Alman vakıflarının Türkiye’de burunlarını sokmadıkları yer kalmamış gibi. Bu keyfiyeti Hablemitoğlu gibi, “Alman oryantalizmi” kitabından tanıdığımız Tamer Bacinoğlu da, işlerin içyüzüne vâkıf olarak sergiliyorlar. Bacinoğlu’nun 06.07.1999 günkü Cumhuriyet’te çıkan hakimane “Türkiye’de Alman vakıflarının marifetleri!” adlı makalesinin tümünü, yazarın hoşgörüsüne sığınarak aktarıyoruz. Bunları okuduktan sonra ‘geleneksel dostluk’un gerçek içyüzü hakkında en ufak bir tereddüt kalmıyor.

 

Federal Almanya’da Türkiye’ye yönelik ‘kültür hizmetleri’ büyük ölçüde vakıflar aracılığı ile gerçekleştirilir. Söz konusu hizmetler, “Türk halkına ve politikacılarına demokratik tartışma kültürünü öğretmek”ten “Elmalı kereste sanayisini teşvik”e, “özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi dersleri”nden “gazeteci eğitimi”ne kadar çok renkli bir programı içerir. Türkiye’de “araştırma kurumu” kisvesi altında çalışmalarını sürdüren Alman vakıflarının hemen hemen tamamı parti vakfıdır.

 

Aşırı sağcı CSU ve sözde solcu PDS dışında Alman Parlamentosu’nda grubu bulunan dört partinin tamamının Türkiye’de vakıfları vardır. Ülkemiz ile ilk ilgilenen, Almanya’nın en büyük partisi CDU’nun Konrad Adenauer Vakfı olmuştur. 1984’te şubesini açmıştır. SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı’nın İstanbul’a gelişi 1988’de olmuştur. Bunu, 1991’de FDP’nin Friedrich Naumann Vakfı izlemiştir. Birlik 90 / Yeşiller’in Heinrich Böll Vakfı da doksanlı yılların ortasında İstanbul’da faaliyete geçer.

 

Alman Parlamentosu’nda grubu bulunan partilerin vakıflarının tümü, federal hükümetin ‘Politik Eğitim Fonu’ndan finanse edilmektedir.

 

Yurtdışı etkinlikleri de yine yüzde yüz federal hükümetçe karşılanır. Konunun uzmanlarından sosyolog Ute Paschner’e göre Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO’lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir.

 

Alman Dışişleri Bakanlığı’nın elimize geçen bir yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür ‘kamuflaj projeleri’ kullanabileceği üzerine bir dizi ‘pratik örnek’ verilmektedir. ‘Politik vakıflar’ın bu bağlamda ‘diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları’ en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.

 

Ankara ve İstanbul’da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizm’in iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil “yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti” olduğunu kanıtlamayı amaçlar.

 

Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: A) “Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak” ve buna paralel olarak ‘Kürtçü gruplar’ ile Almanya arasında köprü kurmak. B) “Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslâmcıları bir araya getirmek” ve buna paralel olarak ‘İslâmcılar’ ile Alman devleti arasında köprü kurmak. C) “Alevîlerin aşırı İslâm’a karşı oluşlarını dikkate alarak, Alevîler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak”.

 

İkinci maddedeki etkinlikler “Türkiye’de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak” amacıyla, Almanya’da adı var, kendi yok ‘federal sistem’i Türkiye’ye tanıtmayı hedefler. FDP’nin Friedrich Naumann Vakfı ‘federalizmi tanıtma’ çabalarını genelde Batı Anadolu’da yürütürken, Yeşiller’in Heinrich Böll Vakfı ‘federal yönetimin nimetleri’ni Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir.

 

Yeşiller’in bu vakfı şu sıralar, Türkiye’nin etnik çetelesini tutmakla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmî ‘araştırma’ enstitüleri ile ortak çalışmakta. SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı da, daha ‘global’ bir yaklaşımla “Türkiye’de sivil toplumun kurulabilmesi” için çaba gösterirken, daha çok “ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı”nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye’de “İslâm’ı demokrasiyle barıştırmak” yolunda en kapsamlı projeler ise CDU’nun Konrad Adenauer Vakfı’nca yaşama geçiriliyor.

 

Vakıf ajandasının üçüncü maddesi “yerli köprübaşları oluşturmayı” öngörür. Almanya’ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman ‘kalkındırma yardımı’, bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak arttırılmaktadır.

 

Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır.

 

Vakıfların tek merkezden yönetildiğine, birbirleriyle oldukça karışık ilişkiler içinde oldukları üzerine bir örnek verelim. Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye şefi, Alman ordusu kökenli Dr. Wulf Schönbohm, vakfın aylık dergisinin Ağustos 1997 sayısında, sekiz yıllık eğitim reformuna “Türk ordusunun İslâm düşmanlığı” derken, Türkiye Cumhuriyeti’ni de, “kuruluşundan günümüze İslâm’ın inanç esaslarını ve dinî duyguların belirtilmesini ezmek” ile suçlamıştır.

 

Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye danışmanı Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü’nün Müdürü Udo Steinbach’tır.

 

Daha önce Almanya’nın Paris’teki büyükelçiliğinde askerî ataşe olarak görev yapmıştır. 1971 – 1975 yıllarında “Ortadoğu masası” şefi olduğunda Ebenhausen Vakfı’nın Alman dış istihbarat örgütü BND’ye yakınlığı bilinir.

 

Ülkemizde Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi sanırım Steinbach’tır. 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi’nin çağrısı üzerine verdiği “İslâm’ın Avrupa için önemi” konferansında şöyle demiştir: “Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye’de yaşayan Kürt/Türk, Müslüman/Laik, Alevî/devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları, Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez…” Alman devletinin finanse ettiği Steinbach’ın enstitüsünün Türkiye’de bağlantısı olmadığı Alman vakfı ya da “araştırma kurumu” yoktur.

 

Örneğin Steinbach’ın elemanlarından “Alevîlik ve Kürtlük uzmanı” Heidi Wedel, hem SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı ile yakın ilişkidedir, hem de Amnesty International adına Türkiye raporları hazırlar. Alman Doğu Enstitüsü’nün İstanbul şubesi bünyesinde “Gazi Mahallesi Araştırması”nı da yapmıştır. Bu enstitü, Türkiye’de çalışan tüm Alman vakıflarına ‘bilimsel” yol göstericilik görevini üstlenmiştir.

 

CDU’nun Konrad Adenauer Vakfı, “Türk gençlerinde dinî yaşantı yoğunluğunu” ele alan son ‘bilimsel’ araştırmasında, Türk gençlerinin “ezici çoğunluğunun, devletin Müslüman kadınların giyimine karışmasına karşı olduğu”nu kanıtlamış. Araştırmada, “gerçek laikliğin türbana devlet dairelerinde, parlamentoda da izin vermesi gerektiği” savunuluyor. Frankfurter Allgemeine gazetesinin Ankara muhabiri Horst Bacia da bu araştırmaya gönderme yaparak Merve’yi savunurken ‘Kemalist fosiller’e de veryansın ediyor. Aynı gazetenin İstanbul muhabiri Rainer Hermann da, Alman Doğu Enstitüsü’nün dergisi Orient’te, kimi hoca efendileri “artık eskimiş Kemalizm’in yerini alması gereken umut işaretleri” olarak övmektedir.

 

Merkezi Bonn’da olan ve kurucuları arasında Alman Federal Parlamento üyelerinin de bulunduğu Şeyh Said Vakfı’nın da (1996) çalışmaları doğrudan ülkemiz ile ilgilidir. Şu anda Türkiye’de şubesi olmayan vakıf, amaçlarını şöyle açıklamaktadır: “Almanya’da yaşayan tüm Müslümanlara dinî, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak… Kürt halkı ile Alman ve Avrupalı halklar arasında diyalogu geliştirmek… Kürdistan’daki savaş kurbanlarına destek sağlamak… Almanya’da yaşayan Kürtlerin yaşam standardının yükselmesi için çaba harcamak… Kürt çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak…” Vakfın Başkanı Ali Homam Ghazi, “Apo’nun Bonn temsilcisi” olarak tanınır. Daha önce sözü geçen Udo Steinbach’la da çok yakın ilişki içinde olduğu bilinir. Kurucu üyelerden Heinrich Lummer ise Alman Parlamentosu’nda CDU milletvekilliği ve Berlin İçişleri senatörlüğü görevlerinde bulunmuştur. Şeyh Said Vakfı kurulmadan önce, 1995 yılında, Abdullah Öcalan ile ikili görüşmeler yapmıştır.

 

Almanya kökenli vakıflar, lâik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni dıştan ve içeriden kuşatmaya alma çabasında.

 

Tümü de, “biz NGO’yuz” diyor. Ancak ‘sivil toplum’, ‘küresel ekonomi’ ve ‘insan hakları’ için uğraşı verdiklerini iddia ederken, “Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır” da diyebiliyorlar. Hepsi de ‘dost ve müttefik Almanya’ hesabına çalışıyor. Söylev’deki “Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette…” sözlerini hep anımsamalıyız. Son olarak birkaç ay önce yine İstanbul’da Robert Bosch Vakfı’nın şubesi kuruldu. Bu son gelişmeden daha hiç kimsenin haberi yok.

 

.

. .

 

Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in Türkiye’ye silâh satışını önlemek istediği, Savunma ve Ekonomi Bakanları’nın onayladıkları satışa Dışişleri Bakanlığı’nın karşı olduğu öğrenildi. Der Spiegel’de yer alan bir iddiaya göre, Alman Dışişleri Bakanı Fischer, NATO üyesi Türkiye’ye yüksek miktarda tank satılmasını önlemek istiyor. Konuyla ilgili olarak alınan bilgilere göre, ünlü bir Alman silâh fabrikası, Federal hükümete başvuruda bulunarak, Türkiye’ye 120 adet ‘Fuchs’ tipi tank satılması, aynı tip bin sekiz yüz tankın Türkiye’de üretilmesi için izin talebinde bulundu. Aralarında çeşitli bankaların da bulunduğu Federal Güvenlik Konseyi, söz konusu iznin verilmesine ilişkin karar toplantısını henüz gerçekleştirmedi, toplantı, ileri bir tarihe ertelendi. Alman Dışişleri Bakanlığı, özellikle silâh alışverişinde ‘veto’ hakkına sahip olmak istiyor. Mezkûr Bakanlığın bu karşı çıkmasının gerekçesini, “Türk ordusunun Kürtlere dönük girişimleri” olarak gösteriyor (Hürriyet, 27.06.1999).

 

.

. .

 

Aradan iki buçuk ay geçiyor ve Almanya’da yayınlanan ‘Welt am Sontag’ gazetesi, Almanya Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’ye olası tank satışını engellediğini öne sürüyor. Gazetenin bugünkü sayısında çıkan haberde bakanlığın, 1000 tank alımı için Türkiye tarafından açılacak uluslararası ihaleye Almanya’nın katılmasını engellemeye çalıştığı iddia edilerek “Bakanlık, Yunanistan’ı dikkate alarak Alman sanayisinin bu ihaleye katılmasına karşı çıkıyor” denildi. Hükümete yakın çevrelere dayanılarak verilen haberde, buna gerekçe olarak “Türkiye’ye AB perspektifi sunabilmek için Atina’nın onayının alınmaya çalışılması” gösterildi (Cumhuriyet, 12.09.1999).

 

.

. .

 

Almanya’nın bu aynı Dışişleri Bakanı Ankara’ya geliyor. İki ülke ilişkileri, Kohl’un son dönemine göre düzelmeye başladı. Ama olması gerekenden çok geride.

 

Almanya’nın yeniden birleşmesi Batı’da ürküntü yaratmışken aktif politika ihtiyatsızlık olurdu. Bu dönemde Almanya, geleceğini yoğun şekilde AB bütünleşmesine bağlayarak kuşkuları dağıtmaya öncelik verdi.

 

Almanya’nın uluslararası ilişkilerde giderek ağırlığını hissettirmesinin ardında AB ve NATO’nun Orta ve Doğu Avrupa’ya genişlemesinin de payı var. Böylece Almanya ile Rusya arasında büyük bir coğrafî alanın Batı sistemine, hattâ Alman nüfuzu altına girmesi, Almanya’nın güvenliğine olumlu katkı yapıyor. Tarihte her zaman sorunlu olan Doğu bölgesinin güvensizlik kaynağı olmaktan çıkması üzerine Almanya’nın daha uzak bölgelere yönelmesi doğal. Fischer’in ziyaretini bu çerçevede değerlendirmek gerek.

 

Almanya’nın normal devlet olması, yani ekonomik ve siyasî gücüyle orantılı uluslararası sorumluluk yüklenmesi, Türkiye için önemli. Yakın zamana kadar Türkiye’ye dönük Alman politikası Avrupa Parlamentosu’nun tavrına benziyordu. Devletin temel işlevi olan güvenlik ve savunma sorumluluklarını şu veya bu şekilde yüklenemeyenler, stratejik endişeleri geri plâna iterek, demokrasi ve insan haklarına aşırı ağırlık veriyorlar ve dış politikada soyut bir barışçılığı tek faaliyet alanı olarak belirliyorlar.

 

Aslında stratejik gerçeklerden vazgeçmek de imkânsız olduğundan, insan hakları, demokrasi ve barışı bu amaçla istismar edebiliyorlar.

 

Bu çerçevede Schröder’in Köln zirvesi sonunda, Türkiye’nin de diğer adaylar gibi üyelik öncesi döneme sokulmasına çalışacağı akla geliyor. Bu ziyaret vesilesiyle bu sözün Öcalan’a dönük bir taktik tavır mı, yoksa ciddî bir politika değişikliği mi olduğunu anlayacağız. Fazladan, Almanya’daki insan hakları ihlâlleri kurbanlarının çoğu bizim insanlarımız oluyor[1].

 

.

. .

 

İsmail Hakkı Baltacıoğlu (1886-1978), 1938 – 1978 döneminde 40 yıl yayımladığı ‘Yeni Adam’ gazetesinin 658. Sayısında şunları yazıyor: Günün birinde Almanlar Balkanlar’a iniyorlar, tehlike var; uyanık olun, diye yazmaya başlamıştık. Alman sefiri, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a şikâyette bulunmuş, kabinede mesele olmuş! Önce bir ihtar geldi, sonra Yeni Adam’ı bir yıl kapattılar.

 

Aynı konuyu, on bir yıl sonra Çetin Altan anlatıyor (Yeni Adam, sayı 619, 13 Ekim 1949): Bundan on bir yıl önce polisler Yeni Adam’ın idare evine gelerek hiçbir sebep göstermeden gazetenin yayımlanmasının bir yıl süreyle yasak edildiğini söylemişler ve dolapları, kapıları mühürleyip gitmişlerdi. Mesele bir zaman sonra anlaşılmıştı. Yeni Adam, o vakitler nasyonal sosyalizm aleyhinde neşriyat yapıyor ve Almanların Balkanlar’da gözü olduğunu haber veriyordu. Alman Büyükelçisi Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a gelip bu neşriyatın durdurulmasını istemiş. Büyükelçi’nin arzusu Bakanlar Kurulu’na aksetmiş ve Bakanlar Kurulu’nda “gazeteyi tamamen kapatalım olsun bitsin” demişler. O zaman İçişleri Bakanımız Şükrü Kaya bu despotik teklifi önlemek için uzun boylu mücadele etmiş ve Tevfik Rüştü’nün “Yeni Adam kapatılmazsa Hariciye Vekilliği edemem” diye dayatması üzerine gazetenin bir yıl müddetle tatiline karar verilmiş.

 

Bu olay, o dönemde Almanya – Türkiye ilişkilerini inceleyen Doç. Dr. Cemil Koçak tarafından incelenmiş: … bu dönemde ekonomik ilişkiler en önemli ve özellikle vurgulanması gereken alanı oluşturuyordu.

 

Türkiye ile Almanya arasında siyasî ilişkilerde bir gelişme olmasına karşın, son derece yoğun ekonomik ve ticarî ilişkiler kurulmuş ve gelişmişti. Ancak ticarî ilişkilerde, âdeta bir patlama noktasına varan canlanma, Hitler iktidarının kurulduğu 1933 yılından itibaren görülüyordu. Nazi Almanya’sı, Türkiye’de ekonomik hegemonya kurmayı amaçlamış ve tüm girişimlerini bu amaca uygun biçimde planlamıştı.

 

Tevfik Rüştü, Türk – Alman ilişkilerinin her bakımdan dostça olduğunu vurgulamaya özen gösteriyor, Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop’a bu yolda mesajlar gönderiyordu.

 

Almanya – Türkiye ilişkilerinin basın üzerindeki etkilerinin daha sonraki yıllarda da artarak sürmesi dikkati çekiyor. Basını baskı altına alma yollarından birincisi, büyük Alman şirketlerince verilen ilân ve reklâmlardır. Antifaşist bir politika izleyen ‘Tan’ gazetesine başta Bayer firması olmak üzere Alman şirketlerince verilen ilân ve reklamlar kesilmiştir. ‘Akbaba’ dergisi de bu tutumdan nasibini almıştır. Basını baskı altına alma yollarından ikincisi, ‘rüşvet’tir. Almanya, Ankara Büyükelçisi Franz von Papen aracılığı ile bazı gazete sahiplerine ve bazı gazetecilere rüşvet vererek onları kontrol altına almayı sağlamıştır[2].

 

.

. .

 

“Almanya ile ilişkiler”i Mustafa Balbay da irdelemiş[3]. Onu da okuyoruz.

 

1998 sonbaharında koltuğunu sosyal demokratlara devreden Helmut Kohl’le o günlerin Başbakanı Mesut Yılmaz arasındaki güzel Almancaya dayalı diyalogsuzluk, iki ülke ilişkilerini germişti. 25-27 Mart 1997’de dönemin Dışişleri Bakanı Kinkel’in Ankara ziyaretinden bu yana Türkiye üst düzey Alman konuk ağırlamıyordu.

 

Koalisyonun Yeşiller kanadından yeni Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, dün İstanbul’a geldi. Bugün Ankara’da olacak. Fischer’i Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Ecevit de ağırlıyor. Kabul, üst düzeyde! Bu görüşmelerin öncesinde Türkiye – Almanya ilişkileri açısından dikkate çeken bazı konuları maddeleyelim:

 

1 – Almanya geçen yüzyıldan beri hedefi olan “Ortadoğu’ya inme” emelini bir türlü gerçekleştiremedi. Bölge, ABD – İngiliz etkisi altında. Fischer, göreve gelir gelmez soluğu bu coğrafyada aldı. Komşumuz Suriye ile de görüştü. Almanya’nın Türkiye’ye bakış açısı daha çok Karadeniz’den Ortadoğu’ya genişliyor, Avrupa’ya değil!

 

2 – Ortadoğu’ya istediği ağırlığı koyamayan Almanya, İran’la ilişkilerini sıkı sürdürüyor. İran’ın dış ticaretinin dörtte biri Almanya ile. Bu ülkenin bazı gizli servis elemanları da Almanya’da eğitim görüyor. İran’la ilişkiler için nedense insan haklarının öne geçmesi gerekmiyor!

 

3 – Avrupa Birliği’nin (AB) lokomotifi Almanya. Bunu üye ülkeler de kabul ediyor. Türkiye’nin tam üyeliği gündeme gelince Almanya, “Fena olmaz, zaten Türkiye Avrupa ailesindendir, onların Avrupalılığı yedi nesildendir” diyor. Aaaa bir de bakıyorlar, Yunanistan itiraz etmiş. Hay aksilik! Bir dönem böyle seyretti. Yunanistan’ın kullanım tarihi dolmuş olmalı ki, sırada İtalya var gibi görünüyor.

 

Kan bağı

 

4 – Almanya’da 2,2 milyon Türk yaşıyor. Bu rakam, ilk adımda AB üyesi olacak Slovenya’nın nüfusuna eşit! Yeni hükümetin iktidara gelmesinin ardından patlayan vatandaşlık reformu girişimi ne yazık ki uzun sürmedi. Budana budana biçimsiz bir hal aldı. İlk şekliyle çıksaydı, bundan en çok yararlanacakların başında Türkler geliyordu. Halen 150 bin dolayında Türk, Alman vatandaşı. Almanya’nın yine de 1913’ten kalan, kan bağına dayalı vatandaşlığı toprak bağına dönüştürme adımı atması önemli. Türkiye bu adımı, yüzyılın başında atmıştı!

 

5 – Almanya ülkesindeki yabancılar konusunda bazı politika değişikliklerine gidiyor. Bundan en çok Türkler etkilenecek. Almanlar alınmasın, ama attıkları adımlar biraz yabancıları Almanlaştırmaya yönelik. Türkler açısından üç durum söz konusu. Birincisi, okullardaki Türkçe dersleri azaltılıyor. İkincisi, din dersleri Almanca verilmek isteniyor. Üçüncüsü, ailelere çocuğuna Türkiye’deki hangi dilde eğitim verilmesini istediği sorulacak. Buna göre ders verilecek. Burada temel olarak Türkçe, Kürtçe, Arapça ayrımı yapılacak.

 

Yukarıdaki kararların artısı eksisi tartışılır. Ancak, Almanya’nın Türkiye’nin içindeki durumlara göre de politika üretme eğiliminde olduğu açıkça ortaya çıkıyor!

 

6 – Türkiye, adım adım ABD’ye itiliyor. Avrupa’nın parçalı bulutlu politikası bunda önemli etken. Ancak biz de salt, “Dünya, Avrupa’dan ibaret değil” türküsüyle bir yere varamayız. O zaman ABD’ye kızarız, “dünya onlardan ibaret değil”; Rusya’ya kızarız, “Dünya kuzeyden ibaret değil” … Bu işin sonu gelmez.

 

Konuyu dağıtmadan Almanya’ya odaklanırsak; ne bizi tümüyle dışlayabilirler ne de AB’ye tam üye yaparlar. İlişkiler de bazen “iliş”erek, bazen düzelerek devam eder.

 

Yakın gelecek böyle görünüyor! İlişkiler kötü giderse, “Dikkat et Fischer, ensende boza pişer!”. İyi giderse, “Almanya’da pişer, bize de düşer; danken Fischer!”

 

.

. .

 

Konrad Adenauer Vakfı Türkiye temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm, Tamer Bacinoğlu’nun yukarda aktardığımız 06.07.1999 tarihli “Türkiye’de Alman vakıflarının marifetleri” adlı yazısına şiddetle itiraz ediyor. Anlaşılan Bacinoğlu yaraya derince parmak basmış. Bu arada, bazı hatalar da yapmış olabilir, ama Schönbohm’un ifadelerinden de görüldüğü gibi, bunlar marjinal kalıyorlar, işin gerçek özü ise aynı kalıyor. Bu gerçek öz, Vakıf temsilcisini o denli rahatsız etmiş ki, Bacinoğlu’nun yazısından hemen 15 gün sonra uzun bir makale ile (“Alman-Türk dostluğunu güçlendirme”, in Cumhuriyet, 23.07.1999), bunları tekzip etme yolunu tutmuş.

 

Şimdi bu tekzip yazısından bazı parçaları aktarıyoruz.

 

Her cumartesi günü ortağımız Türk Demokrasi Vakfı’nın (TDV) daveti üzerine üniversite öğrencileri biraraya gelerek, herkesi ilgilendiren politik konular üzerinde ehliyetli konuşmacılarla tartışmaktadır. TDV, bütün ülke çapında politik eğitim toplantıları düzenlemektedir, bunların arasında polis yetkililerine insan hakları konusunda verilen seminerler de vardır.

 

TDV ile KAV (Konrad Adenauer Vakfı), çok uzun yıllardan beri birlikte çalışmaktadır, zira her ikisi de bir ülkedeki demokrasinin istikrarını, o ülkede yaşayan inanmış demokrat sayısına bağlı olduğunu çok iyi bilmektedir. Bundan dolayı politik eğitim çalışmaları partilere yakın vakıfların[4] birinci görevlerindendir. Zaten demokratik hedefler güden politik vakıfların, birer sivil toplum kuruluşu (NGO) oldukları ve hükümet kuruluşu olmadıkları halde, belli projeler ve çalışmalar için devletten para almalarının nedeni de budur.

 

Ortağımız olan Türkiye, Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeler, Serbest Meslek Mensupları ve Yöneticileri Vakfı (TOS – YÖV) ile uzun yıllardan beri birlikte çalışmaktayız; zira Türkiye’de olumlu bir ekonomik ve sosyal gelişme için başarılı küçük ve orta ölçekli işletmelerin (KOBİ) belirleyici bir önkoşul olduğu görünümünü paylaşıyoruz. Bu nedenle Türk KOBİ’lerine seminerler, know – how transferi ve danışmanlık hizmetleri sunulmaktadır. Dolayısıyla bize, gerçeğe aykırı olarak, başka hedefler yakıştırılması son derece haksızdır. Bu, sadece KAV için değil, bütün Alman politik vakıfları için de geçerlidir vs…

 

.

. .

 

Aynı günlerde (16.07) Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, Oradour – sur – Glane anısı Merkezi’nin açılışında insanları “acıma ve uyanık olma görevi”ne çağırıyor. Aynı anda Başbakan Jospin de, Polonya’da Auschwitz topluca imha kampında derin düşünceye dalıyordu. Devlet başkanı, kelimesi kelimesine “en büyük modernlik ile en ilkel barbarlığın bir arada mevcut olduğu” bu asrın anısını devam ettirmekte.

 

Oradour ve Auschwitz: Daha güçlü bir birliktelik, daha dokunaklı anı yerini tahayyül etmek güç. 1945’te, sonra da 1962’de, general de Gaulle, 1994’te de François Mitterand, Limousin’in küçük köyünü ziyaret ediyorlar. Köyün 652 sakini, kadınlar, çocuklar, erkekler ve ihtiyarlar 10 Haziran 1944’te SS Das Reich birimi tarafından katledilmişlerdi. Bunların izinde olarak Chirac, işbu tragedya’nın korkunç zulmünü yeniden dile getirip “soğukkanlılıkla plânlanmış ve bu yabanilikte ve aynı zamanda da, titizlikle uygulanmış ‘ölüm bilimi’, işbu kara yıllarda, cellâtların nişanesi olmuştu” dedi (Oradour – Auschwitz: Devoir de vigilance pour M. Chirac et M. Jaspin, in Le Monde, 18-19.07.1999).

 

Şimdi bu ‘üstün’ Cermen ırkının canavarlık ruhuna uygun Oradour olayını Ana Britannica’dan (AB) okuyacağız. İşin bizim bildiğimiz ana sebebi, Müttefiklerin Normandiya çıkarmasına karşı Güney’deki Alman Birliklerinin hızla Kuzey’e kaydırılması gerekirken, Fransız yeraltı mukavemet teşkilâtının, Oradour civarındaki demiryolu köprülerini atmış olmasaydı (B.O.).

 

Almanları çılgına çeviren bu girişim, tarihin sayılı canavarlıklarından birini meydana getirmişti. Köy ve bütün köy halkı, Alman birlikleri tarafından yok edilmişti. Aynı şey, bundan tam iki yıl önce (10 Haziran 1942) Çekoslovakya’daki Lidice köyünün başına gelmişti. Almanların işgal ettikleri Fransa’nın Alsace bölgesinden 13 asker ve bir gönüllünün de yer aldığı 200 kişilik bir SS müfrezesi, köyde yaşayan 652 kişinin hepsini evlerinden alarak köy meydanına topladı. Saklanmış patlayıcı madde aranacağı ve kimlik yapılacağı duyurularak erkekler ahırlara, kadın ve çocuklar da kiliselere götürüldüler. Daha sonra kapıları kapatan askerler, dinamit ve alev makineleriyle köyü ateşe verdiler. Yanmaktan ya da dumandan boğulmaktan kurtulanlar makineli tüfek ve el bombalarıyla öldürüldüler. Yangından sağ kurtulan 10 kişi, SS’ler gidinceye değin ölü taklidi yaparak sağ kalmayı başarmıştı.

 

.

. .

 

Almanya Dışişleri Bakanlığı, geçen hafta Ankara’yı ziyaret eden Bakan Fischer’in Türkiye’ye tank satışına karşı olduğu yolundaki haberleri doğruladı. Türk savunma çevreleri ise böyle bir talebin olmadığını bildirdiler.

 

Fischer, Ankara ziyaretinde savunma sanayisinde işbirliği konusundaki temkinli tutumuyla dikkati çekmişti. Dışişleri Bakanı Cem, düzenlenen ortak basın toplantısında ilişkilerin geliştirilmesinde savunma alanında işbirliğinin etkili olacağını söylerken, Fischer, konunun müzakereye açık olduğunu vurgulamıştı. Fischer’in hem lideri olduğu Yeşiller Partisi’ne danışma gereğini, hem de Alman kamuoyunun silâhların Güney-Doğu’da kullanılmasından duyduğu rahatsızlığı göz önüne aldığı belirtiliyor. Kızıl – Yeşil koalisyon, satılacak silâhların alıcı ülkenin insan hakları ihlâllerine etkisinin araştırılmasını istiyor (Radikal, 28.07.1999).

 

.

. .

 

Önceki gün Halûk Şahin’in bir yabancı kaynaktan gözüne bir haber çarpıyor: “Almanya’nın medya devi Bertelsmann’dan Barnes and Noble kitapçısına uyarı;  Almanya’ya Hitler’in Mein Kampf’ını satmayın!”. İlk bakışta çok kafa karıştırıcı bir başlık.

 

Bertelsmann Alman şirketi, Barnes and Noble ise ünlü Amerikan kitap mağazaları zinciri… Alman Hitler’in kitabını kim, kime, nerede, niçin satmayacak?

 

Ayrıntılarına inince olay netleşmeye başlıyor. Mein Kampf ve Nazi yanlısı kitaplar Almanya’da yasak. Barnes and Noble Amerika’da, ama Almanya’ya internet aracılığıyla kitap satıyor. Böylece Nazi sempatizanları Almanya’da alamadıkları kitapları Barnes and Noble ve Amazon Books gibi internet kitapçılarından bilgisayar tuşlarına basarak alabiliyorlar.

 

Bertelsmann bir Alman medya şirketi görünse de aynı zamanda Barnes and Noble şirketinin yüzde 40 hissesine sahip bulunuyor. Bertelsmann’ın 30’a yakın ülkede medya şirketleri var.

 

Alman Adalet Bakanlığı, Amerikan şirketi görünmelerine rağmen Barnes and Noble ve Amazon Books kitapçılarına karşı kovuşturma başlatmış. Amerika’da ya da başka bir ülkede bulunmak “nefret edebiyatı” dağıtmanın sorumluluğunu kaldırmaz tezini savunuyor.

 

İyi de, hem PKK’nın, hem de siyasî İslâmcıların Türkiye’ye yönelik nefret edebiyatının başlıca kaynağı Almanya değil mi?…[5]

 

Şimdi bu aynı bağlamda bizden haberler. Gebze Cezaevi’nde tünel ortaya çıkınca yapılan aramalarda eğitim amacıyla kullanılan tahta silâhlar ve Nazi sembolleri ele geçirildi (Resim 80 – Radikal, 27.10.1999). Öbür yandan, MHP mitinglerinde, bunlara arabaları ile gelenlerden park ücreti olarak Hitler’in “Kavgam” kitabını satarak gelir sağlandığını gazeteler yazmıştı.

 

.

. .

 

Gebze Cezaevi’nden Hitler sembollerinin ele geçirilmesinden yirmi beş gün önce, Hikmet Çetinkaya, “Hitler Faşizmi”ni irdeliyordu (Cumhuriyet, 02.10.1999). Yazısında, Nazizm’in temel niteliklerini sıralamıştı:

 

1 – Üretim tekniğinin ilerlemesi, sınıf çelişkilerinin artması ile olgunlaşan devrimin önüne geçmek, kapitalizmin güçlendirilmesi.

2 – Kapitalist diktatörlüğün egemenliğinin sağlanması.

3 – Bağımsız işçi hareketlerinin kaygı ve baskısını, sınıfların organize bir işbirliğine dayanan savaşımını önleyecek bir politik rejimin kurulması.

4 – Parlamenter demokrasinin ortadan kaldırılması.

5 – Sanayi sermayesinin, malî sermayenin devlet tekeline dayanan örgütünü güçlendirmek.

6 – Her emperyalist bloğu, bir tek ekonomik – politik birlik halinde merkezîleştirmek.

7 – Artan emperyalist çelişkilerin kaçınılmaz sonucu olan savaşa doğru yürümek.

 

Bu nitelikler aşağı yukarı her kapitalist devlette vardır. Ama Nazizm’i diğerlerinden ayıran önemli nitelik, uygulamada kullandığı yöntem, bu amaçları yeni sosyal, politik bir mekanizma ile sağlamaya çalışması, kapitalizmi ve Alman emperyalizmini gerçekleştirmek için parlamenter sistemden ayrılarak güçlü bir kapitalizm ve emperyalizm diktatörlüğü kurmasıdır. Bu sistemin en önemli yöntemleri de yasadışı savaşım yollarını yaratmaktır. Bunlar antiemperyalizm, millî ve sosyal demagoji ile her memlekette Alman emperyalizmine pişdarlık edecek gerici unsurları organize etmek, diğer politik partileri teşkilâtlandırmak, bilhassa işçi örgütlerini yok etmek, totaliter bir devlet kurmaktır. Nazizm’in esas niteliği budur.

 

“1999’dan 1940’lara bakmak ve bugünün dünyasını irdelemek gerekir…” diyen Çetinkaya, Sabiha Sertel’in “İkinci Dünya Savaşı Tarihi” adlı kitabından şu önemli ayrıntıları aktarıyor: 

 

Balkan ülkelerinin Alman egemenliği altına girmesi, Almanya için ekonomik açıdan önemliydi. Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye’nin yıllık tütün ihracatı 1 milyon metrik kentaldi. Almanya’nın yıllık tütün ithalâtı 900 bin metrik kentaldi. Bunun gibi boksit ihtiyacını Yugoslavya ile Macaristan, bakır ihtiyacını Romanya ile Yugoslavya karşılayabilecek durumdaydılar. Bu takdirde, Almanya yıllık demir, altın, bağırsak ve diğer bazı ihtiyaçlarını Balkan ülkelerinden karşılayabilecekti. Almanya’nın yıllık petrol ihtiyacı 30 – 40 milyon metrik kentaldi. Romanya bu miktarda petrol çıkarmıyordu, ama Almanya bu üretimi artıracak durumdaydı. Almanya; Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya’nın pamuk ve yün üretimini de artırmak niyetindeydi.

 

Bu vesileyle bir kişisel tarihî anımızı zikrediyoruz. 1940’da, Almanya’nın Romanya’yı işgal etmesi üzerine, orada bulunan İngiliz diplomatları ülkeyi terk etmiş, İstanbul’a gelip Perapalas Oteli’ne inmişlerdi. Bagajları da antreye yığılmıştı. Nasıl olduysa, bunlardan birinin içinde bulunan çok güçlü bir bomba infilâk etmiş, orada bulunanlar parçalanarak ölmüş ve binanın üst katlarının her köşesinde hayret verici bir hasar meydana gelmişti. Binanın Haliç’e bakan duvarı ayrılmış, âdeta açılmıştı!

 

Mucize kabilinden kurtulmuş otelin müdürü, ilk ve ortaokuldan sınıf arkadaşımız Ferit Muhayyeş, bize oteli gezdirmişti. Ortada dolaşan siyasî rivayete göre bu çok güçlü bomba, Almanların Romanya’yı işgal etmeleri halinde Ploeşti petrol kuyularını havaya uçurmakta kullanılacaktı. Ancak, bu projeden son anda vazgeçilmiş. Sebebi de petrol üretiminin durması halinde, Almanların beklenen Sovyetlere saldırısını geciktireceği idi. Müttefikler ise, bunun bir an önce gerçekleşmesini arzu ediyorlardı.

 

.

. .

 

Şimdi Münih’ten bir haber: Almanya’daki Neonaziler, internet’in olanaklarını kötüye kullanıyor. Neonazilerin son marifetlerinden biri, internet’ten yayın yapan Radio Wolfsschauze. – Irkçı müzik parçaları eşliğinde PC mikrofonlarından yayılan ses, Marmara depreminin kurbanları hakkında “on binlerce cansız pislik yerde yatıyordu. Sevinçten duramadım, keşke ‘Führer’ de bunu görebilseydi” diyor Neonazi yayınlar, geçen aylarda ölen Yahudi cemaati lideri Ignaz Bubis’i de rahat bırakmıyor. Irkçı parçaların seslendirdiği bir CD’de “Bubis’in öldüğü gün tüm Yahudiler uludu. Güzel bir gündü, Yahudi mezarlarına işedik” deniyor. Alman yetkililer, internetteki ırkçı yayınlara karşı çaresiz görünüyorlar (!) (Radikal, 13.10.1999).

 

.

. .

 

Yine Nazi Almanya’sı yıllarına geri dönüyoruz. Aşağıda okuyacağınız ilginç ayrıntıları Ahmet Arpad Münih’ten göndermiş[6].

 

1923 yılının yazında Güney Bavyera’nın şirin kasabalarından Obersalzberg’de pansiyon Moritz’de Bay Wolf adında biri oda kiralamıştı. Pansiyoncu kadına buraların güzel ve sağlıklı doğasında 2 – 3 hafta dinleneceğini söylemişti. Alp Dağları’nın doyumsuz panoramasına karşı, 1000 metre yüksekteki Obersalzberg’in ünü o yılların Almanya’sında henüz duyulmaya başlamıştı. Berchtesgaden yakınlarındaki bu kasabaya ülkenin varlıklı aileleri ve politikacılarının ayakları çabuk alışmıştı. Bay Wolf da 1923 yazından sonra sık sık dinlenceye geldi. Birkaç yıl sonra da güzel bir evi sürekli kiraladı, Adolf Hitler adına. 1933 yılına gelindiğinde koskocaman bir villayı satın aldı dağ tepesinde. İlâve yapılarla genişletti. Hayranları o yıllarda da vardı. Kasabalılar onu aralarında görmekten memnundu. Ta ki Hitler birkaç yıl sonra çevredeki arazileri, başka villaları da satın almaya başlayana kadar. Ülke yönetimini hızla ele geçirmeye başlamış olan bu insan, mülkünü satmak istemeyenleri “toplama kamplarına gönderirim” tehdidi ile inadından vazgeçiriyordu. Savaşın yaklaştığı yıllarda Obersalzberg, Nazi iktidarının başkenti, Berlin’den sonra ikinci merkezi olmuştu. Binlerce Hitler hayranı günbegün küçük kasabaya geliyordu. Führer’i görebiliriz ümidiyle… Hitler’den günümüze 50 küsur yıl geçti. Savaşın son günlerinde Amerikalıların bombaladığı malikânesinin yerinde çoktan yeller esiyor. Ancak Hitler hayranları Obersalzberg ile Berchtesgaden’e hâlâ akın akın geliyor. Tepenin altındaki dehlizleri, koridorları, gizli odaları geziyor, kasabada Nazi hatıra eşyaları satan dükkânları dolduruyorlar. Duvarlarda gamalı haçlar, fotoğraflar, vitrinlerde silâhlar, giysiler, eski kitaplar, broşürler. Güney Bavyera’nın bu güzel yöresine Münih’ten günübirlik turlarla gelenler eski Führer hayranı kuzeydeki Almanların yanı sıra meraklı Amerikalılar ile fotoğraf makineli Japonlar. Eyalet yönetiminin girişimi ile Ekim ayında yeni açılan ‘Nasyonal Sosyalist Belgeler Müzesi’ de ziyaretçilerin ilgi odağı oldu. Savaş yıllarında Nazi subaylarının sürekli konakladığı Hoher Göll Oteli’nin temelleri üzerine kondurulan 5 milyon marklık yapı tahta ve camdan oluşmuş. Uzmanların devlet arşivlerinden çıkardığı binin üzerinde belge ve fotoğraf ziyaretçilere, Bay Wolf’un ilk Obersalzberg günlerinden Hitler’in Berlin sığınağında intiharına kadar geçen o korkunç yılları belgeliyor. Ders vermeyi amaçlıyor. Yöreye her yıl gelen 300 bin “Hitler Turisti”ni müzeye çekerek pastadan birkaç dilim de olsa kapmak istiyorlar. Turist sayısının daha da artacağına inanan yerel yöneticilerle turizmciler yeni yatırımlara da girişmekte. Dünyaca ünlü bir otel kuruluşu Bavyera eyalet yönetiminden kiraladığı 100 dönümlük araziye 5 yıldızlı otel yapımına başlamak üzere. Hermann Göring’in 1934’te inşa ettirdiği villasının temelleri üzerine kondurulacak lüks otel iki yıl sonra zengin turistleri Obersalzberg’e çekecek.

 

.

. .

 

Hep yazılıp çiziliyor. Avrupa hem dinci, hem de bölücü hareketleri destekliyor. Hem dinci sermaye, hem Millî Görüş, hem de PKK, özellikle Almanya’da her yıl iki milyar markı, bağış adı altında toplanıyor mu? Hürriyet’in Avrupa baskısında Çağrı Ataman’ın “Alman İslâm’ının Faydaları” başlıklı bir yazısı, acı gerçeğin altını çiziyor. Çağrı Ataman diyor ki, “Federal Almanya’da Türkçe derslerine ve Türk basınına karşı yürütülen kampanyanın, ‘Alman İslâm’ı’ projesiyle at başı gitmesi, rastlantı değildir. Okullarda Türkçe derslerinin kaldırılmasını, yerine Almanca İslâm din dersi konulmasını talep eden çevreler ve onların Türk kökenli sözcüleri, amaçlarının entegrasyon olduğunu öne sürüyorlar…”.

 

Önce, şunların belirtilmeleri gerekiyor! Almanya’da yaşayan iki milyonu aşkın T.C. vatandaşı bulunuyor, ama resmî açıklamalara göre ‘ulusal azınlık’ olarak Almanya’da 90 bin kişinin yaşadığı bildiriliyor… Almanlar, T.C. yurttaşlarını ‘ulusal azınlık’ kapsamına almıyorlar, ama onları ‘ülkede yaşayan İslâm toplumu’ olarak görmeyi sakıncalı bulmuyorlar.

 

Burada ortaya çıkan gerçek nedir?: Türklerin ulusal kimliğinden korkmak… Bu noktada Türkçe derslerinin kaldırılması, Almanca din derslerinin okutulması, bu nedenle devreye giriyor. Almanları ‘Türk kimliği’ korkutuyor, ama ‘İslâm kimliği’ korkutmuyor.

 

Almanya’da salt Türkler yaşamıyor. Musevîler de var, Arap kökenli azınlık da. Nedense, onlar için böyle bir uygulama yok!

 

Ümmetçi bir İslâm modelini esas alıp ‘Şeriatçılara’ destek çıkan bir düşünce, Almanya’nın desteğiyle gelişirse ne olur?

 

Elbette bu, Almanya’nın işine yarar, ulus kimliğini ‘İslâm’ın kardeşliği’, ‘aynı ümmetin bireyleri’ esasıyla yok eder!

 

Türkiye’de dinci örgütlenmenin arkasında da PKK örneğinde gördüğümüz gibi yine Avrupa ülkeleri ve özellikle Almanya bulunuyor.

 

“Alman İslâm Projesi”, belirli bir hesabın sonucudur[7].

 

.

. .

 

Sürekli yazmış olduğumuz gibi, “Nazilikten temizleme” lâfının bir masaldan ibaret olduğu, “kenenin başının içerde bırakıldığı” bir vakıadır. Amerika, 1945’ten sonra ele geçirdiği her düzeydeki Nazileri önce “komünizme karşı”, sonra da Sovyetler Birliği’ne karşı kullanmışlar; bunlar da kurtarmış oldukları Nazi istihbarat raporlarında kayıtlı ülkelerdeki hareketlerin ayrıntılarını Amerika’ya aktarmışlardı. Her yerde, “komünizme karşı” bir örgütlenmenin muallimleri olmuşlardı.

 

Şimdi bu bağlamda Oral Çalışlar’ın bir ilginç makalesini, yine hoşgörüsüne sığınarak aynen veriyoruz[8]. Burada yazılanlara ekleyecek bir şey bulamıyoruz.

 

General Gehlen, Hitler’in politik beyinlerinden biriydi. İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’ndeki Nazi istihbaratının şefiydi. 1945 yılında elindeki arşivle birlikte ABD’ye teslim oldu. Teslim olduğu Amerikalı Komutan Orgeneral Luther Sibert’e 129 sayfalık bir rapor verdi. Raporunda, savaştan sonra başlayacak soğuk savaşta komünizme karşı nasıl istihbarat yapılacağını anlatıyordu.

 

Amerikalılar rapordan etkilendiler. Çünkü Sovyetler Birliği hakkında fazla bilgileri yoktu. General Gehlen’i 22 Ağustos 1945’te ABD’ye götürdüler. Gehlen, dönemin CIA Şefi Allen Dulles’le görüştürüldü. Ona Stalin’in hiç de yabana atılacak biri olmadığını, ABD ve Batı Avrupa’nın doğudan gelecek tehlikenin farkında olmadığını anlattı. Nazi generali, bu kez Amerika adına, “hür dünya” için eski Nazilerden kurulu bir casusluk örgütü meydana getirip “servis” faaliyetine devam edecekti.

 

General Gehlen Amerikalılarla anlaştıktan sonra, 9 Temmuz 1946’da tekrar Almanya’ya döndü. Hitler’in istihbarat örgütü ile askerî polis örgütü SS’nin üst düzey yetkililerini topladı. General Gehlen, eski Nazilere yeni sahte kimliklerini verdi. Tahminlere göre Gehlen, iki yıl içinde, 10 bin kadar savaş suçlusu Nazi’yi toplamayı başarmıştı. Önce Federal Alman gizli servisi BND’yi kurdu ve başkanı oldu. Eski Naziler bunun ardından NATO’nun kurulmasıyla birlikte, Avrupa ülkelerindeki yeraltı örgütlenmelerine hız verdiler. Yani, Gladio’nun temelini attılar.

 

Yukarıdaki satırlar, Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul’un birlikte kaleme aldıkları, ünlü MİT şeflerinden Hiram Abas’ın yaşamını anlatan “Bay Pipo” adlı kitaptan, Doğan Kitap’ın yayımladığı araştırma, bir suikast sonucu yaşamını yitiren Abas’ın yaşamından yola çıkarak Türk istihbarat dünyasının tarihine yolculuk yapıyor.

 

Bu yolculuğun kilit isimlerinden birisi de 27 Mayıs 1960’tan sonraki kritik dönemde uzun yıllar MİT Müsteşarlığı yapan Fuat Doğu’ydu. Fuat Doğu, MİT Müsteşarı olmadan önce, Emirgân’da kurulan MAH (MİT’ten önceki istihbarat örgütünün adı) okulunda öğretmenlik yapmış, istihbarat elemanları yetiştirmişti.

 

Fuat Doğu, istihbarat teşkilatının basamaklarını tırmanmaya başladığı yıllarda, önce ABD’ye, ardından da Almanya’ya gitmişti. Orada gördüğü bir Almanı, yaşamı boyunca unutmadı; her öğrencisine, personeline onu anlattı. Fuat Doğu’nun etkisinde kaldığı Alman istihbaratçı, ünlü Nazi generali Reinhard Gehlen’di.

 

Fuat Doğu, asker kökenli bir istihbaratçıydı. Çok uzun yıllar MİT’in başında bulundu. Kritik olaylarda kritik roller aldı. Hiram Abas, Mehmet Eymür gibi elemanlar onun öğrencileriydiler. Bütün bu geleneğin gerisinde ise Avrupa’da Gladio’yu kuran eski Nazi generali Gehlen yer alıyordu.

 

Bu tablo sizce bir anlam ifade ediyor mu? Örneğin, 12 Eylül 1980 askerî darbesinden önceki büyük suikastların arkasındaki güçleri… Yarbay Korkut Eken, 12 Eylül öncesi Abdullah Çatlı, Oral Çelik gibi suikastların kilit isimlerini kullandıklarını, TBMM’deki Susurluk Komisyonu’na anlatmıştı.

 

Korkut Eken’in daha önce Özel Harp Dairesi Özel Birlikler Komutanı olduğu da basında yazıldı. Yani 12 Eylül öncesinin kilit isimleri, Gladio’yu kuran Gehlen’in öğrencilerinin yetiştirmeleriydi. Bu isimlerden birisi de 12 Eylül asker darbesinin hemen ardından Mamak Komutanlığı’na getirilen ve mahkûmlara yaptığı zulümle ünlenen Albay Raci Tetik’ti. Raci Tetik, 1960’lı yıllarda gazeteci İlhami Soysal’ı kaçırıp döven ekibin başındaki Özel Harp Dairesi elemanıydı. Bütün bunların hepsi tesadüf müydü?

 

Dünyanın hemen her yerinde Gladio’lar, soğuk savaşın sona ermesinin ardından açığa çıkarıldı ve tasfiye edildi. Bir yazımda sormuştum: “Bizim Gladio’muza ne oldu?”

 

Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul’un araştırmasında, Türkiye’deki istihbarat faaliyetinin, bir dönem Türkiye’den çok Amerika’dan yönlendirildiği de tanıklara dayanılarak aktarılıyor. Bütün bu tabloya bakınca, kafalardaki soruların biri gidip diğeri geliyor: Neden bizim ülkemizde birçok cinayet, birçok suikast karanlıkta kaldı? Neden bu cinayetlerin, askerî darbe hazırlıklarının devlet içindeki güçlerle ilişkisi aydınlanamıyor? Neden devlet içindeki bu tür örgütlenmeler konusunda kimse kolunu kıpırdatmıyor, kıpırdatamıyor?

 

Araştırma kitapları, karanlıkta kalan tarihi aydınlatıyor. Ancak her araştırma, insanın beyninde yeni sorular üretiyor, bu sorular giderek öfkeye dönüşüyor. Neden diğer Avrupa ülkeleri bunları aşabildiler de biz aşamadık? Neden biz hâlâ en büyük gazetecilerimizin katillerini ortaya çıkarıp, bu katillerden ve onları yönlendirenlerden hesap soramadık? Neden katiller hâlâ bu ülkenin itibarlı kişileri?…

 

Neden… Neden… Neden…

 

.

. .

 

Herkes biliyor, Stalin’in Sovyetleri, Lenin’in Sovyetleri değildi. Millî Şef’in Türkiye’si de, Gazi’nin Türkiye’si değildi ve Rusların hiç hoşlanmayacakları bir takım gizli fırıldakların peşindeydi. Bunları Atillâ İlhan tafsil ediyor:

 

 

Belge 1. Tarabya’daki Alman Elçiliği’nden Büyükelçi von Papen’in 5 Ağustos 1941 tarihinde Alman Dışişleri Bakanlığı’na verdiği rapordan alınmıştır…: “… iyi haber alan güvenilir bir ajan tarafından bildirildiğine göre, Türk hükümet çevreleri, Almanya’nın Rusya’daki başarıları açısından Türk / Rus sınırının ötesindeki ırkdaşlarının kaderine giderek artan bir ilgi göstermektedirler. Bu çevrelerde 1918 olaylarını geri getirme ve bölgeyi, özellikle değerli Bakû petrol bölgesini ilhak etme eğilimi göze çarpmaktadır. Bu amaç için… bir uzmanlar komitesi niteliğinde bir şey oluşturulmuştur… Bu grubun lideri, İstanbul milletvekili Şükrü Yenibahçe’dir[9]; diğerleri, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa, Profesör Zeki Velidi Togan ki Başkurt kökenlidir ve Kırımlı Cafer Seyidahmet’tir. Ankara’daki Doğu Türkleri meselesinde, hükümetin ajanlarından birisi de General Hüseyin Hüsnü, Emir Erkilet’tir, kendisi Tatar kökenlidir.”

 

Belge 2. …. Berlin’de, Dışişlerinden Weizsacker’in Dışişleri Bakanı von Ribbentrop’a, 5 Ağustos 1941 tarihli raporundan…: “Türk Büyükelçisi (Hüsrev Gerede) bugün bana yeni elçilik danışmanını tanıştırdı. Danışman hemen Sovyet Rusya’daki Türk asıllı komşu halklar konusunu açtı. Bu Türk boyları aracılığıyla, anti – Sovyet propaganda yürütmek olanağına dikkati çekti. Sonra da açık bir biçimde, Kafkas halklarının ilerde ‘tampon’ bir devlette birleşeceklerini söyledi ve Hazar’ın Doğu’sunda bağımsız bir Turan Devleti kurulabileceğini ima yoluyla belirtti…”

 

Belge 3. …. Berlin’de Dışişleri Siyasî Kısım diplomatlarından Hentig’in 24 Kasım 1941’de, diplomat Erdmannsdorf ve Woermann’a raporu: a) “… Berlin’de iyi tanınan şahıslardan Dr. Harun, beni ziyaret etti, kendisi burada, teknik kolejde on yedi yıldan beri ders vermiştir; şimdi yine İstanbul’da yaşamaktadır. Buradaki Büyükelçilik ve önde gelen Türk çevrelerince görevlendirildiği sanılmaktadır”. b) … “… Dr. Harun, Turancılığa karşı tavrımızı görebilmek için geldi. Kendisi bana Büyükelçi Gerede ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın mesajlarını iletti. Her ikisi de, ‘resmen’ lehine çalışmaları mümkün olmaksızın, bu sorunla büyük ölçüde ilgilendiklerini bildiriyordu. Genelkurmay Başkanı’nın, Turancılık Sorunu’nun, Türkiye ile Almanya arasında, bir temel teşkil edebileceğini söylediği rapor edilmektedir. Daha da ileri giderek, Türkiye’nin Almanya’ya karşı bir harekâta girmeyeceği güvencesi verilmiştir…”

 

İlhan’ın Havass Yayınları tarafından yayınlanmış “Alman Dışişleri Dairesi Belgeleri – Türkiye’deki Alman Politikası” adlı kitaptan derlediği mezkûr belgelerin dışında, daha başkaları da var (bkz. Atillâ İlhan.  – Alman “tezgâhı”, in Cumhuriyet 17.11.1999). Aslında biz bunları, daha çok önce yayımlamıştık (bkz. Yüzyıllar boyunca Alman gerçeği). Ama bunları bir kez de İlhan’ın kaleminden vermeyi uygun gördük.

 

.

. .

 

Genelkurmay Başkanlığı, Türkiye’ye sıkça yüklenen insan hakları ihlâlleri konusunda Batı’nın ‘suç dosyası’nı çıkarırken, ABD’yi insan hakları konusunda ‘sabıkalı’ ilân etti. Genelkurmay Başkanlığı, Almanya’yı da ‘terörizmi cesaretlendirmekle’ suçladı.

 

Genelkurmay Başkanlığı T.S.K. personelini bilgilendirmek amacıyla “Güncel Konular” başlıklı bir kitapçık yayımladı. Burada ABD’nin insan hakları konusunda sabıkalı olan ülkelere yaptığı silâh satışları örnekleriyle sıralanıyor. T.S.K.’nin Kıbrıs’a yaptığı müdahaleden sonra uygulanan ambargonun hatırlatıldığı kitapçıkta ABD’nin Granada ve Haiti’ye yaptığı müdahalelere yer veriliyor. Kitapçıkta bu ülkenin terörizme karşı mücadele kapsamında Afganistan, Sudan ve Libya’yı bombalaması ile Türkiye’nin terörizme karşı mücadelesi de karşılaştırılıyor. Eşber Yağmurdereli’nin tutuklanmasını ‘abartan’ ABD’ye Kör İmam örneği veriliyor.

 

T.S.K.’nin eleştirilerinden Almanya da payını alıyor. Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesinden kısa bir süre önce basıldığı ortaya çıkan kitapçıkta, özellikle bu konuda Almanya’nın aldığı tutum eleştiriliyor. Kitapçıkta Öcalan’ın yakalanmasından sonra Alman basınında yer alan haberlere de yer veriliyor (Radikal, 22.11.1999).

 

Bundan, Batı’nın ve özellikle Almanya’nın bize karşı olumsuz tutumundan habersiz kimsenin kalmadığı anlaşılıyor. Ne çare ki, düşük üretimli bir toplum olarak bundan fazla sesimizi yükseltemiyoruz…

 

.

. .

 

Şimdi, Radikal’in (29.11.1999) genel konumuzla ilgili bir haberini aktarıyoruz: 

 

Berlin: Apo – tank pazarlığı yok

 

Berlin – Almanya’nın önde gelen dergilerinden Der Spiegel’in koalisyondaki Sosyal Demokratlar ile Yeşiller’in Türkiye’ye üç koşul karşılığında 1000 adet Leopar II tankı satılmasında anlaştıkları iddiası yalanlandı. Alman Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Andreas Michaelis, iddiaların uydurma olduğunu savunurken, “Böyle bir sözleşme olmadı” dedi. Yeşiller Partisi’nin savunma politika sözcüsü Angelika Beer de böyle bir uzlaşmadan haberleri olmadığını söylerken, Türkiye’ye tank satışı konusunda öngörülen üç koşulun da yetersiz olduğunu savundu. Der Spiegel, haberinde bu koşulların, ‘Abdullah Öcalan’ın idam edilmemesi, Kürtlere karşı şiddetten vazgeçilmesi ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye tam üyeliğinin engellenmemesini’ içerdiğini öne sürmüştü.

 

Almanya’nın Rheda – Weidenbrück kentinde Sosyal Demokrat Parti (SPD) delegeleriyle buluşan Başbakan Gerhard Schröder, Türkiye’ye tank verilmesi için insan hakları konusuna dikkat edileceğini söylerken, bu konuda bir müracaat da olmadığını kaydetti. Schröder, ‘Türkiye’den bize 1000 tank konusunda bir müracaatı olmadı. Bu nedenle tankların verilip verilmemesi konusunda karar almamız da söz konusu değildir’ dedi. Almanya’da pazar günleri yayımlanan Welt am Sonntag gazetesinde ise Leopar’ların 10 Ocak’tan itibaren Türkiye’de denenmeye başlanacağı kaydedildi. Gazete, Alman tanklarını kullanacak olan Türk ekibinin de Münster ve Münih kentlerinde eğitim gördüklerini bildirdi (Radikal, 29.11.1999).

 

.

. .

 

Almanya’nın eski başbakanlarından sosyal demokrat politikacı Helmut Schmidt (Resim 81), Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye AB adaylığı verilmesini ‘hatâ’ olarak değerlendirdi. Schmidt, Die Welt gazetesine verdiği demeçte “Medya, zirveden bir sonuç beklediği için Türkiye’yi AB adayı olarak ilân etti. AB, eğer günün birinde Ortadoğu’daki bütün problemleriyle birlikte Türkiye gündeme gelse, kendisi için inşa etmekte olduğu ortak dış politikasını yıkmak zorunda kalır” dedi (Milliyet, 15.01.2000).

 

Evet, Alman politikacısının eskisi de, yenisi de, Sosyal demokratı da, Yeşil’i de, Hristiyan demokratı da Türkiye’yi AB’ne aldırmamaya kararlı. Bin dereden su getirerek böyle bir olasılığı önleme yolunu tutuyorlar.

 

Nedir işin altında yatan?

 

Çok basit! Almanya’nın geleneksel Drang Nach Osten ve Ostpolitik’i çerçevesi içinde bu ülke, Türkiye’ye AB’nin sahip çıkmasını amacına engel olarak görüp tek başına bu ülke ve Ortadoğu’nun petrol kaynaklarına el koyma rüyasını hâlâ görmekle meşgul. Bittabi, ötekiler bırakırlarsa…

 

Alman eski Şansölyesi Kohl’un Türkiye politikasının ne olduğunu bilmeye gerek var mı? Onun Türkiye’deki büyükelçisinin de politikası Kohl’unkinden farklı olabilir mi?

 

İşte beş yıldır Türkiye’de bu politikayı yürütme durumunda olan Alman Büyükelçisi Hans – Joachim Vergau, Ankara’dan ayrılıyor. Buna üzülenler arasında Recai Kutan, Akın Birdal, Abdullah Gül… var.

 

Ama Ankara malını biliyordu: Bu diplomatın ayrılış resepsiyonunda hariciye, sadece bir müsteşar yardımcısı ile temsil edilmişti…

 

Vergau’nun her söylediği gerçek dışıydı: Amacı, Türkiye’yi AB’ye üye yapmak vs… O ise ki ona göre Türkiye’nin AB’ne üyeliği uzak bir olasılıktı. Vergau’nun, Türkiye’nin AB üyeliğine yardımcı olma eğiliminde olmadığını, Dışişleri’nde herkes biliyordu[10].

 

[1] Gündüz Aktan.  – Fischer’in ziyareti, in Radikal, 19.07.1999.

[2] Haldun Özen.  – ‘Yeni Adam’ nasıl kapatıldı? in Toplumsal Tarih 69, Eylül 1999.

[3] Cumhuriyet, 22.07.1999.

[4] Tarafımızdan belirtildi, şöyle ki TDV kurucusu ve başkanı Bülent Akarcalı ANAP milletvekilidir.

[5] Halûk Şahin.  – Yeni düzenin yasakları, in Radikal, 13.08.1999. 

[6] Ahmet Arpad.  – Hitler’i pazarlayanlar, in Cumhuriyet, 21.11.1999.

[7] Hikmet Çetinkaya.  – Alman İslâm’ı, in Cumhuriyet, 18.11.1999.

[8] Oral Çalışlar.  – Nazi generalinin Türk öğrencileri, in Cumhuriyet, 10.01.2000.

[9] Enver Paşa’nın yaverliğini yapmış ve 1. T.B.M.M.’de İstanbul mebusu olmuş Yenibahçeli Şükrü (Oğuz) bey, bu kitabın yazarının üvey babasıdır. Bu konular “Tarihî ve toplumsal anılar” kitabımızda irdelenmişti.

[10] Mehmet Ali Kışlalı.  – Kohl’un elçisi gidiyor, in Radikal, 25.01.2000.