Kültür Eserleri > THKK 2/B - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > Kanun

Kanun 

1330 (1914) da yayımlanan “Arazi Kanûnnâme-i Hümâyûnu Şerhi”nde “ Kanun ” tarif ediliyor: “Kanun: lâfzı filasl mastara,[1] endaze, mikyas manasına olarak lâfz-ı Suryanî olub lisan-ı Arabîye nakl edilerek mikyas ve asl manalarında istimal olunmuştur. Istılah ehl-i fünûnda kanun, bir kaziye-i külliyedir ki andan mevzuun cemî’ cüz’iyatının ahkâmı istihraç ve istinbad olunur kaziye-i külliye-i mezkûreye asl ve kaide denildiği gibi istihraç olunacak ahkâm-ı mezkûreye fürug ve ahkâm-ı mezkûrenin o asl ve kaideden istihracına tefrî’ itlak olunur.”[2]

 Kanun , kanwvn’un muarrebi olup bu Yunanî sözcük dahi başlarda “herhangi bir düz çubuk”, daha sonraları “bir ölçü veya cetvel” ve nihayet Milâdi IV. ve V. yy. papirüslerinde, “vergilendirmek için kıymet takdiri”, “kraliyet vergileri”, “tarife” manalarını ifade etmiş. “Kanun”, muhtemelen, Suriye ve Mısır’ın Müslümanlarca fethinden sonra İslâm öncesi vergi sisteminin devamı ile Arapçaya geçmiş olmalıdır.

İslâm öncesi Arap toplumunda, ister göçebe, ister yerleşik olsun, örgütlenmiş bir siyasî yetkenin bulunmaması, örgütlenmiş bir hukukî sistemin yokluğunu tazammun eder. Ancak bu keyfiyet, mülkiyet hakkı, veraset, katilden başka cürümler hususundaki ihtilâfların hallinde özel adalet ya da kendine yeterliğin cari olduğu manasına gelmez. Taraflar arasında uzayan müzakerelerin sonuç vermemesi halinde genel olarak hakem’e başvurulmaktaydı. Bu zat kişisel nitelikleri, itibarı ve ihtilâfları çözmedeki ehliyetinin yanı sıra genellikle doğaüstü güçlere sahip olduğu sanılan kâhin’ler arasından seçilirdi.

İslâm öncesi Arap örfî yasasının teknik terminolojisi büyük ölçüde İslâmî kanunda yer almıştır. Bunun aksi varit olmayıp İslâm hukukî tabirleri, müspet delil olmadan, İslâm öncesine bağlanmamalıdır. Kaldı ki eski terimler, İslâm kanununda, çoğu kez muaddel ve hattâ tamamen farklı mana iktisap etmişlerdir.[3] İslâm fetihleri, çoğunun tedvin edilmiş kanunları bulunan uluslarla Arapların temasını sağlamıştı ki bu keyfiyet onları, Şeriat prensiplerinin yanı sıra örf-lex principis’inkilerini uygulamaya itecekti. Böylece sâdır olan emirnamelere kanûn denilecekti.[4]

“Kanûn”, İslâmî devletlerde genellikle arazi vergileri alanında bir malî tabir olarak anlamını korumuşsa da bir “nizam-mevzuat külliyesi” (code of regulations), “devlet yasası” manalarına da bürünmüştür. Bu itibarla her iki mana ayrı ayrı irdelenmelidir.

Kuramda Şeriat, Müslüman’ın tüm kamu ve özel yaşamını tanzim ediyorsa da fıkıh çalışmalarının sadece genel yasaları kapsaması ve de İslâm ceza sisteminin uygulanamazlığının daha ilk günlerde belli olması nedeniyle idareciler, özellikle valiler, teşriî yetkeleri olmamakla birlikte işbu iki alanda kavanin ısdârına girişmişlerdir. İdarî konularda Şeriat genellikle yetersiz kaldığından onunla kanûn arasında herhangi bir çelişki belirmemiş, dolayısıyla bu gelişmeler en hassas ulemâ’yı dahi tedirgin etmemiştir: Valiler, fıkıh eserlerinde öngörülen elin kesilmesi, recm gibi ağır sakatlıklara götürecek cezalar yerine ihtiyarî ta’zîr’i yeğlemişlerdir.

Osmanlı yönetiminde kanûn tabiri, başlıca idarî ve malî yasa ile ceza yasası alanında kullanılmış. Gerçekten Fatih’in kanunname’leri bu sınırlı alana inhisar ettirilmiş ama bir asır sonra, Ebussuud Efendi’nin girişimleriyle, önceleri münhasıran Şeriat’ın alanında kalmış sorunlara da yasal çözüm getirmeye başlanmıştır. Ebussuud Efendi’nin mahareti sayesinde kanûn ile Şeriat hiçbir zaman çelişki haline gelmemişlerdir.

Özetleyecek olursak kanûn sözcüğü, yasamanın en üstün şeklini ifade edip sadece Orta Doğu’da, daha doğru olarak Dersaadet’in etkisine kısmen ya da tamamen girmiş ülkelerde kullanılagelmiştir. Osmanlı etkisinin dışında kalmış örneğin Suudî Arabistan’da lâdinî yetkenin yasama çalışması için nizâm sözcüğü yeğleniyordu[5].

İslâmî Şeriat ve fıkıh ile Osmanlı “Kanûnnâme”sinin neler ifade ettiğini tekrar etmeyip konunun bir başka yanına değineceğiz.

Bir vergi idaresi genellikle, biri kıymet takdiri, öbürü tahsil ile ilgili olmak üzere iki bölümden oluşur. Vergi takdiri çeşitli prensiplere dayanıp bir hesap esasında (asl) sonuçlanır. “Kanûn” ise hem tüm olarak bu prensiplere, hem de vergi mükellefine yüklenecek nihaî meblâğa müteallik bir kavram olmaktadır. İşbu “Kanûn” çerçevesine giren yerlerde (Osmanlı ülkeleri) bu sözcük bir nevi malî kadastro manasına gelir olmuştur.

Devlet kontrolünün özellikle geniş olduğu ve geleneksel olarak özel bir rejime tâbi tutulmuş olan Mısır’da “kadastro”, her toprak parselini ölçerek, onu Nil taşkını içinde yerine göre bir kategoriye dahil ederek ve böylece en uygun ekin cinsini saptayarak ve nihayet mükellefiyeti, afet durumu dışında, tahmin ederek, yapılıyordu.[6]

Aslında Şeriat, İmam-Sultan’ın, kamu çıkarı gerektirdiğinden kendi kapsamına girmeyen konularda karar verip yasa vazetme yetkisini tanıyordu. Hattâ fukahâ’dan bazısı, Şeriat’la ilgili çeşitli sorunların çözümünde idareci’nin (ûlu’l-emr), otoritesine dayanarak alacağı kararları esas olarak kabul ediyordu. Özellikle Şeriat’ın ortaya iki çözüm getirdiği hallerde ûlu’l-emr’in kararı kesindi; keza fukahâ arasında ciddî ihtilâf durumunda idareci, kamu yararına, cemaat içinde amel yeknesaklığını sağlayıp farklılaşmayı önlemek üzere, bir özgül mezheb’in akidesinin takip edileceği yolunda karar alabilirdi: Böylece Abbasîler, daha sonra Selçuklular ve Osmanlılar kadı’ların Hanefî akidesi mucibince karar vermelerini zorunlu kılacaklardı. Böyle bir karar, Hanefi mezheb’ini niteleyen geniş hoşgörülü prensipler sayesinde yeni bir devir açmış olup bunda yeni yasal kaideler, bir yandan fetva’lar, öbür yandan da kadı mahkeme kararları ve sultan fermanları şeklinde meydana gelmişti.

İslâm fethinin ilk günlerinden itibaren “Kanûn”, “arazi vergilerinin mukayyet bulunduğu defter ve siciller” (Kanûn el-harâc, Ceraid) anlamlarını korumuş. Vergi takdiri prensibi Hz. Ömer’e kadar geri götürülebiliyorsa da bunun bir Sasanî sisteminin devamı olduğunda şüphe yoktur. Klasik halifelik döneminde İranî düstûr, “vergi sicilli” anlamında kanûn’la eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Bu sonuncusu mukataa tarafından arazi vergisinin tahsiline mütedair koşulları (şurût) da ifade etmiştir.

Moğol istilâsını takip eden dönemde, müstakil devlet yasası kavramı büyük ölçüde güçlenmişti; Osmanlı İmp.nda, Orta Asya’da, Hindistan’da ve Timurî ülkelerde devlet örgütlenmesi, askerî işler, vergi, toprak tasarrufuna ait ve cezaî yasalar geniş ölçüde tedvin edilmiş, Şeriat’tan tamamen müstakil bir divan teşkil etmiştir.

İlhanlı devletinde İranlı bürokratların gayretleri sayesinde eski İranî kanun devleti kavramı yol almış, Moğol ileri gelenleri Cengiz yasa’sının üstünlüğünü sağlama çabasına girişmişti. Orta Asya bozkır imparatorluklarında gelenek ve inançlar devletin töre-törü’nin muhafazası sayesinde ayakta kaldığı görüşünü teşvik ediyordu. Bu görüş açısı Türk ve Moğol idareci sınıfı tarafından Orta Doğu’ya taşınmış olup buralarda kurdukları devletlerde, yörede hükümranlıklarının simgesi olarak Kanûn-i Osmanî’nin ithalini gören Osmanlı Devleti de dâhil, yaşamıştır. Bazı erken Osmanlı yazarlarının, adaleti terviç etmiş olarak Cengiz yasa’sını methettikleri ve Osmanlı devlet nizamlarının çoğu kez yasak ya da yasaknâme şeklinde anılmış oldukları gözden uzak tutulmayacaktır.[7]

Tanzimat’tan sonra, Padişah’ın “Halife” unvan ve niteliğinin özellikle temayüz etmesi ve Hanefi mezhebine dayalı bir de Mecelle tanzim edilmesine rağmen, “Kavanîn ve nizamatın münderic olduğu mecmua”, nam-ı diğer “zamm-ı dal ile Düstûr”un “mevad-ı umumiye” bahsinde “Kanûn ve nizam hükmü, daim’ül cereyan olan evamir-i seneyye-i Hazret-i Padişahî’den ibarettir” denildikten sonra “…kanûn ve nizam yapmakta müttehiz olan usulün temamî-i icrasiyle yani evvelâ müzakere-i kavanîn ve nizamata memur olan meclis ve dairede ve ba’de meclis-i vükelâ-i fahamda mütalâasiyle kararlaştırılıp icrasına emr ü ferman Hazret-i Padişahî müteallik buyurulmadıkça düsturü’l amel tutulamaz” diye eklemiş[8] ki “Kanûn”un yine de “lâik” yanı tebarüz etmiş oluyor, “Meclis-i vükelâ-i faham”a Şeyhülislâm’ın da dahil bulunmasına rağmen. Ancak bu, tanzim olunmuş ve Cumhuriyet’e kadar mer’iyette kalan arazi kanununun ilk İslâmî esaslara göre tertip edilmiş olması gerçeğini örtmez.[9]

[1] Zaviyelerin (açıların) derecatını ölçmeye mahsul hendese aleti, zaviye cetveli, alidade (Kamûs Türkî).

[2] Atıf Bey.- Arazi Kanûnnâme-i Hümâyûnu Şerhi, İst. 1330.

[3] Joseph Schacht.- An introduction to Islamic law, Oxford 1964, s. 7-9.

[4] Cl. Huart.- Kanûn, in İA.

[5] Y. Linant de Bellafonds.- Kanûn I (Law), in EI.

[6] Cl. Cahen.- Kanun II (Cadaster), in EI.

[7] Halil İnalcık.- Kanûn III. Malî ve amme idaresi, in EI.

[8] Düstur, İst. 1282, s. 15.

[9] ibd., s. 16: “Kanûnnâme-i arazi. Mukaddime. Birinci madde. Memalik-i Devlet-i Aliyye’de olan arazi beş kısımdır, kısm-ı evvel araz-i

memlûke yani berveçhi mülkiyet tasarruf olunan yerlerdir, kısm-ı sâni arazi-i mîriyedir, kısmı sâlis arazi-i mevkufedir, kısmı rabî arazi-i

mebrûkedir, kısm-ı hâmis arazi-i mevattır.”

“İkinci madde. Arazi-i memlûke dört nev’idir… nev’i sâni arazi-i mîriyeden bilifraz… temlik-i sahih ile temlik olunmuş olan arazidir nev’i

sâlis arazi-i öşriyye ve nev’i râbi arazi-i harâciyyedir ki meselâ hîn-i fetihte ganimine tevzi ve temlik olunan yerlere arazi-i öşriyye ve

gayrimüslim olan asıl yerlileri yerlerinde takrir ve ibka kılınan yerlere arazi-i harâciyye denilir…”