Kültür Eserleri > THKK 2/B - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > Gaznevîler

Gaznevîler

Samanî devleti zeval bulacak, mülk Gaznevîlerle Karahanlılar arasında bölüşülecekti. “Sebüktekin Gazne ve Zâbulistân valisi olduğunda, başlarda Alptekin’e oralara kadar refakat etmiş olan Türk askerleri on beş yıl kadar öncesinden itibaren oraya yerleşmiş bulunuyorlardı. Bunlar bir fief’ler sistemi icat etmişlerdi ve daha sonra, Gaznevîler döneminde Gazne etrafında dört tarımsal alan… Türkler ve ahfadının fıef’leri olarak zikrediliyordu. Askerî fief dizgesi daha Samanî İmp. zamanında biliniyordu…”[1]

“Alptekin ve Sebüktekin gibi adamlar, İslâm dünyasına genç ve etkilenebilir yaşta getirilmiş, İslâm uygarlığının yapaylaşmış çevresine daldırılmış, burada yüksek kumanda mevkiine yükselmiş ve siyasî ve idarî hayatın çapraşıklığı ile uğraşmak zorunda kalmış Türk askerî köle değişmesinin klasik örnekleridirler. Kısa sürede din ve aynı zamanda kültür, bu gibi adamlarla bozkır geçmişi arasında bir hail teşkil etmiştir… Alptekin ve Sebüktekin gibileri önceleri Sâmânî İmp.da kökünden kopmuş haldeyken, çevrelerindeki İranî dünya ile hızla bütünleşmişlerdi… Mahmud (Gazneli) ve oğulları İran- İslâm geleneğinde yetişmişler ve daha önceki Sâmânî İmp.nun büyük bir bölümünü, onun resmî görevliler kadrosunun çoğu ve birçok âdet ve uygulamalarıyla birlikle, tevarüs etmişlerdi. Yetişmelerindeki bu İranî-İslâmî eğilim şüphesiz, hüküm sürmeleri sırasındaki tutumlarında bir galip etken olmuştu. Sebüktekin’in içinde doğmuş olduğu Türk bozkır zemini, Sultanların idare etme durumunda oldukları İslâmî ortam ve beraber çalışmakta oldukları Acem memurların etkileriyle gölgelenecekti.”

“İlk Gaznevîlerin, hiç değilse Mes’ud zamanına kadar, ırken Türk olmaları ve onları Orta Asya’dan sadece bir ya da iki neslin ayırmış olması itibariyle, Türkçe konuşmayı unutmuş olamazlardı… Bu Türk yanın… etkisinin zayıf olduğunu düşünmek doğru olmaz. Gaznevî ordusu, büyük bölümü Türk olmak itibariyle, Türk milliyetçilik ve duygusunun bir büyük kalesi, oluyordu. Gaznevî İmp.na Sâmânî’lere hizmet yoluyla geçmiş olan Türk paralı askerler, İranî-İslâmî dünyaya intibak fırsatına sahip olmakla birlikte Orta Asya’dan sürekli olarak, Amu Derya (Oxus-Ceyhun) suyu boyunca İslâm toprakları arasından sadece kısa transit yolculuğu yapmış taze unsurlar gelmekteydi. Bunun gibi yine gelişler ordu saflarında nispeten incelmemiş ve bozulmamış Türk oranını belli düzeyde tutuyordu…”

“Gaznevîler, önceki Sâmânî İmp.ndan çok şey tevarüs etmekle, eski Sâmânî bürokrasisinden birçok memur elde ettiler. Bunlardan bazıları, Mahmud buraları ele geçirince Horasan’da Divan’daki görevlerinin başında kaldılar, bazıları da Karahanlılar Maverraünnehr’i işgal edince, Gazne’ye çekildiler. Mahmud zamanında imparatorluğun genişlemesi Gaznevî bürokrasisinin iş hacmi ve alanını da genişletmesiyle bu eğitilmiş kişiler bu bürokrasi tarafından iyi karşılanıyorlardı. Bu eski Sâmânî memurlar, Sâmânî ve Gaznevî idareleri arasında gelenek ve tekniklerin sürekliliğini pekiştiriyorlardı.”[2]

“Ölümünden kısa süre önce Mahmud Rey ve Cibal’i ilhak etmiş, dolayısıyla önceleri Buveyhî sülâlesinin bir kolu tarafından idare edilmekte olan toprakların sahibi olmuştu. Böylece de belki Gaznevî idarî sisteminin şekillenmesinde bir tali akımın, Buveyhî uygulamasının etkisi olmuştu… Buveyhî topraklarının idaresinin Abbasî hilâfeti yöntemleri üzerine dayandığını öğreniyoruz; o ise ki Buveyhîlerin Deylemî kökenleri ve bir yandan da kabile bağları nedeniyle Batı ve Orta İran’da arazi tasarrufu ve vergilendirme dizgelerinde değişikliklere götürmüştü. Yani Bağdat hem Sâmânîlerin, hem de Buveyhîlerin idarî dizgelerinin babası oluyordu.”[3]

“Gaznevî devletinin eğilimi, esas itibariyle bir askerî ve emperyalist devlet oluşu yönündeydi… Gaznevîlerin askerî makinesi daha önceki askerî uygulamanın veçhelerini içeriyordu. Bunlar arasında Sultanlara kişisel sadakat veren ve çeşitli milliyete mensup köle asker nüvesi, gulamlar vardı[4]… Sultanlar ordularını çoğunlukla nakdî olarak tediye ediyorlardı ve Buveyhî ve Selçuklular gibi askerî feodalizm[5] ve toprak ihsan sistemine genellikle başvurmuyorlardı.”[6]

Başvurmuyorlardı, zira Hindistan ve Horasan’ın zenginlikleri Gaznevî hazinesini fazlasıyla beslemeye yetiyordu.[7] Devam edelim Bosworth’u dinlemeye.

“Her ne kadar bu zamanlarda Horasan’la Maverraünnehr, görünürde galip şekilde Sünnî ise de (İran’da ihtilâlci Şiî’liğin gerçek yuvası daha Batı’da, Hazer illerinde ve Kum ve Kazvin gibi Arap garnizonlarının bulunduğu kentlerdeydi) Horasan’ın bir nahiyesi, Bayhak ya da Sebzaver, sonradan Şiî’liğin Doğu İran’a yayılmasında kesin rol oynayacaktı ve İsmailîliğin güçlü Horasan bağları vardı. Bu etkilerin mayası ile İslâm öncesi İranî akımların sürekli devamı, buna eklenen Darul-küfr’e mücavir Horasan’ın konumu ile birlikte, vilâyete şayan-ı dikkat bir fikrî hayatiyet vermişti… Bunun dışında Horasan XI. yy.ın orthodox Sünnî tepkisinin hareket noktası olup ilâhiyatçı Cüveynî ve Gazalî, devlet adamı Nizamülmülk gibi önemli önderler yetiştirmişti.”

“Selçuklu Sultanları hükümetlerini hızla İran idarî geleneğine uydurdular. Çağrı Bey’den başlayarak Alparslan’dan geçip Sancar’a varan bir doğru Selçuklu kolu bizatihi Horasan’da yüz yıldan fazla bir süre hüküm sürmüş (Herat ve Belh gibi Doğu kenarlar çoğu kez ailenin öbür daha küçük mensuplarına bırakılıyordu), il’e bir idari süreklilik sağlamışlardı… Maalesef, XII. yy.ın ortasında Sancar’ın Guzlar tarafından esir edilmesi, Selçukluların, sürüleriyle Horasan’ın kırsal kesiminde dolanan ve dolayısıyla buralarda bir daimî unsur olan bu anarşiye meyyal Türkmen boylarını zapt ü rabta almada kusur ettiklerini gösterir…”[8]

* *

Evet, her belge, her çalışma, Selçuklu Devleti’nin, halefi Osmanlınınki gibi, bir Türk-İslâm yapıya sahip olduğu hususunda birleşiyor. Ama bu Devlet’lerin vârisi olduklarını ikrar ettikleri “Rûm” ocağından hiç mi taş yok, bu binalarda? Elbette ki var, hem de çok var. İş kalıyor bu taşların, özellikle Selçuklu yapısında, hangi yolla şantiyeye varmış olduğunun saptanmasına. Osmanlı için bu sorun, ilk bakışta fazla güçlük arz etmiyor: O, daha Anadolu’ya sağlamca yerleşmeden önce Rumeli’de Bizans’la yakın temas halinde olmuş, Basileus’un devletini tümden süpürene kadar onu yakından gözlemek, hayli şey öğrenmek fırsatını bol bol bulmuştu. Selçukluda ise şekil farklı olmuştu: “Veni, vidi, vici”yi anımsatacak hızla tekevvün etmişti onun kaderi. Vakti olmamıştı değil Bizans’ı gözlemeye, oturmuş, yerleşik bir devlet bürokrasisinin gerektirdiği terminolojiyi oluşturmaya bile… Bu itibarla onda eğer bir Bizans etkisi aranacaksa, bunun dolaylı olarak İslâm ve İran içinden aranması gerekir.

“En güzel kız bile, varını verir” derler. Toplulukların idarecileri de, birini taltif ya da onun hizmetini tediye edeceklerinde, önce nakdî olanaklarını zorlarlar, bunlar yetersiz kalınca bu taltif veya tediyeyi; aynî şekle dökerler. Aynî şeklin en uygun olanı da, “ayniyat” arasında en bol olanından, herhangi bir türlü idarenin (devletin) eline geçmiş topraklardan bir “dilim” “kesip” (kat’ edip) vermekten ibaret oluyordu. Eksin, biçsin, yesin, satsın, geçinsin… Bu, Çin’de de böyle olmuştu, Bizans’ta da.

Bu bağlamda olmak üzere sık tekrar edeceğimiz bir düsturu vazedelim: Ortaçağın az çok evrensel teknolojik düzeyi, birbiriyle hiç doğruca ilişkisi olmayan ülkelerde, birtakım ortak uygulamaların sergilenmesinin nedenidir.

Bu itibarla bazı benzerliklere aldanarak iki “uzak” örgütlenme şekli arasında “yakınlık” sonucu çıkarmak, yanılgıya götürür.

Hizmetin tediyesi babında toprak vermek gibi bu denli kolay bir çözümü, bir Basileus kadar herhangi bir Arap bedevisinin düşünebileceğini farz etmek akla yakın düşüyor. O halde sorun, işbu “dilim kesip verme”nin her toplumsal bünyeye uygun bürokratik yönteminin ne olduğunda, bu yöntemler arası alışverişin oran ve etkilerinde düğümleniyor. Göreceğimiz gibi Heraclius, thema’larla birlikte, ilk “askerî iktâ”ları, daha İslâm’ın Peygamber’inin Hicret’inden önce ihdas etmişti. Bu itibarla İslâmî iktâın, gelişmesinde, işbu stratiotika ktemata ile bunun muahharen tagayyüre uğramış şekli olan pronoia ile ilişkisi bahis konusudur.

Kısaca diyebiliriz ki:

İktâ düzeni ancak bir yerleşik toplum için bahis konusudur.

İktâ düzeninin bir nevi önkoşulu olan toprak vergisi (öşür, haraç…), yine yerleşik toplumu öngörür.

Bütün bunların tahrir, denetim ve kullanımı, ancak ciddî bir bürokrasinin işlerliğiyle mümkün olabilir ki böyle bir örgüt, göçebe toplum düzeninde bahis konusu olamaz.

Şu halde etki yayma önem sırasına göre önce eski yerleşik devlet düzenlerini, ezcümle Sasanî İran ile Roma-Bizans örgütlenmesini saymamız gerekir. Bununla birlikte Çin ve Hint etkilerinin göz ardı edilmesi de hata olur. İran’la Bizans arasındaki kültürel alışveriş, konumuz açısından filigranda kalır. Dolayısıyla diyebiliriz ki Türk-İslâm yerleşik devletleri, çeşitli şekiller arz eden, ama temelde aynı karakteri taşıyan toprak rejimlerinin, adını Arap terminolojisinden, özünü de, yine Arap kültürel oluşması aracılığıyla Bizans’tan almış olmalıdırlar.

Ancak bir hususu hatırlatmakta yarar görürüz. Bizans kültürel yapısının temelinde yatan Helen felsefe ve düşünce akımlarının daha İskender fırtınasından beri Asya Türk Devletlerinin üzerinde gün gördükleri topraklarda kök salmış bulunduklarını daha önce zikretmiştik. Bu itibarla bu yerleşik Türk-İslâm Devletleri, İran-Bizans temasından fazlaca rahatsız olmamış olmalıdırlar. Her şey Orta ve Ön Asya potasında tekevvün etmişti.

[1] C. E. Bosworth.- The Ghaznavids. Their empire in Afganistan and eastern Iran, Beirut 1973, s. 41.

[2] ibd., s. 56-7.

[3] ibd., s. 58-9 (Tarafımızdan belirtildi)

[4] Tarafımızdan belirtildi.

[5] Herhalde askerî iktâyı kastediyor.

[6] ibd., s. 65-6.

[7] ibd., s. 125.

[8] ibd., s. 147-8.