“Türk’ün karnı doyunca gözü yolda olurmuş” derler: “ewliğ tothgursa közi yolka bolur = ev sahibi konuğun karnını doyursa gözü yolda olur” diyip devam ediyor Mahmut:
“Todhgurmadı ıtımnı
Turgurgalır atımnı
Sürdi meninğ kutumnı
Kaz takı kordayımı”, yani “köpeğimi doyurmadı, atımı yordu. Kazımı ve kuğu kuşlarımı talihimi beraber sürdü (O, benim köpeğimi doyuracak kadar av bulamadı. Çok koşturmaktan atımı arıklaştırayazdı. Kazımı, kordayımı koğarak benim talihimi altüst etti)”[1]
Bozkır adamının beslenmesinde avın büyük payı olduğu bir gerçektir. Orada bu iş bir gelenek haline gelmiştir. Askerî harekâta tevessül edilmediği kış sonu ve ilkbahar aylarında (kışı çıkarmış atların henüz zayıf oldukları mevsimde) devamlı surette ve büyük ölçüde sürek avları tertiplenmiş, bununla bir taraftan et temini, diğer taraftan da müteharrik hedeflere atış talimi amaçlanmıştır. Bilhassa Moğol’larda çok iyi teşkilâtlanmış, nizamlara bağlanmış bir nevi “harp oyunu” idi av. Bunun dışında ciddî de bir geçim vasıtası idi. Cengiz Yasası’na girecek kadar. Cüveynî’ye göre yasa, sürek avlarını şöyle tasvir ediyor: “Han, ava hazırlanmak için ordulara ve karargâhlara, icap eden emirleri verir, av için kaç kişi ayrılması lâzım geldiğini bildirir. Ordunun onlu teşkilâtına uygun olarak sürek avına ayrılan birlikler, onlar, yüzler, binler teşkil ederler. Âdete göre süvari birlikleri bir ay, bazen daha uzun bir müddet han’ın kumandası altında, geniş bir sahayı kuşatırlar. Kuşatma halkası metodik bir şekilde, acele edilmeden, daraltılmaya başlar. Han ve yardımcıları nizamın bozulmamasına dikkat ederler, daralmakta olan halkadan çıkan onlara, binlere ağır cezalar verilirdi. Bu suretle Moğol’lar bazen avlarını iki üç ay takip ederler ve av hayvanlarının toplu olarak öldürülmesi kolaylaşıncaya kadar halkayı daraltırlardı. Umumiyetle hayvanları vurmaya evvelâ han ve onun yakınları başlar, onlardan sonra rütbelerine göre askerî şefler, nihayet askerler gelirdi.
Han, canı sıkıldıktan ve hayvanların vurulmasına iştirakten çekildikten sonra yüksek bir yere yerleşerek avı takip eder. Av, ganimetin sayılması ve paylaşılması ile sona erer. Bu avlarda elde edilen etin ve derilerin göçebelerin hayatı için mühim bir iktisadî kıymeti haiz olduğunu izaha lüzum yoktur.”.[2] Türk kavimlerinde itibarlı misafirlere av eti çıkarılırdı. Bayundur Han Begil’i ağırlarken onu üç gün av eti ile konuklamıştı.[3]
Av hayvanları bol olan yer bu insanları çeker. Dede Korkut Kitabı’nın Kan Turalı’sı, Trabzon tekfürünün kızı Salcan Hatun’u alıp yurduna dönerken, yolda av hayvanları bol bir yere rastlarlar ve orada konaklarlar: “Kan Turalı baktı, gördü, bu konduğu yerde kuğu kuşları, turnalar, turaclar, keklikler uçarlar. Sovuk sovuk sular, çayırlar, çemenler. Salcan Hatun bu yeri görkli gördi, beğendi. Düşdiler, işrete meşgul oldular, yediler, içtiler”. Oğuzların avcılığa düşkün olduklarını bilen Kara Tekür, onları tuzağa düşürmek için Alınca kalesinin yanında bir koru yaptırır. “Uçardan kaz, tavuk; yürürden geyik, tavşan” doldurur. Uşun Koca oğlu ve arkadaşları buraya gelirler, avlanır, yer, içer ve yatarlar. Bu esnada Kara Tekür onları bastırır.[4] Gerçekten başlıca av hayvanları yürürden geyik, sığın, tavşan, uçardan da kaz, ördek, kuğu, keklik ve güvercindi. Bir geleneğe göre de bir kimse kendi toprakları içinde başkası tarafından avlanmış hayvandan pay dilemek hakkına sahipti. Bu gelenek hâlâ Anadolu’da yaşamaktadır.[5] Bu da belirli bir zümrenin avcılıkla geçindiğinin delilidir. Buna dair şöyle bir hikâye var, yine Dede Korkut Kitabı’nda: Bamsı Beyrek, karşısına çıkan bir geyik sürüsünü kovalayarak “beşik kertmece” nişanlısı olan Banı Çiçek’in otağı civarına kadar gelir ve burada bir geyiği sinirler. Otaktan, o zamana kadar görüşmediği Bamsı’yı seyreden Banı Çiçek: “mere dayalar, bir kavat oğlu kavat mize erlik mi gösterür, varın bundan pay dilen, görün ne der” der. Kısırca yenge derler bir hatun vardır. Gider pay diler: “Hey, beg yiğit bize dahi bu giyikten pay ver” der. Beyrek aydur: “Mere dadı, men avcı değülüm, beg oğlu begüm, hep size…”.[6]
Avdan pay alma âdetinin Asya’ya münhasır olduğu sanılmasın. Virgilius, kahramanı Aeneas’ın ağzından şunları anlatıyor bize: “Burada limana girerek karaya çıktık ki ne görelim, şurada burada otlayan sürüler, besili öküzler, merada taze ot yemekte olan çobansız keçiler. Elimizde bıçak bunlara hamle ettik, ganimetlerimizden pay almaları için tanrıları ve bizzat Jüpiter’i çağırdık…”[7].
“Öküz yılı”nda (1205)
“Çinggis-hahan yine emir çıkardı
…
Erzak biterse
Artık bulunmaz
Av hayvanları yolda pek çoktur.
Âdî yürüyüş saatlarında,
Asker başı boş
Bırakılmasın,
Gelişi güzel av yapılmasın
Askere erzak
Yetişmez ise,
Bunu çoğaltmak mühim iş ise
Muntazam avlar tertip edilsin.
Muntazam avdan başka zamanda,
Asker atının
Kuyruk kayışı
Hiç takılmasın
…”[8]
XIII. yy.da Moğol’lar hâlâ göçebe ve avcı-göçebe kalmışlardı. Eskisi gibi, iktisadiyatları tabiatın verdiği nimetlere dayanıyordu. Harpler ve fetihler ve dolayısıyla iğtinam edilen zenginlikler, yeni istihsal şekilleri yaratmıyordu. Çobanlıkla avcılık, eskisi gibi, başlıca geçim kaynağı olmakta devam ediyordu. Bu keyfiyet bunların göçebe feodal senyörleri için dahi aynı idi. Bunlar sürek avında en iyi noktaları işgal eder, şikârı seçerek vururlardı ve hâsılanın taksiminde aslan payını alırlardı; dolayısıyla onlara tabi olan adamları için sürek avı çoğu zaman bir angarya halini alırdı. Bunun içindir ki, Cengiz, iki uşağını azat ederken onlara “serbest olunuz, seferde kazandığınız ganimeti, sürek avında yakaladığınız avı kendiniz alınız” diyerek onlara bazı haklar tanımıştı.[9]
Kubilay’ın da Çin’de, her biri onar bin kişiden mürekkep iki avcı fırkası vardı. Bir kısmı kırmızı, bir kısmı mavi elbise giyerlerdi, büyük avlara bunlarla gidilirdi.[10]
Anane ve âdetin Selçuklu devlet teşkilâtında devam ettiğini görüyoruz. Bir menşur (vezir tayini konusunda ferman) da “Sipeh-salâr-i kebîr… Uluğ emîr us-sayd hâsbeg” unvanlarını haiz Cemaleddin’in “Emîr-i şikârî-i memâlik” mansıbına tayin edildiği ifade edilirken onun hizmet ve meziyetleri sayılmakta ve bu önemli görevde yapacağı işler sıralanmaktadır: mahir bâzdâr (şahinci, kuşçu)ları kulluk ve mülâzemette bulunduracak, şahinleri kuşlara saldırtmakta ihtiyatlı davranacak, sürgün avında kuş ve hayvanları halka haline (kürenc) getirme zamanında cesur ve marifetli avcıları (bâzdâr) hizmetinde tutacak ve kuşların avlanması mevsiminde avcıları pusuya yerleştirecek…
Selçuklularda av merasim ve eğlenceleri, av eti tedariki için bir makam tesis edilmiş olup bu makamda bir emîr bulunurdu. Alâeddin Keykubâd zamanında Sadettin Köpek, Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında da Kılavuzoğlu, emîr-i şikâr idi.[11] Amasya’da, H. 631 (1233) tarihli Tugrakiye Medresesi kitabesinde “… Ebülfetih Keykubad bin Keyhüsrev bürhan emir-ül müminin hacı Tugr ak emîr şikâr…”; aynı ilin Burmalı Minare camii kitabesinde de “… el abdülzayıf emîr-ü sayd Ferruh…” yazılı. Bu zevat doğrudan doğruya av işleriyle meşgul olmasalar bile işbu emîr-i şikâr, emîr-ül sayd, bir vezaret rütbesi oluyor.[12]
Devam etmeden önce bâz dar’ın Farsça (“ekinci” dışında) çakırcıbaşı, kuş avında çakırı tutanların reisi; çakır, iri pençeli bir cins togan (baz daşten = alıkoymaktan emri hazır) olduğunu zikredelim. Keza küren’in evvelce yaban hayvanları sürüsü, birbiri üzerine yığılmış odun veya arı kovanı olduğunu görmüştük.
Bütün Türk hakanları gibi Melikşah’ın da avı çok sevdiği mukayyet olup bütün avladıklarını saydığı, bunların adedi on bine baliğ olduğunda on bin altın tasadduk ettiği rivayet edilir. Ölümü de fazla av eti yemiş olmaktan ileri gelmişti.[13] Bu merak onda o kadar ileri idi ki kızının Halife Muktedî Biemrillah ile Bağdat’ta vaki görkemli düğünü sırasında, gerek ihtiyar damadın şahsına, gerekse işgal ettiği makamı hilâfeti Peygamberî’ye pek saygılı sayılmayacak bir şekilde, hep avla meşgul oldu.[14] Av etinden ölen tek Selçuklu sultanı Melikşah değildi. Rûm sultanlarından yukarda adı geçen Alâeddin Keykubâd I de aynı sebepten vefat etmişti (1236).
Selçuklu sultanları gerçek düşman, konu komşu, baba, kardeş ve sair kişilerle dövüşmekten arta kalan zamanlarını cirit, top, satranç oynamak ve avlanmakla geçirirlerdi. Avdan dönüşte av etleriyle hazırlanan ziyafetler verilir, içki, raks, bu şölenleri ayrıca canlandırırdı. Günlük yemeklerde av eti eksik olmazdı. Bu nedenle idareye mensup olmayanlar da sarayla av eti ticaretine girişirdi. Şiddetli bir kışta saraya tek bir kekliğin altmış-yetmiş dirheme mal olduğu rivayet edilir. Av kuşlarına olan merak bilindiğinden Ermeni kralı, sulhu sağlamak üzere Keykavus I’e, sair hediyeler arasında, bâz (doğan) ve şahinler göndermişti. El-Omarî’nin rivayetine göre en iyi doğan ve şahinler Kastamonu’da yetiştirilip buradan başka ülkelere ihraç edilirmiş.[15]
Halen Van’da toygun, “genç (delikanlı)” manasında kullanılmaktadır. O ise ki bu sözcük eskiden ak ye çakır doğanı ifade edermiş. Kemal Paşazade Ahmet Şemsüddin (İbni Kemal)’in, (ölm. 1533) Farsça bazı kelimelerin benzerleri ve anlamdaşları arasındaki kök ve yapı farklarını ve anlam inceliklerini gereği gibi irdeleyen “Dekayık-ül-Hakayık” adlı eserinde “Bâz-ı sefid (Fa.) dese murad ak çakırdır ki lisan-ı Türkide ana toygun derler” deniyor. Evliya Çelebi de (XVII. yy.) “… talep ettiği sunkuru ve toykun’u, vadimiz üzere Paşaya hedaya verip… Şikâr ağaları müddet-i ömrümüzde bir bunun gibi tülemiş mercan gözlü ve bu soyda böyle iri toykun ve sunkur görmedik dediklerinden…” diye anlatıyor. Bürhan-ı Kaatı’ Tercemesi de “Şahbaz (Fa.) = Beyaz ve iri doğandır, salâtin şikâr ederler, gayette güzel olur, Türkide toygun derler” tarifini veriyor.[16]
Osmanlı, bu geleneği, ihtişamına yaraşır şekilde genişleterek devam ettirdi. Murat’la oğlu Yıldırım Bayezid mükemmel av teşkilâtına sahiptiler; hatta yeniçeri ocağı ağalarının memuriyet ve isimleri zağarcı başı, seksoncu (sansuncu-samsuncu) başı, turnacı başı diye anılmıştı. Yine bu ocaktan sekban avcılarıyla şikarî denilen avcılar vardı. Rivayete göre mezkûr padişahların beş altı bin kişilik av maiyyeti bulunuyordu. Padişahların hepsi, IV. Mehmet’e kadar, ava düşkün olup sonuncusu bunda, “avcı” lakabını alacak kadar ileri gitmişti. Ondan sonra padişah katında bu iş eski hızını kaybetmekle beraber teşkilât bir dereceye kadar muhafaza edilmiştir.
IV. Mehmet birçok avcı hikâyesinin kahramanı olmuştur. Aşağıda anlatacağımızda ikinci şahsı temsil edecek, hikâyenin kahramanı rolünü, ilerde üzerinde biraz duracağımız, halkın yarattığı Bektaşî tipi üzerine alacaktır: bir gün ava çıkan hünkâr akşama kadar attığını vuramamış, bu yüzden de hayli gazaba gelmiş. “Sabah ilk olarak birine rastlamıştık, getirin o uğursuz herifi!” emrini çakmış. Bu meğer “akşamdan kalmış” bir Bektaşî dedesi imiş. Adamı bulup huzura çıkarmışlar. Dedenin kılıksızlığı padişahı daha da kızdırmış. “Bana uğursuz gelen devlete de uğursuz gelir, urun bunun boynunu!” iradesi sadır olmuş. Artık korkmak için sebep kalmadığını gören dede “asıl uğursuz sensin, sabah ilk seni görmüştüm, şimdi kelle gidiyor” demiş. Padişah bu cevaba gülüp adamı affetmiş…
Bir başka hikâye de çıkan asrın Osmanlı katına ait olaylarından biri ile ilgili. Nişan atmaya meraklı Abdülaziz o günü, hedef olarak dikilen testiye bir türlü isabet kaydedememiş, kurşunlar “karavanaya” gittikçe ziyadesiyle hiddetlenmiş. Bu hiddetin ise hazirunu mutazarrır kılacağını gören Ziya paşa atılarak irticalen şu kıt’ayı söyler:
“Padişahım sanma ki urmaz nişanı kurşunun
Mahı çâk eder tüfengin girse mihrin koynuna
Satvet’i şahaneden bîçare testi havf edip
Belki kurşun işlemez bir nüsha takmış boynuna.”…
Çeşitli sebepten buhar makinesini imal edemeyen bir toplumun fertleri, kuvvede mevcut büyük güçlerini ancak lafbazlıkla zahir kılabiliyorlardı.
Gerek saraydaki alıcı kuşlara bakan ve gerek hariçte hizmet edip saraya alıcı kuş yetiştiren üç sınıf avcı vardı. Bunlar, ulûfeli, tımarlı ve tekâlüften muaf olmak üzere üç kısım idiler; bunlardan ilki sarayda hizmet eden avcılardı; diğerleri Anadolu ve Rumeli’nin muhtelif yerlerinde av kuşları yetiştirmek suretiyle vazife görürlerdi. Ulûfeli çakırcı, şahinci ve atmacacılardan senede ikişer kişinin çırağ edilmeleri kanundu. Taşradaki avcılardan bir kısmı yuvacı ve yavrucu ve bir kısmı götürücü ve gürencci[17] ve diğer bir zümre de sayyad denilen avcılardan mürekkepti. Bunlar dağlık ve kayalık mahallerde saraya ait çakır, şahin ve atmaca yuvalarına bakarlardı. Yuvacı ve yavrucular yuvaları muhafaza ederler ve yavruların kanatlanmasına itina ederlerdi; yavrucular üleş (pay) zamanında İstanbul’a gelerek yavruları doğancıbaşıya teslim ederlerdi; diğer kısmı ise av yapardı. Bunlar cümle tekâlüften muaf olup hassa doğancı, şahinci ve atmacacı taifeleri tımarlı, çiftlik ve baştineli olmak üzere iki kısımdı: baştine, çiftlik demektir şu farkla ki bu ad, Hristiyan kuşbazınkine verilirdi. Sayyad denilen avcılar da bazı yerlerde tuzak kurup avcılık ederlerdi ve yuvacı ve yavrucular gibi avladıkları avları teslim ile tezkere alırlardı. Mîrî avcılar avladıkları postlu hayvanların postlarını her sene ağalarına getirip edâ tezkiresi, yani teslim vesikası alırlardı. Bunlar ayı, kaplan, zerdeva, sansar, vaşak, tilki, çakal avlarlar, defterli avcılar tesmiye edilirlerdi.[18] Avcı Sultan Mehmet tarafından lağvedilene kadar Enderûn-ı Hümâyun’da hâne-i bâzyân denilen ve kırk kişilik bir cemaat teşkil eden doğancı koğuşu bulunuyordu.[19] (Sırası gelmişken “tezkire-tezkere”nin Arapçadan geçme olduğunu, Rumcada τεσϰεϱέϛ şeklinde kullanıldığını kaydedelim).
Hal böyle iken Moltke’nin “Türk’ler avı doğru bulmazlar, av ve sığır etini sevmezler, buna karşılık büyük miktarda koyun ve keçi yerler”[20] ifadesinin ilk kısmının bir yanlış anlama veya değerlendirme mahsulü olduğuna muhakkak nazarı ile bakılabilir: aglebi ihtimal Şiî-Alevî mezhebi salikleri arasında tavşan avı ve eti (bazı hallerde hatta geyik — bu konular ilerde tafsilatıyla işlenecek) bahis konusu olmuş ve itirazla karşılaşmış olmalıdır. Zira avın her yerde yaygın olduğunu, örneğin geyik kavurmasının son derece makbul tutulduğunu (Toros’lar) her vesile ile bizzat müşahede ettik. Bıldırcın gibi gelip geçici kuşların bile çeşitli adlara sahip bulunmaları, yerli kuşlardan kekliğin cins, renk ve yaşına göre ayrı ayrı isimlendirilmiş olması bunu ayrıca kanıtlar. Şimdi bunları ve avlanma yöntemlerini görelim.
Av kuşuna genel olarak cüre (To) adı verilmekle beraber Doğu ve orta Anadolu illerinde bu sözcük cins, şekil, tür, küçük su kuşu, ördek manalarını kapsar. Farsça curre ise otlamayan ve uçan bütün hayvanların erkeği, hususiyle erkek doğan olup bununla ilgili mansıp sahibinin adı da “currebâz”dır. “Zürrek”, “curre” muarrebidir. Bu sonuncusu aynı zamanda bizim cura dediğimiz sazı da ifade eder.[21]
Zurba (kuş ve hayvan sürüsü — Gaz, Ada, Nğ, Yz, Ky, El), zurva (yaban hayvanları sürüsü — İç), zorba (sürü halinde geçen kuşlar — Ada), zırba (sürü, kalabalık — Ank, Çr), zıpıra (keklik sürüsü — Ky) sözcükleri genellikle av kuşları için kullanılmakta olup kökenleri Arapça sürü, küme demek olan surba’dır.[22]
Asya’da gördüğümüz gibi “uçar”ın en önemli kuşu, kaz ve ördek gibi su kuşları (aynı zamanda mevsim kuşları) dışında kekliktir. Bugün aynı hususu Anadolu’da görmekteyiz. Aşağıda söyleyeceklerimiz bunu ayrıca kanıtlayacaktır.
Ant’da, sürek avlarından önce uğur için yapılan ilk av (ön av) bir Asya geleneği olabileceği gibi eski bir Anadolu âdeti de olabilir.
Kekliğin adlarından castav (İst), çırkıt (çil keklik — Ky), fanoş (Nğ), farıç-farec-fariç-feriç’ten (yavru keklik — Ant, Hat, Krş, Ky, Nş, Nğ, Kn) başka, anlamları genellikle keçi tür ve boyları etrafında toplanmış ve bir yıllık kaz, ördek ya da tavuk (Sm), piliç (Ks) olarak gördüğümüz filik, bu kere de karşımıza keklik yavrusu olarak çıkıyor (Ky). Devam ederek, kamalak (kar yüzünden uçamaz hale gelen keklik — Gr, Ky, Dy, Ml, Ecz, Ky; altı aylık ve daha fazla olan keklik yavrusu — Ky. Kamalak etmek, karlı havada kekliği yorarak avlamak — Mr, Sv; kambalak, karlı havada keklik avı — El), kıgırık (kınalı keklik — Nğ), taşatan (Ank), yaprak kuşu’nu (Tr) sayalım. Bunlar dışında keklik yavrusu (Kü), bir yaşında keklik (Gm, Ks), kart keklik (Kü, Ant, Kn), henüz tüylenip uçabilen yavru kuş (Ur, Mr), bir yaşında av kuşu (Ky), kuşların yaşı (Kü) vs. gibi manalara gelip başka sözcükler de türetmiş olan tülek; bunun demirtülek (iki yaşında keklik — Uş, Ant; dört yaşında ve daha yaşlı keklik — Kn, İç), gabatülek-geltülek (iki yaşında keklik — Af, Isp, Kn) gibi türevleri, dişisi kaybolmuş veya yumurtaya yatmış keklik (taklak — İç, Dz), erkek (kazak — Ank) ve bunun dört yaşına varmışı (gazak tülek — Dz) ve nihayet yaşlı keklik (yoz — Kü) ile bitmiyor bu kırmızı gaga ve bacaklı kuşla ilgili lügatçe; gamalak (güzde tutulup kafeste alıştırılmış bir yaşında büyük ev kekliği — Ky), miri (çığırtkan erkek av kekliği — Erc; “mirî” den galat olabilir), alapalaz (gagası ve ayakları yeni kırmızılaşmaya başlayan keklik yavrusu — İç), zapıra ve yukarda sözünü ettiğimiz zıpıra (keklik sürüsü — Ky) da katılıyor bu isim kervanına. Uygurca kekelik olan keklik sözcüğü keke(lemek) ile karşılaştırılıyor.[23]
“Seyfi’si iyi olan kekliği çok yermiş” derler Ank ve Krş’de. Seyfi, bu illerde şahine benzer bir avcı kuştur. Biraz ötede de (Çkr) doğanın az küçüğüne zeyfi adını verirler. “Seyf” Arapça kılıç, “seyfî” de bu silâhla, askerlikle ilgili bir sıfattır. İspir de bir çeşit av doğanı oluyor, Ml’da Ezm’un İspir ilçesinin doğanı mı meşhurdu? Ayrıca kelimenin İtalyanca sparviere, Almanca Sperber (bunlardan Fransızca épervier) ile münasebeti aşikâr oluyor.
Yine şahin karşılığında kullanılan çavlı ile laçin, Asya kökenli sözcükler olup ilki insan ismi olarak da geçmektedir.
Alıcı kuşlarla yapılan avlarda şahin uzun bir iple avcıya bağlı değilse, onu çağırmak için eskiden peftere denilen bir yapma kuş kullanılırmış ki bu kelimeye Hafız Şirazî divanının XVI. yy.da Bosnalı Sûdi tarafından yapılmış Türkçe şerhinde rastlıyoruz. Ayrıca, XII. yy.da yaşamış olan Türk bilgini Zemahşerî’nin Mukaddimet-ül-Edeb adıyla yazdığı Arapçadan Farsçaya sözlüğün Aydınlı İshak — hocası Ahmet Efendi tarafından XVII. asrın sonlarında veya müteakip asrın hemen başlarında yapılan Aks-el- İreb adlı Türkçe çevirisinde de “Nakş-i şikar (Fa.): peftere tabir olunan nesne ki şahini anınla çağırırlar” deniyor.[24] Rz’de şahinin ayaklarına çıngırak takılıyor (çırnak).
Keklik gibi yerde mesafe alan kuşların avı için bir başka yöntem de tuzaklar olup bunlar çoğu zaman içinde bir “devetçi”nin (yukarda gördüğümüz gamalak, miri) bulunduğu, üstü yaylı kapaklı (tapik — Bt, Mş) çukurlar veya genişçe kafeslerdir. Bu kabil bir tuzak çeşidini de Kaşgarlı yapgak adı ile bildiriyor. Keklik alası, İç’de bu kuşun avı için dikdörtgen araç (?) olup kınak da, kafes avında keklik konulan yerdir (Dz).
Öten kuşları tutmak için de buna yakın bir usul kullanılır. Saka (Arapça)[25], iskete (Rumca)[26], florya (Rumca),[27] ispinoz σπίνοϛ [28] gibi kafes kuşlarından bir kaç tane, yere merbut bir halkadan geçen bir iple ayaklarından bağlanır (selme — Sn). Kuşbaz, bunlardan yirmi beş, otuz metre mesafede oturur ve havada bir sürü gördüğünde bir ucunu elinde tuttuğu bu ipi çeker. Bu zaman ipe bağlı çığırtkanlar kanat çırparak, yerden bir miktar havalanırlar ve bu hareketi yukardan gören sürü oraya iner. O zaman kuşbaz bir başka kalın ipe asılarak bu çığırtkanların iki yanına serili ağları sürünün üstüne kapatır. Avroş (Dy, Tr) da bir çeşit kuş tuzağıdır (?).
Bıldırcın (bödene — İst, Kn-Karaçay aşireti; donbaylı — Dz; pıtıdak — Brs) avlamada başta yine ağ gelir. Karadeniz kıyılarında, Eylül başından itibaren kuzeyden hicret eden bıldırcınlara dikine balık ağları gerilir, denizi geçmiş yorgun kuşlar bu ağlara çarpıp ağın dibine açılmış hendeklere dolarlar. Çoğu zaman da, özellikle çocuklar, bu göçmenleri balık kepçeleriyle karşılarlar: yere konar konmaz kepçe üzerlerine kapanır. Avgar (Ks, Sm) da bıldırcın için bir aygıttır. Karanlık ve yağmurluk gecede yorgun ve ıslanmış bıldırcının küme halinde düşmesini takip eden fecirden itibaren yapılan bol ava İst ve yöresi ile Trakya’da curnata-cünneta denir ki bu kelime İtalyanca giornata’dan (gün, yani burada avın “günü”) galattır.
Yine mevsimlik geçici kuşlardan çulluk (donka — Krş; eloca — Ada; helvacı kuşu — Kü; kılkuyruk — İst, aynı zamanda Sm ve Nğ’de boz renkte ve uzun kuyruklu bir çeşit yaban ördeği; yebre — Bars; yelfe — Kn, İç; yevli — Zn), Ist’da bekassa, Isp’da bakasya adları ile anılır ki aslı μπεxάτσα’dır (Fransızca bécasse). Keza bunun su kenarından dolaşan küçüğü de yine Ist’da bekaçunya diye bilinir (Fransızca bécasseau).
Darp gücü ile kuş vurma prensibinin başında sapan gelir ki bu, iki ucunda lastik, lastiklerin arasına genişçe bir meşin parçasının bağlı bulunduğu saplı bir çatal değnekten ibarettir. Meşin parçasının içine taş sıkıştırılır, bir elle de içindeki taşla birlikte meşinden tutulup gerilen sapan, meşin bırakıldığında, taşı belirli bir enerji ile ileri fırlatır. Bunda talimli kişiler hedefe çok sık isabet kaydederler. Sayta, Ist’da bu sapan, Rz’de de ağaç tornasının yayıdır. Σαΐττα ok ve mekik manasınadır.
Yine fırlatılarak kendisinden darp tesiri beklenen meçik-meçük vardır ki halen davul tokmağı manasına gelmektedir. Bu manada onun XV. yy.da istimal edildiğini görüyoruz.[29] Bir asır sonra aynı sözcük “av aleti olarak kullanılan ucu topuzlu değnek” olarak yazılarda yer alıyor: XVI. yy. sonlarında yetişen tarihçi bilginlerden Trabzonlu Âşık Mehmet bin Hafız Ömer’in 1597’de kaleme aldığı, Rumeli ve Anadolu kentlerine ait bilgi veren eserinde (Menazır-ül-Avalim) “ve Malkara’da ahşab-ı sığardan tulü bir zira’ ve dahi ekser meçik lâfzı ile müsemma bir çob tıraş ederler ve bu çobu tuyûr ve vuhuş sayyadları istimal ederler” diye izah ediyor.
Bunun çok daha mütekâmilini, çatal’ı, yani üç değneği uçlarından bir demir halkaya bağlamakla vücuda getirilen av aletini biliyoruz. Bu konuda Bürhan-ı Katı’ Tercümesi şöyle konuşuyor: “Taberhun (Fa.): Dört manası vardır… 2. Bir nevi âlet-i şikârdır, üç değneği bir demir halka ile bendedip kuş sürüsüne atarlar; ol ağaçtan olmağla ismiyle müsemma oldu, âmme bunu tahrif edip tabalgu ağacı ve çatal dahi derler”.[30] Gerçekten bu aygıt, mahreki boyunca belirli bir hacım içinde büyük isabet ihtimalini haiz olup sürü üstüne fırlatıldığında çoğu kez yerden bir şeyler toplanır. Bunun şek,17’de görülen türü Asya’da kullanılmaktadır: uçlarında birer taşın bağlı olduğu beş altı ip bir yerde toplanmıştır.[31]
Gerçekten Kaşgarlı üçlüç’ü “başları bir demirle birleştirilerek üç çubukla yapılan tavşan tuzağı” şeklinde tarif ediyorsa da (1, 95) bunun bir tuzak olmayıp hemen aşağıda göreceğimiz çatal’ın kendisi olması melhuzdur.
Çulluk (donka — Krş; eloca — Ada; gazel tavuğu — Sm; yelfe — Kn, Mr, İç; yevli — Zn), sülün (kırhavun — Kr), DLT’te toy-tod-toh şeklinde geçen toy (dova — Brd, Dz; tokduru — Kn; toy toklu — Ada, Gaz),[32] güvercin nevinden üveyik (alabahta — Ama; kürrük — İç; mezkerden — Kc; övek — İz) ve bunun daha irisi olan tahtalı ile birlikte avlanan başlıca kuşları görmüş olduk. Geride eti yenen sığırcık, alakarga, tarakçıl vs.de vardır. Çulık Kaşgarlı’da çulluk, öveyik büyüklüğünde alacalı bir su kuşu olarak geçiyor.[33]
Ağaca konan kuşları belirli ağaçlara çekmek için bu ağaçların görünür bir yerine o kuşun doldurulmuşu tespit edilir. Bunun sarıasma (incirkuşu — Ay; sandalkuşu — Bil) için yapılmışını çok gördük. Doldurulmuş bu kuşa Trakya’da petalya adı verilir ki πεταλώνω metonimik olarak aldatmak manasına gelir.
Alıcı kuşla avlanma yöntemi Asya bozkırlarında güngörmüş olup Avrupa ve Japonya’ya geçmek için Ortaçağı beklemiş, tüm uygulamaları ile birlikte: kuşlar veya tavşanlar üzerinde ihtisaslaşmış doğancılık bu ülkelerde olduğu gibi kabullenilmiş.[34] Doğan, Kartal, Şahin, Toğrıl-Tuğrul, Laçin ve bugün devam etmeyen Turumtay gibi insan adlarının bulunması Asya ananesinde bu kuşlara verilen önemin bir ölçüsüdür:
“Tünğür kadhın bulustı
Kırkın takı kolustı
Emdi tışım kamaştı
Aldı “Turumtay”ımnı.”
“Dünür, kayın buluştu; kızlarını da birbirlerinden istediler. Şimdi dişim kamaştı. Turumtay’ımı aldı”.[35] İlhanlılar devrinin Amasya valilerinden meşhur Seyfeddin Turumtay’ın türbesi (1278) adı geçen il merkezinin tarihi incilerindendir.
Ökse ile hayvan yakalamanın yolları arasında bir tanesi, dibinde bir iğfal vasıtası, yem, bulunan bir kabın etrafına yapışkan madde bulamaktan ibarettir; Uzakdoğu’da böyle tilki avlanır: hayvan, kafayı bir defa kabın içine soktu mu kap boynuna yapışır, ondan artık kurtulup kaçamaz.[36] Prensipleri değişik olmakla beraber az çok benzerlik arz eden ve bize anlatılan (doğruluğunu tahkik edemediğimiz) bir ayı tuzağı da şöyle: hayvanın elinin zorla girebileceği darlıkta boğazı olup altı geniş bir kap, sağlam bir ağacın dibine doğru kuvvetlice bağlanır, içine ayının sevdiği nesnelerin küçük taneciklerinden, ezcümle iri dövülmüş ceviz, fındık vs. doldurulur. Hayvan bunu almak için elini güçlükle kabın içine sokar ve kabın muhtevasını avuçlar ancak, bu durumda el artık geri çıkmaz. “Koca oğlan”da, avucunu boşaltmayı düşünemediğinden tek kolundan bağlı olarak yakayı ele verir.
Ökse otu’nun (buruç — Dz, İz, Brs, Kü, Ay, Ks; purç — Çkr, Ank, Es, Dz, Sv, Bo, Zn; böleğek-bövelek-büvelek — Isp, Kn, Krş, Ky; çetin — Nğ; çiğirdik —Kıbrıs, Ank; göveldek-gövelek — Ada, Af, Isp, Brd, Nğ, Kn, İç, Ant, Mr) saplarından veya çobanpüskülü kabuklarından çıkarılan yapışkan madde, değneklere sürülerek ökse (citme — Sm. Bu kelime aynı zamanda çitirtme-çitirmelik ile beraber, pencere kafesi — Dz, Kü, Brs; kuş kafesi — Mğ, demektir. Güttürü — Çkl; yelimkara — Çkl) meydana getirilir; küçük (hafif) kuşlar buna yapışıp kalırlar. “Yilim”, Kazan Türkçesinde yapışkan şey; “yelim”, Çağatay Türkçesinde tutkal (ayrıca top, tüfek) manalarına geliyorlar. Bunları DLT’te bu anlamların yanı sıra ökse olarak görüyoruz.[37] “Ökse”nin kendisi dahi garp Türkçesinde oluşmuş bir kelime olup Rumca ίξόϛ’dan (Latince viscus) gelmedir.[38] Gövelek, hep gök (mavi, yeşil) ile ilgili evvelce bahsettiğimiz kelimelerden biridir. Öksenin bir başka adı da dıbık-dıbkı (Mr, Gaz, Hat) olup kelime Arapça aynı manaya gelen dıbk’tan galattır. Bürhan-ı Katı’ Tercümesi bunları bize topluca tanıtıyor: “Aksus (Fa.): Yunanidir. Türkide berc[39] ve Macar üzümü tabir olunan dane ismidir ki Arabide debk ve Türkide ökse ve yelimkara dedikleri lüzûcetli ve yelimşek nesne bundan hâsıl olur”. Kamus Tercümesi de “Et-tıbk (Ar.): ökse ve yelimkara tabir olunan lüzûcetli nesnedir ki anınla kuş saydolunur.” tarifini veriyor. Bunların asıllarının yazılışını takip eden asırda Lûgat-i Ni’metullah (XVI. yy.) bize yine müşabih tarifler veriyor: “Büntume (Fa.): burç ki yelimkara demekle meşhurdur, gökçe gökçe ağaçlarda olur, ekser emrud ağacında olur.”.[40]
“Kaz kopsa ördek köliğ igenür = kaz giderse ördek gölü benimser. Bu sav, Bey gittikten sonra halk üzerine büyüklenmeye kalkan düşkün kimse için kullanılır” demekle Kaşgarlı,[41] kazın, ördek yanında “bey” sayıldığını ifade etmiş oluyor. Abû-Hayyân da avrak-evrek “kaz”. Memlûk devri Arap Kıpçak Sözlüğü’nde (A. Zajaczkowski) ise aynı kelime ördeği ifade ediyor.[42] Bugün Sm’da avrak, “ahmak, aptal” karşılığında geçmektedir ki “aptal”a çoğu kez “kaz” ya da “ördek” denir. Otobüsçü, yollardan topladığı yolculara “ördek” der.
Yabani ördek avı da ya uçara atarak, ya da sazlar arasına iyice gizlenmiş, göl veya hayvanların indikleri sair su birikintileri ve derelerin yakınında bir mahalle kondurulmuş basık (yarı gömülü) avcı bekleme ve gözetleme kulübeleri (güme-küme — Batı Anadolu ve Trakya; kafa — İst; kelik — Çr; kömele — Ant, Kn; ömese-ömeze-öneze-önese-üneze — Orta ve Batı Anadolu) içinden, hayvanların suya inmelerini beklemek suretiyle yapılır. Bunun için de mühre tabir edilen canlı “davetçi”ler kullanılır ki bunlar bu yabani ördeklerin yeşilbaş cinsleriyle bunların dişileri olan tekir’lerden terekküp eder. Bunlar, suyun içine çakılı ve üst başı su seviyesinin bir karış kadar altında bulunan kazıkların ucundaki halkalara, ördeklere muayyen bir hareket serbestîsi verecek uzunlukta iplerle tek ayaklarından bağlanır. Bunların “çağırdıkları” soydaşları (her cins yaban ördeği) suya indiklerinde, güme’nin mazgalından yapılan atışa hedef olurlar. Avcı, kendi mühre’sini vurmamaya itina gösterir.
Evde yetiştirilip üretilen, serbestçe bahçede gezen ve ehlî ördek gibi insana alışkanlık hali gösteren bu mühre’ler günün birinde havadan geçen hemcinslerinin çağrısına uyarak, orada doğup bir kaç batın geçirmiş olmalarına rağmen, bir daha dönmemek üzere uçup gittiklerinden her baharda bunların tek kanatlarının ucu kesilir. Böylece denge tutturamayan ördek uçamaz.
Mühre, Farsça “muhre der şeşder bûden” ifadesi içinde kinaye olarak mahpus ve aciz olmak manasına gelir.[43]
Halen kuş avlamakta kullanılan alıcı kuşlara Çkl yöresinde pırlak adı verilir. Kelimenin sair anlamları topaç (Af); kelebek, pervane (Ank, Kn) vs. olup bunlar dahi “göz alıcı” mahiyette olmaları itibariyle evvelce gördüğümüz çığırtkan kuş, petalya ya da mühre ile ilişkin olabilir. Pırlak için Bürhan-ı Katı’ Tercümesi “Pâdam (Fa.): Duzaktır ki at kuyruğundan düzüp anınla kuş şikâr ederler ve ol kuşa derler ki duzak ve tor kenarına bendederler, anın sebebiyle sair kuşlar gelip giriftar olurlar. Kuşu kuş ile avlarlar dedikleri buna mebnidir. Arabide milvah ve Türkide bey ve pırlak derler”, tarifini veriyor. Yine, XIV-XV. yy.da Mecdüddin Firuzâbâdî’nin telif ettiği meşhur Arapça Kamus’un (Mütercim) Asım Efendi tarafından yapılan “Kamus Tercümesi”nde de “El-milvah (Ar.): Şol baykuşa denir ki doğan makulesi kuş saydedenler anın ayağına ip bağlayıp gömelteden taşra salıverirler ve gâhçe beri öte çekip tahrik ederler, şikârî kuşlar, sayd zanniyle ana hücum edip pâ-girifte-i dâm-ı hırs olurlar. Ve sair kuş ile de saydederler. “Kuşu kuş ile saydederler” meselesi malûmdur. Hâlâ bahçelerde iskiti makulesi kuşları kafesteki kuş ile saydederler. Fariside ana paydâm Türkide mostıra ve pırlak tabir olunur” deniyor.[44] Böylece İtalyanca “mostra” (sergi, numune…) kelimesinin daha o tarihlerde Türkçeye geçmiş bulunduğunu da görmüş olduk.
Yabani ördek cinslerinden yukarda sözünü ettiğimiz yeşilbaş’ın dişisi tekir, açık kahverengi zemin üzerine beyaz benekleri olan bir hatundur. “Tekir” lafzı ise Batı Türkçesinde kaplan ve kaplan gibi benekleri olan hayvanı ifade eder (tekir kedi, tekir ördeği, tekir balığı…). Kaplan ise Rumca τίγϱιϛ Latince tigris olup[45] “tekir” ile münasebeti aşikârdır.
Daha on, on beş yaban ördeği çeşidi sayılabilir: yeşilbaş’a karşıt kırmızı başlı elmabaş, kiremidî başlı iri macar, çamurca-çamurcalı (çamur-çamura = sazlık, bataklık — İz, Ba), fiu (sakin havada alaca karanlıkta çıkardığı kanat sesinden onomatope), küçük ve en az makbul olan boz tüylü patka ve daha aşağı bir cinsi kırçıl çingene patkası (Ermenice “patgeg”), beyaz ve sarı tüylü, gagası sarı siyah karışığı kazala, kepçeburun, kılkuyruk bunlar arasındadır.
Kazak “batka”, Oirot ve sair lehçelerde “patka”, sazlık, kamışlık manasında olup Kalmuk’larda kelime “batxa” şeklindedir. Bunun “bat(mak)” ile ilişkisi belirtiliyor.[46] Sözü geçen patka’nın bunlara bağlı olması melhuzdur.
Ateşli silâhlarla avlanmada fişek (Fransızca “fusée” muharrefi — BTL —) maliyetini düşürmek için de bazı yollara başvurulduğuna, ezcümle bıldırcının çok narin olmasından faydalanılarak fişeklere saçma yerine pirinç konduğuna çok kere şahit olduk. Demir telden de saçma kesilir, namluyu çizdiği düşünülmeden (gırma — Af; kespara-kespere — Kn, İç).
Ağaç öresi avı, karaca avcılığının bir çeşidi olup gerçekten, avla ilgili lügatçe hazinesi hayli zengindir, örneğin bir sürek avında çeşitli görevler alan kişilerin adları: önek-önekçi (Mğ), avın önünü alan; ampa (Tk), avı yandan kollayan ve bekleme yerine süren kişidir. Άμπάϱα çubuk – sırık (yolu kesen), kapı sürmesi-sürgüsü manasınadır. Yani avın kaçış yolunu tıkayan nesne oluyor.
“Toros’larda Karatepeliler silâhtan ziyade av aletleri kullanmasını severler. İbrahim çavuş av görüşmelerimizde: bu üç şey bir adamda olmazsa o adam adam sayılmaz dedi ve bu üç şeyin “av sevdası, yer sevdası,[47] kâr sevdası” olduğunu ilâve etti. Karatepeli’de kullanılan tuzaklar üç kısımdır: çift yaylı tuzak, tek yaylı tuzak, kalbur tuzaklar. Tuzağın etrafındaki çerçevesine çevre, kaideyi tutan demire yay döşeği, av girmesiyle ayağına isabet ederek kapanmasını temin eden alete teltik[48], teltik’in ilişebildiği kertikli demire kurbağa ve tuzağın kaidesine bağlanmış beze çaltav adı verilir.”
“Av, yaya basar basmaz döşek’in üzerine muvazi olarak çene açılır. Çenenin üstünden geçen teltik, beze dikilmiş kurbağa’nın kertiklerinden kurtulur. Av ayağından veya başından tutulur. Tuzak bir iple yere kazıklanmış olduğu için kurtulup kaçamaz. Bu alet hazırlanırken toprak ile örtülür. Ve icap ederse av hayvanlarının iştahını celp etmek için kurbağa civarına bir parça et bırakılır…”
“Kalbur tuzak: alelâde bir kalburun bir fışkılığa 45 derece bir meyille açılarak ucuna bir değnek ve değneğin ucuna içi kalbura gelmek üzere bir çatal değnek iliştirilmekle kurulmuş olur. Bu av aleti en çok kuşlar için kullanılır. Kalburun altına atılmış buğday tanelerini yemeğe gelen güvercin, keklik gibi kuşlar iç tarafa ilişmiş çatal ağacı tünek sanarak üstüne biner yahut kanadı kazara bu değneğe değerse kalburu yarı açmış amudî değnek sarsılır ve kalbur kapaklanır, bu suretle kuş kalburun içinde kalır.”[49]
Asya’da domuzun evvelden beri bol miktarda varlığı bilinir. Avladıkları tilki, köpek, sıçan ve yılana kadar icabında her şeyi yiyen bozkırlı dedelerimizin domuza da itibar etmiş olmaları doğaldır. Nitekim M.Ö. 118 ve Miladî VI. yy.lar arasındaki Ordos bölgesi bronz Hun eserleri arasında geyik ve deve resimleri, koyun ve keçi resimleri, yırtıcı kuşların başları ve kirpi resimleri. Argali koyunu, öküz ve öküz başı figürleri, et yiyici hayvanlar ve domuz resimleri bulunmuş olup bunlar günlük yaşantının bir tasviri olarak telakki ediliyor.[50] Altay kültür çevresinde de, Milâdî ilk senelerden itibaren Göktürk devrine kadar devam eden zamanlara ait eserlerde, meselâ bir eyer kaşı üzerinde her türlü hayvan avına ait resimler bulunuyor.[51] Bu hayvanlardan balık, tavşan, geyik, karaca, yaban keçisi, ayı, kaplan ve sairleri görülüyor. Yenisey-Kırgız kültür çevresinin içtimaî hayatını yine ağaçtan iki eyer kaşı üzerindeki resimler tasvir ediyor; bunlarda iki süvari bir tepenin yamacında dörtnala gitmekte ve arkalarına dönmüş olarak ok atmakta ve süvarilerin arkalarında da aslanlar havaya sıçramış olarak koşmaktadırlar. Süvarilerin önünde ise koşan kaplan, yabani domuzlar, dağ koyunları ve dağ keçileri görülmektedir.[52]
Anadolu’da ise, halen Berlin müzesinde bulunan Alaca Hüyük’ten çıkma bir Hitit kabartmasında bir avcı, üstüne varan yaban domuzuna oku atmaya hazırlanmış olarak, altta da bir geyik, boynuzlarını, sanki alçak dallar altından geçecekmiş gibi geriye yatırmış halde gösteriliyor.[53]
Hititçe domuzun ideogramı ŞAH olup ŞAH.NITA, erkek domuz anlamına gelmektedir. Dişi domuz ise Hitit çivi yazılarında ŞAH.SAL. AL.LAL, Mezopotamya kaynaklarında da SAL.ŞAH’tır. Yaban domuzu da ŞAH. GIŞ.GI (“sazlık domuzu”) oluyor. Hafirlerde Alaca Hüyük’ün bütün kültür tabakalarında, Troja’nın I-VI. tabakalarında, Mersin Yümüktepe’de üst neolitike ait tabakalarda, Alişar’da kalkolitik ve bakırçağı tabakalarda, diğer hayvan kemikleri arasında rastlanmıştır.[54]
Dinî tesirler bu ciddî iktisadî metaın istihlâkinin yayılmasını önlemiş, daha doğru bir ifade ile yaygın tüketimi kısıtlamıştır. Her azası ayrı ayrı işe yarayan yabani domuz kısmen ticarî maksat, kısmen de tarlanın tahribattan korunması amacıyla avlanır, eti alenen yenmez. Domuz etini Türk mutfağında normal olarak görmeyiz. Tarlaya zarar veren yabani domuzu kurşun sarf etmeden itlaf etmek için hayvanın geçit yerlerine dar ve derin çukur kazılır, üstü çalılarla hafifçe örtülür. Domuz bunun içine düşer ve çıkamaz.
Yaban domuzu hakkında halen halk dilinde varyantları ile birlikte yetmişin üstünde sözcük bulunması, bunun yaş ve cinslerine göre tasnif edilip yatak odasına kadar adlandırılmış olması, müftünün kesin tavrına rağmen, bu hayvana atfedilen önemin bir belirtisidir.[55] Hemen aşağıda göreceğimiz tavşan için de az çok aynı şey söylenebilir.
Orhon kitabelerinde Tunyukuk yazıtının bir bölümü Göktürklerin av etine, bilhassa tavşan ve karaca etine son derece düşkün olduklarını söylüyor.[56] “Geyik yiyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk. Milletin boğazı tok idi. Düşmanımız etrafta ocak gibi idi, biz ateş idik”.[57] Kaldı ki “On iki hayvanlı Türk takvimi”nin dördüncü yılı tavışgan-tabışgan yılı’dır.
Bu düşkünlüğün bugün Anadolu’da aynen devam ettiği söylenebilirse de bundan Şiî-Alevî fırkasına mensup olanların kesin istisna teşkil ettiklerini derhal ekleyelim. Bunun nedenlerini kitabımızın son “İnanç ve Âdetler” kısmında ayrıntılarıyla tahlile çalışacağız.
Hitit metinlerinde tavşan ve aynı zamanda kral, bey, efendi manasına gelen “tabşala” kelimesine rastlanır. Buradan da tavşanın Hititlerde üstün bir mevki işgal ettiği istidlâl edilmiştir. Hitit dili uzmanlarına göre “tabşala”nın sonundaki “la” takısı, muhtemelen azaltıcı, küçültücü (dilimizdeki “cık, cik” gibi — diminutif) bir kıymeti haizdir (tavşancık). Buna göre kelimenin esas kökü “tabşa” oluyor. Diğer taraftan Asya Türkçesindeki tabışgan’a gelince buradaki “gan” takısı dilimizde çok kullanılan bir takıdır (yapışmaktan yapışgan, ısırmaktan ısırgan gibi…). Bu takdirde de Türk dilinde kelimenin kökü “tabiş” veya “taviş” sıçramak, zıplayarak yürümek anlamına gelmektedir. Bu itibarla Hitit dilinin “tabş”ı ile Türkçenin “tabiş”ini karşılaştırmak mümkün oluyor. Böylece tavşanın Hititlerde hâkimiyet ve efendilik timsali olduğu istidlâl edilmiş olup faraziyeyi desteklemek için sanat eserlerinde tavşanın, egemenliği temsil etmek üzere, kralların ellerinin üstünde resmedildiği gösteriliyor. Bu itibarla, totem olarak kabul edilen bu mukaddes hayvanın etinin yenmemesi tabii olmaktadır.
Bu varsayıma dayananlar, ekstrapolasyonla, Alevî’lerin tavşan yememesini, bu çok eski Anadolu inancına bağlamaktadırlar.[58] Ayrıca tavşanın, çok doğurgan bir hayvan olması itibariyle doğum simgesi olarak kabul edilmiş olması da akla geliyor. Şiî İran’da “bir avcı sabahın erken saatlerinde bir tavşan görürse, ertesi akşama kadar hiç bir şey vurmayacaktır; umumiyetle sabah bir tavşana rastlamak kötü alâmettir; tavşan koşarken görüldüğünde sağda ise uğurlu, solda ise uğursuz sayılır.”[59] Dikkati çeken bir husus İran’da aynı inançların ceylanı da kapsadığıdır ki Anadolu’da buna şahit olmadık. Buradan, Anadolu’daki Şiî unsurların tavşana karşı tepkilerinin İran’dakilere nazaran çok daha kesin ve sert olduğu görülüyor. Mamafih bunun aksini de kanıtlayacak deliller de eksik değil: Alevî olan Alaca-Höyüklülerin tavşanı nasıl avladıklarını dinleyelim: “Avrat giceden azığı hazır eder. Gice yavaş yavaş yağan kar sabah erken diner, daha yollarda hiç iz olmadan üçüncü horozun ötümünden sonra yola çıkarık… Hiç iz olmayan dümdüz karın üstünde tazı iz güder, öteye beriye saldırır. Av görürsem ben tüfek atar tutarım, yok ise tazım tutar getirir.” (Avcı Sülük-Süleyman Kâhya ağzından).[60] Bir de kekliğin nasıl kamalak edildiğini yine aynı kişiden dinleyelim: “Kar çok olur, keklikler aç kalırsa serseri dolaşmaya başlarlar. Köylüler karın diz kapağına çıktığını görünce köyden yirmi, yirmi beş delikanlı ellerinde sopalar, dağarcıklarına azıklarını kor çıkarlar. Dağın her iki geçesine taksim olurlar. Sopa ile beklerler. Keklikler bu geçeye gelir bu taraftaki avcılar sopa salarlar. Diğer tarafa gelir diğerleri salarlar. Kekliklerin mecalleri kalmaz kendilerini yere atarlar. Avcılar toplarlar.”[61] Bu sopalar yukarda sözünü ettiğimiz meçik’ler olmalı. Ant’nın hayhay avı’nda sopa sallama yerine avcılar “hay! hay!” diye ses çıkararak keklikleri karşı tarafa salarlar.
Alevîlerin tavşana karşı tutumlarına dair şahsî izlenimlerimizi kitabın ikinci kısmında nakledeceğiz. Ancak şimdiden en eski geleneklerin bilhassa Alevîler arasında devam ettiğini kaydedelim.
Tawışgan olarak söz ettiği tavşan hakkında Kaşgarlı “at yarışdı meninğ bile tawışganlaşu = o, tavşan öndül koyarak benimle at yarışı yaptı” diyerek “tawışganlaşmak”, yani tavşanı öndül olarak ortaya koyup yarış (bahis) etmek fiilinin ve dolayısıyla âdetinin mevcudiyetini ifade etmiş oluyor.[62] Bu da yine Türkmen’in tavşana verdiği değerin bir ölçüsü oluyor. Eti yenmeyecek bir hayvanı kim ne yapsın? Muhtemelen tavşan tabusu, Türkmen beyninde Anadolu’da sonradan iktisap edilmiş bir inanç olmuştur.
Bu gibi avlarda tazının da kullanıldığım yine Mahmud’un kaleminden okuyalım: “Çağrı alıp arkun münüp arkar yeter; awlar keyik taygan ıdhıp tilkü tutar = doğanı alıp küheylana binerek dağ keçisine erişir; geyik avlar, tazıyı salıverip tilkiyi yakalar”.[63] Taygan bugün Anadolu’da kaybolmuş olup buna karşılık körez-kürez (köpekle tazıdan olan melez yavru — Ank, Kn), kumaş (tazı — Ank), moçok (tazı — Af), zivlen (çok zayıf köpek, tazı — Es; ince uzun, cılız, narin yapılı — Ank, İst) sözcükleri dillerde dolaşmaktadır.
Patlayıcı av silâhları arasında çakmaklı ve kapsüllü tüfeklere hâlâ rastlanır. Biz dahi çocukluğumuzda eski bir kapsüllü “şeşhane” ile çok sığırcık vurmuştuk.
“Tüfek”in menşeine gelince: ‘Dilimizdeki — tüfek, tüfenk — sözü ahenk taklidi — tüf — sözü ile isim teşkiline yarayan — enk, ek — ekinden müteşekkildir.
Ahenk taklidine yarayan — tüf, tü — kelimesi ağızla sıkı rüzgâr püskürtmeyi, tükürmeyi ifade eder. — Tüfenk — kelimesi de aslında ağızla üflenen kamış yani —yeltüfeği —nin adı idi. Halen Antep bölgesi halk lehçesinde kuş avlamaya yarayan ağız tüfeğine tüfeğü ismi verilir. Tüfenk ve tüfeğü sözleri aynı kelimenin ayrı ayrı iki şeklinden başka bir şey değildir. Sonradan, bildiğimiz ateşli silâh icat edilince bu ki kelimeden birincisi, yani tüfek şekli o silâha alem olmuştur.”.[64]
Ant’da ağız tarafı geniş ve kabarık, horoz tarafı dar olan ve elmabaş tüfeği-elmabaş adı verilen bir av tüfeğinin mevcudiyetini görüyoruz. Yukarda sözünü ettiğimiz çakmaklı veya kapsüllü ağızdan dolma tüfeğe de kubur (Gm, Dz, İz, Kn, Ant) adı verilir ki bu sözcük Batı Türkçesinde oluşmuş olup işbu tür silâhın yanı sıra esas itibariyle kın, gılâf (kılıf) ve emsali, kalem, eyer, ok kutusu, boru gibi dar şeyleri (“kubur gibi pantalon”), apteshane taşının deliği ve buna geçirilen bakır veya teneke kabı ifade eder.[65] Yivsiz tüfekler de gaval (Dz, Brs, To, Es, Sm, Sv, İst ve Trakya) ve kovan (şeşhane cinsinden — Ant) tesmiye edilir. “Şeşhane”, namlusu altı köşe delinmiş eski tip tüfektir. Ağızdan dolma tüfeklerin saçma ya da kurşunla sıkılanmasına Kn’da combara deniyor. Σουμμάϱω eklemek, ilâve etmek demektir…
Bahsi, devam edegelen av kültüne de kısaca değinerek kapatacağız. Bugünkü Altay Türk boylarının hayatında nâzım rol oynamakla kalmayan av, bir dinî kült ve inancın doğmasına da müessir olmuştur. Altay bölgesinin coğrafî özelliğini teşkil eden “Tayga” ve dağlara bazı ruhların tesahup ettiğine, avın veriminin bu ruhların elinde bulunduğuna inanılır, ava çıkmadan önce çeşitli ibadetler yapılır, avı koruyacak olan ruha bağlılık gösterisinde bulunulur.
Halen Çukurova’da Türk avcılarının inancında Altay Türk avcı “ruh”unun yerini evliyalar tutmaktadır. Avın verimli olması için civardaki evliya yatırlarından, yahut avluk, yani av sahasındaki ağaç ve sair şeylerden şeytana karşı yardım istenir. Avda isabet kaydedemeyen avcı şeytanı bertaraf etmek için köpeğini silâhının üstünden atlatır; köpeği yoksa kendisi atlar. Bu merasim, bir nevi “ateş kültü”nden kalma bir inançla, kötü ruhlardan arınma amacını güder.[66]
Dipnotlar:
[1] ibd., sah. 176-177
[2] A. Y. Yakubovskiy. — Altın Ordu ve İnhitatı, Istanbul 1955, sah. 79-80
[3] M. Kaplan. — Dede Korkut Kitabında Hayvanlar, in F. Köprülü Armağanı, sah. 278.
[4] ibd., sah. 279-280
[5] F. Sümer. — Oğuz’lar, sah. 411
[6] M. Kaplan. — op.cit.
[7] Vergilius. — Aeneas, terc. O. Akşit, II/220, İstanbul 1971
[8] Moğolların Gizli Tarihi, Ankara 1948, sah. 126-127
[9] B. Y. Vladimirtsov. — Moğol’ların İçtimaî Teşkilâtı, sah. 166-170
[10] M. d’Ohson. — Moğol Tarihi, İstanbul 1341, sah. 286
[11] O. Turan. — Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1958, sah. 27-28
[12] Uzunçarşılıoğlu İ. Hakkı. — Kitabeler, İstanbul 1345-1927, sah. 93-94, 99.
[13] İmad ad-din İsfahânî. — Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, sah. 68-69
[14] ibd., sah. 80
[15] O. Turan. — op.cit., sah. 28-29
[16] TS
[17] Selçuklu teşkilâtında gördüğümüz kürenc
[18] İ. H. Uzunçarşılı. — Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı sah. 420-425
[19] ibd., sah. 311
[20] H. Von Moltke. — Türkiyedeki Durum ve Olaylar Üzerine Mektuplar, sah. 182
[21] GG.
[22] A. Tietze. — op.cit., sah. 281
[23] M. Räsänen. — op.cit., sah. 248
[24] TS
[25] BTL
[26] BTL
[27] BTL
[28] BTL
[29] TS
[30] Sert kızılağaç, ibd.
85 A. Leroi – Gourhan. — Milieu et Techniques, sah. 52-53
86 İngilizce “ dove” , güvercindir.
88 A. Leroi-Gourhan. — op.cit., sah. 75
90 A.Leraoi-Gourhan. — op. cit., sah. 88
91 BTL ve DLT, III, sah. 20, 70, 99, 108
96 M. Räsänen. — op.cit., sah. 52
100 M.Räsänen. – op. cit. sah. 65
103 A.R. Algın. – op. cit., sah. 29
104 B.Öğel — İslâmiyet’te önce Türk Kültür Tarihi, sah. 55
107 G. Contenau. — La Civilisation des Hittites, sah.142
108 H. Ertem. — Hitit’ler Devri Anadolu’sunun Faunası, sah. 72-73
109 Bu konuda bkz. Türkiye’de Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi, 5, mad. “ domuz” , “ domuz ile ilgili kelimeler” , “ domuz yavrusu” .
110 R. Giraud. — L’Empire des Turcs Célestes, sah. 84
111 M. Ergin. — Orhun Âbideleri, İstanbul 1973, sah. 53
112 H. Namık Orkun. — Histoire et Folklore, in Livre des Communications, II, Ankara 1939, sah. 270-271
113 H. Massé. — Croyances et Coutumes Persanes, Paris 1938, I, sah. 193
114 H. Zübeyr Koşay. — Anadolu’nun Etnografya ve Folkloruna dair Malzemeler, I, Alaca-Höyük, sah. 7
118 A. Ural Bikkul. — Topkapı Sarayı Silâh Müzesindeki Eserler, in TED, II, 1957, sah. 38
120 A. Caferoğlu. — Türklerde Av Kültü ve Müessesesi, in VII. TTKg, Ankara 1972, I, sah. 169-170.