Dönelim yine Anadolu’ya. Hurri-Hitit “theogony”sinin, yani tanrıların tevellüt hikâyelerinin baş aktörü, “Tanrıların Babası” Kumarbi’dir. İlk safhada, “gökte hükümranlık”, ilk tanrıların teselsülü anlatılır. Başlangıçta Alalu gökte kraldı ve tanrıların en önemlisi olan Anu ona hizmet ederdi. Ama dokuz sene sonra Anu ona saldırdı ve onu yendi. Bunun üzerine Alalu yeraltı dünyasına sığındı ve Kumarbi yeni hükümdarın hizmetkârı oldu. Dokuz sene geçince o da bu kez Anu’ya saldırdı. Anu göklere uçarak kaçtı ama Kumarbi onu izledi, ayaklarından yakalayıp tenasül uzvunu ısırarak yere vurdu. Başarısının sevinci içindeyken Anu ona gebe kaldığını haber verdi. Kumarbi ağzında kalanı tükürdüyse de Anu’nun tohumunun bir kısmını atamadı ve üç tanrıya gebe kaldı.
Tabletlerin kırık ve bozuk olması itibariyle hikâyenin bundan sonrası şöyle tahmin ediliyor: üç tanrı doğuyor. İlki, fırtına tanrısı Teshub, diğeri muhtemelen Aranzah tesmiye edilen ve Hitit’lerin de taptıkları Dicle nehri ve nihayet yine bir tanrı olan Taşmişu olmalıdır. Bunlar Kumarbi’yi alt edip onu tahtından indireceklerdir.
Bundan sonra başlar Ullikummi destanı. Teshub’u yenebilecek güçte bir rakip yaratabilmek için Kumarbi bir kayayı tohumuyla işba ediyor ve bu “izdivaç”tan taştan bir yaratık, Ullikummi meydana geliyor. Bedeni denizden yarı çıkmış olarak yeri ve göğü tutan dev Upelluri’nin omzuna konmuş olan Ullikummi öyle bir hızla büyüyor ki göğe varıyor (Upelluri Hurrî Atlas’ın muadilidir). Teshub bunun üzerine denize yöneliyor ve diorit devin üstüne cesaretle varıyorsa da yeniliyor. Hızını alamayan Ullikummi bütün beşeriyeti mahvetmekle tehdit ediyor… Ama işin sonunda onun da “icabına bakılıyor” ve Teshub tarafından katlediliyor.[1]
Bu mitos birçok bakımdan ilginçtir: Kumarbi’nin, tahtından ettiği tanrının cinsî uzvunu yutarak kendi kendini ilhak etmesi; bir tanrısal varlıkla bir kaya kitlesinin cimaı ve bunun sonucu olarak da insan şeklinde madenî bir canavarın doğuşu; bu dev diorit’le Hurrî Atlas’ı Upelluri arasındaki ilişkiler, ilk safha, Kumarbi’nin çift cinsiyetine bir atıf olarak yorumlanabilir; bu halet en eski tanrıların bir karakteristiğidir. Bir kayanın insanüstü bir varlık tarafından ilkahına gelince, müşabih bir mitosa Phrygia’da rastlıyoruz: Papas ( = Zeus) Agdos adlı bir taşı ilkah ediyor, o da Agditis tesmiye edilen bir hünsa canavarı tevlit ediyor. Fakat tanrılar Agditis’i iğdiş edip onu tanrıça Kybele’ye dönüştürüyorlar. Bütün bunları bize Pausanias (VII, 17:10-12) anlatıyor.
Erkeğin Kumarbi gibi ilkah olması keyfiyetine Hacı Bektaş-ı Veli “Vilâyet-Nâme”sinde de rastlıyoruz: “Hacı Bektaş bir gün Sulucakaraöyük’ün doğu tarafına çıkmıştı. Köylüler ekini biçerlerdi. Kırşehir’den şahne gelir, ölçerdi, ondan sonra onları çeç ederler, üstünü sapla örterlerdi. Gene, âdet olduğu gibi buğday, arpa ve çavdarı dövüp savurmuşlar, çeç etmişler, yağmur bozmasın diye sapla üstünü örtmüşlerdi”.
“Hacı Bektaş eteğini açıp harman sahiplerinden bir şey istedi, “bir şeyimiz yok” dediler. Hünkâr “bir şey olmasın!” dedi, geri döndü. Çeç sahipleri çeçleri açtılar, gördüler ki ne kadar arpa, buğday, mercimek, nohut varsa hepsi taş olmuş. “Bu büyü” dediler, “onlar taş olduysa ne çıkar, altınımız, akçemiz çok”. Hünkâr giderken bu sözleri duydu, “güvendiğiniz altınınız, akçeniz de öyle olsun!” dedi. Hepsi de koşup evlerine vardılar. Gördüler ki altınları, akçeleri de taş olmuş. Hünkâr’a vardılar, “Erenler şahı” dediler, “insana nasip olacak tanelerin hepsi taş olmuş, hiçbir işe yaramaz”. Hacı Bektaş “işe yarar” dedi. “Bizi sevenlere armağanımız olsun, oğlu kızı olmayan kadınlar üç gün oruç tutsunlar, Cuma gecesi, dişlerine değdirmeden bu tanelerden birini yutsunlar, o gece helâlleriyle. Ulu Tanrı ona bir oğlan nasip eder. Mercimek yutarsa kızı olur. Kesesinde taşırsa altını, akçesi eksik olmaz. Erenlerin kerametiyle bu ana kadar o taş olan taneler, yerin dibinden, taş içinden kaynayıp çıkar”“.
“Hünkâr’ın ‘o taş olan buğdayı yutan kadın erkek doğursun, mercimeği yutan kız’ dediğini, erenleri inkâr eden birisi duydu. ‘Bu taşları yutmaktan ne çıkar?’ deyip iki buğday tanesi aldı, yuttu. Erenlerin kerameti, Tanrı kudretiyle adam gebe kaldı! Günden güne karnı şişti. Zamanı gelince ağrısı tuttu, çok zahmet çekti”.
“Olayı Hünkâr’a bildirdiler, ‘çare yok’ dedi, ‘o adam ölür! Fakat ölünce karnını yarın, evlâdımızdan iki oğlan zuhur eder’. Adam ölünce karnını yardılar, iki oğlan zuhur etti. Çocuklar ölmediler, büyüdüler. Onların soyu hâlâ vardır, Ankara yakınındadır, onlara Buğdayoğulları denir”[2]
Az çok bütün kültürlerde bulunan, evrensel, sembolik bir hayvan şekli olan ejderha, özellikle saldırgan ve tehlikeli yılan, timsah, aslan ve hatta prehistorya hayvanları gibilerinin bir nevi karışımıdır. Sembolik manası, Sümerlilerin bu hayvanı “hasım” kavramı içinde irdelemeleriyle alâkalıdır. Bu kavram sonradan şeytana bağlanmış. Çok kere ejderhayı tahta da oturmuş görüyoruz, Çin Mançu Sülâlesi, Finikeliler ve Sakson’ların bayrak ve flamalarında olduğu gibi. Ama çoğunlukla efsanelerde o aslî düşmandır ve onunla boy ölçüşmek en yüksek denemedir. Çok kez de insan eti yiyen gulyabani’ler devlerle bir tutulur. Aziz Georg’un canavarı alt etmesi teması meşhurdur.
Dev hikâyelerinin ünlü kahramanı Gargantua ile Oğuz Han arasındaki bazı benzerlikler dikkate şayandır. Gargantua doğarken “bana içki verin!” diye feryat edermiş. Uygurca Oğuz Destanı’nda da Han’ın doğuşu şöyle anlatılıyor:
“…
Aydın oldu gözleri, renklendi, ışık doldu,
Ay Kağan’ın o gündü, bir erkek oğlu oldu.
Geldi ana göğsüne, aldı emdi sütünü,
İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü!
Pişmemiş etler ister, aş, yemek ister oldu!
Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu!
Ansızın dile geldi, söyler, konuşur oldu!
Kırk gün geçtikten sonra, yürür oynaşır oldu!
Öküz ayağı gibi idi sanki ayağı!
Kurdun bileği gibi idi sanki bileği!
…
Ormanda yaşar idi, çok büyük bir gergedan.
Yer idi yaşatmazdı ne hayvan, ne de insan!
…
Oğuz Kağan derlerdi, çok alp bir kişi vardı.
…
Dedi gergedan artık kendini yok bile!”
Ve gergedanın hakkından geldi. Ve de “Göğün Kızı”yla evlendi. Ondan üç tane tosuncuk oğlu oldu:
“Birinci oğlancuğa, Gün adını koydular,
İkinci oğlanaysa, Ay adını buldular,
Yıldız olsun üçüncü, diye memnun oldular!”
Arkasından da “Yer’in kızı”nı aldı. O da ona üç erkek evlât verdi.
“…
Birinci oğlancuğa, Gün adını koydular,
İkinci oğlanaysa, Ay adını buldular,
Deniz olsun üçüncü diye memnun oldular.
…”[3]
Oğuz, devlere has karakteristikleri (erken büyüme, doğarken süt yerine içki içip çiğ et yeme, el ayak şekilleri, vücudunun kılları…) haiz olmakla birlikte ejderhanın karşıtı olarak ortaya çıkıyor, onu öldürmekle alpliğini, yiğitliğini kanıtlıyor, ülkesini kurtarmış olmasının yanı sıra.
İlk oğlancuğa Gün, İkincisine Ay adının konulması sonucu Oğuz’ların sağ kolu olan Boz-Ok’ların Gün-Han Oğulları ve Ay-Han Oğulları… olarak ayrıldıklarını görmüştük.[4] Ganj vadisinin kolonizasyonu sırasında “Brahman misyonerliğinin yanı sıra bir de Prens’lerin kolonizasyonu vardı… Rama’nın kardeşi Şatrughna, Rama’nın emri üzerine gurbete çıkmış ve bir muharebeden sonra dev Madhûn’un şehrini yeniden iskân etmiştir… Şarktaki prens, kabile ve milletlerden hangisinin Arî asıllı olduğunu tefrik etmek zordur. Muahhar bir Brahman nazariyesine göre biri güneşe, öteki de aya ait olmak üzere iki büyük Arî şecere mevcuttur…”[5] Benzerlikler gerçekten ilginçtir. Ama bunlarla bitmiyorlar.
Cengiz’in atalarından Kabil Han’ın oğlu “Kubilay Han’ın kuvveti ve bahadırlığı dillere destan, oldu. Kubilay Han’ın kumanda verirken sesi gök gibi gürlüyor. Elleri ayı ayağı gibi olup her ne olursa olsun her şeyi bir çöp gibi kırıyor, diye türküler çağırırlardı. ‘Kubilay Han kış geceleri koca ağaçlar yığılarak ateş verilmiş ocaklar yanında çıplak olarak yatar ve üzerine kıvılcımlar sıçrarmış, o hiç duymazmış, sabah uyanıp yanık yerlerini görünce böcekler ısırdı, demiş’ gibi hikâyeler dillerde dolaşırdı…”[6]
İncil olsun, Grek klasikleri olsun, çok çeşitli ejderha tarifi yaparlar. Havada ve suda yaşayan kanatlı yılanın çenesi alabildiğine büyüktür, önce muazzam kuyruğuyla öldürdüğü insanı ve hayvanı yutar. Buna karşılık bazılarının çenesi ufak olmakla, tahrip aracı olarak korkunç boyutlara varan bir kuyruğa sahiptirler. Ama bunların müşterek yanları da vardır: hepsi kuvvetli ve uyanık, ihtiyatlıdırlar (bunda galiba İlluyanka istisna teşkil ediyor); ayrıca olağanüstü uzağı görme, patırtıları duyma ve koku alma özellikleri vardır. Anadolu masallarında, herhangi bir serüven peşinde koşan (Kel) oğlan-delikanlı, oturmuş soğan doğrayan (o anda gelenin kokusunu alamayan), “sağ memesi sol omzunda, sol memesi sağ omzunda” dev anasının memelerine aniden yapışıp emer. O artık ana’nın oğlu olmuştur! Ana onu kendi oğlundan korumak zorunluluğundadır. Onun için başına vurarak onu elma şekline sokup rafa kor. Biraz sonra gelen oğul dev, “ana, burada insan kokusu var!” der…
Fransızca ve İngilizce “dragon”. Almanca “Drache” sözcükleri, muhtemelen Grek derkein (“gören”)den müştaktır[7]. Gerçekten δερχομαι – δραχείν “şiir dilinde gözlerini dikerek bakmak” demek olup bunun partisibi δραχων’dır. Ejderha manasındaki δραχον ise “bakışı ile büyüleyen muhayyel hayvan, yılan” karşılığındadır.[8] Ejderha, korkunç yönlerinin yanı sıra mabet ve gizli hazinelerin, Çin’de İnci’nin bekçiliğini üstlenir, hikmet ve kehanet remzi olur. Çoğu kez de bu yaratık çok başlı olarak tasavvur edilir, sembolizmi de buna bağlı olarak, aleyhine dönüşür: ne kadar çok başı varsa bu yönde o kadar kötülüğün amili olarak telakki edilir. Çin’de imparatorluk kudretinin simgesi olmuştur. Orada habasetin zaptı rapta alınmasının ve faziletin ulvileştirilmesinin sembolü olur; burada artık “inkıyat altına alınmış”, itaatkâr bir ejderha bahis konusudur, insanoğluna hizmet edecektir: Yağmur bekleyen Çinli kâğıt ya da tahtadan çok büyük bir ejder yapıp onu alay-ı valâ ile dolaştırır. Ama yağmur buna rağmen yağmazsa onu param parça eder!
“Elli bin kâfir toplandı, kendisi de haç takınıp atına bindi, harekete geçti. Önce üç bin piyade kâfiri öncü olarak yolladı”.
“Öncüler mağaraya gelince namaz kılmakta olan Hacı Bektaş, kâfirlerin sesini duydu, ‘Yarabbi’ dedi, ‘sen bana yardım et; bir yedi başlı ejdarha yolla, mağarayı beklesin’. Tanrı yedi başlı bir ejderha emretti, ejderha hemen geldi, mağarayı kuşatıp hemen yattı. Gelen kâfirler bunu görünce korkup kaçtılar…”
“Bey… ‘demek ki gerçek din Muhammed dini’… Bey bu sözleri söyleyip atından indi… Ejderhadan bir mil uzak yere gelince yere yüz sürdüler… Gizli din tutan… papaz mağara kapısına gelip Hacı Bektaş’a selâm verdi… Hacı Bektaş ‘git’ dedi, ‘kâfir Bey’ine söyle o da, ona uyanlar da Müslüman olsunlar, yoksa onlara ilenirim, bu ejderha üstlerine yürür, hepsini yutar.’…”[9]
Eski İran’da, bugün Anadolu’da olduğu gibi, “erkekler derneği” ya da “gizli kült cemiyetleri” vardı. Bunların menşei Arî devirlere dayanır. Bunlar genç muhariplerden oluşurdu; azaları mairya (Sanskrit marya), lügat manasıyla “delikanlı” idi. Bu dernekler açıkça vecd haline itibar ederler, bunların esas özellikleri “ipi koparmış” kudurma, cinnetti (mania). Bunlara “dört ayaklıdan daha tehlikeli iki ayaklı kurt” (vehrka) denirdi.
Kültlerinde bu adamlar bir ejderha öldürücüsü Dhraetaona-Frêtôn-Faridun’u taziz ederlerdi. Topluluğun mitos ve rituslarında ejderhanın kendisi de, özellikle Yeni Yıl mitolojik rituslarında başrolü oynardı. Gerçekten eski İran kültünde Yeni Yıl bayramı önemli yer tutardı ve bir ejderhanın öldürülmesi ritusu etrafında kutlanmaktaydı.
Hareket noktasında bir ejderhanın hayata hükmettiği ve ülkede kuraklığın sürdüğü farz edilir. Bir tanrısal kahraman meydana çıkar, ejderhanın tahassun ettiği kaleyi zapt edip onu öldürür. Bunun sonucunda da kalede tutulan sular serbest kalır, ejderhanın, haremine kapattığı kadınların esareti son bulur. Yağmur yeniden yağmaya başlayıp toprağı mümbitleştirir ve bu arada da genç tanrı ile kurtardığı kadınlar arasında hiérogamie başlar.
Bu bayramın planında iki koşut ritus silsilesi vardır: kişisel silsile ile kişisel olmayan silsile. Bunlar ilkinde ejdere hükmetme, ejdere galebe, kadınların kurtarılması, hiérogamie; diğerinde de kuraklık, kalenin zaptı, suların kurtarılması, yağmurun başlaması şeklinde özetlenebilir.
Bu dernek mensupları edep dışı bir yaşam sürerler, mairya’nın yanında “fahişe” (jahî-jêh) bulunurdu. En bariz dinî unsurlar ejderha ile mücadele ve doğurganlık ve bereket ritusuydu; bunların ikisi Yeni Yıl bayramında karışırdı: zaferden sonra ejderi öldüren, pençesinden kurtardığı kadınlarla cima ederdi.
İran’da bu dernekleri Mithra himaye eder, Hindistan’da bu rol İndra’ya düşerdi. Avesta’da, askerî olması itibariyle de bu teşkilât haênâ tesmiye edilirdi; Hindistan’da buna sênâ denirdi ki bu kelime sadece “ordu” manasına gelmeyip aynı zamanda “erkekler derneği mensuplarının fırkası”nı ifade ederdi. Alemi, üzerinde ejderha bulunan bir siyah bayraktı; bazen bunun kendisi de ejderha şeklinde olurdu.
Mensuplarının saçları örülüydü. Hindistan’da Krishna da saçları örülü bir delikanlıdır. Bu dernekler, askerî örgütler için doğal sayılacağı gibi, açıkça bir yeraltı tanrıları kültünü uygularlardı. Bu kültü kanlı kurbanlar ve korkunç gece ritusları nitelerdi. Zaten bu keyfiyet bunların teçhizatı, kara bayrakları ve bunların üzerindeki ejderha ya da kurt simgesiyle belirirdi. Bereket ve doğurganlık rituslarına genç azalar haylice meylederlerdi. Bütün bunların sonucu olarak da Zerdüşt dini saliklerini karşılarına almışlardı.
Bununla birlikte bu örgütlerin İran’da siyasî önemi çok büyük olmuştur. Gerçekten erkekler derneğinden feodaliteye, “kralın maiyetinden” geçerek giden bir yol vardır.[10]. Döneceğiz konuya.
İran’da ejderha da, kahramanlar gibi çeşitli adlar alır. Bunların en çok kullanılanı azi dahâka–azdahâk olup İran geleneğinde önemli rol oynar. Ermeni edebiyatında da visap adlı ejderha çok geçer. Onu öldüren, tanrı Vahagn’dır. Bu sonuncu geleneğin müstakil olması muhtemeldir.[11]
Hindistan’da olduğu gibi İran’da da iki tanrı sınıfı vardır: ahura’lar (Sanskrit asura) ve daêva-dêv’ler (Sanskrit deva). Birinciler iyi halin, diğerleri kötü halin timsalidirler (Hint’te ise bunun aksi caridir). İran’ın bazı çevrelerinde ise daêva sözcüğü tanrıları bütünüyle ifade etmiştir. Bu yüzden bir zamanlar bunlara da tapılmış, kral Xerxes, daha önce de anlatmış olduğumuz gibi, iyi tanrı “Ahura Mazda’nın isteği üzerine” bu kültü men edene kadar. Bundan böyle bunlar, yani daêva-div’ler Şeytan’ın yardımcısı olarak telakki edilmişlerdir.[12] İşte masallarımızın “dev”leri bunlardır.
“Veda Hint’lilerinin en büyük ilâhı İndra idi. Bu ilâh Aryalıların (Arî’lerin) gerek insan gerekse cin düşmanlarıyla cenkleşen muzaffer kahraman timsali idi. Cenkleştiği düşmanlardan büyük bir kısmı isimleriyle anılmaktadır. Bilhassa mağlûp ettiği düşman, Vritra’dır. Rigveda’nın daima yeni tekrarlarla destana kadar giren bu baş efsanesi eski Arya’lar için pek dikkate şayandır. Vritra suları kaçırmakta ve dağının mağarasında oturmaktadır. Bu sular herhalde dağlardan kurtulduktan sonra toprağı mümbit hale sokan Pençab nehirleri olsa gerektir. Bundan maada bu sular bazı Veda şairlerinin ve dinleyicilerinin şuur altlarında gök gürültüsü ilâhının bulut dağından boşalttığı yağmur sağanaklarını hatırlatmış olmalıdır…”.
“İndra’nın ikinci büyük işi inekleri kurtarmak olmuştur. İnekleri, zengin ve hassas Pani’ler (insan suretinde telakki edilen cinler) dağ mağaralarında saklıyorlardı. İndra kayayı yarmakta ve inekler dışarıya fırlamaktadır…”.[13] İran’da kurtarılan ve sonra da hiérogamie’de taraf olan avratların yerini Hint’te inekler alıyor.
Halk hikâyelerinden “Seyfülmülûk” de, diğerleri gibi resmi konu olarak ele alan bir hikâyedir. Sahifelerinin birinde boynuzlu, yarı hayvan yarı insan, hatta yarı açık yarı kapalı bir ifrit, bir acayip mahlûk göze çarpar. Bunun karşısında ise taht üzerinde zarif bir kız oturmaktadır. “Eski halk duvar resimlerinde de çok defa bu şekilde korkunç yüzlü, boynuzlu, yarı insan yarı hayvan figürler meselâ Zaloğlu Rüstem’in Dev Sefid ile güreşi şeklinde resimler görülür.[14] Veya iki boynuzlu[15] İskender belirtilirdi ki bunları eskiden halk, kahve ve aşçı dükkânlarında hayret ve hatta korku ile seyrederlerdi…”[16]
Aslında, ejderhanın bekçiliğini ettiği “gizli hazine” ölümsüzlük’ten başkası değildir.
[1] M. Uraz.- Türk mitolojisi, İst. 1967, s. 204 – 9 ve M. Eliade.- Histoire I, s. 159- 161.
[2] Vilâyet – Nâme, s. 34 – 5.
[3] B. Ögel.- op. cit., s. 115-8.
[4] Bkz. C. I, s. 248.
[5] W. Ruben.- op. cit., s. 23 – 4.
[6] M. d’Ohson.- Moğol tarihi, s. 25
[7] J. E. Cirlot.- A dictionary of symbols, s. 85 – 9
[8] YTS
[9] Vilâyet-Nâme, s. 12.
[10] G. Widengren.- Les religions de l’Iran, s. 39 – 43, 58 – 9.
[11] ibd., s. 224 -5.
[12] ibd., s. 162 – 3, 357.
[13] W. Ruben.- op. cit., s. 16.
[14] 1935’e kadar bu gibi resimlerin İstanbul Yüksekkaldırım’da sıra sıra satılmakta olduğunu çok iyi hatırlıyoruz.
[15] Tarafımızdan belirtildi
[16] M. Aksel.- Anadolu halk resimleri, İst. 1960, s. 14-7.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.