Ve tarihin büyük vakıası: Anadolu symbiosis’i ve Hitit syncretism’i.
Anadolu’nun, M.Ö. VII. binden itibaren İsa’ya kadar geçen zaman içindeki hayret verici dinî devamlılığı dikkatlerden kaçmamıştır. “Çatal Hüyük’te Kat VI’da (takr.-6000) bulunan, bir boğa üzerinde ayakta duran şekilsiz erkek tanrı heykelcikleriyle Hitit devrinde fırtına tanrısının tasvirleri ve Roma lejyonlarının taptıkları Jupiter Dolichenus (Gaziantep civarında Dülük) heykelleri arasında gerçek bir kopukluk yoktur; aynı şekilde Çatal Hüyük’ün kaplanlı tanrıçası, Hitit tanrıçası Hepat ve klasik çağların Kybele’si arasında büyük ayrılık yoktur” (Maurice Vieyra.- Les religions de l’Anatolie antique, s. 258).
Bu devamlılık hiç değilse kısmen, dinî syncretism bakımından mevcut hayrete şayan istidadın bir sonucudur. Bugünün tarihçilerinin Hitit adıyla simgeledikleri Hint-Avrupa ethnie’si Anadolu’ya II. bin süresince egemen olmuştur. Dili bilinen en eski Anadolu halkını teşkil eden Hatti’leri inkıyat altına alan arî dil kökenli müstevliler, kendi politik varlıklarının çöküşünden çok sonraya kadar devam etmiş bir kültürel symbiosis sürecini küşat etmişlerdir. Anadolu’ya daldıktan az sonra Hitit’ler Babilonya etkilerinin altına girmişler, daha sonra, özellikle imparatorluk devrinde Hurrî kültürünün aslını temessül etmişlerdir. Bu sonuncular Mezopotamya ile Suriye’nin kuzey bölgelerinde oturan ve Hint-Avrupalı olmayan kişilerdi. Bu itibarla Hitit pantheon’unda Sümer-Akkad kökenli tanrılar Anadolu ve Hurrî tanrılarla dirsek dirseğe dururdu. Bugüne kadar bilinen Hitit mitos ve rituslarının çoğunun Hattî veya Hurrî dinî geleneklerinde benzerleri, hatta modelleri bulunur. O kadar ki Hint-Avrupa mirası en az anlamlı olanı gibi görünür. Bununla birlikte, kaynaklarının hiç de mütecanis olmamasına rağmen Hitit dehasının yaratmaları ve hepsinden önce dinî sanatları, orijinallikten yoksun değildi.
Her önemli kent, etrafı başka tanrısal kişilerle çevrili bir tanrının esas makarrını teşkil ederdi. Pantheon, başında Hitit memleketinin hamileri olan Fırtına Tanrısı ile bir Büyük Tanrıça çiftinin bulunduğu bir büyük aile gibi telakki edilirdi. Fırtına tanrısı daha çok Teshup Hurrî adıyla anılırdı. Eşinin de adı Hurrî dilinde Hepat idi. Kutsal hayvanları boğa ve Hepat için de aslan ya da dişi pars, tarih öncesinden itibaren devamlılığı kanıtlarlar. En ünlü Büyük Tanrıça da “Arinna(?)nın (Güneş tanrıçası)” adıyla bilinirdi (Hattî dilinde Wurusema). Bu “güneşe irca” keyfiyetinin, Arinna tanrıçasının Hitit krallığının hamiyesi olmasını müteakip bir itibar ve saygı nişanesi olması muhtemeldir.
Kralın dinî nüfuz ve rolü çok büyüktü. Hükümdarlık ona tanrıların bir lûtfuydu. O, yeryüzünde tanrıların vekili olup Pantheon katında halkı temsil ederdi.[1] Osmanlı padişahı gibi, bir kralın ölümünden söz edilirken “tanrı oldu” denirdi. Osmanlı’nın “cennetmekân (oldu)” demesi gibi… Kaybolan tanrı konusu (Telepinu) gerek yukarda, gerekse bundan önce (bkz. C. 1, s. 524) yeterince işlendi. Biz şimdi bugünün Anadolu’sunun mitolojisi ve masallarına hâkim bir temayı ele alacağız: ejderha ve dev.
Yeni Yıl (purulli) bayramı vesilesiyle, fırtına tanrısıyla Ejderha İlluyanka’nın (lügat manasıyla doğruca “ejderha, yılan” demek olup ayni zamanda bir özel addır) cengi mitosu ritüel olarak ezberden okunurdu. İlk karşılaşmada fırtına tanrısı yenilir ve diğer tanrılardan yardım ister. Tanrıça İnara da bir ölümlü kişi olan Hupashiya’ya başvurur; o da, tanrıçayla yatmak kaydıyla muavenet vaat eder. Ejderlerin bütün masallarda oldukları gibi İlluyanka da akılsız ve oburdur. Ziyafette o derece yer ki deliğine inemez olur; Hupashiya onu bir iple bağlar, böylece de fırtına tanrısı hiç dövüşmeden Ejderha’nın hakkından gelir. Mitosun bu rivayeti, peri masallarında iyice bilinen bir hadiseyle hitam bulur: Hupashiya İnara’nın evine yerleşir ve orada ikamete başlar. Ancak, tanrıça yokken pencereden bakmama ihtarına uymaz; karısını ve çocuklarını görür ve evine dönmesine müsaade etmesi için İnara’ya yalvarır (anlaşıldığına göre İnara, pazarlık bedelinin ötesinde fani kişiyi “kapatmış”!). Metnin gerisi kaybolmuşsa da aradan tasfiye edilmiş olduğu sanılır.
Öbür rivayette bazı açıklamalar var: Ejderha fırtına tanrısını yenerek kalp ve gözlerini alır. Bunun üzerine tanrı bir fakir adamın kızıyla evlenir ve ondan bir oğlu olur. Çocuk büyüyünce Ejderha’nın kızını almaya karar verir. Babasının uyarısı üzerine delikanlı kızın evine girer girmez kalple gözleri ister ve bunları elde eder. Böylece “kuvvet”ine kavuşan fırtına tanrısı Ejderha ile bu kere “denizin kenarında” karşılaşır ve onu yenmeyi başarır. Ama oğlunun kaim babasına sadık olma sözü vardır. Dolayısıyla kendisini esirgememesini babasından ister. O da Ejderha ile birlikte (bir faniden olma) kendi öz oğlunu da öldürür.
Bir tanrıyla Ejderha arasındaki savaş ve bir hayatî uzvun çalınması, maruf bir mitos-ritus temasıdır. Ama Hitit rivayetinde İlluyanka, sair kozmogonik mitos ya da dünya egemenliği için verilen savaşlardaki korkunç canavar olmayıp tanrı da zaferi kendi kahramanlığıyla değil de bir “ölümlü” varlık yardımıyla elde edebilir. Gerçi, her iki rivayette de bu “ölümlü insan”, önceden tanrısal kökenli bir kuvvete sahiptir: ya tanrıça İnara’nın sevgilisi, ya da fırtına tanrısının oğludur.
Her iki halde de bu yardımcı şahıs, farklı sebeplerle de olsa, işin sonunda tasfiye edilmektedir. İnara ile yattıktan sonra Hupashiya’nın artık ailesiyle, yani insanoğlu toplumuyla yeniden bütünleşmeye hakkı yoktur. Zira tanrısal ortamı paylaştıktan sonra bu “bulaşma”yı sair âdemoğullarına geçirebilirdi (tanrılar, o zamanlarda da “sınıf mücadelesi” veriyorlarmış…). Bu kısmî folklorlaştırılmaya rağmen İlluyanka mitosu bir temel rol oynardı: Yeni Yıl bayramı çerçevesinde ritüel olarak bu mitos okunurdu. Bazı metinler iki muhalif takım arasında Babilonya’nın akitu ayinine müşabih bir ritüel cenkten söz ederler. Bunlar bugün çeşitli oyunlar halinde aramızda hâlâ yaşamaktadır. Misallerini ilerde vereceğiz.
Marduk’un Tiamat’la mücadelesinde zahir olan kozmogonik mananın yerini, dünya hâkimiyeti için rekabet keyfiyeti almıştır (Zeus-Tiphon mücadelesi). Tanrının zaferi ülkenin istikrar ve refahını sağlar. Folklorlaştırılmasından önce “ejderhanın saltanatı”nın mitos içinde, hayat kaynaklarını bile tehlikeye sokan bir kaos devri olarak kabul edildiği söylenebilir. Ejderha karanlığı olduğu kadar kuraklığı, yaşam normlarının ilgası ve ölümü sembolleştirir.[2]
Babilonya kralı Hammurabi (M.Ö. XVIII. yy.) zamanında Bel, yani “Efendi” (Lord) unvanını almış olan Marduk, bütün pantheon’un başlıca tanrısı haline gelmiş olup Hilkat Destanı’nın baş aktörü durumundadır. İnsanoğlu üzerinde salt egemenliğe sahip olmuş, kaos’un dişi ejderhası Tiamat’ı bertaraf ederek intizamlı beşerî dünyayı ve kozmosu tesis etmiş. Bu hilkat işini yıldız ve seyyareler dünyasının tanzimi takip etmiş. Bu itibarla, senenin ilk ayı olan Nisan ayının ikinci günüyle on ikinci günü arasında kutlanan Yeni Yıl Festivali ritüelinde tanrı Bel ve Babilonya’nın sair bütün tanrıları, kral ve rahiplerle birlikte başrolü oynarlardı. Bu, yaz gün-dönümü iydi idi. Bütün ritüel, saray törenleriyle büyük benzerlik arz edip kozmos içinde nizamın tesisine matuftu. Hilkat Destanı inşat edilir, bütün tanrılar kentin dışında bulunan bayram evi akitu’da toplanırdı.[3]
Kosmokrator olarak Bel, ancak kaosu temsil eden ejderhanın hakkından gelerek nizamı tesis edebilmişti.
O ise ki muahhar Çin kültüründe bu konuda değişik bir manzarayla karşılaşıyoruz. Daha önce mütalâa ettiğimiz yang ve yin’in işlevlerini kutuplaştırıp bunları uzlaştıran dialectic semboller arasında, Gök ile Yer ve bunların ortasında duran insan vardır. Bu fikir muhtemelen Çin kültürünün en önemli çekirdek kavramı olmalıdır. Zira âdemoğlunun bilcümle siyasî, içtimaî ve dinî sorunları Gök ve Yer’in iddia ve taleplerini telif etme açısından görülmektedir. Çin imparatorlarının başlıca görevi Gök’le Yer’in arasında aracı olup Gök’ün zorlamalarını tanzim ve telif etmekti. Gök, âtıl toprak arasından kendini gösteren müteaddit enerjilerin uzak membaının sembolüydü; toprağı da insanoğlu, kendine faydalı şeyler sağlaması için sürerdi ve sonunda da onun içine gömülürdü. Sanat eserlerinde çok sık rastlanan ejderha bu enerjileri tecessüm ettirirdi ve böylece de imparatorluğun simgesi olmuştu.[4]
Genel olarak Orta Asya’da efsanelerin bir öz kısmı ve bir de sonradan ozanların bunlara ekledikleri vardır. Öz kısım, İliada’da olduğu gibi çoğu kez gerçekle ilgilidir ve bir yarı tarih sayılabilir. Eklemeler ise, yine Orta Asya mitolojisinden ilhamını alan bir nevi peri masallarıdır.[5]Ama bunlar kozmogonik manasını çoğu kez yitirip bir hükümranlık mücadelesine dönüşmüşlerdir, mitolojik içeriklerini koruyarak. Bir iki örnek verelim.
İli suyu boyundaki kabilelerin menşe efsaneleri arasında Er-Töştük Destanı’nda bu kahraman, ülkeleri yeraltı dünyasına ait Urum-Han ve Kırım-Han’la mücadele eder (burada hemen dikkati çeken husus, Urum’un Bizans, Kırım’ın da Moğol-Tatar dünyasını kastetmiş olması ihtimalidir). Manas Destanı’nda Manas Han’ın kuzeydeki İlemen ve Tokoman illerine yaptığı akınlardan da söz edilir. Bu destanda da bir İlemen-Bay[6] çıkıyor karşımıza, efsanevî bir tip olarak. Bu kabile reisinin dokuz oğlu vardı. Bunlardan da dokuz[7] soy türeyecektir.
İlemen-Bay, kendi oğlu yetişince, Asya-Türk mitolojisi gereğince kötü baba rolüne girmiştir. Kirli kız Bek-Toru, bir dev şekline girip onu öldürmek isteyince, oğlunu bile harcamaktan geri durmamıştır. Burada Deli-Dumrul’un babasıyla Oğuz Han’ın öldürdüğü babası Kara-Han’ı görebiliyoruz. Orta Asya bey soyunun dokuz oğlu varken, batıdaki Urum ve Kırım-Han’ların yedi kızı vardır. Yedi rakamı da “Batı Türkleri”nde kutsal sayılır.
Er-Töştük’ün yer yüzündeki gerçek eşi Kenceke-Hatun’dan başka o, yeraltında yaşayan Kırım-Han’ın kızı, Ak-Çenem’le de evlenmiştir. Ondan yine yerin altında Bir-Bilek adlı oğlu olmuştur.
Bu destanda geçen devler acayip mahlûklar olup kulak şekillerine göre isimlendirilirler: Temir-Kulak, Ay-Kulak, Kün (veya Kan)-Kulak, Coin- Kulak, Yantakçı. Bunda Hint etkisini görmemek olanak dışıdır (Buddha’nın kulakları).
“Çağatay, uzun kulaklı demektir. Moğol’lar yaban beygirlerine derlerdi. Bilhassa Gobi çölünde sürülerle yaban beygirleri vardı. Ehlî atlar koşuda bunlara yetişemezdiler. “(Oktay ‘çıkan, suud eden’ demektir)” diye anlatıyor d’Ohson[8], Çağatay adının kökenini Kulak vesilesiyle nakletmiş olduk.
Er-Töştük’ü yeraltından alarak yeryüzüne çıkaran kuş, Anadolu masallarının zümrüt-ü Anka’sından başkası değildir. Gerçekte bu, Hint’lilerin Garuda kuşudur. Er-Töştük masalında Kara-Kuş, yani kartal denmektedir. Tünediği ağaç ise, üzerinde aşağıda uzunca duracağımız Hayat Ağacı’dır.
Orta Asya inanışlarına göre Hayat Ağacı’nın altında bekçi olarak bir yılan bulunurdu. Masalımızda bu yılan Acırga, yani ejderha olarak geçer. Kaşgarlı “Kaşgarlı Mahmud der ki: biz, şu kitabı yazdığımızda 466 senesinin Muharrem ayı idi, “yılan yılı” girmişti. Bu yıl geçip de 467 yılı olunca “yund (at) yılı” girecekti…” derken, ejderha-yılan’ın da hayvanlı devrî Türk takviminde yer aldığını kaydetmiş oluyor.[9]
Anadolu masallarında bu tema işlenir. Masalın kahramanı, her sene kartalın yavrularını yiyen ejderhayı öldürür. Kuş da onu yeryüzüne çıkarmak ister. Kırk koyun ve kırk[10] tulum su alarak göğe çıkarlar ama yolda bunlar biter. Kahraman da kendi etinden doğrayarak hayvanı besler, böylece selâmetle yeryüzünü bulurlar. Kuş, da adamı iyileştirir.
Kuşun insanı gençleştirme ve sağaltma kudreti de Hayat Ağacı’na tünemesinden ileri gelir.[11]
Kısmî olarak ele aldığımız bu ejderha-yılan’la ilgili masalın ayrıca, üzerinde çokça duracağımız kavramları da içerdiğini görüyoruz.
Yılan ve ejderhalar az çok her yerde “mahallin hâkimleri”ne, yerlilere (autochthone) teşbih edilirler; bu nedenledir ki yeni gelenler, “fatih”ler, işgal edilen toprakları “şekillendirecek”, yani “halk edecek” olanlar bunlarla dövüşmek zorundadırlar.[12]
“Bir gün Hacım Sultan’ın gönlüne ‘acaba erenler bize nereyi yurt verecektir ki orada dem-yom[13] oynatalım’ fikri geldi. Bu söz Hünkâr’a[14] malûm oldu, ‘Kolu Açık Hacım’ dedi, ‘sana, şu oğul canavarı tepeleyeceğin yeri yurt verdik, mezarın da orada olsun!’…”.
“Hünkâr göçünce Hacım, erenlerle vedalaşıp yola düştü, Germiyan beyine geldi, yurt istedi. Germiyan beyi Uşşak taraflarında Susuz denilen ıssız bir yeri Hacım Sultan’a yurt verdi. Meğerse o yakınlarda bir ejderha varmış, oraları harap eder dururmuş. Kimsecikler ona üst olamazmış. Germiyan beyi: ‘git o ejderhayı öldür, orası senin yurdun olsun’ dedi…”
“… Susuz’a yaklaşınca gördüler ki, Banaz suyunun öte yanındaki yokuşta bir ejderha yatmada, yolu kesmiş, bekliyor… Hacım Sultan, Burhan Abdal’la yola düştü… Tam ejderhanın önüne geldikleri zaman ejderha kükremeye, solumaya başladı… Hacım Sultan ejderhaya karşı durup bir nâra attı, mübarek ağzından bir ateş çıktı, ejderhayı olduğu yerde yaktı, kül etti…”[15] (mistik-sihirli ısıdan daha önce söz etmiştik).
Kozmos ve devletin istikrarını, dolayısıyla hayatın devamlılığını Firavun sağlar. Kozmogoni her sabah, güneş tanrısının Apophis yılanını, onu imha edemeden “geri püskürtmesi” ile yeniden ele alınır; zira Kaos (yani Karanlıklar) kuvveyi temsil eder; o ise tahrip olunamaz.[16] İlerde bahsedeceğimiz Selçuklu bina tezyinatındaki yılan ve ejderhaların (muhtemel) manaları böylece tecessüm etmeye başlıyor demektir.
Masallarımıza renk veren “dev”lere gelince, gözlerimiz Ahmenîler İran’ına çevriliyor. Persepolis’te, üç dille “kaleme alınmış”, Xerxes’in Daiva tablet-kitabelerine kulak verelim: “Xerxes’e boyun eğmiş ülkeler arasından birinde önceleri daiva’lara tapınılırmış. Sonra, Ahura Mazda’nın lûtfuyla, daiva’lara bundan böyle ibadet edilmeyeceğini ilân ettim…”.
Daiva’ların hüviyeti haylice tartışma konusu olmuşsa da eninde sonunda iki kaynağa dönülebilir: eski Hint’le muahhar İran’a. İlkinde, İranî daiva’ların muadili olan deva’lar, Arî tanrılardı ve hatta Mithra dahi bunlara dâhildi. Muahhar İran’da ise dev-div’ler sadece kötü ruhlardan ibarettiler.
Sasanî Zerdüşt orthodoxy’sinin müessisi Kartir’in Orta İran yazıtlarında mezkûr Xerxes yazıtlarına şayanı dikkat şekilde benzer bir kısım bulunuyor. Buddhism, Hristiyanlık ve Yahudiliğe ve sair dinlere saldırıdan söz ettikten sonra Kartir, “ve putlar tahrip edildi ve dev’lerin yuvaları kökünden söküldü…” diyor. Bütün bunlardan şöyle bir sonuç çıkıyor: “Arî’lerin dini” Mazda ibadeti olup Mazda ibadeti olmayan her ibadet daiva dini ya da yabancı din olarak kabul edilmiş.[17]
[1] M. Eliade.- Histoire I, s. 153-6.
[2] ibd., s. 157-9.
[3] H.J.W. Drijvers.- op.cit., s. 57-9, 64.
[4] Ph. Rawson and L. Legeza.- op. cit., s. 13.
[5] B. ögel.- Türk Mitolojisi I, s. 539.
[6] “Bay”, aslında “zengin, güçlü, müreffeh” karşılığında bir sözcüktür.
[7] Dokuz rakamının kutsiyetine işaret etmek üzere belirtildi.
[8] M. d’Ohson.— Mogol tarihi, s. 214 not.
[9] DLT, 1/346.
[10] Bu kırk rakamının da sihrinden söz edeceğiz.
[11] B. Ögel.— Türk mitolojisi I, s. 540 – 1.
[12] M. Eliade.- Le mythe de l’éternel retour, s. 55.
[13] Dem-yom oynatmak bir derviş tabiri olup yurt tutacakları, içinde irşatta bulunacakları yeri ifade eder. Bkz. H. Tümer.- Uşak tarihi, s. 154, not 2.
[14] Hacı Bektaş’a.
[15] Vilâyet – Nâme, s. 84 – 7.
[16] M. Eliade.,- Histoire I, s. 104.
[17] R.N.Frye.- op. cit.. s. 126 – 7.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.