Başlarda bir güçten, ağaçlarda, kayalarda, suda… bulunan, Anadolu’dan uzaktaki mana’dan söz etmiştik. Cesaret Türklerde yürekte, Moğol’larda kebettedir. Bırakalım bunları ve kan’ı şimdilik bir yana. Bedenden çıkan maddelerde, tırnakta, saçlarda, gizli güç vardır. Gece[1] tırnak kesilmez, kesilenler gelişigüzel yere atılmaz… Saçlarınkini de ünlü Samson öyküsüyle, Ahd-i Atik’ten takip edelim[2]: “…Manoach adlı adam vardı. Karısı kısırdı. Cenab-ı lem yezl’in bir meleği kadına göründü ve ona: ‘…gebe kalacaksın ve bir oğlan doğuracaksın… ustura bu çocuğun başından geçmeyecek zira o, anasının rahminden itibaren Tanrı’ya adanmıştır’…”, işin sonunu sinemalar da gösterdi. Bu arada Samson, “sünnetsiz” Filistinlilerden bir kız beğenmişti…
Sünnet (hitan) konusunda Ezelî ve Ebedî’nin (Musa ve kardeşine) emirleri kesin: “parayla satın aldığın her köleyi sünnet edeceksin!”.[3] “Eti ve kalbi sünnetsiz hiçbir yabancı Beyt-ül mukaddesine girmeyecek!…”[4] Saçı yakmak da “günah”tır…
Cenab-ı lem yezl, bir fahişenin nüfuzu altına girmiş olan Kudüs kentine kızıp “insanoğlu, Kudüs’e küfrünü bildir!… Doğduğunda, göbeğin kesilmedi, paklanmak üzere su içinde yıkanmadın, tuzla ovulmadın…!” diye sesleniyor.[5] Tuzun bazı güçlere sahip olduğundan söz etmiştik[6]; daha da duracağız bu konu üzerinde.
Dönelim yine tariflerimize. “Tarif, tarif içre” oluyor. Onun için belit (mütearife)’lere başvurma zorunluluğu doğuyor.
G.Dumézil’in, dinler tarihinin büyük ustası M. Eliade’la vaki bir sohbetinde ifade ettiği gibi dinî vakıalar, dinî bünyeler, çeşitli beşerî kültürlerin ifraz ettiği bir nevi köpük olmayıp bu kültürlerin aslî, filizlendirici bir öğesidir. Ayrıca, çeşitli şekiller altında her yerde karşılaşılan ve Eliade’ın enmuzec-i evvel (archetype) tesmiye ettiği, beşer tefekkürünün sabiteleri, bir nevi hads (intuition)’ları vardır. Dinler tarihçisi sair disiplinlerin sonuçlarını görmezlikten gelemez. Mauss çok sık olarak “bir dinî olguyu ele alınız, bütün örümcek ağı sökülür” demek itiyadındaydı. Bununla müesseseleri, mitolojiyi, edebiyatı kastediyordu. Hepsi birbirine bağlıdır. “Ben sosyologum”, ya da “tarihçiyim” denemez. Yorum öğelerini her taraftan almaya hazır olunmalıdır.[7]
Biz de bu yolu tutup halk danslarını, masalları, bilmeceleri… bu geniş açı içinde tahlile çalışacağız. Gerçekten, bunları dinî vakıadan soyutlamak olanak dışıdır.
Dumézil’in eserlerini ve özellikle, işlediği “üçlü işlev” temasını ele almadan bu konularda yürütülecek çalışmaların nakıs kalacağı kanısındayız.
Ona göre Hint-Avrupa tefekküründe toplum üç işlev üzerine müessestir: kutsî’ninki, hükümranlığınki ve doğurganlığınla (mümbitliğinki). Bu işlevlerin her üçünün de ya doğruca, ya da dolaylı olarak dinle yakın ilişkisi vardır. Yukarda sözünü ettiğimiz sohbet sırasında kendisine yöneltilen “üç işlev ideolojisiyle idare edilen Hint-Avrupa dünyasının özgüllüğü nasıl izah edilir? Bu özgüllük kültürel midir? Linguistik midir, genetik midir…?” sorusunu Dumézil şöyle yanıtlıyor: “Bu sorun’un çözümüne sahip değilim. Onu sadece ortaya koyuyorum. Durum aslında her yerde aynı değildir… Hint-Avrupa üçlü bölünme sistemi, bu gruba mensup olmayanlar tarafından da kabul edilip iyice temessül edilmiştir: bunun tipik örneği Mısırlılar olup burada üçlü bölünme (ya da üç işlev) ideolojisi ancak Orta Doğu’nun fatihleri Hint-Avrupalılarla ilk temaslardan sonra tebellür ediyor; fakat bunu o kadar iyi temessül ediyorlar ki birkaç yüzyıl sonra Grek feylosof ve tarihçileri bunun onlar tarafından icat edildiğini sanıyorlar…”. Döneceğiz konuya.
Tariflere devam edelim.
1925-26 yıllarında İstanbul, Arnavutköy’de, sokakta, ruhanî merasimle ağır ağır yürüyen bir Hristiyan alayına tanık olmuştuk. Rum Orthodox’ları, uzun bir kafile halinde, başlarında sırmalı giysileriyle ruhban sınıfına mensup ayin görevlileri olmak üzere denize doğru geldiler, başrahip, taşıdığı büyük haçı denize attı, üryan bir delikanlı da, dualar arasında suya atladı ve haçı çıkardı. Aylardan kıştı. Epiphany ayini, “iyd-i tecelli, iyd-i ilka’l salib, iyd-i ledün-ül mâ, ruz-i huşan, haçın suya atıldığı gün” idi bu. İsa’nın “Doğu’nun Âkilleri’ne göründüğü gün” olarak saptanan 6 Ocak tarihinde kutlanan bu bayramda birçok litürjist eski saturnales’lerin bir devamını görmektedirler. Mezkûr tarih de, muhtemelen gündönümü ve ayın çıkışı üzerine hayli karanlık hesaplara dayanıyordu.
İlerde üzerinde duracağımız saya-saya gezmesi… konusunun bununla saptanmış ilişkisini şimdiden zikredelim. “Sorun’un anahtarlarını bir 16. yy. Türk-İran sözlüğünde buluyoruz. Sofya’lı Nimetullah, 1540’da yazılmış bir makalesinde… şâb-i sâyâ sözcükleri için “saya gecesi, yani kâfirlerin haçı suya attıkları gece ki soğuğun gayet şiddetli zamanıdır” açıklamasında bulunuyor. Sözlük yazarının sâyâ gecesi olarak belirttiği ve Türkiye’nin ve Yunanistan’ın Orthodox Rum’ları tarafından Gregorien Ocak’ının 6’sında (18/19 Jülyen Ocak’ı) yani Epifani’de kutlanan haçı suya atma töreni, bu Hristiyan topluluklarda da soğukları yumuşatma amacını güdüyordu”.[8]
Etimoloji bakımından Grek epiphanein (tezahür, tecelli, zuhur etmek –epi, üstünde ve phanein, gözükmek, görünmek) mastarına dayanan epiphany, bir ilâh ya da tabiatüstü bir varlığın meydana çıkması, tezahür, tecelli etmesi manasını taşır. Hristiyan bayramı olarak İsa’nın vaftizini temsil eder. O günü bir yemek tertip edilir ve bir pasta içinde saklı bir kuru bakla tanesi kime düşerse o, kral olur. Bugün bakla falına Türkiye’nin her tarafında bakılmaktadır…
Antakya’da, IV. yy.ın ikinci yarısında Epiphany’nin arifesinde hava kararınca pınarlar ve sair akarsular takdis edilir, bu sular şartlanma ve vaftiz için bütün sene yetecek miktarda toplanırdı. Bazı Hristiyan tarikatları İsa’nın doğuşunu 25 Pachon tarihine, yani Niloa gününe bağlamışlardı. Bu ise Nil nehrinin gökten indiği gündü. Aziz Epiphanius (takr. 315-402) 370’lerde, 11 Tobi’de, sadece Mısır’a münhasır olmamak kaydıyla, herkesin nehirden su alıp bir yerde biriktirdiğini, o gün birçok yerde, bu arada Karia’da Kibyra (Elmalı-Antalya civarında), pınar ve derelerin şaraba dönüştüğünü, Tobi ayı ile başlayan kışta Nil sularının en saf devri olduğunu yazıyor.[9]
“Kutsiyet”in tarifini henüz yapmamış olmamıza rağmen suyun kutsiyetinin iki türlü izahının bulunduğunu kısaca ifade edelim. Bazen suya doğruca bir tabiatüstü kudret atfedilir: böylece, tanrısal uğraşıları bakımından tamamen suya bağlı Zerdüştî’lerce suyun hvarenah denilen imbat kabiliyetini artırıcı esrarengiz bir madde ile dolu olduğu farz edilir. Avesta’ da Zerdüştî dua, “Ya su, sana kurban sunana şanını ihsan et!” şeklindedir.
Bazen de suyun kutsiyeti bir özel tanrısal varlığın bulunmasına bağlanır.[10]
Aynı phanein ile theos, tanrı, köklerinden oluşan theophany, bir tanrısal varlığın görünmesini, vahyini ifade eder. Tabir daha çok esrara vukuf, süluk (initiation) rituslarındaki tezahürlere ıtlak olunur. Theophanies’ler de eski zamanlarda Delphos’ta Apollon şerefine tertip edilen bayramlardı. Bunlar ilkbaharda vaki olup Güneş tanrısının, kışın ayazından sonra geri gelişinin sembolü oluyorlardı. Tanrı’nın heykeli halka gösterilip bunun hyperboreen’ler (kuzey kutbu insanları) memleketinden döndüğü söylenirdi. Arada şu heykel gösterme işi olmasa insanın buna Hıdrellez diyesi geliyor…
Kratophany de (kratos, kuvvet, güç, devlet), bir (tanrısal) gücün tezahürü oluyor, tıpkı hierophany’nin mukaddes, kudsî (hieros) şeylerin görünmesi, ortaya çıkması gibi. Bu sonuncusu, en geniş anlamıyla “kutsiyeti izhar eden bir şey”dir.
Hierophany’ler birer “devir” (cycle) konusu olmuşlar. Bu sonuncular Şiî terminolojide kubbe olarak geçer: Âdem’in Kubbesi, Nuh’un Kubbesi, İbrahim’in Kubbesi, Musa’nın Kubbesi, Kıbâb-ı Farisi ve bunlardan geçilen Muhammedi Kubbe, Mesihî Kubbe’ler altında theophany’ler (zuhûrat) vaki olmuş. Kıbâb-ı Farisî (Farisî Kubbeler) de dört tabakat, daha doğrusu dört Kubbe halindedir. Burada Mazdehism ya da mecûsîye yerine bahmanîye tabiri kullanılmış. Bu dört bahmanî, yani Mazdehist Kubbe veya theophany, kendine özgü bir ada sahiptir. İlki bahmanîye–i kübra olup onu teşkil eden eşhasın başında, ilerde göreceğimiz gibi İranlıların Âdem’i sayılan Gayomert bulunur; diğerleri Tahmûras, Bahman, Hürmüz, Cemşîd vs.dir. İkincisi bahmanîye-i uzma (ulu) olup bunun da ilk şahsı Zâdân-Şah, diğerleri de sırasıyla Rûzbeh-i Kübra, sonra da Keyanî’ler sülâlesi: Key Kobâd, Key Kâus, Key Hüsrev, Key Lohrasp, Goshtasp (Zerdüşt’ün hamisi)dir. Üçüncü Kubbe, bahmanîye-i hamrâ (kırmızı), bir sır’rı içerir. Eşhası Sohrâb, Hüshang, Dârüş, Şâhpûr, Pervîz vs.dir. Dördüncüsü de bahmanîye-i beyzâ (beyaz) olup bunda da Zerdüştî kahraman İsfendiyâr, Hürmüz, Sasani sülâlesinin kurucusu Ardeşîr bin Bâbakân bulunur. Bu kişiler, her biri içinde bir mükemmel Kubbe (kubbat-ı kâmile) teşkil ederler. Sonunda Hâşimî Kubbe’nin Zuhûr’una kadar uzun bir intikalle “Acem’ler ülkesinden Arap’lar ülkesine Nûr’lar yükselir”.
İranî Kubbe’den Muhammedi Kubbe’ye yani doğruca Mazdehism’den İslâm’a geçiş için izahat Kamer Suresi’nin 6-8. Ayet’lerinin şerhine dayanıyor: “Onları davet edenin hoşlanılmayan bir şeye davet edeceği güne kadar (bekle!). (O gün) onlar, gözleri dönüp kararmış bir halde, öteye beriye dağılmış çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar, davet edene koşarlar, kâfirler: “bu ne çetin gün!” derler”.
Bir Şiî Kâse Duası’na göre o gün, Selman-ı Farisî’nin Zuhûr’unun günüdür. “Sağ elinde, içinde abd el-Nûr (ışığın hizmetkârı) veya şarab-ı Melekût bulunan bir kâse, sol elinde de bir ûd tutuyor. Nâsı Hz. Muhammed’e davet ediyor, onlara rehberlik ediyor ve nâs da ihtida ediyor (ve “müşkül şey” de bu idi). Ona “bizi din-i ihlâsa çağıracak birini bekliyorduk” diyorlar. Birisi göründü ve bizi din-i Mecûsiye’ye çağırdı… Sonra Hz. Muhammed göründü ve nâsı kendini bilip tanımaya davet etti. Ve nâs da iki dil ve Mazhedist (bahmanî) ve Muhammedî Zuhûrat (epiphany)’nin farkından, ötürü şaşkınlık içindeydi”.
“Arıların Emîri Mevlânâ tezahür edince, elinde Zülfikâr’ı tutar halde bulunan Ma’bûd’umuz Ma’nâ üzerinde insanlar murakabalarını topladılar. Hz. Muhammed (S.A.) onlara “İşte mevlânız, Ali el-Kebîr!” dedi ve İmam Ali “Samî, Kebîr” ilân edildi (“De ki: Allah’ı bırakarak mabut saydıklarınızı çağırın! Onların göklerde, yerde zerre ağırlığınca bir şey üzerinde hükümleri yoktur. Göklerle yerde (zerre kadar) ortaklıkları yoktur. Allah’ın o mabutlardan yana hiçbir arkası (yardımcısı) yoktur.” — Sebe’ Suresi, 34/22.—).
Selman’ın, yani Şiî’liğin aracılığıyla İmam Ali’nin tezahürü sayesinde Mazdehism’le İslâm arasındaki ihtilâfın üstesinden gelinmiş ve bir Kubbe’den diğerine geçişin vaki olmuş olduğu fikri burada bütün açıklığıyla ifade edilmiş oluyor. Nusayri gnostiklerinin murakabasında gökyüzündeki yıldızlar “arılar” gibi görünürler. Her birinin menşe’ ve geri dönüş mahalli olan bir yıldızı vardı. İmam’ın “Arıların Emîri” diye tesmiye edilmesi buradan gelmektedir.
Mezkûr dua resm-i ayininin en etkili ânı da Kâse’nin elden ele geçişi olup ashaptan her biri içinden içtikten sonra Kâse içeriği hiç eksilmemişti. Fakat bir anda Ebu’l Hattab, bir büyük rahip edasıyla kollarını yukarı uzatarak Kâse’yi kaldırdı; ona bir daire çizdirdi, onu bıraktı. Kâse yavaşça yükseldi ve aniden açılan bir “kırmızı Kubbe”nin mekânında boşlukta durdu; bu arada Nûr’unun ateşinden İmam Cafer tezahür etti. Bu “Kâse’nin yangını”nın ışığından başında hale olduğu halde İmam, saidlere mahsus “Melekât şarabı”nın sırrını ifşa etti. Bu âli keşf anı Kâse’nin inmesiyle hitam buluyor. Ama bu kere içi boştur zira sair Kubbe’lerin tüm Nâbedid (Görünmez)’leri, dünyanın çağları boyunca ondan, hemen oracıkta, içmişlerdi…[11]
“Biz şîrin elinden Aşk meyin içtik
Hak ile bâtılı fark edip seçtik
…”
Burada bir (şuurlu) anachronism’in varlığı, Şiî’liğin Ali’ye takaddümü, derhal göze çarpıyor. Keyfiyeti şimdilik vurgulamakla yetiniyoruz: Ali hayatı boyunca Şiî-Alevî olmamıştı… Çok getireceğiz konuyu ortaya.
Peygamber, Ali ve sair İmam’ların, tıpkı İsa ve Hristiyan diğer azizler gibi, başlarında hale taşıdıklarını da ilerde göreceğiz. Hele “sır” konusu, bu cildin köşe taşlarından birini oluşturmaktadır.
Bu vesileyle bu kitapta yine üzerinde uzunca duracağımız sair birçok kavrama da değinmiş olduk. Gerçekten, Zerdüşt, Gnostikler… bizi çok eğleyecek. Nasıl olmasın ki İran’da Ağustos 1979’da seçilen Kurucu Meclis’te Hristiyanlara üç, Musevîlere bir, Zerdüştîlere de bir sandalye ayrılmış. 1905-7 Meşrutî Devrim’i sırasında da Devrimci Komite’yi teşkil eden 57 (aydın) kişi arasında iki Zerdüştî bulunuyordu.[12] Bunların Çeşitli şekildeki uzantıları Anadolu’da tahmin edilenden hayli fazla kalabalık olmak üzere yaşamaktadır (bu konudaki gerçek istatistikler maalesef noksandır. Herkes kendini “İslâm” diye kaydettirmektedir).
Keza, bir cismin havada, boşlukta durması keyfiyetine de yine değineceğiz. Alevî-Bektaşî ayinlerinde göreceğimiz dolu (rakı) kadehinin sırasıyla elden ele gezmesi de, şimdilik, bir “tarihî” esasa bağlanmış oluyor…
[1] Karanlıkların etkisi, üzerinde duracağımız bir konudur.
[2] “Hâkimler”, 13/2 ve dev.
[3] “Huruç” (Exodus), 12/44.
[4] “Ezechiel”, 44/9.
[5] ibd., 16/4.
[6] Bkz. C. I, s. 843-4.
[7] Les Nouvelles Littéraires, 27 oct. – 2 nov. 1978, No. 2658, s. 18.
[8] P. N. Boratav. — Saya, Anadolu ve Azerbaycan Türklerinin bir Yürük bayramı, in Folklora Doğru 42, Eylül-Ekim 1975.
[9] EB, mad. “Epiphany, feast of”.
[10] A. Bertholet. — Religion, in ESS.
[11] H. Corbin. — Une liturgie Shî’ite du Graal, in Mélanges d’histoire des religions offerts à Henri-Charles Puech, Paris 1974, s. 89-93.
[12] E. Abrahamian.— op.cit., s. 403.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.