Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 48. Bölüm

Sarı güneşin, altın’ın ve olgun buğdayın rengidir *

Romalılar, kendilerini Hannibal belâsından kurtaran Kybele’ye minnettardılar ve onun hatırına, Tanrıça’nın fazlaca tadını çıkaramadığı güzel sevgilisi Attis’i de bağırlarına basmışlardı. Ama doğulu rahiplere bir türlü kanları kaynamamıştı. Hele bazı ayin günlerinde (Kan Günü – dies sanguinis) bunların uzun, sarı (bazen de çok renkli) kadın elbiseleri giymeleri Romalıları çileden çıkarıyordu.[1]

Bu “uzun, sarı” giysi aklımızı bir başka kıtaya taşıdı: “Buddha, babasının evini terk edip de arzusuyla inzivaya çekilmek suretiyle hak yolunu bulmaya çalıştığı zaman; bir avcıya rastlamış ve prens elbisesini bu avcının sarı elbisesiyle değiştirmişti… Bu, herhalde Buddhist’lerin iptidaî âdetlerle alâkadar olan sarı elbiselerini izah etmek için bulunmuş bir hikâyedir. İptidai Hint’liler yeni elbiselerini sarıya boyamaktadırlar. Çünkü sarı, güneşin, altının ve olgun buğdayın rengidir”.[2]

Sarı Saltuk *

Ama daha başka yanı da olmalı bu rengin, bu denli yaygın inançlara dâhil olması için. Sarı Kız’lar, şifalı kükürtlü sıcak kaplıcalar. Sarı inek’lerden söz ettik. Ama Sarı Keçili’ler, Sarı Abalı’lar, Sarı Ağalı’lar, Sarı Saltuk’lar da var dağarcıkta, Sarı Uygur’lar, Sarı Nogay’lar (Manas’ın unvanı), Sarı Türgeş’lerin yanı sıra. Ayrıca sarı at veya sarı inekle sarı devenin kesilmesinin de Asya mitolojisinde yeri vardır, “Türkmen Şeceresindeki Arsari Bey’in nesillerinin “sarıça-sarıçı” kuşundan altın istemeleri gibi. Keza Altay mitolojisinin “yedi başlı dev”inin adı da “Sarı-Yelbegen”dir.[3] Ve Dede Korkut’ tan:

“Sarı donlu Selcen Hatun işaret eder görmez misin

Seni deve burnundan zebun olur dediler bilmez misin

Sarı donlu Selcen Hatun köşkten bakar

Kim baksa aşkıla oda yakar

Sarı donlu kız aşkına bir hû!”

“Meğer kız meydanda bir köşk yaptırmışıdır. Cemi yanında olan kızlar al giymişleridi, kendü saru giymişidi…”

“Mere alca kopuzum ele alun, meni öğün, sarı donlu kız aşkına bir aslandan döneyim mi?”[4]

Yine İslâm öncesi devirlerden mülhem bir efsane kahramanı olan Sarı Saltuk adlı Müslüman azizi de unutmayalım. Hünkâr Hacı Bektâş’ın sevdiği ikinci adam Sarı İsmail gibi. Eflâkî “Mevlânâ kendisine vaki bir sual üzerine ‘Eshab-ı Kehf’in köpeği sarı idi; çünkü âşıktı. Âşıkların rengi daima benim rengim gibi sarı olur’ demiştir” diye anlatıyor.[5]

Bütün bunlarda “sarı”nın “ışıklı” karşılığında kullanılmış olması da düşünülebilir. Işık da ilkah eder, “Sarı Köpek” gibi (Cengiz’in nenesi Alan Kua’nın başına gelmişti). Bu “sarı” yaratıklar “bir ışık huzmesi”nden doğmuş, tıpkı “mavi” varlıklar gibi, gökten inmiş olabilirler.

Burada Kaz-Kız’larla Sarı Kız’lar arasındaki ilişkiyi yine vurgulamaktan kendimizi alamayız. Er-Töştük destanında Ay-Salkın (Taze Ay) adında ve “yüzü, Işığın Kızı denebilecek şaşaa ve beyazlıkta” diye tasvir edilen bir Kaz-Kız vardır. Bunun gibilerle Sarı Kız’lar, aynı işi görmek, yani bir ölümlü kişiyle birleşip bir büyük atayı tevlit etmek görevini yüklenmek üzere Gök’ten inmişlerdir.[6]

Kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi “sarı” tabiri, “beyaz” ve özellikle “mavi” (Türk “kök”, Moğol “köke”) sözcüğünün yerini, semavîyi, ezcümle ışıklıyı ifade etmek üzere, almış olmalıdır.[7]

Bir Buddhist Uygur metninden anlaşıldığına göre, Çin’de olduğu gibi, Türk’lerde de yer tanrısının mandala’sı (tapınağı) dört köşe ve sarı renkte tasavvur ediliyordu: “Sarığ önglüg törtkil yir uluğ mantal”.[8] Buna karşılık su unsurunun mandala’sının şekli toparlak ve ak renkte olarak tasvir ediliyor: “Tegirmi yürüng önglüg suv ulug mantal”[9]

Gazneli Mahmud’un kurenasından Ebu Tahir-i Tusî’nin hikâye ettiği destanlardan Ebu Müslim-i Horasanî destanının Küçük Asya’da, özellikle Ahi çevrelerinde gördüğü rağbet dolayısıyla Tarsus kentinin adı Ebu Tahir-Tusî’ninkiyle karıştırılmıştı. Bu sonuncusunun kahramanları dağ zirvelerinde oturan dev ve cadı’lar ya da yeraltı bölgelerini iskân eden ejderhalara karşı gaza ederler. Tıpkı bunlar gibi muharip Sarı Saltuk Dede de yeryüzünün doruk veya derinliklerinin sakinlerine karşı bitmez tükenmez savaşın yiğididir.

Bu öykülerin hepsinde putperest unsurlar Şiî niteliğe bürünür: Hüseyin’in bir İranlı ile izdivacı sebebiyle Ali, Şiî geleneğinde, Arap ırkından olmayan Müslümanların, zayıf ve mazlumların, sömürülenlerin müdafii olmuş, meslek cemaatlerinin (loncalarının) cengâverlik mefkûresini tecessüm ettirmiştir. Çok kere yiğit, tam mahvolmak üzereyken, ya Zülfikar’ı tutan bir el, ya da Kıble tarafından mucize şeklinde fırlayan Ali Murtaza’nın kendisi tarafından kurtarılır. Bazen de bu işi, aynı amaca hizmet eden hayırhah periler veya bizzat Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli yapar.

Günlerden bir gün, korkunç bir cadının kaçırdığı gençleri arayan Sarı Saltuk Dede’yi Maniçehr Peri Kaf Dağı’nın zirvelerine götürür. Peri onu, Simürg’ün yuvasının bulunduğu bir kayanın dibine bırakır. Kuş orada yoktur ama yavruları bir ejderhanın tehdidi altındadır. Saltuk ejderi öldürür. Buna medyûn olan Simürg de onu sırtında Ateş Dağı’nın dibine kadar götürür; dağı aşmak için ateşe dayanıklı olan semender yağına bulanmak gerekir. Bu semender, kanatlı at şeklinde canavar olarak tarif edilmekteyse de yine Farisî semend yani “açık sarı renkli at” ile işbu semender (σαλαμανδρα) (salamandra, büyük kertenkele) arasında bir karıştırma olmuş olmalı.

Her ne ise Saltuk bunun yağına bulanarak yanmadan bu dağı da aşar ve Ahriman’ın, aslan başlı devin hüküm sürdüğü Karanlıklar Diyarı’na varır. Burada Hızır “peygamber”e rastlar. O da ona, ruhların konuştukları dilin anahtarını veren bir elma uzatır; sonra da İlyas ve Hızır’ın analarıyla karşılaşır; o da ona cin-ifrit’lerin efsunlarına karşı bir tılsım verir. Ve sonunda, bir küpe binmiş olarak havalarda uçan ve kamçı olarak elinde bir yılan tutan cadının kendisini görür…[10].

Uşak’ta, Selçuklu yapısı Çanlı köprü için düzülmüş şöyle bir efsane vardır:

“Sarı saman, sarı altın

Bunu yaptıran Hatice Hatun

Sağında solunda bir kazan altun.

Yıkılırsa yaptırılsın diye”[11]

Mandala’nın sembolizmi ve işlevi *

Sırası gelmişken gerek daha önce mütalâa ettiğimiz, gerekse bundan sonra üzerinde duracağımız konularla ilgili olarak yukarda sözü geçen mandala’yı kısaca ele alalım. Bu bizi bir taraftan Buddhist geleneğine, bir taraftan da ilerde bizi haylice meşgul edecek olan bazı sembollere bağlıyor. Bu tabir harfiyen “daire” demek olup işbu tantric liturgy’nin Tibet diline çevirilerinin kiminde “merkez”, kiminde de “çevreleyen” şeklinde veriliyor. Gerçekten mandala, hayli çapraşık bir şekil arz ediyor: bir dış çevreyle aynı merkezli bir veya birkaç daire, bu dairelerin içinde de dört üçgene bölünmüş bir kare bulunur; bu her bir üçgenin ve aynı zamanda mandala’nın ortasında başka daireler ve bunların içinde de tanrıların suretleriyle alâmetleri vardır. Bu iconographic şemanın sayısız varyantı görülür: bazı mandala’lar bir labirenti, bazıları sur ve kaleleri, bahçeleriyle bir saray manzarası arz eder. Reisi aşağıda olan üçgen yoni, yani Sakti’yi (dişilik uzvu) temsil edip reisi yukarda olan üçgen de eril prensibin (Siva) sembolüdür.

Kralî sembolizm, mandala’nın inşa ve ritüelinde önemli rol oynar. Başka yerde olduğu gibi Hint’te de hükümranlık, kutsiyetle ilişki halindedir. Bu mabedin içinde cereyan eden ayin bir kralî takdis ritüeli, suyla bir vaftizden ibarettir.

Binanın çevresinde dört cihete bakan dört kapı vardır (sufî cennetinin dört kapısı gibi…); her birini korkunç yaratıklar korur; bu “kapı muhafızları”, bir mandala’ya girişin süluk karakterini belirtirler. Süluk’un bu görünümü, mandala ile labirent arasında bazı bünye benzerliklerini ortaya çıkarır.

Mandala’nın işlevi, labirentinki gibi çifttir: bir taraftan zemine çizilmiş bir mandala’nın içinde bulunmak bir süluk’a muadildir; diğer taraftan mandala, müridi her türlü tahrip edici kuvvetten “korur” ve ona kendi içinde toplanmakta, kendi öz “merkez”ini bulmakta yardım eder. Mandala’da Cennet’in bir suretini görmek mümkündür. Bu sembolizm aynı zamanda başka bir unsurdan da istihraç edilir: cinlerin def edilmesi. Şeklin çizildiği “düz, taşsız ve otsuz” zemin “Elmas toprak” haline dönüşür; bilindiği gibi elmas, bozulmazlığın, mutlak gerçeğin sembolüdür. Bütün bunlar Zaman ve Tarih’in ilgasını ve in illo tempore’ye dönüşü istilzam eder. Ayrıca, Zaman’ın ilgasının bir firdevsî alâmet olduğu bilinir. Mandala’ya duhul “Merkez’e doğru yürüyüş”e benzer. Bir mabedin etrafında tavaf etmek de aynı şey değil midir?[12]

İlerde Yezidî doktrini üzerinde uzunca duracağız ve bunun sahiplerinden birinin etrafına bir daire çizildiğinde, bu kişinin şeyhten müsaade almadan bunun dışına çıkamadığını göreceğiz. Bu yakınlık bizi mandala üzerinde bu kısa ayrıntıyı vermeye sevk etti.

[1]              M. J. Vermaseren.- op. cit., s. 97.

[2]              W. Ruben.- op. cit., s. 19.

[3]              B. Ögel.- Türk mitolojisi I, s. 301, 317, 363, 522, 524.

[4]              O. Ş. Gökyay.- op. cit., s. 86, 89-90.

[5]              Zikreden A. Tanen. Eflâkî ve eseri hakkında, in İran Şehinşahlığının 2500. Kuruluş Yıldönümüne Armağan, İst. 1971, s. 432.

[6]              J. -P. Roux.- Traditions, s. 130-1.

[7]              ibd., s. 254.

[8]              E. Esin.- İslâmiyet’ten önce Türk kültür tarihi ve İslâm’a giriş, in Türk kültürü el kitabı, seri II, C. 1/b, s. 91.

[9]              ibd., s. 94.

[10]             I. Mélikoff.- Abu Muslim. Le “Porte-Hache” du Khorassan, Paris 1962, s- 31, 38-39.

[11]             H. Tümer.- Uşak tarihi, İst. 1971, s. 213.

[12]             M. Eliade.- Le Yoga, s. 221-5.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.