“Initiation” (insiasyon *) ı A. Handjéri “dühûl fi harim-ül esrar”, “initiate” fiilini de “mahrem-i esrar-ı tarikat etmek” şeklinde tarif ile yukarıdan beri “vâkıf” dediğimizi “mahrem” cins ismi ile ifade ediyor. Ş. Sami de, değişik üslupta olmakla birlikte bu tariflerde birleşiyor.
“Mahrem-i esrar” ya da “esrara vâkıf” olmakla bir fert toplumdaki rol ve sosyal durumunu resmen değiştirmiş oluyor. Vâkıf olmayı takip eden rituslar, merasimler ve bazen de ordeal’ler (bir şeyden suçlanan kişiyi büyük bir tehlikeye atmak suretiyle suçlu ya da masum olduğunun saptanmasını Allah’a bırakma) vâkıfın (salikin) bir mezhep veya gizli cemiyete kabulünü teyit edip bunların hafi, bâtınî (esoteric) öğretilerine onu iştirak ettirir. Beraberinde de gizliliği sürükler: ayini icra edenler onun hakkında bir sır unsurunu muhafaza ederler.
Anthropolojide bu kavram, bir ferdin bir yaş grubundan ya da sosyal rolden diğerine geçiş-intikalini simgeleyen ritusları (ritus de passage – threshold rites) ima eder. Anadolu’da, yukarda söylediğimiz gibi, doğum, belki de bulûğ merasiminin yerine ikame olmuş sünnet (düğünü), evlenme ve ölüm gibi yaşamın belli “intikal” merasimleri icra edilir. Bunlar aslında, içine girilen yeni sosyal nizama bireyi perçinleme gayretini ifade ederler ve toplum içinde birliğin gelişmesine yardımcı olurlar. Bir grup ya da sınıfın münhasır, kişisel çıkarları tehlikeye düştüğü zaman (yabancılarla ilk temaslar, göçler, tümden yok olma veya bir yeni kültür içinde erime tehdidi) sosyal mirası canlı tutabilmek için erginlik ayinlerinin şümullü duygusal ve fikrî öğretisinden faydalanma yoluna gidilir. Sırası geldiğinde ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi sünnet, evlenme merasimleri, âdet haline gelmiş birer millî ayin veçhesine bürünüyor.
Geleneksel toplumlar, meselâ çocukluktan şebabete intikali, “vâkıf olma- süluk” rituslarına bağlı âdetler şeklinde müesseseleştirmişlerdir. Burada şebabet, bir fiziksel erginlik çağından çok, toplumun gence artık çocuk gözüyle bakmaktan vazgeçmesiyle başlayan bir çağ oluyor. Genç, artık erginlere özgü bazı sorumlulukları yüklenecektir… Bunun belli bir yaşa tekabül etmesi, biyolojik değil, fakat sosyal faktörlere bağlı olarak saptanıyor.[1]
Bir tanrısal enmuzec-i evvel çiftinin hierogamy’sinin tekrarından başka bir şey olmayan “düğün” ritusunda yenge ve sağdıç’lık müessesesi, söylediğimiz gibi, gençleri evliliğin “esrar”ına vâkıf kılıyor.
Bu “intikal” ya da “sırra vâkıf olma-süluk” ritusuna Tahtacı’lardan bir örnek verelim. Bunda meful, sünnet olmuş bir çocuktur. Ona merasimle tarla ve sair mülk bağışlanır. Akrabadan yaşlı bir er çocuğun başının ön kısmından ve üç yerinden birer parça usturayla kazır ki buna baş yülüme denir. Bu törene kadar çocukların başına ustura ya da makine değdirilmez, sadece makasla fazla uzamış saçların uçları kesilir. Ritüelde bir “cebrail” (horoz)[2] kesme, “hayırlı verme” gibi işlemler yer alır.
Başı yülünecek çocuk ortaya getirilir. Baba veya Dede usturayı alır ve “artık çocuğunuz kemale gelmiş, başının yülünmesi uygundur” der.
“Bir Alevî çocuğu, musikinin tesiriyle yedi sekiz yaşındayken Alevîlikten anlamaya ve bütün merasimi taklit etmeye başlar. Çünkü o zamana kadar elbette sünnet olmuştur. On iki yaşına giren çocuğun ikrarını aldırmak ve yolu öğretmeye[3] başlamak gereklidir…”
“İkrarı alınacak çocuğun babası bir kurban keser, bu kurbanda çocuğun boğazına beyaz bir çember ve beline bir kement bağlattırır. Dede hayırlısıyla ikrarını aldırır. Bu suretle çocuk ilk Aleviliğe ayak basmış olur. On sekiz yaşına kadar her nereye gider ve her nerede bulunursa bulunsun kavga ve niza gibi bir iş işlediği takdirde babasına haber vermek yükümündedir. Babası çocuğu Dede’ye gönderir. Dede çocuğu dinler ve bir hayırlı verir. Henüz çocukluk ikrarı alınmayanların yeminleri muteber sayılmaz. Ve yalan yere yemin ederse de yemini çarpmaz”.[4]
Çocuk artık toplum içinde yerini almış demektir. Bu yerini alma ile mülk sahibi olma keyfiyetleri arasındaki bağlantı da dikkate şayandır. Çocuğun babası ve sair yakınları ona mülk bağışlamadan Dede, başı yülümüyor.[5] Bu konuya ayrıca döneceğiz.
Genel olarak sırra vâkıf olma keyfiyeti kültür manzumesinin intikalinde nesilleri bağlamanın başlıca aracı oluyor. Birey şimdi belli bir grup içinde rolünü almıştır. Özel mülkiyet, taşınabilir mallar, kölelik vs.nin artan iktisadi gücü karşısında yaşlı kişinin ve meslekî grupların kıskançlığı tahrik eden çıkarları da gelişiyor; bunları daha da geliştirmek ve bunlardan pay alabilmenin yolu giriş rituslarını bir gizlilik halesiyle çevrelemektir. Ortaçağın lonca ve sair esnaf teşekküllerinde ticari ve meslekî suların ifşası, eski devirlerin mysterion kültlerine kabul töreninde “çömez”in duçar olduğu “yeniden doğuş” buhranına mümasil batini ayinler ölçüsünü iktisap etmişti.[6]
Tanrılara ibadetle ilgili bazı gizli ritus ve ayinler, Latince orgia ve Homeros sonrası devre ait ve Eleusis’te Demeter’in gizli ritusları için kullanılan ὂργια’dan müştak orgy sözcüğü ile başlarda ifade edilmişti. Fakat kelime daha çok, takdis ve tathiri ile birlikte Dionysos-Bacchus rituslarında kullanılmış olup kutsal ritus icra etmek anlamında ἒργω= ἒρδω, ρέζω’ya bağlanmıştır.[7] Teşmil edilmek suretiyle orgy, yeme ve içme (eyş ü işret veya nûş) meclisi, bunda ve cümbüşte ifrat, sefahat âlemi şeklinde tercüme edilir.
Bütün çılgınlıklar, toprağın verimini, bereketini, hayvan ve insanların doğurganlığını kontrol eden tanrıların teveccüh ve inayetini kazanmak için yapılıyor. Bunlar gücenecek olurlarsa vay insanların başına gelecekler!…
Tarım tanrıçası Demeter, yine bereket, mümbitlik tanrısı Dionysos ve ilerde bunlarla birlikte göreceğimiz sairleri hep bu “gönül alma”ları hedefi olmuşlar, şenlikler, festivaller, orgiastic ayinler bunlar için tertiplenmiş, bugün de az çok aynı tarihlerde icra edilen birçok şenlik gibi. Aramızda bu orgiastic ayinleri gören kimse yoksa bile bunlar dillerde dolaşmaktan geri kalmıyor, hele hasım bilinen zümrelere kara sürmek bahis konusu olduğunda: mumlar sönüyor, herkes birbirinin karısı kızı ile cima ediyor…
Gerçekten, kendisi kalmamışsa da hatırası yaşıyor, bu orgiastic ayinlerin. Zamanında meşhur olanlardan birini zikredelim: Denizli civarında (Phrygia) bugünün Pamukkale’si Hierapolis, yani “Kutsal Kent” (fot. 16-18) bir dinî merkez olup burada, orgiastic rituslu ayinler sırasında Ana Tanrıça Kybele’nin bir mahallî veçhesine tapılırdı. Karbonik asit ve kireçten yana çok zengin su kaynağının çıkış yeri, ölüm ve yokluk âleminin, cehennemin (Hades) girişi olarak kabul edilirdi. Kent sonradan piskoposluk merkezi olmuştu.
Hypostasis, Yunanca “mesnet, temel” karşılığı olup ilâhiyata öz ve töz (cevher) bakımından birbirinden ayrı olarak görülen tanrısal ilkeleri (uknum, çoğulu akanim) ifade etmek üzere girmiştir. Yeni Eflâtuncu felsefe ile İskenderiye mektebi olarak bilinen felsefî akım hypostasis’lere, yani tanrısal ilkeler kuramına dayanır. Plotinos üç tane ilk ya da temel hypostas ileri sürüyordu: ilkini oluşturan “Bir”, her türlü eşyanın içindedir ve hakkında, var olduğundan başka bir şey söylenemez; Zekâ; ebedî tipleri, yani Eflâtun’un anladığı manada İdea’ları kapsayan ikinci hypostas’dır; üçüncüsü olan Ruh, Zekâ’nın İdea’larına göre duyulur dünyayı meydana getirir.
Hypostasis tabiri İncil’de ve Pederler’de değişik manalarda geçer. IV. yy.dan itibaren tanrısal Kişi’leri ifade eder olmuştur. Bugünkü yorumlarda Tanrı’nın sıfatlarına işaret etmede kullanılmaktadır.[8]
Cinsiyet tefriki olmadan “sefahat âlemi” olamıyor. Mitolojide tanrıların insanlardan fazlaca farklı olmadıkları görülür. Bu itibarla bir tanrıyla bir tanrıçanın veya mukabil cinsiyetli iki mütemmim ilkenin izdivacını ifade edecek hierogamos sözcüğüne gerek duyulmuştur.
Kadim uygarlıkların genel ve daimî temelleri, ritusların etkinliğine dair evrensel inanca dayanırdı. Kraliyet işlevi, ruhban sınıfınınkinden farksız olarak, en önemli işlemleri sihir yoluyla icra ederdi. Sihrî olan ise, kültler, hareketler, düsturlar, tavırlar, davranışlar yoluyla arzu edilenin doğruca elde edilmesinden başka bir şey değildi.
Tüm “Doğulu”larda bir dinî devrim, inançlarının mihverine yer değiştirtip sonunda müesseseleri tahrip etti. Bin yıl, M.Ö. 1500’lerden 500’lere kadar sürdü bu devrim; aslında o, Mısır ve Mezopotamya’da daha da önce başlamıştı. Bunda sihre sırt çevirme bahis konusu değildi; sihir bu kez garip bir amaca yöneltilmişti: necat. Kültün etkili fiil olması kadar bilginin de münci olduğu inancı yerleşti. Bazı imtiyazlılara gizlice ifşa edilmesine ruhsat verilmiş sır (mysterion)da aklî (rational) ile gayrı aklî (non rational) hem zaman olarak baş gösterir oldu. İman ile akıl, birbirine ters düşmekten çok burada birbirlerine bir yandan bağlı kalmışlar ve süluk ifşasında müşterek kökenlerini bulmuşlardır.
Necat fikri, Zerdüştî gelenekte gün ışığına çıktı: peygamberi, ilk Münci olmuştu. İşin metafizik tarafı bir yana, onun Asurlunun İran’dan tard edilişinde oynadığı ciddî rolü daha önce anlatmıştık:[9] iyilik tanrısı kötü ruhu alt etmişti. Onun arkasından Jaina ve Buddhistler, evrensel yaşamdan aslî ıstırabı söküp atmaya muktedir şifa vericileri tazim ve tebcil ettiler. Bu keyfiyet, beşer tarihine haylice tuhaf gelen bir “arî” armağandı: gerçeğe kötülük bulaşmış, varlık hastalanmıştır; nizam ve sıhhatin iadesi için asker ya da tabip lâzımdır. Mücadele edilmesinin gerekli bulunduğu baskı, yok edilecek mikrop vardır. İranlı militan, Hintli muhlis olacaktır. Bu alışılagelinmiş girişimlere sebep ne? Bundan böyle insanoğlu, kaderine etkili olmak, hattâ onu dokumak iddiasında olacaktır; o ise ki daha önce onu tanrılardan ve bunların vekili hükümdarlardan bekliyordu. Zerdüşt, Ormazd’ın davasını desteklemek üzere “kutsal cihad”ı icat ediyor; Sakyamuni de insanları, kendisinden önce hiçbir tanrının sahip bulunmadığı bir akıl ve hayırhahlık gücü ile, hiçbir tanrı yardımı olmadan, kusur ve kötülüklerinden kurtaracaktır.
Yeni İran ahlâk ve felsefesinde insan, basitçe bir mümin olmaktan çıkıp bir muharip oluyor. Peygamber de murakaba ile yetinmiyor, sıhhat ve egemenlik koşullarına doğru bir sürükleyici rolünü yükleniyor. Süluk artık basit bir ritus değil, kötülük ve gayrı mantık’a bir galebedir. Bütün bunların reçetesi de herkese “ucuza” dağıtılamaz…
Ama hepsinin altında yine de çok kadim çağların rituslarının, çok sözünü ettiğimiz Büyük Tanrıça’ya tevcih edilen ritusların yattığı da bir gerçektir: eski süluk fiilleri yeni mysterion’larda devam ediyorlar: bu sonuncular hem külte, hem de ifşaya (vahiy) dayanacaklardır. Küçük Asya topraklarının Ana Tanrıça’yı “doğurduğunu” gördük, mysterion’lara da nasıl kucak açtığını söyleyeceğiz.
Hieros gamos, tanrısal varlıkların uzun yaşamlarını vurgulamakla kalmayıp tarla mahsulünün düzenli şekilde yenilenmesini, hayvani ve beşeri yaşamın da sınırsız temdidini sağlar. Sembolik değer, çiftleşmenin bir doğruca müspet etkisi olup nesiller boyunca tenasülü teminat altına alır. Gençleşme, doğurganlığın intikali, en müessir fiiller olmaktadırlar. Hikâye edeceğimiz gibi bu roller bugün, seyirlik oyunlarında, “çingâne”lere tahmil edilmiştir.
Ama “bugün”e varmadan önce doğu Akdeniz’den Hint Denizi’ne kadar, toprağı verimli, hayvanı da doğurgan kılan güçler bir araya getirilmiş, uygun, caduceus-caduceum (κηρύκειον, κηρύκιον) kadar uygun bir tasvir üzerinde: kısaca ağaç’ın ifade ettiği bitkisel sürme ve hayvanat için de yılanların çiftleşmesi; bütün şekilleri altında boğa’da tecessüt etmiş aygırın kuvveti. Bunların dışında da her türlü verim ve doğurganlık, sulamayı istilzam eder; bulutlar, Veda’ların işbu “inek”leri, pınarlar, fışkıran “hayat suyu”, toprağın mümbitleştirilmesinde göğün yüklendiği görev payını ifade ederler.
Hortlak olmasaydı, kim inanırdı ruhun yaşamaya devam ettiğine. İyi ki onu “görenler” olmuş. İran’da olsun, Mısır’da olsun, ruh sorunları, eschatology (ahiret bahisleri) sayesinde ortaya konabilmiş. Bu bahisleri bilmeyenler için “mezardan dönüş yoktur”. Esasen bütün tedbirler, müteveffanın geri gelmesini önleyici mahiyettedir: dünya yüzünde yaşayanları rahatsız etmemesi matluptur.
“Geri dönüşsüz” demek, sadece bu yaşayanlardan tecrit manasını ifade eder. Ama dönüşün yasaklanması mantıken dönüş kavramını istilzam eder: her baharda bitkiler yeniden doğduğuna göre, neden ölülerin dirilmesi düşünülmesin? Rituslarla tarlaların verimliliği artırılıyor, tohumun filizlenmesi teşvik ediliyor. O halde, bir ölmüş kişiyi hayata iade edecek, gizli de olsa, bir ritus bulunamaz mı? Nevi beşerin de tohumu var: sayısız fikrî mütalâa ve teemmül bu düşünceyi karıştıracaklardır; Sanskrit bija ve Grek οπέρμα tabirleri işbu kavramı tarihe nakşedeceklerdir.
Sümer-Babilonya mysterion’ları Asya’da merkezî bir yer işgal ederler. Bunlar en eskileri olmuşlarsa da İncil bunlardan eser kalmamasına ayrıca özen göstermiştir.
Ritusların en mahrem taraflarının, yukarda “fayda”larını anlattığımız hieros gamos’ta olduğunda şüphe yok. Ama burada işin siyasi yönü ağır basar oluyor: Sümer’in Patesi (rahip-kral)ının aydın despotizmine tarımsal mümbitliğin yararının, bu arada, aktarılması; yaşamın başlıca koşulu, kadın işi tarımın, hukuku vaz etmiş sülâle kurucusuna Devlet’in temeli olarak görünmesi. Sürülebilir toprakların daimî verimi, site ve imparatorlukların temeli olup bir millete, siyasî iğtişaş ve kusurlar ve idarelerinin etkinliklerinin kısa sürmesine rağmen, başlıca dengelerini teminat altına alıyor.
İran metinlerinde olduğu gibi Hint’inkilerde de yağmur temininde kralın rolü vurgulanıyor. Kökenlerin ritüel arka plânında özellikle karakteristik olan husus, Hint metinlerinde su dağıtımı keyfiyetinin genellikle kralın hieros gamos’a tevessül etmesine yakından bağlı oluşudur; başka deyimle, yağmurla doğurganlık, aynı bir mitolojik-ritüel fiilin iki ayrı görünümünden başkası değildir.[10]
Bu konuda bizim Bektaşî’ye bir göz atalım. “Dört kapı”nın adları “şeriat, tarikat, hakikat, marifet” kapılarıdır.
Şeriat kapısında: bel oğlu
Tarikat kapısında: yol oğlu
Hakikat kapısında: il oğlu yahut kemal oğlu
Marifet kapısında: Atam gök, anam yer![11]
Talibe birkaç kez “gelen dönmez, dönen gelmez!” denilmiş ve o, bir daha dönmemek üzere de “atam gök, anam yer!” ikrarını vermiştir.
Süluk, felsefeye muadil olup lâdinî deneme (experience) düzeyinde “ölüm”, dinî deneme düzeyinde de “basübadelmevt”i, yani metafizik bilgiye ulaşmayı temsil eder. Felsefede de aynı şey vaki olmuyor mu, cehaletin “ölümü”, vukuf yoluyla yeniden yaşama gelme?
Bu hieros gamos, Asya bozkırının adamı için de aynı idi: Kök Tengri (erkek, Ülgen) ile Yer-Sub Tengri (dişi, Umay Ana).[12]
“Bektaşî’lerin ilk devre-i teşekkülünde Türk dili, Türk dini, Türk töresi, Babaîlik, Ahilik ve nihayet müdevven olan İslâmî eşkâl-i tasavvuf, Hint, İran efkâr-ı mâneviyesi Türk efkâr-ı umumiyesine alelindirac telkin edilmiştir”.[13]
Baha Said ihtilât alanını ancak Hint’e kadar götürüyor. O ise ki aşağıdaki hikâye bizi Japonya’ya kadar yolluyor. M. Eliade bu ülkede bir şaman kadını (miko) ziyarete gittiğinde ritüelle ilgili olarak şu efsaneyi öğreniyor: Çiftçinin birinin bir kızıyla bir atı varmış. Kız ata âşık olmuş ve evlenmişler. Bunu duyan baba atı bir dut ağacına bağlayıp hayvanın başını kesmiş. Teselli bulamayan kız atın başına binip göğe çıkmış. Her ikisi orada tanrıya dönüştürülüyorlar; dünyaya geri dönüp dut ağaçlarında ipek böceği şeklinde yaşıyorlar. O günden beri bunları temsil eden Oshiro Kami bebekleri dut ağacından imal ediliyor.[14] Bektaşî ile dut ağacının ilişkisinden de uzunca söz edeceğiz…
Bu arada şaman kadının kullandığı bu bebekler, at başlı baston, yay vs. bir Orta Asya kökenini (ongun) akla getiriyor. Evet, hiçbir şey dar sınırlar içinde kalmış bir alana münhasır değildir.
Şimdi de aynı sibak içinde, Tahtacı’lar için söylenmiş başka sözlere kulak verelim. Nakillerimiz, bunların arasında uzun süre bulunmuş ve A. Yılmaz öğretmen gibi itimatlarını kazanmış olmakla bunlar hakkında az da olsa bir şeyler öğrenmeyi başarmış olan Antalya Türk Ocağı Tarih Encümeni Reisi ve Müze müdürü Süleyman Fikri beydendir.[15]
“Alman müellifi Franz Babinger… fazla olarak Sünni Türk’ler nezdinde Tahtacı’ların “çerağ söndürenler” diye şöhretleri olduğu ve bu tabiri yalnız bunlara değil, bütün Şiî’lere isnat ettiklerini yazıyor…”
“Gariptir ki bu “çerağ söndüren” dedikleri akvamın Türk oldukları muhakkak iken Henry Rawlinson bunların pek eski Yahudi bakayası olduklarını bildirmekte ve bu çerağ söndürenlerin Diyala nehri vadisinde ve Musul vilâyetinde ve hattâ Hindukuş havalisinde bulunduklarını beyan etmektedir…”
Rawlinson böyle bir yargıya, Tahtacı inanç ve âdetlerini mezkûr bölgelerin eski ve yeni sakinlerininkilerle mukayese sonucunda varmış olmalıdır. Devam edelim.
“Kadınlarında katiyen tesettür mevcut olmadığından, yüz, gerdan ve kısmen göğüs açık bir haldedir…”
“Din ve mezhep hususunda hususî bir tarike ve keza itikatlarınca Bektaşî tarikatına saliktirler. Feraiz-i diniyeden yalnız kurban bayramı namazını kılarlar. Ve koç olmak şartıyla kurban keserler. Diğer feraiz ve tekellüfat-ı diniyeyi tanımazlar… Gelen dervişler kendilerine en mühim olarak berveçi âti cümleyi telkin etmektedir ki bu adeta anlarca bir nass hükmündedir: “sırrı sır edenin demine hû. Sırrı faş edenin ervahına yuf!”…”
“Yekdiğerini ikna etmek için yemin etmek icap ettiğinde Kitabullah veya İsmullah üzerine kasemle yemin etmezler. Yeminleri meselâ “On iki İmam’ın kanını içerim” tarzında veyahut “kapı eşiğini veya ocaklığı öpmek” suretiyledir…”
“Bu sözden azizlerinin tasvirleri veya fotoğraflarının kendilerinde bulunacağını derk ettim… Levhada kemal-i itina ile yapılmış sekiz sima arz-ı didar ediyordu…”
“Bu dört zatın (Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin) başındaki haleler Hz. İsa ve Meryem’in tasvirlerinde gördüğümüz yuvarlak halelerin aynı ise de tepeleri yukarıya doğru biraz sivridir. Yaldızlı halelerde yukarıya doğru birkaç ince ve kırmızı çizgiler uzanmıştır…”
“Levhanın sağ tarafından ve alt kenarında kırmızı mürekkeple yazılmış okuyamadığım Rumca bir imza ve (1877) tarihi mevcuttur ki resmi yapan Rum’un imzası olduğu muhakkaktır…”
“…Fırsat bularak Ali ile Muhammed’in hangisinin efdâl olduğunu sordum. Muhatabım… bunların… yekdiğerinden kabil-i tefrik olmadığını, biri olmadan diğerinin olamayacağını… mırıldandı; ve nihayet dedi ki “bana öyle geliyor ki Âdem ne ise Musa da odur. Musa ne ise İsa da odur. İsa ne ise Ali de odur”. Hz. Muhammed’in kabahati Hz. Ayşe’yi almak meselesi olduğunu itiraf ettiyse de, Hz. Ali’nin kabahatini bir türlü söylemedi.”
“Namaz, oruç hakkındaki fikrini sordum. ‘Kime farz ise o kılsın!’ cevab-ı muhtasarıyla mukabele etti…”
“Müstakil kitapları yoktur. Denebilir ki Tahtacı’larda müstakil ve malûm olan bir tarikat yoktur. Her gelen muhtelif tarikata mensup meşayih, itikatlarına bir şey ilâve etmiştir. Tarikatlarında Şiîlik, Bektaşilik, Caferilik, Bâtınîlik ve celi bir surette hulûl ve tenasüh vardır ki kör körüne bu tarikat halitasına saliktirler ve dinleri ağızdan ağza intikal etmektedir…”
“…Tekkelere, yatırlara, rüyaya fevkelhad itibar ederler. Türbelere fazlaca kurban keserler. Yemekten sonra Sünnî’lerden gizli olarak teslis işareti yaptıklarını, tûl müddet köylerinde kalan bir Sünnî ifade ediyor.”
Döneceğiz bütün bunlara.
Eski dünyanın iki “uç”unda, Nil ve Sarı Nehir vadilerinde beşeri umutlar, tarihin fecrinden itibaren kaderlerin kökeni muammasına takıla kalmış. Her iki uçta da bir tanrısal kişi, “göğün-güneşin oğlu”, istisnasız tüm sorumlulukları yükleniyor. Değişmeyen hadiseler, tabiat kanunları, kişisel varlıkları teşkil eden özel olaylardan zor tefrik ediliyor: kaderler tekniği her iki halde de egemenliğini sürdürüyor. Suriye ve Mısır’ın alt kademe peygamberi nâbî (nebi) ile Asya bozkırının şaman’ı böylece becerilerini resmen tasdik ve takdis ettirmiş oluyorlar: “ezelden takdir edilmiş” olanı doğruca kitaptan okuyorlar, İslâm’ın kadere teslim olmuş felsefesinin “alın yazısı” dediğini. Kim ilk olarak kaderi tayin ve tahrir etmişti? Belki, çivi yazısını kullanan bazı kâtip – scribe’lar. Gerçekten her tarafın suyla çevrili olduğu ve hiçbir varlığın adı olmadığı başlangıçların kaosu, hiçbir kaderi tazammun etmiyordu; ama daha sonra, atmosferin en önemli olaylarının geçtiği sahnenin tanrısı Enlil, kaderin ahkâmının yazılı olduğu tabletlerin bekçisi haline gelecektir. Sonra da, Samileşmiş Sümerliler Babilonyalılar haline gelince Marduk bu rolde onun yerini aldı: bazı bayramlarda tekrarlanan Sarpanitu ile evlenmesinin sahneleri evrensel yaşamı idame ettiriyordu. Gökle yerin birleştiği yerde Etemenanki tesmiye edilen kule-dağ’ın zirvesinde cinsî ritus icra edilirdi; bunun hemen yanındaki Esagil tapınağında her yeni yılda tekrarlanan hilkat sahnesiyle “kaderlerin saptandığı salon” bulunurdu… Suriye mysterion’ları aslında bir gnosis tesis ettiler; bu, rasyonel bir bilim ya da bilgi değil, mutluluk sağlayan hikmet kaynağı bir tam ifşadan ibaretti. O anda ne akıl, ne iman, ne bilimsel ne de metafizik bilgi bahis konusudur.
Rasyonelle rasyonel olmayan arasında tezat gören kişi, mysterion’ların değerini idrak etmiyor demektir; salikin düşündüğü rasyonel, theophany olarak murakaba ettiği olup musikiden duyduğu da rasyonel ötesidir: düşünülebilen ile duygulara seslenen, ifşada, birbiriyle çatışma yerine birbirini tamamlar.
Zerdüştî rahipler, mabed’ler, mysterion ruhunu Anadolu’da bulmuş, onu İran’a taşımışlardı. Mithra kültüne Küçük Asya’da daha M.Ö. XIII. yy.dan itibaren tanık olunuyor (Boğazköy); bunun Med ve Pers’lerde olduğundan hayli farklı şekil ve anlam taşıdığını sanmak için çok neden var. Halka mal olmuş bu tanrı, ışıklı gökyüzünde Güneş’i tecessüm ettirmekle kalmayıp insanların hayırhah ruhu oluyor. Anadolu Mithra’sı, Attis gibi, bir bitkiler tanrısıdır; fevkalâde bir boğayı zapt ve idare eder: onu kurban ederek nebatî tohumları, insanoğluna faydalı bitki türlerini serbest bırakır. Başında Phrygia külâhı bulunan bu Mithra’nın kurban kestiği mağara gök kubbeyi ancak uzaktan hatırlatır; bir su kenarındaki tabii mağara ya da meydana getirilmiş mahzende, gizlice, su ve kanla vaftiz ayinleri icra edilirdi.
Mysterion’lar sadece İran’a (Zerdüşt ve reformu, Mithraism, Manihaizm) değil, klasik Hint’e de varmıştır. Upanishad kavramı, brahmana’larınkinden farklı olarak, ruhani kast’ın malı olan ritüel teknikten farklı bir gnosis’in ifadesi olup bunda gizlice aktarılmış, metafizik gerçeğe mütedair ifşalar bahis konusudur.
Gerçekten Hint dinlerinde belli bir peygamber yoktur. Bu işi ârif’ler yürütür. Esasen Upanishad, Veda‘ların sonunda “Usta’nın dizi dibinde oturma”, yani O’ndan feyz (bilgi-gnosis) alma manasını taşıyan bir batini-gizli (esoteric) doktrindir. Hint dinlerinin esasını ıstıraptan kurtulma keyfiyeti teşkil eder. Nirvana, ıstıraptan kurtuluştur ki bunun tasavvufta bir karşılığı, daha önce sözünü etmiş olduğumuz “zevk etme”, yani zamansızlığı ve mekânsızlığı kendi içinde yaşamaktır. Keza “ustanın dizi dibine oturma” ya da “rabıta-i şerife”, yani “mürşidin manevi etkisi” buna tekabül eder. Yine “rabıta-i telbis” de vardır ki bu da “mürşidi giyinmiş olmak” demektir.
Istıraptan kurtulma yolu olarak Yoga vardır ki bu sözcük “boyunduruk”u ifade eder ve batı dillerine Fransızca “joug”, İngilizce “yoke”. Almanca da “Joch” şekilleriyle geçmiştir.
Kısaca mysterion’ların yayılma alanı Mısır ve Helenistan’dan itibaren İran Türkistan’ına, İndus ve Ganj’a varmıştır.
Nebatî ve hayvani hayatın kusur ve sakatlıkları, mysterion kültlerinin sadece asianik alt yapısını teşkil eder. Bu kültler, Samî istilâların evrensel tanrıçanın çeşitli şekillerine eril tanrılar eklemesinden sonra bir cinsiyet sihri aracılığıyla doğayı idare etmeden ibaret olmuşlardı. Bir ileri merhalede, tarımsal velûdiyete bir ölüm ötesi beşerî yaşamı aşılama fikri doğmuştu. Güney Balkan’lar ve Anadolu Hint-Avrupalıları, Trakyalılar, Phrygia’lılar, Attis, Backchos, Dionysos’un âbidleri olarak, Helenistan’a bazı ölümsüzlük rituslarını taşımış olmalıdırlar (soma, amrta…).[16]
Böylece bundan önce söylediklerimizle bundan böyle anlatacaklarımızdan bir kısmını özetleyip tarihî yörüngesine oturtmuş olduk.
“İfşa, ihbar, keşf, vahiy, ilham, fâş, beyan, aşikâre çıkarma bunların hepsi sözlüklerin “revelation” karşılığında verdikleri sözcüklerdir. Bunlardan bir kısmı doğrudan doğruya ilahiyatla ilgilidir: Allah’ın, Kendisi, Karakteri, Amacı hakkında insanoğluna açıkladığı gerçekler, vahiy yoluyla nazil olmuştur. Her ne kadar İslâm’da Allah’ın künhü sırrını muhafaza ediyorsa da müsemma bulunduğu doksan dokuz “esma-ı Hüsna”, nitelikleri ve tabiatı hususunda yeterince bilgi veriyor. Hristiyanların “Vahiy Kitabı”nın (Book of Revelation) ortaya çıkış sebebinin konumuzu dolaylı olarak ilgilendirmesi hasebiyle ondan kısaca söz edeceğiz.
İmparator Neron ile birlikte Hristiyan “avı” başlamıştı. Bunu yaparken de imparatorluk yetkilileri muhik sebeplere dayanıyorlardı: Hristiyanlar tek tanrılıydılar ve devletin koruyucu ilâhlarına tapmamakla onun emniyetini haleldar ediyorlardı. Ortada bir ihanet vardı. Kimi Hristiyan devletin arzusuna sureta boyun eğdi, kimi ise, bunu yapmaktansa çoğu kez çok feci şekilde can vermeyi yeğ tuttu (ve azizlik mertebesine erişti). Mezkûr Kitap’ın yazarı Yohanna, bu sonuncu “tarik”i tutmuştu; onun için uzlaşma bahis konusu olamazdı. Hristiyanlar Allah’a ve sadece O’na tapacaklardı, işin ucunda ölümlerin en korkuncu dahi olsa ne koruyucu ilâhlar, ne de kendini tanrılaştıran imparator O’nun yerini alabilirdi, tıpkı Pîr Sultan’ın nazarında, dünyada Tanrı’nın gölgesi (Zıllullah-ı fi-l-âlem) Halife-Osmanlı Padişahı’nın, “Şâh”ın, yerini alamadığı gibi…
Zamanın Hristiyan ve Yahudi’lerinin müşterek apokalypsis inancına göre kötülükle iyilik düalizmini temsil eden, bütün bütüne kötü İblis – Şeytan ile tamamen iyi olan Allah ve iki farklı devre, ezcümle şimdiki geçici ve kötü, Şeytan’ın kontrolündeki devre ile müstakbel ebedî ve Allah’ın doğruca emrinde olacak mutlak iyi devre vardır. Bu inanca göre Allah çok yakında müdahalede bulunacak, Şeytan’ı mağlûp edip o kötü devreyi sona erdirecek…
Bu apokalypsis kavramını kullanarak Johanna İblis’i ve onun insan olan mümessillerini, imparatorları ve korkunç hayvanlar gibi gösterdiği idarecileri takbih ediyor, onları Hristiyanlara edilen eza, cefadan ve bunların öldürülmelerinden sorumlu tutuyor. Buna karşılık tamamen aciz olan Hristiyanlar, eğer sıkı durup mukavemet ederlerse, dinlerine sadık kalırlarsa, yakında, çok yakında mükâfatını göreceklerdir…
Safavî’ler fazlaca aciz değillerdi ama yine de mağlûp oldular ve sayısız kelle uçtu Anadolu’da. Mükâfatı gele dursun!…
[1] K. Mannheim. — Systematic sociology. An introduction to the study of society, London 1967, s. 30.
[2] İlerde ayrıntılarına girilecek.
[3] Tarafımızdan belirtildi.
[4] A. Yılmaz. — Tahtacı’larda gelenekler, s. 38-40.
[5] ibd.
[6] N. Miller. — Initiation, in ESS.
[7] EB, mad. “Orgy”.
[8] GLE, mad. “hypostase”.
[9] Bkz. C. I., s. 99.
[10] G. Widengren. — Les religions de l’Iran, Paris 1968, s. 65.
[11] Baha Said. — Bektaşiler —2— in Türk Yurdu 27, Mart 1927, s. 206
[12] ibd., s. 212-3.
[13] ibd., s. 216.
[14] M. Eliade. — Fragments d’un journal, s. 264.
[15] S. Fikri. — Anadolu’nun dinî etnografyası. Teke vilâyetinde Tahtacı’lar, in Türk Yurdu 29, Mayıs 1927, s. 477-489.
[16] P. Masson-Oursel. — La pensée en Orient, Paris 1949, s. 114-137.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.