Yine Top Dökümü

Şubat 11, 2017
Kültür Eserleri > THKK 6 - Ulaştırma, İletişim, Mübadele, Ölçü Ve Metalürji Teknikleri > Yine Top Dökümü

Yine Top Dökümü

Konstantinopolis’in kuşatılması sırasında top dökümü teknolojisi üzerine bazı bilgi parçaları bulunuyor. Veriler 1467 Kristobulos yazmasında var. Anlatılandan Fâtih, ustalarını çağırıp onlarla, kent duvarlarını en iyi dövebilecek top türü hakkında müzakere ediyor. Bundan başka, ordu dökümcüleri tarafından dökülen top namlusunun 1464 tarihli bir betimlemesi de bulunuyor. Bu namlu, halen Londra Burcu’nda bulunuyor (ki bu, Abdülaziz’in verdiği olacak). Bunun kimyasal bileşimi de saptanmış. Döküm, Fatih ordusu dökümcülerinin yüksek teknik becerisinin belgesi oluyor.

Ortada büyük çaplı bir namlu var. Muhtemelen, taşınmasını kolaylaştırmak için, namlı ile barut kovanı olarak iki parça halinde dökülmüş. Parçalar birbirlerine, yine dökümden çıkmış dişli geçmelerle tutturulmuş. Namlı uzunluğu 315 cm; çapı 63,5 cm; dişli kısmın boyu 33 cm, bunun diş dibi çapı 35,6 cm.dir.

 

Resim 153. Fatih ordusunda 1464’de dökülmüş top namlusu. Altta uzunlamasına kesit (Lefroy’dan naklen J. Piaskowski’den)


Namlının ikinci parçası da aynı çapta, ancak uzunluğu, dişli kısmı dışında, 208 cm.dir. Bu parçada bulunan barut kovanı 24,8 cm çapında ve 201 cm boyundadır. (Resim 153)

Kristobulos’un verdiği kısa tariften, Fâtih ordusunun top dökümü teknolojisinin, 1540’da V. Biringuccio ve daha sonraki Avrupalı yazarların açıkladıkları teknolojinin aynı olduğu ayan oluyor. Bu ayrıntılı betimlemeler bize Kristobulos’un verdiği verileri tamamlayıp Türk-İslâm ordusunda görebildiği top döküm teknolojisini daha ayrıntılarıyla tartışmak olanağını sağlıyor.

Önce namlının bir modeli hazırlanıyor ve bunun üzerinden bir dış kalıp yapılıyor. Maça ve kalıbı alttan kapatma mekanizması ayrıca meydana getirilmiş.

Hem model, hem de yarım kalıp, döküm kumundan yapılmışlar. Kristobulos, kum karışımının hazırlanmasının nispeten doğru bir tasvirini vermiş. Kum çok yağlı, olabildiğince saf ve ince kilden oluşup günlerce yoğrularak plastik hale getirilmiş. Arasına keten, kenevir ve sair elyaf katarak heyet iyice karıştırılmış, sıkı ve yekpare bir kitle oluşturulmuş.

Namlının modeli tahta ya da döküm kumundan olabiliyordu. Londra Burcu’nda muhafaza edilen namlınınki, muhtemelen, vida dişlerini çıkartmanın kolaylığı bakımından döküm kumundan yapılmıştı.

Bundan sonra Piaskowski, top dökümü teknolojisinin (eski bir dökümcü olarak çok iyi bildiğimiz) bütün inceliklerini anlatıyor. Bu ayrıntılara burada girmedik.[1]

***

Diyarbekir’de XVI. yy. ortalarında top dökümhanesi vardı. 1566’da Van Gölü kenarındaki Erciş kalesinin yeniden yapımı bahis konusu olduğunda, 50 adet top (darbzen) lâzım gelmiş, bu hususta Diyarbekir Beylerbeyliğine yazılan yazıda, bu şehirde top döktürülmesi istenmiştir. Diyarbekir’de döktürülecek toplar için kalıp yapmak üzere Hısn-ı Keyfa’dan beş kelek toprak ve iki kantar demir teli ve sekiz kantar kalay getirilmiş.

Erciş ve Ahlat kalelerinin ihtiyacı için 1566 tarihlerinde Van’da da top (darbzen) döktürülmekteydi. Ancak, orada döktürülen toplar için gerekli demir ve yuvarlak (gülle olmalı) Diyarbekir Beylerbeyliği’ne bağlı Kiğı sancağındaki demir madeninden sağlandığı gibi lüzumlu 40 kantar kalayın Amid kalesindeki mirî mahzenlerde saklanandan veya köylü (rençper) elinde mevcut kalayın satın alınması suretiyle temini emr olunmuş.

Göğünç’ün bu bildirisinin sonunda vaki tartışma sırasında Halil Sahillioğlu da ilginç bir bilgi sunuyor: “Top dökümü konusunda Kiğı’dan demir getirip top döktürme meselesine ilişkin olarak belirteyim; Osmanlı top dökümü tekniğinde top bakırdandır. Demir daha sonradır. Kiğı yalnız top yuvarlağı gönderir. Senede mültezim vasıtasıyla 17.000 top yuvarlağı sağlar.”[2]

Asur ticareti lüks emtia konuluydu. Bundan nadir ve pahalı maddeler anlaşılacaktır. Sadece altın ve gümüş, fildişi ve taşlar gibi değerli maddeler değil, boyalar, dokumalar ve silâh ve âlet imali için gerekli bütün metaller, demir, bakır ve kalay bulunuyordu, bu ticarî faaliyete dahil olarak. Bunların sağlanması uzun süre askerî seferlerle temin edilmişti. Bu seferler, Diyarbakır’dan Kuzey Suriye’ye, Orta Fırat ve Yüksek Mezopotamya’ya yönelik bir “kalay yolu”nu takip ediyordu. Bu, aynı zamanda, Şam’a doğru kolu olan bir “demir yolu” idi.

Gerçekten bu, açılma noktası Anadolu olan normal ticarî yol oluyordu ve XIII. yy.dan itibaren Asur tamkâru’larının, Van Gölü’nün Batı’sında Nairi’den kalay satın almaya gittikleri biliniyor.[3]

“Cıvata” (cıvade), İtalyanca “chiavarda”dan geçmiş (DELT).

***

Anadolu’nun her yöresinde, oldum olası bir demirci ustası bütün çevrenin nal, kapı tokmağı, kilidi… ve daha nice âlet ihtiyacını karşılaya gelmiş. Dolayısıyla da bu zanaatkâr, gerek gelenekten, gerek kendi deneyiminden bir demir işleme teknolojisini ve bu arada da “demir kaynağı”nınkini meydana getirmiş. Bunlardan birini anlatıyoruz.

Silifke-Taşeli çevresinde Nisan’dan sonra Yürüklerin göçü çekip Boğa (Toros) dağlarına giderken, yağmurdan sonra tozdan, topraktan arman kayalar, yarıntılar üzerine güneş vurunca yamaçların birçok yerinde ayna yerleştirilmiş olup ışığın yansıtılması gibi parıltılar belirir. Bu çeşit parıltıyı veren tortul kitleler arasındaki billûrlaşmış taşlara Kargatuzu adı verilmiş. Bu kristal taşın ne bileşimi, ne de tadı, yemek tuzu ile ilgilidir. İçel’de bu taşı en çok demirciler kullanır. Her yıl dağlardan kendilerine yetecek kadar toplarlar; bunları bir dibekte dövüp un haline getirirler, balta, saban demiri gibi âletleri yaparken, iki demiri birbirine yapıştırmak, yani kaynak etmek gerektiğinde korlaşmış demir üzerine bir parça kargatuzu unu serperler. Bu durumda demir biraz daha kızarır, demirciler de yumuşayan demiri çabuk çabuk döverek birleştirirler.

Tarsus, Erdemli, Silifke, Anamur, Antalya demircileri bu maddeyi bilirler ve kullanırlar. Bu taş, bir tür kalsiyum karbonattır.[4]

***

Anadolu’nun metalürji tarihinde bakır, her zaman ağırlığını korumuştu. Bu bahiste de geniş yer tuttu. Yine de konunun iki büyük uzmanından Tokat ve Siirt bakırcıları hakkındaki bilgileri aktarıyoruz.

Anadolu bakırcılık sanatının önemli bir merkezi olan Tokat, Osmanlı döneminde adını dünyaya duyurmuştu. XVI. yy.da Orta Karadeniz bölgesinde en zengin bakır yataklarına sahip Küre madenlerinden elde edilen bakır, bronz top dökümü dışında sosyal alanda kullanılmak üzere diğer kentlerdeki atölyelerde olduğu gibi Tokat atölyelerinde de işlenmekteydi. Çok önemli ticaret yolları üzerinde bulunan Tokat, bu bölgenin en büyük ticaret şehriydi. Burada bakırcı ve kazancıların oluşturdukları iş kolu, büyük bir sanayi halini almıştı. Nitekim 1568 yılında Küre Kadısı’na yazılan bir fermanda özetle şöyle denilmekte: “… Tokat’taki kazancılar bakır almak için madene geldiklerinde, sancak kadılarından ellerinde izin belgeleri getirmeleri…”.

XVII. yy.ın ikinci yarısında Tokat bakırcılığının çok büyük bir sanayi halini almasında ve Anadolu bakır metalürjisi tarihinde haklı bir üne kavuşmasının temelinde, başka bölgelerden getirilen bakırın Tokat’ta bulunan “kalhaneler”de ergitilerek tasfiye edilmesinin çok büyük bir etkisi vardır.[5] Doğu Anadolu bölgesinin en zengin bakır yataklarına sahip Ergani’den çıkarılan bakırın oldukça masraflı ve zor koşullar altında Tokat’a getirilerek buradaki kalhanelerde tasfiye edilmesinin en büyük sebebi ise, Ergani çevresinde orman alanlarının artık ortadan kalkması ve madeni ergitecek odun kömürünün elde edilememesinden kaynaklanıyordu. Tokat kalhanelerinde elde edilen saf bakırın bir kısmı yine kervanlarla, Amasya üzerinden Samsun’a, buradan da deniz yoluyla İstanbul’a gönderilmiş, bir kısmı da şehirde genişlemeye devam eden bakır eşya üretiminin ihtiyacını karşılamak üzere tüccarlara ayrılmış. XIX. yy.ın ilk yarısında kalhanelerde 1000 kadar işçi çalışmakta ve yılda 1000 ton civarında bakır üretilmekteydi.

Özet olarak sunduğumuz 1785 yılına ait bir arşiv belgesi, Tokat atölyelerinde üretilerek Samsun limanına gönderilen bakır eşya miktarının ulaştığı boyutları açıkça gösteriyor: “… Tokat atölyelerinde üretilen 47.000 küsur kantar (yaklaşık 2.677, 176 ton) bakır eşyanın Samsun’a gönderilmesi…”[6]

Aynı uzmanlar, bakırcılığın tarihî gelişimini, Siirt’te bakır ve bronz atölyelerini irdelemişler. Bundan özetler veriyoruz.

Ortaçağ ve Osmanlı döneminde Doğu ve Güney-Doğu Anadolu bölgesinin en önemli bakır ve bronz atölyelerinden biri, Siirt kentinde bulunmaktaydı. Burada bu metallerden üretilen eşyalar, mutfak kapları, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu bölgesinin gereksinmesini karşılamanın yanı sıra, üretim fazlası Doğu’da İran, Güney’de Irak ve Suriye’ye gönderilmekteydi.

Siirt’teki bakır ve bronz atölyeleri, M.Ö. IX-VI. yy.lar arasında Doğu Anadolu, Transkafkasya ve Kuzey-Batı İran bölgelerinde egemenliğini sürdüren Urartu krallığının madencilik geleneğini başarıyla devam ettirmiş. Başkentliğini bugünkü Van Kalesi’nin (eski Tuşpa) yaptığı Urartu krallığı, M.Ö. I. binin ilk yarısında hem Anadolu’nun, hem de tüm eski Ön Asya dünyasının en büyük madenci toplumuydu. Bu krallığın başarısında, gelişmiş bir endüstriye dönüşen madencilik alanında göstermiş olduğu ilerlemenin çok büyük etkisi olmuştu.

Bronz eşya ve silâhlar, Urartu kralları tarafından kurulan kalelerin atölyelerinde üretilmekteydi. Bu atölyeler, Doğu Anadolu bölgesinin ilk gelişmiş üretim merkezlerini oluşturmaktaydılar. Bunların yer aldığı kaleler, ya maden üretim merkezlerine ya da büyük bir ekonomik önemi olan ticaret yolları yakınında bulunmaktaydı.

Van Gölü’nün Güney’inde yer alan tapınak, o dönemde hem Urartu ve Asur krallığı, hem de Doğu Anadolu bölgesindeki birçok küçük krallık tarafından kutsal sayılıyordu. Belgelerin bildirdiklerine göre Muşaşir-Ardini tapınağına bölgedeki Urartu, Assur, Habhi ve Tabal (Tubal) ülkelerinden çeşitli metal eşya, silâh ve hayvan bağışlanmaktaydı. Muşaşir-Ardini tapınağı, üstlenmiş olduğu dinî görevinin yanı sıra, önemli Doğu ticaret yolları üzerinde bulunuyordu. Bunların ötesinde, Van Gölü’nün Güney’inde zengin altın, gümüş, kurşun ve bakır yataklarından elde edilen madenler, Muşaşir-Ardini tapınağı ve sarayındaki atölyelerde işlenmekteydi.

Urartu krallığının madencilik teknolojisinde ulaşmış olduğu olağanüstü seviye, kendisinden sonra Doğu Anadolu bölgesinde kurulan uygarlıkların madencilik üretimlerini etkilemiştir. Urartu madenciliğini geleneksel olarak Siirt’teki bakır ve bronz atölyeleri, devam ettirmiştir.

Van Gölü’nün Güney’inde yer alan madencilik atölyelerinden en ünlüsü, Siirt kentinin yaklaşık 120-130 km Güney-Doğu’sundaki Muşaşir-Ardini tapınak ve sarayı idi: Urartular bu tapınağa Ardini, Assurlular ise Muşaşir adını vermekteydiler. Buradaki tapınak ve sarayın tam yeri henüz kesin olarak saptanamamışsa da, burasının bugünkü Türk-Irak sınırının kesiştiği yerden 25-30 km Güney’de yer aldığı sanılıyor.

Ortaçağ’da Siirt atölyelerinin ne zaman üretime başladığı konusunda elde kesin bilgi bulunmuyor. Ancak, Siirt’in 46 km Doğu’sunda, yani Siirt ile Muşaşir-Ardini atölyeleri ortasında kalan ve bu atölyelere hammadde sağlayan zengin bakır yatakları konusunda verilen bilgiler, önemli oluyor. Günümüzde Mandenköy olarak adlandırılan mevkide bulunan bakır madeni sahasının çevresinde bulunan eski maden galerileri, ergitme fırınları ve büyük yapay tepeler oluşturan on binlerce ton ağırlığındaki cüruf yığınları, yüzlerce yıldan beri yapılan bakır üretimi konusunda açık bilgi sağlıyor. Yine yazılı kaynakların bildirdiklerine göre Siirt atölyelerine çinko sağlayan yataklar, Siirt’in 50-55 km kadar Kuzey-Doğu’sunda bulunmaktaydı. X. yy.ın ortalarında yazan Arap coğrafyacısı Ebu Dulef, Van Gölü’nün Güney-Batı’sında yer alan Hizam ve yakın çevresinde çinko yataklarının bulunduğunu belirtiyor.

Öbür madenlerin yanı sıra, bu bölgedeki bakır madeni konusundaki ilk bilgimizi 951 yılında Arap coğrafyacısı El-Mukaddesî, Amid (Diyarbakır) ile Bitlis arasında yolu tarif ederken, Bitlis’e bir konak uzaklıkta “Maden” adlı bir konaklama yerini zikrediyor. Evliya Çelebi de bundan söz ediyor.

Siirt ve yakın çevresinde keramik yapımına elverişli kil yatakları bulunmadığından, halkın ihtiyaç duyduğu küp biçimli kaplar, atölyelerde bakırdan yapılmaya başlanmış. Urartu keramik küplerinin formlarını yansıtan bu tür bakır küplerin benzerleri ise, Anadolu’da şimdiye kadar hiçbir atölyede üretilmemiştir. Ayrıca Siirt atölyelerinde üretilen dairevî gövdeli ve kulpsuz bakır kazanlar, Urartular tarafından tapınaklara armağan edilen kazanların benzerlerini oluşturmaktadır. Doğu ve Güney-Doğu Anadolu bölgelerindeki atölyelerde üretilen kazanların hiçbirisi, Siirt kazanları kadar Urartu kazanlarına form yönünden benzememektedir. Bundan da önemlisi, tıpkı Urartu krallığı döneminde tapınaklara kazan armağan edildiği gibi, Siirt bölgesinde de halk, atölyelerde yaptırdıkları bakır kazanları, dilek ve isteklerinin olumlu yönde sonuçlanması için çevrede bulunan türbelere adak olarak sunmaktadır. Bu ilginç geleneğin benzerine eski Anadolu’nun hiçbir yerinde rastlanılmamaktadır.

Siirt atölyeleri, bakır ve bronzun yanı sıra, özellikle pirinçten yaptığı kaplarla da ünlüydü. İranlı tarihçi Kazvinî, Siirt’teki atölyelerde bakır, bronz ve pirinçten yapılmış çeşitli kap ve maşrapaların Güney’de Mezopotamya’ya ihraç edildiğini anlatıyor (1340).

Madenköy’de bakır üretiminin ne zaman sona erdiğini bilemiyoruz. Bu üretimin sona ermesiyle Siirt’teki bakır ve bronz atölyelerinin üretimleri de yavaş yavaş sona erecekti. Siirt atölyeleri artık üretim yapmamaktadır.[7]

Gerçekten 50’li yıllarda sürekli görev yaptığımız Siirt’te, böyle bir bakırcılık üretimine rastladığımızı hatırlamıyoruz.

***

“Metalürji” bahsinin böylece ardını aldık. Bunu, bu disiplinin özellikle Asya’da, muallimi sayılan Çin’in önemli birkaç kalıcı eserini sergilemekle kapatıyoruz (Resim 154, 155, 156).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  Resim 154. Çin dökme demir pagodalar. Soldaki 1061 sağdaki XV. yy.

  (J. Needham’dan). Soldaki 70 ayak yüksekliğinde ve 53 ton ağırlığında.

 

Resim 155. Dünyanın en büyük dökme demir eserlerinden biri,

Tshang-chou’daki büyük aslan, 954 yılında dökülmüş

 (J. Needham’dan).

 

   Resim 156. Pekin’in 1550’de, ateş tuğlası kalıpta dökülmüş

    250 t. ağırlığındaki çanı (H. Wübbenhorst’tan).


[1] Jerzy Piaskowski – The technology of gun casting in the army of Mohammad II (early XVth century, in I. Uluslararası Türk-İslâm Bilim ve Teknoloji Kongresi, İst. Eylül 1981.

[2] Nejat Göğünç.- XVI. yüzyılda Güney-Doğu Anadolu’nun ekonomik durumu, in Coll. – Türkiye İktisat Tarihi Semineri.

[3] P. Garelli et Nikiprowetzky. -Le Proche-Orient asiatique. Les empires mésopotamiens, Israël, PUF, Paris 1974, s. 271.

[4] Kerim Yund. – Kargatuzu – aragonit, in TFA 316, Kasım 1975

[5] O ise ki XIX. yy.ın ilk yansında von Moltke’nin (Alman gözüyle) bu kalhane’lerin ilkel durumunu nasıl anlattığını yukarda görmüştük.

[6] Oktay Belli. – İ. Gündağ Kayaoğlu. – Tokat bakırcılığı, in KÜLTÜR VE SANAT 24, (İş B. yay.) Tokat özel sayısı. Aralık 1994.

[7] Oktay Belli.-J. Gündağ Kayaoğlu. Bakırcılığın tarihsel gelişimi. Siirt’te bakır ve bronz atölyeleri, in TARİH VE TOPLUM 127. Temmuz 1994