XI.yy.ın ikinci yarısında ve XII. yy. süresince feodal ilişkiler Polonya’da gelişip güçleniyordu. Devlet mülkü aleyhine feodallerinki her gün genişliyordu. Hür köylü sayısı ise buna koşut olarak hızla erimekteydi. Mükellefiyetleri Batıdakiler gibiydi. XII. ve XIII. yy.larda birçok müstahkem iskân mahalli sınaat ve ticaret, özellikle transit ticareti merkezleri haline geliyordu. Krakova, Poznan, Wroklaw…, devrin Avrupa’sının büyük kentleri arasında yer alıyorlardı.
Durumlarını pekiştirmek ve gelirlerini artırmak peşinde olan Polonyalı prens ve öbür feodaller, tehalükle Alman sınaatkâr (ehl-i hirfet) ve tacirlerini kentlerine yerleşmeye çağırıyor ve bunları birçok imtiyazla donatıyordu. Aynı zamanda da buralara Polonyalı köylü akınını da önlüyorlardı. Bu davranış, ülke kentlerinin Cermenleşmesi sonucuna götürüyordu. Alman şefler hirfet erbabını, loncaları ve aşağı tabakayı olanca huşunetle sömürüyordu. Ardı gelmez, talep ve zorlamalar kent sakinlerini yıkıyor, ekonomik ilerleyişi baltalıyordu. Kentler arasındaki iktisadî bağlar çok gevşekti.
XIII. yy.ın sonunda, Polonya topraklarının parçalanmış olmasına rağmen, üretim güçlerinde bir hareket görülüyor. Müteakip asırda, feodal sömürü niteliğinde önemli bir değişme oluyor. Nakdî vergiler yavaş yavaş bütün öbür irat şekillerinin yerini alıyor. Feodal iradın bu dönüşümü ticarî ve nakdî ilişkilerin gelişmesinin bir ifadesi oluyor. Tarım ürünleri, kent pazarlarına akıyor. Avrupa’nın Batı ve Doğu ülkeleriyle gittikçe hareketlenen ticarî münasebetler kuruluyor.
Ülkenin birçok yerinde müstahkem şatolar yükseliyor, kraliyet derebeyleri tesmiye edilen memurlar buralara yerleşiyor. Küçük soylular grubu, szlachta, devrin başlıca askerî kuvvetini teşkil ediyordu. Bu nedenle de szlachta’nın siyasî nüfuzu pekişiyordu. Pan’lar, yani büyük, toprak ağaları da kendi birliklerini besliyorlardı. Köylü ve kentliler asilleri, seferlerinde takip ediyorlardı.[1]
Sovyet yazarlarından özetleyerek aktardığımız bu bilgilerden bazı önemli sonuçlar çıkıyor: XII. yy.dan itibaren, Batı’da görülmeyen bir ticarî hareketten söz ediliyor; tarım ürünleri kent pazarlarına akıyor; müstahkem şatolar yükseliyor. Ancak bütün bu hareketlerin aktörleri hakkında kesin bilgi verilmemiş. Kim satmış? Kim almış? Şatoyu yükseltenler kim? İnşaat kimler tarafından gerçekleştirilmiş, bu hirfet erbabı nasıl tediye edilmiş? Pan’ların askerî birlikleri nasıl örgütlenmiş? …Bu soruların varlığı bile Polonya feodalizminin, bir Alman kolonizasyon girişiminin dışında (Drang nach Osten daha o tarihlerde başlamış…), Batınınkinden hayli farklar arz ettiğini gösteriyor. Devam edelim.
* *
Macar devletinin kurulacağı Orta Tuna ve Tisza’nın (Theiss) zengin vadileri çok eski tarihlerden beri Slav kabilelerince iskân edilmekteydi. IX. yy.ın sonlarında bölge, Macarların istilâsına uğruyor. Önceleri Volga ile Kama suları arasında, Merkezî Ural’larda yerleşmiş Fin-Ugrien kökenli yedi kabile bir birlik kurmuş, bunların arasında Macarlar hâkim duruma gelmişlerdi.
Göçebe olan Macar kabileleri daha çok hayvancılıkla geçinirlerdi. Daha Asya’dan çıkışlarından önce, ellerinde en iyi sürüleri ve odakları tutan bir soy aristokrasisi teşekkül etmişti. Bu zümre sık sık komşu kabileleri basıp talan ganimetiyle zenginleşiyordu. Mezkûr Slav kabileleri bu Macar aristokrasisinin sultası altına girmişti. Yerleşik ve tarımcı olan Slavlarla temas sonunda Macarlar da yavaş yavaş göçebeliği terk edip kendilerini rençperliğe vereceklerdi.
Feodal ilişkiler Macaristan’da X. yy.dan itibaren oluşmaya başlamıştı. Cevelân ve istilâlar sırasında ele geçen esirler toprağa bağlanıyordu. Aynı zamanda topluluğun hür mensupları da kul haline getiriliyordu. Ve nihayet, feodalleşmenin başka bir göstergesi olarak X. yy.ın sonunda Macaristan Hristiyan oluyordu.
Feodalitenin iyice vücut bulduğu XII. yy.ın başlarında hâkim sınıfı iki zümre temsil eder olmuştu: Ağalar ve şövalyeler. Feodal ilişkiler geliştikçe toprak aristokrasisinin gücü iyice pekişiyordu. XII. yy.da, Macaristan’da artık çok az hür köylü kalacaktı. Kentler, Buda, Estergon, Peşte… gelişiyordu. Toprak ağalığı, sivil olduğu kadar Katolik Kilisesi’ne de aitti.
Bunun dışında, ordunun çekirdeğini oluşturan küçük ve orta feodallerin önemi de artıyordu. Bunlar Transilvanya, Hırvatistan, Dalmaçya ve sair yerleri işgal edip Bizans’a komşu ve onunla sürekli savaş halinde olacaklardı. Aynı zaman da Batı’da Alman feodallerini göğüslemek zorundaydılar.
XII. yy.ın başında krallık, yetkesi feodallerin denetimine girecek olup bundan böyle onun temsilcileri asillerin mülklerinden içeri giremeyecektir. Feodaller, imtiyazlarına tecavüz halinde kuvvetle karşı koyma hakkını elde etmişlerdi.
Köylüye baskı ye yüklenen tekâlif dayanılmaz hale gelmişti.
Bu öyküde konumuz açısından önem taşıyan köylü ayaklanmalarını zikredelim. 1437’de, Çek Jan Hus hareketinin doğruca etkisiyle Transilvanya ve Kuzey Macaristan’da köylü isyanları baş gösteriyor; Taborlular gibi bu asiler de mülklerini müşterek hale koymaya teşebbüs ediyorlarsa da onlarınkine benzer bir güçlü askerî örgütlenmeyi gerçekleştirmeye vakit bulamıyorlar. Köylülerin zaafı ve saf itimatları bunları, mağlûp ettikleri feodallerle anlaşmaya sevk ediyor. Bu sonuncular anlaşmayı bozmak için fazla beklemiyorlar ve isyan, acımasızca bastırılıyor.
XVI. yy.ın başında Macar köylüsünün durumu tam bir perişanlık ve sefalet manzarası arz ediyordu, feodal sömürünün yükü taşınmaz olmuştu. Feodal aleyhtarı köylü ihtilâli, bir kıvılcım bekliyordu. Ayaklanma, Türklere karşı bir Haçlı seferi tertipleme girişimi sırasında bahanesini bulmuştu. Sefere katılacak köylülere azat edilecekleri vaat edildi. Bunlar da kitle halinde efendilerini terk edip Haçlılara iltihak ettiler. Bunun üzerine soylular, kralı, köylülerin askere alınmasını men etmeye zorladılar ve köylüler efendilerinin topraklarına dönmeye zorlandılar: Mayıs 1514’de genel köylü isyanı patlak verdi. Georg Dosza’nın kumandasında asiler birçok zafer kazandılarsa da sonunda savaş talihi, feodaller lehine döndü. Bu sonuncular isyanı zulüm ve gaddarlık ve kan gölünde boğdular. Macaristan bu sosyal koşullar altında 1526’da Osmanlı Devleti’ne teslim olmuştu.[2]
* *
Daha X. ve XI. yy.dan itibaren sınırlı hacimde manastır ve senyörlükler Romanya’da görülmeye başlanıyordu. Feodal ilişkiler özellikle komşuların, Kiev Rusya’sı, Bulgaristan ve bir ölçüde de Macaristan’ın etkisiyle teşekkül ediyordu.
XIV. yy.da Moldavya ve Eflak büyük toprak ağalarının (boiar’larının) asrı oldu. Bunların mülkü çoğunlukla serfler tarafından işleniyordu. XIV. ve XV. yy.lar boyunca bunların da çoğunluğu, ya özel senyörlerin, ya da hospodar (voyvoda)ların serfi haline gelecekti. Romanya köylüsü kullaşmaya şiddetle karşı koyuyordu. Onlar da 1437’de isyan bayrağını çekip Macar köylüleriyle birleştiler. Bir başka ayaklanma da 1490-92’de Moldavya’nın kuzeyinde vaki oldu. Bunların da akıbetleri, Macar ayaklanmalarınkinden farklı olmayacaktı.[3]
Daha önce, sözünü ettiğimiz “geç servaj”, özellikle Moldavya ve Eflak’ta olmak üzere, Romanya’da en tipik örneğini yaşamıştır. O kadar ki bu iki Rumen eyaletinde köylü toplulukları arasında, XX. yy.ın ortasına kadar herhangi bir yerel senyör bilmemiş olarak çıkmış olanlar bile bulunuyor.[4]
Örgütlenmiş Devlet karakterini haiz teşekküllerin Romanya’da varlığına dair ilk belge 1247 tarihli oluyor. Buna göre o günlerde bu teşekküllerin bir savaş gücüne sahip (apparatus bellicus), köylerin tarımsal ürünleri üzerinden öşür alıp bazı angaryalardan faydalanabilen (utilitatum et redditum ac servitiorum) bir aristokrat tabaka’nın (maiores terrae) egemenliği altında oldukları anlaşılıyor.
Evleviyetle iki asır sonra, yani ülke Osmanlı camiasına dâhil olduktan sonra, bu müteaddit sosyal teşekküller tek bir Devlet halinde perçinlenince, voyvoda kendini, topraklarının bağımsız ve mutlak hâkimi ilân edince, işbu aristokratik tabakanın status’u açıkça bir “sosyal sınıfınki olmaya başlıyor: egemenliği altında da bir köylüler sınıfı var.
Böyle bir içtimaî teşekkülün niteliği ne olabilir? Bir feodal rejim bahis konusu mudur? O halde “feodal rejim”den ne anladığımızı tekrarlayalım: “Vassal’lık anlaşması, fief, özel tabiatlı kişisel bağlar üzerine kurulu içtimaî ve siyasî teşkilât olmadan, feodal rejim olmaz.”[5]
Ama bazılarına göre de, daha önce (beraber olmamakla birlikte) gördüğümüz gibi feodal rejim, sadece “servaj” bu rejimin farik simgesi olarak, öşür ve angarya sağlama zorunluluğu ile nitelenmektedir.
Romanya, bu ikinci tarife daha uygun gibi görünüyor zira burada servaj var olmakla birlikte fief’ler sistemine rastlanmıyor. Burası bin yıldan fazla bir süredir Roma İmp.dan kopmuştu. Burada ne köleci veya kolonlu büyük mülkler, ne de büyük yerel malikler sınıfı vardı. Bu itibarla Batı feodalizminin içtimaî mukaddematı burada tümden yoktu. Dolayısıyla da buranın ilk Devletlerinin sosyal tabiatını teşrih edebilmek için başka bir kuramsal şemaya başvurmak gerekiyor. Feodalizm tabirine ne mana verilirse verilsin, şimdilik onu bir kenara bırakıp olguların kendilerini tahlil edelim. Benimsenebilecek kuramsal şema, aşağıdaki verileri hesaba katacaktır:
a) Rumen tarihinin fecrinde, eski mahallî “reislik”lerden neşet etmiş bir “knez-kinyaz”[6] ve “voyvoda”lar kabile aristokrasisinin idaresinde, konfedere büyük kabileler halinde örgütlenmiş köy cemaatlerinin varlığı; b) bir göçebe fatihin varlığı; bu fatihin, bütün büyük imparatorluklarında uyguladığı sistem mucibince sadece vergi tarhı suretiyle bu köy cemaatlerini sömürmesi; her ne kadar elde yazılı belge bulunmuyorsa da Moğolların Asya ülkelerinde, Altın Ordu’nun Rusya’da uyguladıkları vergi tarh şekilleri biliniyor.
Göçebe fatihler, fethettikleri her ülkede “prédateur” (şikâr-ganimet’le yaşayan) Devletler tesis ederlerdi. Bozkırın süvarisi toprağa el atmaz, kendi öz âdetleri mucibince yaşamasına müsaade ettiği mahallî sekeneyi sadece ekonomik hayatın bütün şekillerine şamil bir vergi istismarına tâbi tutardı: yerel, uluslararası ve transit ticaretinden, büyük nehir balıkçılığından, tuz ocaklarından, “kent”lerin tüm hirfet ürünlerinden, rüsum, tarımsal üretimden de tahıl ve hayvan olarak vergi tahsil ederdi; bunun dışında bu insanları iktisadî olmayan angaryalara da mecbur tutardı: yolların, müstahkem mevkilerin inşa ve bakımı, yollar üzerinde menzillerin tesisi ve işlerliğinin idamesi, bu aynı yollar üzerinde insan ve mal taşıma angaryaları.
Birbirini takip eden dalgaların aralığına göre işbu “prédateur Devletler”in hepsi, birbirlerini istihlâf ederek, “ikame Devletleri” karakterini iktisap ediyorlardı ve her yeni gelen, selefleri tarafından yerli yerine oturtulmuş sistemi tevarüs ediyordu.
Bu koşullar altında yerli halkla göçebeler arasında bir ethnik kaynaşma vaki olmazdı. En çok yerel aristokrasiyle göçebe şefler takımı arasında bir symbiosis bahis konusu olabilirdi: Yerel soylular, göçebeler (ve tabii biraz da kendilerinin) hesabına vergileri tahsile memurdular ve bunun ötesinde de işbu vergilerin girişinin kefiliydiler. Bu mahallî idareciler böylece bir sınıfa dönüşebilmişlerdi ve de Turanî “boyarlar” adını almışlardı.
Son Turanî dalgaların, Peçeneklerin, Kumanların… geri çekilmelerinden sonra bu mahallî boyarlar eski efendilerinden kendi haklarını “geri alarak”, göçebe fatihlerin bıraktıkları Devlet sisteminde kendilerini onların yerine ikame ederek bu vergileri bu kez kendi hesaplarına tahsil edeceklerdir.
Bu boyarlar takımı hiçbir zaman bir metbu-vassal… rütbeler silsilesini haiz bir sınıf oluşturmamış olup Rumen devlet teşekkülü karakterinin feodalizmle hiçbir ilişkisi olmamıştır.
Boyarların merkezî domni teşkilâtının varlığı ne konumuzu ilgilendirir, ne de devletin karakterini değiştirecek bir unsur oluşturur. Ortada sadece vergi şeklinde tecelli eden bir istismar vardır ve bunun Devlet’in başının, yani muharipler sınıfının şefinin itibarî mülkiyetinin dışında hiçbir toprak mülkiyeti temeli yoktur. Voyvoda, “muhariplerin başkanı” demek olup bunun ülkenin hâkimi olması için toprağın sahibi olmaya ihtiyacı yoktu. Böylece de henüz tek parçalı büyük mülk sahibi olmayan, muafiyetleri haiz ve bir merkezî yetkeyle rekabet halinde bulunmayan bu sınıfın ekonomik temelini simgeleyen tek husus, müşterek mülkiyetli köylerin sırtından geçinmesinden ibaretti. Boyarlar başlangıçta birkaç köyün “ağa”sı olmaktan ileri gitmemişlerdi. Bazı öşür ve angarya haklarına sahip, göçebelerin vazetmiş oldukları vergi sisteminin vârisleri olmuşlardı. Başları zamanla dikleşecekti.
Köylerinin tümden hâkimiyetini iktisap edecekleri müteakip aşamada bu boyarlar sınıfının sosyal statüsünü anlamak için bu köy cemaatlerinin nasıl idare edildiklerini, yani köy heyetlerinin hak ve görevlerinin ne olduklarını bilmek gerekir. Bu sonuncuların statüsü ile boyarınkinin koşutlaştırılması köylerin feodal fetih mekanizmasının izahına büyük katkıda bulunacaktır.[7]
İlerde, Osmanlı sosyal yapısının tahliline giriştiğimizde sözünü edeceğimiz “Asya despotizmi”ne bu vesileyle şimdiden kısaca değineceğiz, ister istemez işe, üstünde çok tartışılan, ama galiba kimsenin de kesin olarak betimleyemediği “Asya tipi üretim tarzı” kavramı da karışacak.” …Bu son derece dağınık tarihî şekil ve dönemleri tek bir fasıl başı altında birbirine karıştırmak, feodalizm kavramının sınırsız teşmilinin ortaya çıkardığı aynı bir reductio ad absurdum’la sonuçlanır: bu denli mütezad uygarlık düzeyinde bu kadar çok farklı sosyo-ekonomik teşekküller tek bir üretim tarzı altında toplanacak olursa, tarihin temel ayrılık ve değişmelerinin tümden, Marksist üretim tarzları kavramıyla hiçbir ilişkisi olmayan başka bir kaynaktan iştikak etmeleri gerekir. Düşünceler enflasyonu, sikkelerinki gibi, sadece kendi devalüasyonlarına götürür.”[8] diyor. P. Anderson ve ekliyor, dipnotunda: “İşbu confusionism’in -temyiz ve tefrik edilemezlik hali- en had şekli, şüphesiz, bir Marksist’in eseri değil, az çok bir Spencer’ci uzantıdır: K. Wittfogel’in Doğu despotizmi. Her türlü tarihî anlamdan yoksun bu kaba ahenksiz musiki (charivari), İmparatorluk Roma’sını, Çarlık Rusya’sını…, Sung Çin’ini…, Memlûk Mısır’ını, İnkalar Peru’sunu, Osmanlı Türkiye’sini ve Sümerli Mezopotamya’yı, Bizans ya da Babilonya, İran ya da Hawai’yi karmakarışık halde birbirinin içine sokmaktadır.”
Devam etmeden önce, öyküsünü anlatmış olduğumuz[9] bir tarihî olayı hatırlatalım. Çinlilerin T’u-kiu tesmiye ettikleri Gök-Türkler, tarihte ilk kez Çin ülkesinden Bizans sınırına kadar uzanan toprak şeridinin vahdetini gerçekleştirmişti. Reisleri Bumin’i (VI. yy.), Bizanslı müverrih Theophilaktos Simocatta “Chaganus magnus, despota septim gentium el dominus septim mundi climatum”, yani “Büyük kağan, yedi ulusun despotu ve yedi cihan ikliminin hâkimi” unvanı ile anıyordu. Simocatta “despot”la neyi kastediyordu? Bu, o çağın terminolojisine göre “mutlak kral” mı demekti?
Eğer öyle ise, terim yerini bulmuş demektir.
Bu mülâhazaları şimdilik bir yana bırakarak irdelemekte olduğumuz “Doğu” ülkeleri sosyal formasyonunun bir “Asya despotizmi” ile izah edilip edilemeyeceğine kısaca bakalım.
Bu formasyonlar, bildiğimiz gibi başlarda “feodal” değillerdi. Köleci hiç değillerdi. “Asya despotizmi”ne gelince bu sistem, bir takım bariz özelliklerle belirlenen bir sosyal yaşamı ifade eder ki bu özelliklerin başlıcaları şunlardır: Bir mutlak Devlet gücü; bu gücün görevi, ekonomik amaçlı bir idareye işlerlik vermektir, ezcümle bir sulama kanalı şebekesinin inşa ve bakımı. Yani bu bir “hidrolik” toplum olup bu düzen hiç değilse bunun gün gördüğü ülkelerde caridir. Sonradan “marjinal bölgeler”e yayılmıştır. Bir idareciler sınıfı, bir “bürokrasi”; köy cemaatlerince oluşturulmuş bir ekonomik temelin varlığı.[10]
Hâlâ Rumen alanında bulunduğumuzu hatırlatarak devam edelim. Ekonomik temel olarak bu alanda köy cemaatleri varlığının dışında, bu mezkûr özelliklerin hiçbiri bölgenin tarihine uymamaktadır. Voyvoda mutlak bir despot değildi; su işleri nevinden yerine getirilecek hiçbir iktisadî görevi yoktu; elinin altında bir bürokratik sosyal sınıf yoktu. Rumen domnie’si, kendine özgü (sui generis) bir formasyondu. Başkasına bağlı (cizyegüzar) bir rejim bahis konusuydu. İç bünye tahlili bakımından, ortada olan “fetih” keyfiyeti bir ulusun bir başkası tarafından inkıyat altına alınması manasında değildi: boyarlar, köylüler gibi, hep Rumen ırkındandı.
Bununla birlikle göçebe fatihler hesabına ve bir fatih Devlet yetke ve haklarına ikame suretiyle bir “fetih” bahis konusuydu.[11] Osmanlı da, bu “göçebeler” arasında zikredilecektir, bu tarihçilerin kaleminde…
XV.yy.ın sonlarına doğru boyarlar köylü cemaatlerini tümden feodal “mülk” haline dönüştürme işini bitirmişlerdi. Bölünmez köy müşterek mülklerine, bunları doğruca işletmek üzere el atmışlardı. Amaçları her gün daha fazla mal, hayvan ve tahıl üretmekti. Böylece de kendilerine Devlet’ler bağımsız bir iktisadî temel sağlamayı, kamu yetkilerinin peşine düşmeyi başarmışlar; Türklere yanaşarak voyvodalarının karşısına dikiliyorlar ve gereğinde ülkülerine ihanet etmekten çekinmiyorlar ve böylece de eski Domnie’yi “aristokratik oligarşi Devleti”ne dönüştürüyordu; voyvoda artık bir primus interpares’ten ibaret, boyarların çıkarlarına hizmet ettiği sürece hiçbir yetkisi olmayan mevhum bir güç olarak kalmıştı. Türkler (Osmanlılar), kendilerinden önceki göçebe egemenlerin eski “prédateur Devlet”ini bir nevi ihyası mahiyetinde olan yeni bir vergi yoluyla istismar şekli ihdas etmişlerdi ve bu yöndeki buyruklarının muhatabı voyvoda oluyordu.
Böylece de XV. yy.ın sonuna doğru, nihayet Devlet’i ele geçirmiş ve angarya yoluyla yürüttükleri işletmelerin sahibi olan boyarlar, köylülerini serf haline getirmişlerdi. Köylü cemaatleri her türlü haklarından yoksun bırakılmış, köylüler, yazı-köle olarak, ağalarının keyfine göre satılıp alınabilir hale gelmişlerdi.
Sınıf olarak boyarların vermiş oldukları bu mücadele, köy müşterek mülkiyeti sosyal sisteminin tedricî dağılmasıyla son bulmuştu. Bunun başlıca aracı, cemaat mensubu her köylüyü, eskiden müşterek topraktan faydalanma hakkını veren irsî mülkü, delnita, ile bağlarının koparılması olmuştu. Yani bu köylü cemaati serfliğe, eski köleci ve koloncu latifundiyalarınkinden tamamen farklı bir yolla getirilmiş oluyordu. Kölelikten kolonluğa ve sonra da zaman ilerledikçe yumuşayan bir serfliğe geçiş yerine tamamen aksi yönde bir süreçle karşılaşıyoruz: Bağımsız, hür ya da yarı hür bir köylü formasyonları kitlesi, tedricî olarak serileştiriliyor.
Bu koşullar altında hangi anlam ve hangi dönemde bir “ikinci servaj”dan söz edilebilir? Bu “ikinci” servajın “gecikmiş”, Avrupa kronolojik sırasına göre bir “ikinci” servaj olduğunu hemen hatırlatalım. Yani kaybolup yeniden çıkmış bir servaj bahis konusu değildir.[12]
Gerek Osmanlı egemenliği altına girmiş, gerekse çeşitli vesilelerle (ticaret, savaş) Osmanlılarla sıkı temas halinde bulunmuş Doğu Avrupa ülkelerinde, ezcümle Doğu Prusya, Polonya, Avusturya, Macaristan, Romanya…da, ters yoldan gelinmiş bir “geç” feodalizm ve bunun temel niteliği olan servaj ve angarya sistemi bahis konusudur. Buralarda da bu sistemin sonradan nasıl kalktığının, köylülerin hürriyetlerini “satın almaları”nın, Romanya’da Mavrokordato’nun köylüleri “azat” etmesinin öyküleri konumuzun dışında kalır. Biz sadece Osmanlı sosyal yapısının teşekkülünde etki açısından dahli bulunması melhuz ülkelerin toprak mülkiyet şekillerini gözden geçirmekle yetiniyoruz.
Gerçekten Osmanlı İmp., Avrupa kıtası üzerindeki varlığı boyunca ayrı bir sosyal formasyon olarak kalmıştır. Babıâlî’nin idaresindeki Balkanlar da dolayısıyla, Avrupa’nın genel görünümünün dışında kalacaktı. Bu Türk Devleti’nin hukukî yapısı ve dinamiği, Avrupa mutlakıyetçi devletler yelpazesiyle arz ettiği tezat itibariyle ciddî mana ifade etmektedir. Osmanlı düzeni ayrıca, Balkan yarımadasının Geç Ortaçağ krizinden sonra Doğu Avrupa’nın geri kalan ülkelerinden tümden farklı bir model içinde gelişmesinin temel izahını teşkil eder.
İbni Haldun’un sözünü ettiği İslam tarihinin göçebe asabiyya ile kentsel ferâğ’ının mütenavip safhaları P. Wittek’de dolaylı olarak yankı yapıyor: İbni Haldun, kentsel uygarlığın göçebe fatihe karşı koymadaki aczi ile göçebe uhuvvetin kentsel tefessühün üstesinden gelememesini, devri devlet kuruluş ve çözülüşünün sebebi olarak görüyor. Bu mütenavip safhalar, ona göre, karşılıklı olarak, telif edilemez durumdaydı. Wittek ise Osmanlı Devleti kuruluşunu işbu düsturun ince bir taklibi şeklinde takdim ediyor; İslâmî siyasî gelişmesinin mezkûr mütezat prensipleri ilk kez bir yapısal ahenk içine giriyor: Gazi geleneği ile Eski İslâmî prensipler mezcoluyor.[13]
Devam etmeden önce Wittek’in bu tezinin, ilerde göreceğimiz gibi, bugün artık geçerliliğini yitirmiş bulunduğunu önemle belirtelim.
“Bu Asyalı devin tabiatı neydi? Dış hatları çağdaşı olan Avrupa mutlakıyeti ile garip bir tezat teşkil ediyor. Osmanlı despotizminin ekonomik temel taşı, toprakta özel mülkiyetin tümden mevcut olmayışıydı.[14] Bu keyfiyet, uzun bir geleneğe uyarak Marx’ın ‘Asya despotizmi’ tabir ettiği bütün şekillerin başlıca niteliğiydi. Bernier’nin ünlü Mughal Hindistan tasvirini yorumlayarak Engels’e ‘Bernier haklı olarak Doğu’da -Türkiye, İran, Hindistan’ı kastediyor- tüm olguların temelini toprakta özel mülkiyetin bulunmayışına bağlıyor. Bu, hakikî anahtardır, Doğu cennetine bile’ diye yazıyor… İmparatorluğun (Osmanlı) bütün ekin alanlarıyla çayırları, vakıflar dışında, Sultan’ın mevrûs şahsî malı olarak telâkki edilirdi. Osmanlı siyasî kuramına göre, hükümranlığın en önemli niteliği Sultan’ın, Devlet sınırları içindeki bütün zenginlik kaynaklarını, öz Şâhâne Mülkü olarak, istismar etme sınırsız hakkıydı. Bunun sonucunda da İmparatorluk dâhilinde müstakar, irsî bir asalet var olamazdı zira bunu tesis edecek mülkiyet emniyeti yoktu. Zenginlik ve şeref gerçekten Devlet’le kaimdi (ondan ayrılmazdı-coterminous) ve rütbe basitçe, onun içinde işgal edilen mansıpların bir işleviydi…”[15]
Avrupa feodalizminde düşünülemeyecek bir kul müşterek hükümranlığı’nın (synarchy) garip paradoksu, Osmanlı despotizminin bütün sosyal sistemi içinde mantıkî izahını bulur zira toprak üstünde özel mülkiyetin yokluğu ile Devlet’in insanlara tesahup etmesinin yüceliği arasında bir yapısal bağ bulunuyordu. Gerçekten, toplumun temel zenginlik kaynağı üzerinde kesin hukukî tasarruf hakkı telâkisi askıya alınınca, insan gücü alanında mülkiyetin beylik manası da aynı şekilde yumuşar ve değişir. Bütün toprak, Babıâlî’nin tasarrufunda olduktan sonra Sultan’ın beşerî mülkü olmak zillet sayılmaz: “Kulluk” artık “hürriyet”in zıddı olarak değil de Saray’a yakınlık olarak tanımlanır oluyor, beraberinde tam bir dış yasaya tâbiiyet (heteronomy) ve çok geniş imtiyaz ve kudretle birlikte.[16]
Marx’ın “Asya tipi üretim tarzı” üzerindeki yorumları, aşağıda göreceğimiz gibi, birçok meselenin ortaya çıkmasını mucip oluyor. Şimdilik onun Osmanlı Devleti için kullandığı “despotizm” tabirinin kesinlikle geçici ve sadece tasvirî manada alınacağını[17] belirtelim. “Bir ılımlı hükümet (idare) istediği kadar, tehlikesizce, yaylarını gevşetebilir: O, yasaları ve kendi öz gücüyle durur. Ama bir despotik idarede hükümdar bir an kolunu kaldırmayı bırakacak olursa, üst makamların sahiplerini anında yok edemezse, her şey kaybolur: Zira idarenin, korku olan silâhı yok olacak olursa, halk koruyucusuz kalır. Muhtemelen bu anlamda olarak bazı kadılar Sultan’ın, yetkesini sınırlayan yemin ya da sözünü tutmak zorunda olmadığını iddia etmişlerdir. Halkın yasalarla, büyüklerin Sultan’ın keyfine göre muhakeme edilmesi gerekir; halktan en sonuncu kişinin kellesi emniyette, paşalarınki her zaman tehlikede olmalıdır…”[18] diyor Montesquieu. Osmanlı da zaten böyle yapmıştı…
*
* *
Tımar sistemi hiçbir zaman uzak Arap ülkelerine tam olarak teşmil edilmemiş olup Mısır, Bağdat ve Basra ve Acem Körfezi ülkelerinde tımarlı arazi bulunmayıp buralara Yeniçeri birlikleri yerleştirilmiş; bu ülkeler merkezî Hazine’ye yıllık bir sabit vergi öderlermiş. Tımar müessesesi, Rumeli ve Anadolu “Anavatan topraklarında, özellikle Rumeli”de yaygın olmuş.
“Timarlû ve zaim’ler, Osmanlı İmp.da bir şövalye sınıfına en yakın benzerliği temsil ederdi. Ama timar arazisi hiçbir anlamda gerçek fief değildi. Her ne kadar sipahi’ler kendi bölgelerinde Padişah adına bazı idarî ve zabıta görevlerini yerine getirmişlerse de timar’ları üzerinde çalışan köylüler üzerinde hiçbir feodal senyörlük icra etmemiş, bunların üzerinde hiçbir kazaî hakka sahip olmamışlardır: Bunlar esas itibariyle tarımsal ekonominin dışında olmuşlardır. Gerçekten köylüler, ekip biçtikleri toprakların tasarrufu hususunda irsî emniyeti haizken timarlû bundan yoksundu: Timar’lar, verasetle intikal edemezdi ve her yeni Sultan’ın cülûsunda, sipahinin buralara iyice yerleşmesini önlemek üzere, timar’lar yeni baştan dağıtılırdı. Hukuken ona takaddüm eden pronoia sistemine yakın olup timar’lar Rûm sisteminden vüsat itibariyle çok daha sınırlı ve merkezden çok daha sıkı denetim altındaydı. Osmanlı İmp.da Rumeli ve Anadolu’da işlenen arazinin yarısından azından ibaretti; gerisi (vakıflar dışında) doğruca Sultan’ın, hanedan ya da Saray’ın yüksek memurlarının kullanımına tahsis edilmişti. Timarlû zümresi böylece de bu dönemde idarî nizamın başlıca rüknü olup hem iktisaden, hem de siyaseten tâbi durumdaydı.”[19]
“…(Gayrimüslim reâyâ için) Hristiyan prensler zamanında mevcut olan çalışma mükellefiyeti azaltılmış ya da ilga edilmişti. Köylülerin konut değiştirme hakkı denetim altında tutulmuş olmakla birlikle tümden kaldırılmamıştı… Böylece XV. ve XVI. yy.larda Balkan köylüsü birden bire, Hristiyan idarecilerinin artan zillet ve senyörlük istismarından kendini kurtarmış olarak ve o çağlarda Doğu Avrupa’nın herhangi bir yöresine göre birçok bakımdan, tezat teşkil edecek derecede daha yumuşak ve daha hür bir sosyal ortam içinde kendini bulmuştur.”[20]
“Osmanlı idaresinin doğruca idaresi altında bulunan bütün bölgelerde… Kanûn-i Osmanî’nin öngörmediği her türlü vergi ilga edilmişti. Sadece Sultan’ın fermanı herhangi bir gelir ya da imtiyazı tayin edebilirdi… Böylece de Osmanlı rejimi, feodal ademi merkeziyet yerine bir merkezî idare, feodal senyörlerin keyfi vergi ve imtiyazları yerine genel nizamlar tesis etmiştir… Örneğin Sırp kralı Duşan’ın yasası köylüyü senyörüne haftada iki gün hizmete mecbur ederken Osmanlı nizamnameleri reâyâ’nın yılda sadece üç gün sipahi’nin toprağında çalışmayı derpiş etmiş. Mahallî yetkelerin sömürüsüne karşı köylünün korunması, Osmanlı idaresinin temel prensibi olmuştu…”[21]
Her ne kadar İnalcık daha sonra verdiği sipahiye hizmet miktarında bazı değişik rakamlar zikrediyorsa da[22] Balkan köylüsünün göreceli olarak nefes alabildiği bir vakıadır.
“Balkan köylüsünün kaderi onun geleneksel senyörlerininkiyle tezat teşkil eder. Türk fethinin ilk aşamalarında, Balkanlar’da, mahallî Hristiyan aristokrasisinin bazı bölümleri Osmanlılar tarafına geçmiş, çoğu kez onlarla birlikte, vergiye bağlı müttefik ve yardımcı olarak, dövüşmüştü. Bu işbirliği Sırbistan, Bulgaristan, Eflâk ve sair yerlerde vaki olmuştu. Ama Osmanlı gücünün Rumeli’de pekişmesiyle, bu senyörlerin geri kalmış muhtariyeti de son bulmuştu. Birkaçı, özellikle Bosna’da, ihtida edip Osmanlı idareci sınıfına karışmıştı. Bazılarına, ihtida vaki olmadan da, yeni toprak nizamı içinde timar tevcih edilmişti. Mamafih Hristiyan sipahinin sayısı fazla olmayıp toprakları da genellikle mütevazı ölçüde ve az gelirli olmuştu. Birkaç nesil zarfında bunlar tamamen ortadan kalkmışlardı. Böylece Balkanlar’ın çoğu yerinde mahallî ethnik soylular kısa sürede bertaraf edilmiş olup keyfiyet, bölgenin müstakbel sosyal gelişmesi bakımından büyük sonuç doğuracaktı. Tuna’nın ötesinde, sadece Eflâk, Moldavia ve Transilvania’da, Osmanlı Sultanlığı hiçbir zaman doğruca işgal ve idareye tevessül etmemişti. Eflâk ve Moldavia’da, yerli köylünün siyasî vahdet ve ekonomik inkıyadı aşaması içinde henüz ortaya çıkmış olan yeni Rumen boyar sınıfına topraklarını ve yöresel yetkesini, İstanbul’a ödenecek aynî bir ağır yıllık vergi karşılığında, muhafaza etme izni verilmişti. Transilvania’da Macar toprak ağalarına çoğunlukla kendilerine yabancı Rumen, Saxon ve Szegetli bir ethnik halk üzerindeki egemenlikleri bırakılmıştı. Bunların dışında Güney-Doğu Avrupa’da Osmanlı idaresi Balkanlar’ı yerel soyluluktan tamamen temizlemişti. Yerli sosyal sistemlerin bu derin değişmesinin nihaî sonuçları çapraşık ve mütezat olmuştu.”[23]
XVI. yy.ın ilk çeyreği içinde Machiavelli, ünlü “Hükümdar”ını kaleme alıyordu (1513). Onu, dört yıl sonra, Papa’nın amirali A. Doria ile kıyı kenti Civitavecchia’da donanmanın kullanılması hususunda istişarede bulunmakla görevli olarak da görüyoruz… o, Türkleri biliyordu ve şöyle kıyaslamıştı eserinde “Türkiye” ile “Fransız krallığını”, İskender’in ölümünden sonra, onun fethetmiş olduğu Dara’nın ülkesinin neden onun haleflerine isyan etmediklerini anlatırken:[24]
“Yeni fethedilmiş bir devleti muhafaza etmenin zorluğu mülâhaza edildiğinde, Büyük İskender’in ölümünden sonra olup bitenlere şaşılabilir… İmparatorluğun, ölümünden faydalanarak isyan etmesi muhtemeldi; bununla birlikte halefleri burada tutundular…”
“Bütün bunlara, bilinen ve anısı devam eden tüm prensliklerin iki farklı şekilde idare edildikleri yanıtını vereceğim: ya bir hükümdar ve ona, bir ihsan ve imtiyaz karşılığında vezir olarak hükümet etmede yardım eden kullar; ya da bir hükümdar ve rütbe’lerini (unvan) hükümdarın lûtfundan değil, soylarının eskiliğinden alan baronlar; bunların ülkeleri ve kendilerine ait tebaaları olup bu sonuncular onları senyörleri olarak bilirler ve onlara doğal bir muhabbet beslerler.”
“Bir hükümdar ve kullar tarafından idare edilen devletlerde hükümdar çok daha büyük bir yetkeye sahiptir şöyle ki ülkesinin her yerinde sadece o üst olarak bilinir ve tebaası başkalarına itaat edecek olurlarsa bunlar, tebaanın hiçbir kişisel bağlılık duymadıkları vezir ya da memurlarıdır.”
“Günümüzde her iki tür idareye örnek olarak Türkiye ile Fransa krallığı zikredilebilir.”
“Bütün Türkiye tek bir efendi tarafından idare edilir ve bütün öbür Türkler onun kulları olup o, imparatorluğunu birçok sancakla bölmüş olarak buralara canının istediği gibi değiştirip geri çektiği valiler gönderir.”
“Fransa’da aksine, kral, kadim soylu bir sürü senyörün ortasında bulunur, bunlar tabilerince sevilirler ve kralın, kendisi için tehlike yaratmadan refedemeyeceği özel imtiyaz sahibidirler…”
Evet, Mahiavel Türkleri ve Osmanlı idarecilerinin elindeki ordunun o günlere kadar başka yerde eşi görülmemiş türden olduğunu biliyordu: Hiçbir başka hükümdarın her an sefere hazır meslekten, ordusu yoktu.
Ondan altmış yıl sonra Bodin, Fransa’da Din Savaşları’nın sancıları arasında, tebaasının kişi ve mallarına saygılı monarşilerle bunlar üzerinde sınırsız hâkimiyete sahip imparatorluklar arasındaki siyasî tezadı belirtiyor (Les six livres de la République): Bunlardan ilki, Avrupa Devletlerinin “kralî” hükümranlığını; öbürü de Osmanlı Devleti gibi, Avrupa’ya esastan yabancı, despotizmin “muhteşem” gücünü temsil ediyor. “Türkler Kralı” diyor Bodin, “Grand Seignor – Büyük Senyör” adıyla anılıyor, ülkesinin genişliğinden değil, zira İspanya Kralı’nınki onunkinden on kat daha büyüktür, ama onun tüm mülk ve şahıslarının, mutlak efendisi olduğundandır. Sadece sarayında yetiştirilip eğitilmiş olan hizmetkârlara kul denir. Ama tebaasının mutassarıfı bulunduğu timarlû’lar doğruca onun müsamahası sonucu timar sahibi olmuşlardır; bu ihsan her on yılda bir yenilenecek olup ve ölümleri halinde vârisleri onun sadece menkul mallarını tevarüs edebilirler. Avrupa’nın hiçbir yerinde böyle muhteşem bir monarşi yoktur…”[25]
Aynı şekilde, XVII. yy.da Bacon, Avrupa ve Türk sistemleri arasındaki temel farkın, Osmanlı Devleti’nde irsî aristokrasinin bulunmayışında görüyor (The Essays on Councels Civil and Moral, London 1632, s. 72). Yirmi yıl sonra, Stuart monarşisinin devrilmesini müteakip cumhuriyetçi Harrington, tezadın ağırlığını Osmanlı İmp.nun ekonomik temeli üzerine kaydırıyor ve bunu Türk ve Avrupa Devlet’leri arasında esas ayırım çizgisi olarak telâkki ediyor (The Commonwealth of Oceana, London 1658, s. 4-5): Sultan’ın topraklar üzerindeki hukukî tekeli, Babıâlî’nin gerçek alâmet-i farikasıdır…[26]
Daha o günlerde bile Türkiye’nin kendilerinden farklı, “başka bir şey” olduğunun farkına varmışlar, Avrupalılar. Devam edelim.
*
* *
1070’in ilk günlerinde Bizans İmp.nun askerî bakımdan tümden çökme sınırına geldiğini görüyoruz. Hemzaman Malazgirt ve Bari (1071) felâketleri sonucu, Küçük Asya ile Güney İtalya’daki son toprakları da elden çıkmıştı. Bulgarlarla Sırplar başkaldırmışlardı ve Paristrion thema’sının kumandanları, hükümetin buğday ticaretini bir devlet tekeli haline getirme kararına kızarak istiklâllerini ilân etmişlerdi: İmparatorluk iki kanadından da olmuş, artık doğruca kalbinden, Balkan Yarımadası’ndan tehdit ediliyordu.
Devam etmeden önce çok önemli gördüğümüz bir hususu hemen vurgulayalım: Bunca yenilgi, zaaf belirtisi, umutsuzluğa rağmen Devlet, salt merkezî güç prensibinden fedakârlık etmiyordu, sonuna kadar da etmemişti!…
Şimdi Bulgaristan için anlatacaklarımız aslında Bizans tarihinin bir parçası olup burada geçecek olan ıstılahlara ilerde açıklık getirilecektir.
Her şeye rağmen Byzantium, dikkate değer bir askeri ve diplomatik çabayla durumu kurtarıp Tuna’yı, etkin bir limes olarak, daha bir yüzyıl elde tutmayı başaracaktır. İmparatorluk bunu büyük ölçüde, becerikli bir asker ve diplomat olan Alexis Comnenus’a (1081-1118) borçluydu.
Bizans, VII. yy.ın başlarında da böyle bir buhrana sürüklenmişti ve Kuzey sınır, Avar-Slav istilâlarının baskısıyla tümden çökmüştü. Ama bu kez, o zaman durumu kurtarmaya hadim olmuş iç kaynaklarla siyasî salâbetten yoksun olarak olaylara karşı koyma zorunluluğu vardı. Küçük askerî toprak tasarruflarının zeval bulması, özel toprak sahiplerine bağışıklık hakları tanıma eğiliminin artması, sürekli malî buhran ve İtalyan bahrî cumhuriyetlerinin Bizans ticaretinde her gün artan rolleri hemzaman olarak, imparatorluk dokusunun kalıcı şekilde yeniden bina edilmesini imkânsız kılıyordu. Gerçi Alexius, devletin başındaki üç büyük musibeti, ezcümle Norman istilâsı, Birinci Haçlı Seferi ve Peçeneklerin saldırılarını def etmeye muktedir olmuştu. Aynı zamanda da Paristrion (Aşağı Tuna ile Balkanlar arasında, başka adıyla Paradunavon) thema’sında Bizans sultası iade edilmişti.
XI.yy.ın ikinci yarısından itibaren, Bizans İmp.nun sair yerlerinde olduğu gibi Bulgaristan’da da Batı Avrupa feodalizmine benzer bir siyasî ve iktisadî münasebetler dizgesinin zuhuru fark ediliyor. Bunun farik alâmeti pronoia olup bunda mülkün (genellikle toprağın) hükümetçe nüfuzlu sivil kişilere, çoğu kez de askerî hizmet karşılığında, tüm gelirleri ve idarî haklarıyla birlikle devredilmesini tazammun eden bir tasarruf yöntemiydi. Bu emlâkin mutasarrıfları çoğu kez onları vergiler ve sair kamu mükellefiyetinden bağışık kılan imtiyazlarla da donatılmışlardı. Bulgaristan’da Ohri başpiskoposununkilerle Rodoplar’daki Backkovo manastırınınkiler gibi büyük kilise emlâkinin yanı sıra, geç XI. ve XII. yy.larda, özellikle Trakya ve Makedonya’da Bizans aristokrasisi tarafından yönetilen lâik pronoiai’ler yaygındı. Bu gelişmenin, Bulgarların Bizanslı efendilerine karşı tutumları üzerindeki etkisini ölçmek kolay olmayacaktı. İlk bakışla, zor zamanlarda hürriyetlerinden feragat edip toprak ağalarının serfi haline gelen köylülerin, hiç değilse onları açlıktan ölmekten kurtaran yeni statülerini bir çare olarak gördüklerinde şüphe yoktu. Ama XI. yy.ın kararsız koşulları altında, özellikle hükümetin vergi tahsilâtını iltizama vermek suretiyle toprak ağalarına köylüler üzerinde fiilen sınırsız yetki tanıması sonucu bunların ekonomik durumları her gün daha kötüye gidiyordu. Bunların ve Bulgar toplumunun öbür sınıflarının gözünde Bizanslı pronaia sahipleri, çoğu kez yabancı sömürücü olarak görünmüş olmalıydı.[27]
1185’de Bulgaristan Bizans’la bağlarını koparınca boiar’lar, merkezî yetkeyi zayıflatmaya yeltenmişlerse de Kalojan (1197-1207), küçük senyörlerin desteğiyle bunların hakkından gelmişti. Ama sonunda bu büyük ağalar onu öldürmeyi başarmışlardı. Sadece kendi çıkarlarını düşünen boiar’ların davranışlarının ilk sonucu, feodal boyunduruğu sıkmak ve ülkeyi zayıflatmak olmuştu. Bogomilism yeniden canlanacak,[28] buna karşı şiddet önlemleri alınacaktı.
XIII. yy.da feodal toprak mülkiyeti, galip rejim şekli olmuştu; muafiyetler günlük sorun halindeydi. Boiar’lar, krallar gibi, tüm eyalet ve kentler üzerinde mutlak surette egemen olmuşlardı.
Devlet çarkının yapısı geniş ölçüde Bizans etkisindeydi. Vergi sistemi alabildiğine şişkindi. Halk, mevaşi, ekinler ve tohumlar üzerinden öşür, ayrıca ocak, öküz çifti ve saire başına vergiler ödemekle yükümlü olup XIII ve XIV. yy.larda aynî ödemeler hâlâ revaçtaydı.
Ordu, boiar’ların kumanda ettikleri birliklerden oluşuyordu. XIV. asırda sadece paralı asker birlikleri doğruca kralın yetkesine bağlıydı.
* *
Sınaat ve ticaret olduğu kadar din de Ortaçağ Sırbistan’ı ile Batı arasında bağ kurmuştu. Sırp Orthodox Kilisesi’nin yanı sıra birçok Latin piskoposluk da Roma’ya bağlı olarak faaliyetini sürdürüyordu. Bütün bunlarda kuvvetli bir siyasî oportünizmi görmek mümkündü: ilk Tâcdâr Stephon’in Roma Kilisesi’ne sadakati Bizans’ın Dördüncü Haçlı Seferi’nden sonra çökmesine tekabül edip Stephen Duşan da Papa’nın dinî hâkimiyetini Türklere karşı “Tüm Hristiyanlığın başbuğu” atanması şartıyla tanımaya hazırdı. Bu Sırp zimamdarlarının birçoğu, Papa’nın üstünlüğünü kabullenmenin Orthodox Kilisesi geleneklerine sadakate ters düşmediği kanısındaydı. Bu kanı birçok Bulgar hükümdarınca da paylaşılıyordu: Bu kişilerin beyninde, Geç Ortaçağlarda dahi, Hristiyanlığın bünyesindeki kesin çatlak kavramı, henüz yer etmemişti.
Kral Stephen Uroş II Milutin’in (1282-1321) saltanatı sırasında Sırp-Bizans ilişkileri tarihinde yeni bir dönem başlayacaktı. Kuzey Makedonya işgal edilmiş olup fethedilen bu arazinin merkezi Skoplje (Üsküp) idi. Bu hareket iki önemli sonuç doğuracaktı. Dağları aşmakla Sırplar, tarihlerinde ilk olarak Tuna ile Ege Denizi arasındaki yüksek araziyi geçecek ve Vardar’ın üst dolaylarını denetimleri altına alacaklardı. Artık bu suyun aşağı kısmında Güney-Doğu’ya, Selanik’e doğru genişleme olanakları doğmuştu; bundan böyle Sırp devletinin siyaseti kesin olarak Bizans İmp.na yönelmişti. Ayrıca, Üsküp’ü alarak Sırplar stratejik konumu ve üstün tahkimatıyla bir ulusal başkente sahip oluyorlardı. Bu kentin Balkan yarımadasında merkezî durumu itibariyle Sırpların bir ayağı Morava-Vardar ticaret yolu ile geniş Grek halkı üzerinde bulunacaktı. Artık Üsküp, bir birleşmiş Balkan imparatorluğunun başkenti olmaya namzetti. Milutin’in Makedonya’da genişlemesi, madencilik ve ticaret yolu ve şişmiş kaynakları ve hırslı toprak aristokrasisiyle ülkede bir ekonomik gelişmeyi mümkün kılıyordu. Artık Sırbistan, imparatorluğun politikasıyla iç içe ve Geç Ortaçağ kültüründe Bizans damgasını taşır olmuştu.
Ve karşılıklı sefaretler, saraylar arasında gelin alışverişleri ve Milutin’e, zapt ettiği yerlerin drahoma olarak bırakılması…
Bütün bunların dışında, çok önemli olan bir husus da, Sırbistan Makedonya’da Bizans topraklarından yonttukça imparatorluğun idari, yasal ve malî kurumlarıyla daha çok temasa gelmesi ve bunları her gün artan ölçüde benimsemesiydi. Zikre şayan bir keyfiyet de Bizans toprağa tasarruf sisteminin ithali olacaktı. II. Basil’in 1025’te ölümünden sonra eski thema dokusu çökmüştü. XI. yy.ın ikinci yarısında hür köylü-asker komünü yerine Bizans İmp.da iki tür toprak tasarrufu revaç bulmuştu: Bir yandan nüfuzlu sivil ve asker kişilerin geniş irsî mülkleri, öbür yandan da önemli, genellikle askerî hizmet karşılığında Bizanslılara ya da yabancılara yönetmek üzere devredilen ve devlet vergisinden bağışık kraliyet mülkleri. İşte daha önce sözünü edip de ilerde üzerinde uzunca duracağımız pronoia, bu ikincisi oluyordu. Ayrıntılarını sonra göreceğiz. Şimdilik bazı sivriliklerini belirtmekle yetinelim.
Verasetle intikal eden pronoia, bir ölçüde Batı’nın fief’ini andırmaktadır; bir “Bizans Feodalizmi”nden söz etmenin yerinde olup olmayacağı sorunu bir yana, pronoia sisteminin öz be öz Bizans menşeli olup hiçbir surette Batı’dan ithal edilmemiş olduğu bir vakıadır. Bununla birlikte toprağın tasarrufu ve askerî hizmet, şatonun ağası ile ona ekonomik bağlarla bağlı köylülerin (paroikoi) teşkil ettikleri çift ilişkiler düzeninin “feodalleşme” sürecinde bir aslî öğe oluşturduklarında şüphe yoktur. İşbu “feodalleşme” süreci, askerî toprak aristokrasisinin gücünü Bizans’ın son asırlarında, merkezî yönetim aleyhine çok artıracaktır.[29]
XIII ve XIV. yy.larda büyük Sırp senyörleri on rakamının katlarıyla sayılan köy ve sayısız sürülerin sahibiydiler. Küçük ve orta senyörler bunların vassal’ları durumundaydılar. Manastırlar her türlü tahminin üstünde zengindiler. Kral, ülkenin en büyük mülk sahibiydi. XIV. yy.ın “Dusanov Zakonik” adıyla bilinen toprak yasası kul köylüleri kesin olarak toprağa bağlıyor, kaçak serfi kızgın demirle dağlıyor, böyle bir kaçağı barındıran hain sıfatıyla cezalandırılıyordu.
Bu çağda Sırp Devleti’nin yapısı kısmen, esas karakterini kaybetmeye yüz tutmuş Bizans’ınkinden mülhemdi. Hüküm sürmekte olan sülâlenin mümessilleri, büyük voyvoda, maliye bakanı (camornik), başpiskopos (sonraları patrik) ve başka etkili senyörler kralın divanını (syncletos) teşkil ediyordu.
Sırbistan’ı kudretinin doruğuna getirmiş olan Etienne Dusan (1331-55) yasası, mutezil (heretic)ler, hırsız ve eşkıyalar için en ağır cezaları emrediyor, bunların gizlendikleri köyler yerle bir ediliyordu.
* *
XII. yy.da Bosna, komşularının tasallutundan kurtulmuştu. Ülkenin Bizans ve Macaristan’a karşı sürdürdüğü mücadele sırasında burada Bogomilism temeli üzerine oturmuş bir özel Kilise teşekkül etmişti. Demokratik bir yapıya sahip olan bu Kilise’nin mensupları zühtleriyle tebarüz ediyorlardı. Macaristan kralları, Bosnalı ağaların desteğiyle, Katolikliği icbar etmeye çalışıyorlardı. Bosna’ya karşı ciddî Haçlı Seferleri tertipleniyordu.
XV.yy.ın 60’larında Türklerin eline geçtiğinde ülke tam bir feodal anarşi içindeydi.[30]rrrtye
* *
Ortaçağ Doğu’sunun siyasî yapıları ve devlet sistemleri üzerinde daha ileri bir ekonomik ve sosyal örgütlenmelere sahip komşuların etkileri, filolojik beyyinenin istikrarında da görülür. Gerçekten bu dönemde yüksek siyasî mertebe ve hâkimiyet için bütün Slavonik anahtar sözcükler, yani devlet üst yapısının lûgatçesi Cermanik, Latin ve Turanî terimlerden türemişlerdir: Rus tsar-çar’ı, Roma caesar’ından istiare edilmiştir. Polonya krol, Güney Slav kral (kral), Karlman’ın alem olmuş adından, Carolus Magnus’tan alınmıştır. Rus knyaz (prens), Eski Cermen kuning-az’dan iştikak ederken druzhina (maiyet) belki de Gothik dringan’dan geliyordu. Rus ve Güney Slav boyar (soylu), bozkırların göçebe aristokrasisinden benimsenmiş olup önceleri Bulgar idareci sınıfını ifade ediyordu. Bu arada da üst yapı çevresinde belki en önemli Slav sözcüğü Rus veovoda ya da Polonya wojewoda, basitçe “muhariplere önderlik eden” manasındadır: İçtimaî inkişafın erken safhasında kabileye ait askerî reislik.[31]
* *
Anderson’un mezkûr önemli eserlerinin sonucunu özetlemeye özen göstereceğiz. Bu yüzyılda Marksist bilginler, Avrupa’da kaydedilen sosyoekonomik gelişmenin birbirini takip eden aşamalarının evrenselliğine kani olarak feodalizmin bir cihanşümul olgu olduğunu, Avrupa olduğu kadar Asya ve Afrika devletlerini de kapsadığını genel olarak iddia etmişlerdir. Osmanlı, Mısır, Fas, İran, Hint, Mongol ya da Çin feodalizmleri fark edilip incelenmiştir. Hiçbir terim, “feodalizm” kadar herhangi bir fark gözetmeden, gelişigüzel yayılmamış, kabile formasyonu ile bunun karşı kutbu olan kapitalist toplumunkine uygulanmamıştır. Feodal üretim tarzı, bildiğimizin çok asgarîsinde tarif edilerek bunun çok sayıda siyasî şıklarda bulunabileceği ileri sürülüyor: Özellikle Ortaçağ Avrupa’sında parçalanan hükümranlık, vassal’lar kademeleşmesi ve fief sistemleri, feodalizmin aslî nitelikleri olmaktan çıkarılıyor. Bir yerde bağlılık ve baskı ilişkileri üzerine dayalı geniş ölçülü bir köylü üretimi ve tarımsal sömürü söz konusu olduğunda, yukarıdaki elzem koşullar olmaksızın dahi feodal sosyal formasyon yaftası yapıştırılır oluyor. Böylece de Ming’ler Çin’i, Selçuklu Türkiye’si, Cengiz Moğolistan’ı, Safevî İran, Mughal Hindistan, Tulûn Mısır’ı, Emevî Suriye’si, Vahabî Arabistan… hep aynı “feodal” pota içinde eriyor, Capetian Fransa, Norman İngiltere, Hohenstaufen Amanya’sı ile birlikte. Göçebe Türk-Mogol konfederasyonları, Bizans İmp. ve Osmanlı Sultanlığı, ciddî bilim adamları tarafından bile feodal olarak damgalanmışlardır. Bu kişilere göre bunların Batı normlarından bariz süperstrüktür mübayenetleri (ayrılık, başkalıkları) bir temel enfrastrüktürel üretim ilişkisi takarrübünü (yakınlaşmasını) gizlemektedir (yani biraz İslâmî bir ifadeyle “bâtınî mana”sı aranıyor, olayın). Feodalizm, materyalist historiografinin işbu rivayetinde, içinde herhangi bir toplumun vaftiz edilebileceği bir günahtan arındırıcı okyanus olmaktadır.
Bu kuramsal ecumencism (universalism)in bilimsel geçersizliği, varmış olduğu mantıkî paradoksla ayan olmakladır. Zira gerçekten feodal üretim tarzı, onu takip eden farklı hukukî ve siyasî süperstrüktürlerden müstakil olarak tarif edilebildiği takdirde, bir sorun ortaya çıkmaktadır: Uluslararası feodalizmin Avrupa sahnesinin yegâne dinamizmi nasıl izah edilebilir?… “Aynı bir tarih zaman şeridi içinde çeşitli içtimaî temamiyetin gerçek ve zengin tayfını takdir etmekten aciz bir renk körü materyalizm, böylece, kaçınılmaz olarak sapık idealizmde karar kılıyor.”[32]
Paradoksun kesinlikle gözden kaçmış çözümü, Marx tarafından kapitalist öncesi sosyal formasyonlar için verilmiş gerçek tarifte yatmaktadır. Kapitalizme takaddüm eden sınıflı toplumlarda tüm üretim tarzları, ilk üreticiden fazla çalışmayı ekonomi dışı baskıyla söküp almaktadır. Bu itibarla bir kapitalist öncesi sosyal formasyonunu niteleyen hukukî bağımlılık, mülkiyet ve hükümranlığın kesin şekilleri tali birer olgu olmaktan uzak, içinde başat belli üretim tarzının ana göstergesini teşkil etmektedir…
Göçebe toplumlar hayvan özel mülkiyetiyle müşterek toprak tasarrufunu mezcetmişlerdir. Hayvanlar ev halkının malıyken bunların otlaklarında agnatic (erkek tarafına bağlı) klan ya da kabilelerin müşterek intifa hakkı vardı. Marx’ın deyimine göre “göçebe hayvancı kabileler arasında toprak, doğanın tüm öbür koşulları gibi, basit sınırsızlığı, yani Asya bozkırları ve yaylaları içinde tezahür eder. Buralarda, göçebe toplulukların yaşamını sağlayan hayvanlar otlarlar ve buraları tüketirler. Göçebeler buralara mülkleri gözüyle bakarlar ama hiçbir zaman mülkü tespit etmezler… Temellük edilen ve üretilen, kabilenin konakladığı herhangi bir yerde geçici iştirak halinde kullanılan toprak değil, sadece sürülerdir.” Bu itibarla toprağa “tesahup”, içinden aralıklı ve muntazam geçişten faydalanma manasında olmakladır; Lattimore’un deyimine göre (Inner Asian Frontiers of China, N. Y. 1951, s. 66)” ‘kesin mülkiyet’, konaklama hakkı değil, göç etme hakkıdır.”[33]
Şimdi de yine ilginç bir noktaya temas edelim: Moğollar üzerinde ünlü çalışmasıyla bu bilim alanının yolunu açmış olan Vladimirtsov’un ilerde sözünü edeceğimiz “Moğolların içtimaî teşkilâtı” kitabının adının ikinci bölümü olan “Moğol göçebe feodalizmi (Mongol’skii Kochevoi Feodalizm)” ibaresi, aslında kitabın büyük değerini belirtmekten geri kalmayan Voprosy Istorii dergisinin 1956 başmakalesi tarafından eleştiriliyor ve bu yazıda Vladimirtsov’un özel göçebe feodalizmi kavramı reddediliyor.[34] Başmakale sahibi, bu ünlü bilginin “iğnesinin takılmış” olduğunu onaylıyor…
Gördüğümüz gibi Marx, gayrimenkul zenginliğin (toprak) müşterek mülkiyeti ve menkul zenginliğin (sürüler) özel mülkiyeti üzerine müesses bir farklı üretim tarzı olarak göçebe hayvancılığı, yerleşik tarımın bütün şekillerinden özellikle tefrik ediyor. Bu itibarla Marx’ın, feodalizmi tarif eden temel niteliklerden biri olarak toprakta özel, soylu mülkiyet’i vurgulamış olması şaşırtıcı olmuyor. Bu yolda, Kovalevsky’nin Hindistan’da müşterek köy mülkiyetinin çözülmesi üzerindeki etüdü hakkında yorumu özellikle uyarıcı olmaktadır. Marx’a hayran olup onunla muhabere eden bu genç Rus tarihçisi, İslâm fetihlerinden sonra mezkûr ülkede tedricî bir feodalizmin doğduğunu iddia ediyordu. Mughal ve Avrupa toprak sistemleri arasındaki siyasî ve yasal farkları önemsiz diye göz ardı etmemekle birlikte toprak üzerinde münhasır İmparatorluk mülkiyetinin hukukî sebatının Hindistan’ı Avrupa’ya göre “daha düşük şiddette” bir feodalleşmeye götürdüğünü teslim ediyordu.
Kovalevsky’nin Hint ve İslâm sosyo-ekonomik kurumlarını Avrupa feodalizmininkilere teşbih ettiği bölümlerinin Marx tarafından ısrarla eleştirilmiş olması çarpıcıdır. Bu müdahalelerin en keskin ve aydınlatıcı olanında şunlar okunuyor, Mughal Hindistan’da bir feodal üretim tarzına atıfları reddetme babında: “…‘Beneficium sistemi’, ‘mansıpların satılışı’ (bu sonuncusu ise hiçbir zaman münhasıran feodal değildir, Roma’da da vardı) ve ‘himayeye girme’nin Hindistan’da görülmesiyle Kovalevky bunlara Batı Avrupa anlamında feodalizm gözüyle bakıyor. Kovalevky, birçok şey meyanında, feodalizmde önemli bir unsur oluşturan serfliğin Hindistan’da mevcut olmadığını unutuyor. Bundan başka (kontların işlevini yerine getiren) feodal senyörlerin, sadece hür olmayan köylülere değil, ayrıca hür köylülere de hami olarak oynadıkları role gelince bu, Hindistan’da, vakıflar dışında, ehemmiyetsiz bir roldür… Hindistan’da hiçbir yerde toprak, meselâ avama ferağ edilemez (satılamaz) kabilinden soylu değildir! Öbür taraftan Kovalevsky bizzat bir temel fark görüyor: Büyük Mughal’ın İmparatorluğunda sivil yasa alanında miras hukukunun (patrimonial justice) yokluğu.” Başka yerde Marx yine Kovalevky’nin, Hindistan’ın Müslümanlar tarafından fethi sonucunda köylüyü haraç’a bağlamakla o zamana kadar alleu durumunda olan toprağın feodal mülkiyete dönüştüğü yolundaki iddiasına da sertçe hücum ediyor: “Haraç’ın ödenmesi, toprakları feodal mülkiyete dönüştürmemiştir… Kovalevsky’nin buradaki bütün betimlemeleri ileri derecede boştur.” Ve ekliyor: “Hint yasasına göre siyasî güç oğullar arasında bölünmez: Böylece de Avrupa feodalizminin önemli bir kaynağı da tıkanmış oluyordu.” Kovalevsky ayrıca Cezayir’de Türk askerî kolonilerini de Hint örneklerine benzerliği dolayısıyla feodal olarak nitelemişti ki buna karşı Marx’ın “Kovalevsky, bazı koşullar altında Hint jagir’ine benzer bir şeyler bundan doğabilir gibi zayıf bir temele dayanarak bunları da ‘feodal’ tesmiye ediyor” eleştirisi de kayda değer.
Bu can alıcı parçalar bizzat Marx’ın, feodalism ifadesinin Avrupa ötesine rastgele teşmilinin yaratacağı tehlikelerin açıkça farkında olduğunu gösterir. O, Delhi Sultanlığı Hindistan’ını ya da Mughal İmparatorluğu’nu birer feodal sosyal formasyon olarak kabul etmeyi kesinlikle reddediyordu. Sahife kenarlarındaki notları, bundan başka, kapitalist öncesi üretim tarzlarının tasnifi için reddedilemez önemi hemen şimdi vurgulanmış işbu “süperstrüktüral” şekillere karşı aşırı nüfuz ve hassasiyetinin delili olmaktadırlar.
“Böylece Kovalevsky tarafından, İslâm fethinden sonraki Hint Tarımsal toplumunun feodal olarak gösterilmesine itirazları gerçekte tüm yasal, siyasî, içtimaî, askerî, kazaî, malî ve ideolojik alan dizilerini kapsamaktadır.” Gereksiz yere uzatmadan bunlar şöyle özetlenebilir: Feodalizm tipik olarak hükmî serflikle köylü sınıfının, bir parçalanmış hükümranlık ve bağlı vergi sistemi ve köy yaşamını yücelten bir aristokratik ideoloji siyasî çerçevesi içinde kişisel yetke ve mülkiyetle muttasıf, münhasır yasa tekelini elinde tutan ve özel kaza haklarını icra eden bir asiller sosyal sınıfı tarafından askerî himayesini istilzam eder. “Bu kısaltılmış tarif içinde Marx’ın feodalizm üzerindeki öz görüşünün Türk Sultanlığı’nı onun (öz görüşünün) kapsamı dışında tutmuş olması bahis konusu olamaz, o Sultanlık ki, fiilen, Mughal Hindistan’ın birçok açıdan ilham kaynağı ve modeli olmuştur.”
“Bu itibarla o çağları yaşamışlarca bu denli şiddetle hissedilen Avrupa ve Osmanlı tarihî formasyonları arasındaki tezat, ciddî temele oturmaktadır. Türk sosyo-politik nizamı Avrupa’yı, kıtanın ister Batı isterse de Doğu bölgeleri olsun, tüm olarak niteleyen nizamdan kökten farklı olmuştur.”[35]
Anderson, aynı doğrultuda daha birçok delil ortaya sürüyor. Bu arada, kendisinden başka bir eserimizde[36] bahsettiğimiz Otto Hintze de (Wesen und Verbreitung des Feudalismus, Gesammelte Abhandlungen I, Leipzig 1941, s. 90) Bizans İmp. üslûbunda bir Rus feodalizmi ile Sasanî İmp. Modeline uygun bir İslâm feodalizminin var olup bunların aynı tarzın iki başka olayı olduklarına inanmıştı. Gerçekten Rus gelişmesi bir bütün olarak Avrupa feodalizminin bir kısmını teşkil etmişse de hiçbir zaman bir gerçek İslâmî feodalizm vaki olmamıştır.[37] Bizans’taki “feodalism” üzerine de düşüncemizi aşağıda yeterince açıklayacağız.
[1] Coll.- Histoire du Moyen – Age, s. 390-98.
[2] ibd.., s. 399-405.
[3] ibd. s.406-8.
[4] H.Stahl.- op. cit., s. 90-1.
[5] ibd., s. 96.
[6] Bkz. B. Oğuz. C I. s. 107.
[7] H. Stahl.- op. cit., s. 97-101.
[8] Perry Anderson.- Lineages of the absolutist state, London 1980, s. 486-7.
[9] Bkz. C.I. s. 145-8.
[10] H. Stahl.- op. cit., s. 101-2.
[11] ibd., s. 103-4.
[12] ibd., s. 104-6.
[13] Paul Wittek.- The rise of the Ottoman Empire, London 1963, s. 37-46. Zikreden P. Anderson.- Lineages, İst. 363.
[14] Tarafımızdan belirtildi.
[15] P. Anderson.- op. cit., s. 365-6.
[16] ibd., s. 367-8.
[17] ibd. s. 365, infra 7.
[18] Montesquieu.- De l’esprit des lois III/IX.
[19] P. Anderson.- op. cit., s. 368-9.
[20] ibd., s. 371.
[21] Halil İnalcık.- The Ottoman Empire. The classical Age 1300-1600, London 1975, s. 13.
[22] Bkz. ibd., s. 111-2.
[23] P. Anderson.- op. cit., s. 371-2.
[24] Machiavel: Le prince et autres textes. Paris 1965, trad. J. V. Périés, Chap. IV, s. 19- 20.
[25] Tarafımızdan belirtildi.
[26] P. Anderson.- op. cit., s. 397-99.
[27] D. Obolensky.- The Byzantine Commonwealth. Eastern Europe, 500-1453. London 1971, s. 213-5.
[28] Bu çok önemli konu üzerinde bundan sonraki ciltte uzunca duracağız.
[29] D. Obolensky. – op. cit., s. 250-3.
[30] Coll.- Histoire du Moyen Age, s. 420-5.
[31] Perry Anderson. Passages from Antiquity to Feudalism, London 1975, s. 230-1.
[32] P. Anderson.- Lineages, s. 401-3. Tarafımızdan belirtildi.
[33] P. Anderson.- Passages from antiquity, s. 219-20.
[34] ibd., s. 221, infra 6.
[35] P. Anderson.- Lineages, s. 405-8
[36] Yüzyıllar boyunca Alman gerçeği ve Türkler, s. 455, 457-8.
[37] P. Anderson.- op. cit., s. 419.