Maverraünnehr’den Küçük Asya’ya uzanan Sasanîler devletini İslâm hareketi gark etmişti. İslâmî düşünce sistemi bu alanları galvanizlemiş, etkiler, tepkiler ortaya ayrıntılarını verdiğimiz Arap sentezini çıkarmıştı. Bu sentezin üstüne Asya’nın göçebe unsuru yepyeni bir renk getirmişti. Türk-Moğol bölükleriyle Sasanî-Arap alt yapısı, yani yerleşik düzenle gezginci üretim şekli, sonunda bir dengeye varmıştı. Bu denge İlhanlı düzeninde ifadesini bulmuş olmalıydı. Her bir sözcüğün Arap sosyal örgütlenmesinde farklı uygulama karşılığında kullanılmış olmasına rağmen bir müşterek terminolojinin (iktâ, mukatâat, vakıf…) kabul edilmiş olması bunu kanıtlar gibidir.
Bu sentezler babında, asıl amacımız olan Osmanlı toprak rejiminin dayandığı tarihî gelişmelerin sağlıklı şekilde saptanması için bu cildin birinci bölümünde sürekli olarak yaptığımız gibi “uç”lara uzanacağız.
Yukarda mezkûr sentezin bir uzantısı olarak görülmekte hata bulunmayan XVI-XVII. yy. Özbek hanlığının toprak rejiminin tetkiki, gözlerimizi bir yandan İran, öbür yandan da Hint’e çevirtecektir.
Bu hanlığın idarecileri, kendileri de gezginci ya da yarı-gezginci kökenli olmakla birlikte hayli gelişkin bir tarımsal bölgede hükümet etme durumunda olup bu devlet, iki üretim tarzı arasında bir intikal rejimini temsil ediyor demektir. Şimdi bu rejim içinde hangi üretim şeklinin ağır bastığına bakalım. Keza, Hint’te pek görülmeyen bir başka olgu, dinî kurumların denetiminde olan büyük ölçüde toprağın varlığı, yine bu rejimin karakteristiklerinden olmaktadır. Ancak, toprak vergisi bir mutat uygulama olarak görünmektedir.
Seybanî Han’ın yönetiminde Özbekler Orta Asya’da Timurîlerin yerini aldıklarında (XVI. yy.ın başları) tarımla fazlaca ünsiyetleri bulunmuyordu. Ama yavaş yavaş mutat akımlarını bu kez çapul amacından çok zengin tarımsal bölgelerin ele geçirilmesine yönelteceklerdi. Seybanî Han ve haleflerinin tarım alanındaki büyük gayretleri, Özbeklerin bir bölümünün bu tür faaliyeti benimsediklerinin delili oluyor.
Timur döneminde topraklar hanedana, sultana ve soylulara sayurgal, iktâ, altamga… gibi çeşitli şekillerle tahsis ediliyordu ve halefleri zamanında da sistem devam etmiş olmalıydı. Burada hemen İlhanlı aşamasından esintiler seziliyor. Özbekler ise Moğolların eski yurt kavramını beraberlerinde getiriyorlar. Lambton bunu “kabile otlağı” olarak tanımlıyor.[1] Mamafih Özbek dilinde tabir “memleket”, mahal kavramını ifade etmekle birlikte manası oldukça belirsiz kalıyor. Zamanında askerî karargâh veya arazi tahsisi ya da konak yeri ve çadırlar olarak tarif ediliyordu. Büyük yararlık göstermiş prens ve soylulara Han, jildu (ödül) adı altında arazi tahsis ediyordu.
Z.V. Togan’ın kökünü Uygurlara mal ettiği suyurgal sözcüğü (bkz. s. 591) için Doerfer[2] “irsî, vergiden bağışık fief” diyor ve bunun köken olarak Moğolcada genel “atıfet eseri; birisinin hükümdardan aldığı ödül-ücret” anlamına geldiğini söylüyor. Eski Türkçede de sözcük, tsoyurka-soyurka şeklinde geçiyormuş.
Bunlar üzerinde bu denli durmamız, İslâm ülkelerinde İslâm öncesi örf ve âdetlerin nasıl kendilerini koruduklarını, doğruca İslâmî sayılacak usullerin, bunların yaşamında fazla önemli bir yer tutmadığını bir kez daha göstermek içindir. Devam edelim.
Seybanî Han, ulemâ ve seyyidlere sayurgal’ları, maişetin sağlanması (vücuh-i maaş) için, İskender Han (1560-83) da bir zahide aynı amaçla (sarf-ı maişet) bazı mümbit “mevzi”leri savurgal olarak veriyor. Alanlar, bunların gelirinden faydalanacaklardır. Görünürde bu sayurgal mutasarrıfları devlete karşı herhangi bir mükellefiyetle bağlı değillerdi. Ama Abdullah Han Özbek döneminde bu tahsisler, iktâ’larda olduğu gibi devlete karşı bazı askerî ve malî yükümlülükleri de getirecekti.
Timurlular çağında olduğu gibi ilk Seybanîler çağında da, tahsis şekli olarak iktâ’dan nadiren söz edilmekledir. Buna karşılık, XVI. yy.ın ikinci yarısı içinde iktâ tabiri daha geniş ölçüde kullanılır oluyor.
Bazı özel durumlarda bir yerin geliri (hasılât) bir şahsa ek tahsis (ihsan) olarak verilirdi ki bu, ulufe (alufa) tesmiye edilirdi.
İktâ’lar, Han’ın emriyle el değiştirirdi (bazen tuyul terimi, iktâ ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır).
Seybanî Han’ın Vakıfname’sinde mülk araziden sık söz edilmektedir. Bu da milk-i öşrî ve milk-i haracî olmak üzere ikiye ayrılıyordu. İkincisinde, toprak ekilsin ekilmesin, saptanmış haraç miktarı ödenecekti. Milk-i öşrî’de ise mahsulün onda birlik vergisi, öbüründe olduğu gibi toprağa değil, toprağın işlenmesine bağlıydı.
Verginin yüksek olması sebebiyle milk mutasarrıfı, toprağını milk-i hür ü hâlis diye, bilinen şekle sokmayı yeğlerdi ki bunda o, mülkünün sülüsünü her türlü devlet yükümlülüğünden azade kılmak için geri kalan üçte ikisinin mülkiyetini devlete iade ederdi. Terk edilen milk arazilerin mülkiyeti devlete döner, o da bunu, haraç’ı sağlayabilmek üzere, gereği gibi ekip biçecek bir başkasına tahsis ederdi.
Bir milk mutasarrıfı arazisini vakıf’a, dönüştürdüğünde devlet yine de gelir hissesini tahsile devam ederdi. Ama bir milk-i hür ü hâlis vakfa tahvil edilecek olursa, vakıf sahibi tek idareci olur, devlet bu milk’ten elini çekerdi.
Bir yerde altamga türü toprak tahsisine, vakıf’ın yanı başında rastlanıyor. Hindistan hâkimi Cihangir’in tercümei halinde bulunan bazı beyanlar bu şeklin Orta Asya’da mevcut bulunduğunun kanıtı oluyor. Şöyle yazıyor imparator: “Her kim ki doğum yerinin kendisine tahsisini dilerse bu yönde istekte bulunmalı şöyle ki Cingiz yasası (tura) gereğince mülk ona altamga ile verilip onun mülkiyetine girsin ve değişme endişesinden masun olsun. Atalarımız herkese mülkiyet hücceti ile tahsisler yapma itiyadında idiler ve bunun için gerekli ferman’ı, kırmızı mürekkeple vurulan bir altamga mührüyle süslerlerdi.”[3]
Hintli tarihçi Lahorî’nin Badshahnama (Padişahnâme)sinin kayıtlarına göre XVII. yy.ın ortalarına doğru bütün toprak tahsisleri ya irsî olmuş ya da olma yolunu tutmuş. Ve arkasından “toprak reformu” girişimleri, “ağa”ların tepkileri…[4]
Özbeklerde toprak geliri haraç tesmiye edilmişti. Birçok başka vergi ve rüsumun yanı sıra bunun standart oranı yüzde elliyi aşıyordu. Bu vergi ve resimler arasında şunlar sayılabilir: zabıtane (ölçümleme vergisi – zapt = ölçme), maunet-i divanî (divan’a yardım) vs… Haracın her iki şekli de, ezcümle harac-ı mukasama (ürünün bölüşülmesi-aynî ödeme) ile harac-ı muvazzaf (vazife), yani nakdî ödeme cari idi.
Özbeklerin genel olarak hayvancı-gezginci olup tarımla ünsiyetleri bulunmadığı görüşü doğru değildir. Seybani Han az mı uğraş vermiştir tarımın gelişmesi ve halkının refahının artırılmasına? O, Zerefşan ırmağı üzerine bir şedde inşa edip onu iki kola ayırmıştı: Ak Derya ile Kara Derya. Savran ve daha başka yerlerde de aynı kolaylıkları sağlamıştı, tarıma.
Kitabımızın bundan sonrası için son derece ilginç bir alana girmiş olduk, Özbek syncretismi ve “hidrolik toplum” öyküsüyle.[5] Devam edelim.
Orta Asya’ya 1512’de gelen Vasfî, Kuçum Han’ın Türkistan’da sulama tesisleri kurduğunu ve bunda 95 Hintli esirin kullanıldığını kaydediyor. Bu çabaya, o çağların zahitleri (azizleri) de katkıda bulunuyor. Ve yaptıranı bilinmeyen çok sayıda kanal ve Abdullah Han Özbek…
Bu sonuncusu ve haleflerinin bu konuda ayrıntılarına girmeyeceğimiz eserleri Gerçekten hayret verici bir vüsata ulaşmış.[6] Marx, bu kişileri tanıyor muydu?…
[1] Ann K. S. Lambton.- Landlord and peasant in Persia, Oxford 1953, Glossary ve s. 100 ve Mansura Hayder.- Agrarian system in the Uzbek
Khanates of Central Asia, 16th- 17th centuries, in TURCICA VII, 1975, s. 161.
[2] C. I, s. 351.
[3] Mansura Hayder.- op. cit., s. 161-5.
[4] Fatîh’in aynı yöndeki çabası ve Nakşibendî tekke “ağa”larının tepkisi onun bunlar tarafından zehirlenmiş olması ihtimalini ortaya
çıkarmıştı.
[5] Bkz. 13. Oğuz.- C. II/l, s. 1163.
[6] Bkz. M. Hayder.- op. cit., s. 171-5.