Ahmet Arpad, sözüm ona “Nazilikten temizlenmiş” Almanya’da, hem diş doktoru, hem galeri sahibi, hem de Neonazi bir adamın portresini, Almanya’nın işbu “temizlemek”te ne denli yol almış olduğunu göstererek çiziyor[1]:
“Siegfried Nöhring diş doktoru, sanat galerisi sahibi ve Neonazi! İlk bakışta çok ilginç bir bileşim! Sadece ilk bakışta değil, ikinci, üçüncü bakışta da… Hele biraz yakından bakınca, bu insanla yakından ilgilenince, yaşamını biraz araştırınca ilginçliğinin insanda antipati uyandırdığını fark ediyorsunuz… Siegfried Nöhring, Neonazi olduğunu hemen kabulleniyor. Hitler’e de toz kondurmuyor. Dostları arasında kendi gibileri çoğunlukta. Siegfried Nöhring tipindeki Neonaziler vur-kırcı, dazlak Neonazilerden daha tehlikeli. Çünkü dazlakları yönlendiren, ipleri elinde tutanlar Nöhring ve benzerleri! Polisin hep kovaladığı dazlak modeli Neonaziler zavallı. Hep takım elbiseli, özel yapım ayakkabılı, sinekkaydı tıraşlı, kravatlı, Mercedes’li gezenler ise akıllı. Yönetici diyebileceğimiz bu gibilerini değil yakalayıp içeri atmak, yanlarına sokulmak bile olanak dışı. Savaş sonrası Almanya’sında üst düzey görevlere gelmesini becermiş böylelerine ülkede hiç kimse dokunamıyor! Siegfried Nöhring, Stuttgart yakınlarındaki küçük Kircheim / Teck kentinde tanınmış ve varlıklı bir diş doktoru ve sanat galerisi sahibi. Tarihi bir villanın katlarını muayenehane ve galeri olarak kullanıyor. Diş doktoru olarak sadece özel hastaları kabul ediyor, galerisini özel ziyaretçilere açıyor. Doktor Nöhring son yıllarda bir araya getirdiği Arno Breker (1900 – 1991) koleksiyonu ile küçük bir ün kazandı. Nazilerin düşlediği insan tipini eserleriyle yaratan Breker, Adolf Hitler’in ‘sevgili’ yontu ustası idi. Nazi yönetimince altın parti madalyasına lâyık görülen Düsseldorf’lu sanatçının Führer’e ellinci doğum gününde armağan etmiş olduğu ‘Düşünen Kadın’ çıplak heykelciği bugün Siegfried Nöhring’in elinde. Bilinmeyen bir yerde gizlediği eseri sadece katalogda görmek mümkün. Neonazi olduğunu açık açık söyleyen doktorun galerisini gezmeye ve ‘Breker’ satın almaya ta İtalya ve İsveç’ten gelenler, Amerika’dan telefonla katalog isteyenler var. Nöhring ayrıca Arno Breker litografilerine, Ernest Jünger büstlerine, İtalyan Sergio Unia’nın ve 20. yüzyıl son çeyreği Avrupa ressamlarının nü tablolarına da sahip. En yakın dostu, yaşıtı, Stuttgart’lı işadamı Hans-Ulrich Kopp. Bu kişinin bir süre önce babasından devralmış olduğu yol yapımı ve asfalt şirketi, Hristiyan Demokrat Birlik Partisi’nin yönettiği Baden-württemberg eyaletinde hemen hemen bütün devlet ihalelerini kazanıyor. İçtikleri su ayrı gitmeyen Nöhring ile Kopp, Alman toplumunda önemli bir yeri olan, kuruluşları 19. Yüzyıla uzanan üniversite öğrenci derneklerinin sözü geçen üyelerindendi. Ülke çapında 120 dernekte 15 bin yaşlı ve genç akademisyen toplanmış. Birbirlerini çok tutan, aralarında tek yabancı almayan, milliyetçi ideolojinin temsilcisi bu derneklerin tümü de doktor, mühendis, avukat, tüccar, teolog, profesör gibi varlıklı üyelere sahip. Tüzüklerinde vazgeçilmez şu üç kelime yazılı: ‘Şeref – Hürriyet – Vatan’. Doktor Nöhring ‘Frankonia Erlangen’ öğrenci derneğine üye, Kopp da ‘Danubia’nın sözcüsü. Kopp’un derneğinin adı, geçen yıl Münih’te dazlakların karıştığı bir olay nedeniyle medyada çok kez geçti. Neonazilerin sokak ortasında dövdükleri bir Yunanlıyı oradan geçen bir Türk genci canını tehlikeye atarak ölümden kurtarmıştı. Kaçan dazlaklar az sonra ‘Danubia’ dernek binasında yakalanmıştı. Aşırı sağcı partilerinse çimlerde yüzde 10’un üzerinde oy aldığı Kircheim / Teck kentinde Nöhring ailesi 1950’li yıllarda yerleşmiş. Almanya’nın yenilmesi üzerine doğdukları Pomeranya topraklarından Batı’ya kaçan baba Nöhring’in de Hitler hayranı olduğu anlatılıyor. 1957 doğumlu oğluna ‘Siegfried’ adını vermesi de bunun bir kanıtı. Bu ad özellikle Hitler döneminde çok modaydı. Antisemist Richard Wagner’in operasının kahramanı ‘Siegfried’, sarışın, iri yarı ve güzeldir. Wagner müziği hayranı Hitler’in düşündeki Alman ırkının temsilcisidir…”
İsveç Parlamentosu’nda Sosyal Demokrat Parti’nin Türk milletvekillerinden Yılmaz Kerimo ve milletvekili arkadaşları Tommy Waidelich ve Lars Dahlberg, Fransa’da solun parçalanmışlığı nedeniyle sağın zafer kazandığına dikkat çekerken, solun parçalanmasının Faşizme davetiye çıkarttığını belirttiler.
Avrupa’da solun gerilemesinde bir diğer etkenin de sol partilerin sağla olan farklılıklarını belirgin bir şekilde ortaya koyamaması ve küreselleşme karşısında duyulan korkuya bağladı. Solun parçalanmışlığının sürmesi halinde ırkçı, faşist partilerin güçlerini artıracağını da kaydeden Dahlberg, “Irkçılığın önüne set çekilmek isteniyorsa, sol gücünü birleştirmelidir” dedi (Cumhuriyet, 11.05.2002).
Ülkemiz açısından alınacak çok ders var, bu sözlerde…
.
. .
Ankara DGM Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete Yüksel, dün sürpriz şekilde Bergama’ya giderek siyanürle altın çıkarılmasına karşı eylem yapan köylüler ve maden işçilerinin ifadesini aldı. Yüksel, Bergama Cumhuriyet Başsavcısı Ahmet Berke’nin makamında köylülerle, madende çalışan işçilerden oluşan toplam 22 kişinin ifadesini aldı. Yüksel, köylülere “nasıl ve neden eylem yaptıklarını; eylemler için maddî kaynağı nasıl karşıladıkları, Almanlardan destek alıp almadıklarına” ilişkin sorular yöneltti. Yüksel’in Alman vakıflarına ilişkin yürüttüğü soruşturma kapsamında ifade aldığı öğrenildi. (Radikal, 12.05.2002).
.
. .
Ahmet İnsel, Radikal İKİ (12.05.2002)de, “Bizdeki aşırı sağ nerede?” adıyla yayınladığı makalesinde “Avrupa aşırı sağlarının Türkiye’deki yerli örneğini MHP’ye indirgemek haksızlık. Çünkü Türkiye’de aşırı sağ muadili zihniyet tek bir partiye, dar bir siyasî çevreye özgü değil” diyerek büyük bir gerçeğe parmak basıyor. Ancak, esas konumuzun dışına çıkmamak için makalenin ayrıntılarına girmedik.
.
. .
Bolşeviklerin, katkılarıyla Dünya Devrimi’ni gerçekleştireceğini umduğu Alman Sosyal Demokrat Partisi, Hitler’i halkın oylarıyla iktidara getirecek o tarihî seçime, Liebknecht’in Komünist Partisi’yle ortak katılmayı reddedip soldaki oyları bölmekle kalmaz; böylece Nazizm belâsını dünyanın başına salar. II. Dünya Harbi sonrasında, bundan ders alacağına, ya da tamamen ters bir ders alarak, “doktrin düzeyinde Marksizm’i tek kılavuz saymaktan vazgeçerek, demokratik sosyalizmin, Klasik (Yunan / Latin) Felsefe’nin Hümanizmin ve (buraya dikkat) Hristiyan Ahlâkı’nın ‘mirası’ olduğunu benimser” (1959).
Nasıl Komintern’in babası Bolşevik Partisi ise, II. Enternasyonal’in “babası” öyle, Alman Sosyal Demokrat Partisi’dir ki, onun takındığı bu tavır çok geçmeden, bütün sosyalistlere yayılacaktır. Bunlar, 1950’li yıllardan bu yana, sanki yokmuş gibi, Emperyalizm’in sözünü etmez oldular; dahası, “küreselleşme’ye “sosyalist gerekçeler” uydurmaya çabalıyorlar. Bundan ne çıkıyor, demek Sosyalist var, Sosyalistçik var, Komünist var, Komünistçik var: peçetelerle havluları birbirlerine karıştırmayalım!
Baksanıza, CHP bile “Hristiyan Ahlâkı’nı miras edinen” o örgütün üyesi olabilmiş![2]
.
. .
Almanya’dan ilginç bir haber alıyoruz (Cumhuriyet 09.06.2002 ve Radikal 10.06.2002):
Almanya’da bir Türk üniversite kuruyor. Almanya’da iş dünyasında değişik sektörlere el atan Türkler, meslekî eğitim kurslarının ardından şimdi de yüksek öğretime yöneldiler. Almanya’da ilk kez bir Türk tarafından Ota adıyla özel bir üniversite kuruldu. Üniversite, Ota Vakfı kurucusu Erman Tanyıldız tarafından Berlin Belediye binasında gerçekleştirilen basın toplantısıyla kamuoyuna duyuruldu. Tanyıldız, Türk ve Alman gazetecilerinin katıldığı basın toplantısında, Almanya’da pek çok özel üniversite devlet tarafından tanınmazken, Ota Üniversitesi’nin Alman Bilim, Araştırma ve Kültür Bakanlığı tarafından resmen tanındığını açıkladı.
Böylece üniversite tarafından verilecek diplomanın uluslararası düzeyde tanınacağını belirten Tanyıldız, üniversitenin özellikle Almanya – Türkiye ilişkileri konusuna ağırlık vereceğini belirtti.
Tanyıldız, Almanya’nın geçmişte eğitimde Türkiye’ye verdiği desteğin son yıllarda hızla azaldığına dikkat çekerek Almanya’daki politika değişikliğini eleştirdi.
Basın toplantısına, Ota Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Jürgen Kunze, vakfın idare meclisi başkanı Ulf Fink ve üniversitenin öğretim kurulu başkanlığını üstlenen Edgard Reuter de katıldı. Edgard Reuter, babası Nazi döneminde Türkiye’ye kaçan ve çocukluk yılları Ankara’da geçen tanınmış bir işadamı. Almanya’da yıllarca Daimler Benz’in başkanlığını yürüttü.
Hükümetlerin, Almanya’da yaşayan Türklerin topluma uyumu konusundaki çalışmalarını yetersiz bulduğunu belirten Reuter, “Almanya’da yaşayan Türklerin teknik eğitimin yanı sıra yüksek eğitim görmeleri, daha yaratıcı bir biçimde ekonomiye katılmaları, aynı zamanda Almanya’nın da çıkarınadır” dedi.
.
. .
Almanya Türk Toplumu Genel Başkanı Prof. Dr. Hakkı Keskin, daha önce içinden hayli ayrıntıyı seçip aktardığımız Dr. Necip Hablemitoğlu’nun mezkûr “Alman Vakıfları ve Bergama dosyası” kitabının tasvipkâr, kâh hafif tenkidî bir incelemesini, Almanlara çok saygılı bir dille kaleme almış[3]:
Makalenin önemli bölümlerini aktarıyoruz.
Hablemitoğlu’nun “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” kitabında Almanya’nın Türkiye’ye yönelik politikasına ilişkin çok ağır suçlamalar yer almaktadır. Almanya’nın Türkiye’de çalışan vakıfları yoluyla etnik ayrımcı gruplara ve çalışmalara destek olunduğu ve “güçlü bir ekonomiye sahip, ulus – devlet özelliğini sürdüren bir Türkiye arzulanmadığı” vurgulanmaktadır. Hattâ Yugoslavya örneğinde olduğu gibi Türkiye’nin de etnik bölünmesinin amaçlandığı belirtilmektedir.
Bu, çok ağır bir suçlamadır ve Türkiye halkının çok hassas olduğu bir konudur. Almanya’nın ve Türkiye’de çalışma yapan vakıfların bu çok ağır ithamlara inandırıcı yanıt vermeleri gerekmektedir. Yayındaki iddialar doğruysa, Almanya’nın çok ivedi olarak bu politikasını iki müttefik ve dost ülkenin ortak çıkarlarına yaraşır bir biçimde düzeltilmesi gerekmektedir.
En ağır biçimde suçlanan kurumlardan birisi, bürosu Ankara’da bulunan Konrad Adenauer Vakfı’dır.
Bu konuyu Dünya Hafta Gazetesi’nin köşesinde işleyen yetenekli gazeteci Mehmet Şekeroğlu’nu, vakfın başkanı Sayın Dr. Wulf Schönbohn, gazetenin genel yayın müdürüne şikâyet ediyor ve diplomatik bir dille onun gazeteden uzaklaştırılmasını istiyor. Sayın Schönbohn’ın gazeteciye yalanlama göndermesini ve ağır suçlamalara yanıt vermesini son derece normal karşılıyorum. Nitekim Schönbohn’ın yalanlaması Dünya Gazetesinde aynen yayınlandı da… Ancak, dolaylı da olsa, gazete yetkililerinden Şekeroğlu’na yazı yazdırılmamasını istemesi beni çok şaşırttı ve öfkelendirdi. Bu yaklaşım Sayın Schönbahn’ın soruna kolonial bir mantıkla baktığını bana anımsattı. Hangi hakla Sayın Schönbohn bir Türk gazetesinin kimi çalıştıracağına karışma hakkını kendisinde görebiliyor? Yıllardır Türkiye’ye yapılan eleştirilerden biri de Türkiye’nin fikir özgürlüğünü tam olarak yaşama geçirmediği değil miydi? Fikir özgürlüğü eleştirisel yazılara da yayın hakkı tanımak değil midir? Özellikle Alman Anayasa Mahkemesi’nin fikir özgürlüğüne tanıdığı büyük serbestliği, Sayın Schönbohn’a göre Almanyalı Türkler için geçerli değil midir yoksa?
Türkiye ve Türkler hakkında bize göre sayılamayacak kadar yanlış ve tek yönlü yazılar yayımlanmıştır, Alman yayın organlarında. Bizim yalanlama yazılarımıza, istisnalar dışında yer bile verilmemiştir.
Hele hele biz bir de gazete yetkililerine bu yanlış içerikli yapısından ötürü ilgili gazeteciye “siz nasıl yazı yazdırırsınız” diye sormaya kalksak acaba bize ne derler?
Sayın Schönbohn’ın başkanı olduğu vakfın Almanya’nın çıkarları doğrultusunda çalışma yapmasını ben son derece doğal karşılıyorum. Hiç kimsenin, halk deyimiyle, “Türkiye’nin kara gözüne hayran olduğu için” Türkiye’de vakıf kurması ve milyonları harcamasını bekleyecek kadar insanlar saf değildir. Ne var ki, Schönbohn’ın başkanı olduğu vakıf, yayında iddia edildiği gibi Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü ve ülke çıkarlarını hedef alan girişimlerde ve çalışmalarda bulunuyorsa, bunun açıklık kazanması ve ivedi olarak önlenmesi gerekmektedir. Almanya, Türkiye ile ilişkilerini yeni baştan önemle gözden geçirmelidir…”
Böyle yazmış, Prof. Dr. Hakkı Keskin.
.
. .
Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily özetle “Almanya’da yaşayan Türkler homojen olarak kalmamalıdır; Alman toplumuna asimile olmalıdır. Ülkemizde yaşayan 4 azınlık toplumu bulunmaktadır Bunlara bir 5.’incisinin, yani Türklerin eklenmesini istemiyoruz. Biz Almanya olarak her dilde eğitim ve yayın yapılmasına izin vermeyiz. Bu, ülkemizi kaosa götürür” diyor.
Almanya bölünme tehlikesini en ufak şekilde yaşamadığı halde Türklere ana dilde eğitim verilmesine karşı çıkmakta. Türkleri, Alman toplumu içinde eritmeyi savunmaktadır.
Alman Bakan’ın bu sözlerine anadilde eğitimi savunanlar ne demektedir(ler)? Bir AB ülkesi, Türk işçilerin asimile edilmesini savunurken Türkiye’de Türk – Kürt ayrımına giderek, adımlar atmak neden?
“Her ne pahasına olursa olsun AB’ye girelim. Bu nedenle de istenilen tüm şartları yerine getirelim” diyenler bu sorulara cevap vermelidir(ler)[4]:
.
. .
Normandy Madencilik Yönetim Kurulu üyesi Orhan Güçkan, 500 milyon ile 1 milyar dolarlık yatırım yapılması halinde Türkiye’de yılda 70 ton altın üretebileceğini söyledi. Türkiye’deki bilimsel çalışmalara göre 6 bin 500 ton altın rezervi olduğunu hatırlatan Orhan Güçkan, “Bu potansiyel, yerinde 70 milyar dolar eder. Bunun Türkiye’ye katkısı 300 milyar doların üzerinde olur” dedi. Bergama Ovacık’taki tesislerde yılda 3 ton altın ürettiklerini belirten Orhan Güçkan, günde ortalama 100 bin dolarlık altının ekonomiye kazandırıldığını belirtti. Normandy Madencilik’in faaliyete geçişinden itibaren 11 aylık sürede toplam 2 ton 566 kilogram altın, 2 ton 596 kilogram gümüş ürettiğini söyleyen Güçkan, “11 aylık üretimin günlük ortalaması 100 bin dolar. Bunun yüzde 38’i vergi olmak üzere, 80 bin doları Türkiye’de harcanıyor” diye konuştu. Türkiye’nin çok güçlü bir altın potansiyeline sahip olduğunu vurgulayan Güçkan, altın arama işine ağırlık verilmesi gerektiğini söyledi. Altın araması için risk sermayesinin şart olduğuna dikkati çeken Güçkan, şöyle devam etti: “Türkiye’nin sahip olduğu altın potansiyelini değerlendirebilmesi için arama yapması, bunun için de risk sermayesi lâzım. Altın tüketiminde dünya beşincisi olan Türkiye, kendi mevcut altın potansiyelini kullanamıyor”.
Orhan Güçkan, “Etibank’ın Kütahya’daki gümüş üretim tesisleri bu işletmenin on katı siyanür kullanıyor. Geçen yıl resmî kayıtlara göre Türkiye’de 170 bin tonun üzerinde siyanür bileşiği kullanılmış. Bizim kullanacağımız siyanür miktarı ise yılda 3 bin ton” diye konuştu.
Önceden alınan izinler iptal edildiği için 11 ayrı bakanlıktan 761 ayrı imzayla 3,5 yılda bütün izinlerin yeniden alındığını hatırlatan Güçkan, “Altın üretimi sürecinde ortaya çıkan atık sudaki siyanür, Türk Gıda Kodeks’inde meyve konserveleri için izin verilen oranın onda biri, Birleşmiş Milletler Çevre Programı atık havuzlarında bulunmasını önerdiği rakamın 500’de biri” dedi (Hürriyet, 21.07.2002).
.
. .
Otto Schily, Türklerin peşini bırakmıyor. Biz de onun peşini bırakmayacağız. Onun peşinde bu kez Güray Öz var[5]:
[1] Ahmed Arpad – Diş doktoru, sanat galerisi sahibi ve Neo-Nazi, in Cumhuriyet, 05.05.2002.
[2] Atillâ İlhan – Peçete’lerle Havluları karıştırmayalım!.., in Cumhuriyet, 20.05.2002.
[3] Hakkı Keskin – Türkiye – Almanya ilişkileri, in Cumhuriyet, 05.03.2002.
[4] Esra Denizci. – Almanya’daki Türkler – Türkiye’deki Kürtler, in Hürriyet, 30.06.2002.
[5] Güray Öz – Yeni bir “Leitkultur” kahramanı, in Cumhuriyet, 03.07.2002.