Kültür Eserleri > THKK 5 - Halk Eczacılık ve Sağaltma Teknikleri > İslâm’da Farmakoloji

İslâm’da Farmakoloji

Müspet ilimlerin yanı sıra, bir Arap ilmini tarihî olarak takip edebileceğimiz en uygun alan farmakoloji oluyor. Bunun da birçok nedeni var. Başta, bâtılı karıştırmadan gerçeğin âcilen aranması geliyor. Daha sonra çok sayıda yaygın farmakoloji üzerine yazmalar bu alanda Arap farmakolojik fikir ve ilâçların türetildiği Grek, Hindu, Mezopotamya, Mısır ve sair mahallerin verilerini kıyaslama çok daha kolay olmaktadır.

En kuvvetli biyolojik bilim olarak Arap farmakolojisi XIX. yy.a kadar sürmüştür. Binlerce yıllık deneyim birikimi olan verilerin sonucu olarak farmakoloji üzerine çalışan günümüz araştırmaları yine de değerli bir şeylere götürebilir[1].

İslâm, dünya sahnesine bilimsel ve genel kültürün lehine olarak büyük kültürlerin gelişme artıklarıyla karşılaştığı Milâdî VII. ve VIII. yy.larda çıkmıştı. Mezkûr kültürler başlıca Mezopotamya, Hindistan, Yunanistan, İran ve Mısır dâhil Kuzey Afrika’nınki oluyorlardı. İlâç otoriteleri, yeni ticaret ve seyahat yolları sayesinde birçok kaynaktan elde edilen malûmatla dopdolu olarak gelişmişler, şöyle ki bunlar bu bilginin daha geniş örgütlenme ve tefrikine zorlanıyorlardı.

Farmakolojiye mütedair en eski literatür, M.Ö. III., II. ve I. binlerde Sümer ve Akkad kil tabletlerinde bulunuyor[2].

III. binin Mezopotamya’sında tıp adamı, hastalıklar, tedavi babındaki muskalarında botanik ve sair nesnelerin taşınmasından vazgeçmemişse de birçok tıbbî metinde çok çeşitli ilâç bitki, madenî ve hayvanî maddelerin hastalıkla mücadelesinde kullanımının değerini idrak etmişti. Bunun sonucu olarak da Sümer veya Akkad tabletleri geniş bir farmakolojik uygulama yelpazesini sergiliyor[3].

İlk zamanlarda, ağızdan verilen ilâçlarda, yutmayı kolaylaştırmak için bira, muhtemelen en mutat vasıta idi. Keza bira, haricen kullanılacak ilâçlarda su ile karışık olarak kullanılıyordu. Yine metinler, Sümerlilerin kokulu otlara verdikleri önemi belirtiyor[4].

İslâm öncesi zamanlardan başlamak üzere bütün Ortaçağ boyunca, Arapların yazılı ve ağızdan ağıza geçen metinlerinde Hint Tıbbının etkisi daimî olmuştu. Arapların Hindistan’la (ve Çin’e kadar) geniş ticarî temaslarının dışında, daha sonraki İranlı ve Arap bilginleri Bağdat’ta Hindu Ortaçağ çağdaşlarını iyice tanımışlardı. İlk Abbasî döneminde (VIII. yy.) İslâm dünyası, eski tıbbî eserlerin Sanskritçeden Farsça aracılığı ile tercümelerine sahip olmuşlardı.

Farmakoloji babında Hindu Charaka ve Susruta metinleri erken İslâm tıbbına yüzlerce Hindu ilâçları, bunların hazırlanış yöntemleri ve tedavide kullanımlarını ithal etmeye hizmet etmişti[5].

İster ev ilâçları, isterse geniş ölçüde kabul edilmiş tıbbî uygulamanın bir sistematik dalı olsun, erken Arap farmakolojisi hâlâ Afrika, Asya ve Avrupa’nın milyonlarca insanı tarafından bilinmektedir. Arap tıbbının işbu kabulünün nedeninin iyi anlaşılması için Dioskorides, Theophrastus ve tıp, kimya, botanik ve farmakoloji üzerine sair kişi ve kültürlerin yazılarının mütalâası, bu eserler Araplarınkine takaddüm ediyorsa da, yeterli olmuyor.

Bu bilimsel eserlerin Araplar tarafından tevarüs edilmiş olması, Arap farmakolojisinin temasta olduğu ünlü haleflerinin büyük üstünlüğü izahta yetersiz kalıyor. Bu sonuncu vakıa sadece ilâç sayı ve niteliği bakımından değil, aynı zamanda ıslah edilmiş uygulama, ilâçların çok daha geniş coğrafî kökeni… bakımından da doğru oluyor.

Bitkisel ürün adlarının betimlenmesi herhalde ilginç olacaktır. Uzun zaman süresi içinde teknik tabirler sık sık mana değiştirir. Öbür yandan, belli botanik türlerinin adları, kültür içinde veya başka kültürlerce kabul edildiğinden dahi farklı oluyor. Çoğu zaman, bitki türü başka bir kültürde yeni ise, aynı ad kullanılıyor. Buna en iyi örnek, her dem yeşil meşe oluyor. Eski Mezopotamya’da, meşe her yerde bulunup kimya teknolojisinde çok değer verilen ürünü (palamut) ile tanınıyordu. Akkad diline meşe belut ve belit tesmiye ediliyordu. Arâmî ballûtâ, Arabî ballût ve Akkad belut ile tutku (mânia) oluyor[6] (Anadolu halk dilinde palamut, pelit’tir).

Hellebore (çöpleme, marulcuk) (Veratrum album L.)’ın Arapçası harbak, el-Kindî’nin reçetelerinin birinde, belli miktardan fazlası zehirli olduğuna göre fare öldürmekte kullanılıyor. Babilonyalılar beyaz hellebore’u, küçük miktarlarda, sar’a ve malihülyada kullanmışlar.

Arabî hardal sözcüğü, Akkad haldapânu veya hardinnu’dan türemiş. Sümercesi ise HAR-HAR’dır.

Hardal o denli çok hastalıkta kullanılmış ki bu kullanım onun kökeninin kriteri veya tayin edicisi olamıyor. Daha M.Ö. 3500’den evvel, prehistorya çağında yaygın olmalıydı. Babilonyalılar bunu idrar zorluğu, zührevî hastalık, mide, sarılık, ciğer rahatsızlığı, şişme, gözler ve kulaklar ve makat rahatsızlıklarında kullanmışlar. Dioscorides’e göre bu, bademcikler, siyatik, malihülya, cüz’am, fena işitme ve görmede etkin oluyormuş. Hindistan’da bu madde güç verici, müleyyin (bağırsakları yumuşatıcı – laxative) olup romatizma ve felç durumlarında kullanılmış[7].

Kişniş (coriandrum sativum L.), Hint tıbbında daha başlardan beri biliniyordu. Eski Mısırlı tabip de bunu baş rahatsızlıklarını giderici olarak tavsiye etmiş. Arapların zamanında el-Bibrik kişnişi müshil, el-Kindî kuru yapraklarını baş ağrısını giderici olarak kullanmışlar. Günümüzde Mısır’da kişniş midevî ve yel çıkarıcı olup İran’da diş ve baş ağrısında kullanılıyor.

Zamanla Hint materia medica’sı daha çok bilinir oluyor. Orta-Doğu’da Müslüman egemenliği ile Kuzey Afrika, İspanya, Hindistan’ın bir kısmı ile ticaret müreffeh halde olup birçok Çin ve Hint malzemesi İslâm kimya ve farmakolojisinde kendilerine daimî yer ediniyorlar[8].

“Julap” sözcüğü Farisî “gul” ve “âb”, su’dan gelir. Lûzuciyeti (viskozitesi) koyu şaraptan daha azdır. Çoğu kez şeker de eklenir. Julap, güncelde, hafif bir şuruptur. Örneğin İbn-i Sînâ’nın bir reçetesinde, bileşenler ve bunların miktarları söyleniyor.

Loloh’ların yoğunluğuna gelince, bunlar koyu hamur cinsindendir. Bileşimleri değişkendir. Çoğu kez meyvelerin mucilaginous kısımlarıyla kökleri içerir, bunlar kaynatılıp bal ve badem yağı ile karıştırılır[9].

Arapça natûl tabir edilen kompres (sıcak sulu bez tatbiki), baş ya da bir hasta uzvu ıslatmak üzere suda kaynatılmış ılık bitki “çay”ı oluyor. Natûl çoğu kez kokulu olup bitkileri uzun süre kaynatmakla elde edilir. El-Şirazî, “malihülya kökenli baş ağrılarında faydalı” olan bir kompres reçetesi veriyor: “Menekşe, nilüfer çiçeği, papatya, kokulu sarı…, mavi zambak ve karanfil eşit miktarlarda alınacak. Bunlar, beş rıtl su ilâvesiyle, bir rıtl kalana kadar kaynatılacak”.

İbn Kaysân “karaciğer ve mideyi kuvvetlendirip mide ve bağırsakların zaafından ileri gelen ishalde etkili bir hurma tozu”nun reçetesini veriyor: “Kuru hurma ekstresi, siyah çam sakızı, ak günlük, kuru kişniş, keçiboynuzu, kuru ayva ekstresi, kuru mersin tohumu ekstresi, Suriye ayvası meyvesi ve mantarlardan eşit miktarda alınacak. Bunlar, hafifçe kızartıldıktan sonra iyice dövülecek ve birbirine karıştırılıp kullanılacak.

Al-Semerkandî, “Tozlar ve kuru midevîler” adlı bir bahiste bunlar hakkında tam izahat veriyor. Bunlardan bir tanesi: “Yakan idrar için tohum tozu. Otuz dirhem kabuklu karpuz çekirdeği, her birinden onar dirhem olmak üzere hıyar, helvacı kabağı, leylâk, haşhaş tohumları; her birinden üçer dirhem nişasta, kitre, koyu meyan kökü şarabı, iki dirhem ban otu çekirdeği ve nihayet bunların tümüne eşit miktarda şeker. Bu tozdan üç dirhem, sabah geç saatte, menekşe şurubu ve gülsuyu ile alınacak”.

“Yanma ve aşırı susuzluk hâsıl etmeden idrarı tumamama halinde bunu tutmaya yardımcı olan tozlar: Meşe palamudu, 50 dirhem; günlük, 30 dirhem; kuru kişniş, 10 dirhem; kilermeni, 10 dirhem; gom arabî, 10 dirhem. Bu karışımdan sabahları geç saatte ve akşamları alınacak[10].

Buraya kadar gördüklerimizden bitki ve ilâç cetvellerinin daha ilk yazılı dönemden itibaren iyice bilindiği anlaşılıyor. Bunlar, eski Mezopotamya tabletlerinde bulunuyorlardı.

Araplara ilâçların listesini Bergamalı Galenos vermişti; bu liste tüm II. yy.dan XIX. yy.a kadar çok büyük rağbet görecekti.

Aslında Diophantos’a bağlı Galenos’un eseri, farmakoloji üzerine yazan birçok Arap müellifinin üzerine bina ettiği temel olmuştu. Galenos’un “Doğal (saf) ilâçlar”ı, IX. yy.da Yusuf el- Hûrî ve Eyyûb tarafından Süryanîceye çevrilmiş. Yine IX. yy.ın başlarında Hunain İbn İshak bunu bir kez daha Süryanîceye ve sonra da Arapçaya tercüme etmiş. Süryanîce, Arapça yazan bir tabibin okuması için çok zor olmayıp böylece Galenos’un eseri Yunanca, Süryanîce ve Arapça olarak zamanın tıp dünyasının daha erken tarihlerden itibaren elinin altında bulunmuş. Arapça bilgisinin, artık Müslüman olmuş İran’da yaygın olduğu hatırda tutulacaktır[11].

Saf ilâçlar ve bunların farmakolojik nitelikleri alanında, Dioskorides’in büyük eseri ile onu takip eden Yunan tabiplerinin tedavi üzerine daha aşağı çalışmaları Müslümanların elinin altındaydı.

Modern Farsçada en eski bilimsel eserlerden beri İran’da Heratlı Ebû Mansur Muvaffak B. Ali el–Haravi’nin (970) farmakolojik risalesi oluyor. Arapça Kitâb al–abniyâ’an hakayik al–ed–viya, “İlâçların gerçek niteliklerinin temelleri kitabı” tesmiye edilmiş.

Ebû Mansûr’un yazdığı giriş, Hint etkisini göstermesi bakımından ilginçtir: “Hindû tabiplere göre her şey dört kategoriye bölünmüştür. Birinci sınıf besin maddelerinden mürekkep, ikincisi ilâçlarla birlikte besin maddesi, üçüncüsü sadece ilâçlar. Dördüncü sınıfa ait olanlar zehirlerdir. İnsan bedeni üzerine etki yapan her şey dört tipe benzer. Biri içi ve de dışı etkileyendir; örneğin buğday, dâhilen bir gıda ve haricen de, yaralar üzerine püskürtülecek bir tozdur. Başka bir tip mideyi tedavi edici etkisi varken haricen ağrı verir; meselâ sarımsak bedenin iç hararetini artırır ama dışta zehirlidir. Bir üçüncü tip, dâhilen alındığında zehirli olup haricen tiryak, panzehir (kurşun dioksidi) ve benzeri gibidir. Sonuncu tip, kurtboğan ve çavdar mahmuzu gibi dâhilen ve haricen aynı zehirli etkiyi haizdir…”.

Ebû Mansûr, yine Galenos’tan esinlenerek fındık, ceviz ve bunların yağları, susam yağının nitelik ve faydaları üzerinde duruyor. O, Hint farmakolojisini Arapça yazanların ciddî dikkatine arz etmiş olan kişi oluyor. Onun zamanında birçok tabip İranlı olup böylece eseri Yakın–Doğu’lu bilimsel yazarlara yayılmıştı. Bu eserde Hindu ve erken İranlı tabipler zikrediliyor[12].

Dioskorides: “Nitron (Yunanca). En seçkini hafif ve pembe, ya da beyaz ve sünger gibi gözenekli olanıdır. Aphrónitron (Yunanca), “nitron köpüğü” demek olup, dendiğine göre, Ermenicedir[13]. En seçkini, kolayca ezilebilen, menekşe renkli, köpüğe benzeyip keskin tatlı olanıdır, tıpkı Philadelphia kentinden[14] getirilen gibi. Kaliteden yana ikincisi Mısır’ınkidir; bu, aynı zamanda Karia’da Manisa yöresinde olanıdır”.

Galenos: “Beyaz Afrika güherçilesi ile aphrónitron arasındaki fark, sonuncusunun kuru ve beyaz buğday unu görünümlü olup Assos’tan[15] getirilen ve kül renginde olan dövülmüş taşa benzememesindedir. Elenen güherçile kalburdan un gibi geçmez, katı ve kompakttır. Halkın her gün banyoda bedenlerini yıkamakta kullandıkları bu türdür. Niteliği sadece temizleme olmayıp kaşıntı yapan cerahatli sivilceleri çözer. Bulantı hâsıl edip kusmayı intaç etmezse, lüzucî ahlâtı sıvılaştırmada çok başarı sağlar ve zehirli mantar yemiş olanları tedavi eder…”[16].

Hz. Muhammed’den sonraki iki asır boyunca Araplar, eski dünyanın büyük bölümünü fethederek göreceli olarak münzevi ve sıhhatli bedevî yaşamdan kentsel olanına geçmişler ve buna bağlı tüm hastalıkları da beraberlerinde sürüklemişlerdi. Daha büyük tıbbî gelişmeyi, özellikle Yunanlılarınkini, İranlı ve Hindularınkini gözleyerek Arap idareciler bu alanla ilgilenmişler ve bu baptaki bilgileri teşvik etmeye zorlanmışlardı.

Buna bağlı tıbbî bilimler de, bu dönemde, aynı hızla gelişti. Zooloji, simyâ, botanik, kimya ve farmakoloji de aynı canlılığı gösterdi. Ama en büyük şaşırtıcı deneyi yaşamış olan farmakoloji bunu kemiyet ve keyfiyet itibarıyla sergilemişti.

Bu hikâye Galenos’un tıbbî eserleriyle başlamıyordu, şöyle ki bunlar, Helenistik dünyanın İslâm’ın çıkışından hayli uzak bir döneme aittiler.

Antik çağın en büyük hekimlerinin, Galenos’un haleflerinin eserleri üzerindeki etkileri önemli oluyor; zira bunlar da İslâm tarafından benimseneceklerdi.

Bunlardan biri Amida’lı (Diyarbakırlı) Aëtius (M.S. 500) idi. Bizans saray tabibi ve bir tıbbî ansiklopedinin müellifi idi. Eserin en önemli kısmı oftalmoloji üzerine olanı idi. Önerilerinin ayrıntılarına girmiyoruz.

Bir diğeri Aegina’lı[17] Paulus olup Arap yazarlarını etkilemiş ünlü bir müellif olmakla ilginçtir. Tıbbî ansiklopedisi Hunain İbn İshak tarafından IX. yy.da Arapçaya çevrilmiş olup böylece İslâm’da iyice tanınmıştı. Bunun da reçetelerini buraya derç etmedik[18].

***

Farmakolojinin bağlayıcı disiplini vasıtasıyla kimya ile tıbbın bugün dahi cari olan rabıtası, simyanın saçma kod–dilinin yayıldığı Ortaçağlarda garip bir ifadeye bürünmüş. İslâm tıbbının hiçbir dalı farmakoloji kadar inceden inceye araştırılmamış. Max Meyerhof, ilâçların adlarını bilimsel olarak izah etmiş ve I. Dünya Harbi sırasında Kahire’nin aktar pazarının ilâç envanterini çıkarmış. Yayınladığı eserleri arasında en önemlisi Maimonides’in (1135-1204) basımı olup işbu kitap münhasıran çeşitli dillerde “basit” ilaçların ıstılahlarını irdeliyor.

Her ne kadar İslâm, sair Grek farmakolojilerine cinsiyet peyda ettiyse de, Dioskorides’in Materia Medica’sı bu alanda en büyük klasik olarak kalmış. Eserin adı, XIX. yy.a kadar, tıp öğreniminde farmakoloji bahsinin adı olagelmiş. Arapçaya başlıca çeviri Basilius’un oğlu Stephanus tarafından yapılmış. Bu çeviri Hunain B. İshak tarafından hemen bilinmiş ve tashih edilmiş. Bunda ilâç adlarının sadece bir bölümü Arapçaya çevrilmiş, öbürleri olduğu gibi bırakılmış. Çeviriyi tamamlama dürtüsü, İmparator VII. Konstantin’in Cordova’da Halife III. Abdurrahman’a (912-961) gönderdiği nefis Grek kodeksinden gelmiş ve bu yazmadaki resimlerin yardımıyla daha başka adların Arapçaya çevrilmesi mümkün olmuştur[19].

***

Akrâbâdhin (Akrabazin), Araplar tarafından ilâçların terkibi üzerine küçük risalenin adı olarak kullanılmış, terkibe giren bireysel maddeler ise al–adwıya al–mufrada ile ifade edilmiş.

Hastanelerde farmakolojik talimat daha ilk zamanlardan itibaren tıbbî talimin önemli bir kısmı olmuş. Büyük hastanelerin kadrosunda bir eczacı bulunuyordu. Materia medica’nın sadece Grek değil, aynı zamanda İran ve Hindistan kökenli olarak hızla gelişmesi, ister istemez ayrı bir kadroyu ve eczacılık mesleğinin tıbbınkinden ayrılmasını zorunlu kılmış[20].

Her ne kadar İslâm – Arap alanında isek de bu “akrabâzîn bahsinde bir kopukluk olmaması için bunu sair alanlarda da irdeliyoruz ve önce doğruca bizde yazılmış Akrabâzîn’leri zikrediyoruz. Bunların arasında tabip Amasyalı Sabuncuoğlu Şerefeddin, Nuh, Salih bin Nasrullah, Hayatî-zade damadı Süleyman, Ömer Şifaî ve Bursalı Ali’ye ait akrabâzîn’ler vardır. Şimdi hekimlerin elinde gezen formülerler kıtasında ve hattâ çizme arasına sokulmak için ince ve uzun şekilde ciltlenmiş akrabâzîn’lere kütüphanelerimizde çokça rastlanır. Lewin’in beyanınını Lippert’inkilerle[21] tamamlıyoruz, tekrarlardan kaçınarak.

Akrabâzîn, kodeks, pharmacopeia. Sözcük Süryanî dilinde grâfâzin’den, o da Yunanca λραφιδίον, muhtasar kitap’tan alınmış.

İbn-i Sînâ’nın Kanun’unda bu konu şöyle izah ediliyor:

“Her hastalığa, hususiyle mürekkep hastalıklara, deva olacak basit bir ilâç bulunamaz; eğer böyle bir ilâç bulursak, tercihan onu kullanırız; fakat bazı kere belki, hastalığın muhtelif mahiyetine uygun, mürekkep bir ilâç bulabiliriz; yahut öyle bir ilâç buluruz ki, kendisini terkip eden maddelerden birinin, başka bir basit ilâç ilavesi ile takviyesi icap eder. Meselâ papatya gibi ki, bunda muhallil kuvvet çok, mukabbız kuvvet azdır. Basit bir ilâç ilâvesi ile bu kuvveti arttırırsın.”

“Bazen de ısıtıcı (muşahhin) basit bir ilâç buluruz; eğer bizim muhtaç olduğumuz hararet onun husule getirdiği miktardan az ise, bir soğutucu (mubarrid) ilâç katarız. Şayet daha çok sıcaklığa ihtiyaç var ise, başka bir ısıtıcı ilâç daha ilâve olunur.”

Bazen dört cüz’ü de ısıtmak kabiliyeti olan bir ilâca ihtiyacımız olur da, ancak biri üç ve diğeri beş cüz ısıtıcı unsuru hâvi, iki ilâç buluruz; böyle bir hâlde, bu iki ilâcı karıştırarak, dört cüz’ü ısıtıcı bir ilâç husule gelip gelmediğine bakarız.

“Bazen de kullanmak istediğimiz ilâç bir hâlde müessir ve faydalı, lâkin başka bir hâlde zararlı olur; bu takdirde mazarratını tâdil edecek bir şey ilâve etmek lâzımdır.”

“Bazen ilâcın tadı fena olur. Tabiata hoş gelmez, mide bulanır ve ilâcı çıkarır; böyle ilâçlara tadı düzeltecek bir şey katılır.”

“Bazı defa ilâcın vücudun uzak bir nahiyesine tesir etmesi arzu edilir; fakat birinci ve ikinci hazmın onun kuvvetini kırmasından korkulur. Bu takdirde o ilâcı her iki hazmın tesirinden koruyacak ve gitmesi istenilen uzva sâlimen varmasını temin edecek bir şey içinde veririz; afyonun tiryak terkibinde verilmesi gibi.”

“Bazen bir ilâcın, tesir etmesi lâzım gelen noktaya götürülmesi için, bir rehbere ihtiyacı olur. Meselâ kâfur kurslarına, kalbe kadar gidebilmesini temin için, safran katılır. Oraya vardığı vakit, ayırıcı kuvvet tesirini göstermeye başlar; safranı atıp tesirsiz bırakır ve soğutucu ve teskin edici (unsurların, ayırıcı kuvvetin tahlil ve kabz tesirlerinde yaptığı gibi, kalbe tesir etmelerini temin eder. İlâcın, tabiî olsun müstahzar (ma’mül) olsun muhallil unsuru, madde-i marazı halletmek için, hasta uzva teveccüh eder ve maddenin kanallarda cereyanına mâni olan şeyi de halleder (eritir).”

“Bazen bir ilâcın iyi tesir etmesi için, hasta nahiyeye giderken, yavaşlamasını isteriz; eğer ilâç çabuk nüfuz ediyor ise, ona süratini yavaşlatacak bir şey karıştırırız. Meselâ mülâttif (yumuşatıcı) ilâçlar, kara ciğerden çabuk geçer; eğer böyle bir ilâcın karaciğerden yavaş geçmesini istersek, ona, kara ciğerin zıt tarafına, meselâ midenin ağzına doğru çeken, turp tohumu gibi, ilâçlar katarız. Bu suretle ilâcın geçmesi yavaşlar ve karaciğere kadar faydası yayılmaya vakit bulur.”

“Bazen bir ilâca rastlarız ki, iki gayeye yarar ve bizce onlardan yalnız biri matluptur. Bu takdirde ona istenilen gayeye sevk edecek bir ilâç karıştırırız. Meselâ müdrir ve mülâttif ilâçlara, onları kan damarları cihetinden çevirerek, böbrek ve mesane tarafına sevk etmek üzere, kunduz böceği ilâve ederiz.”

“Malûm ola ki, ilâçlardan bir çoğunun tesir ettiği mahal ile gidip oturduğu bir mevkii vardır. Eğer mevkiinden, yani gidip durduğu yerden, daha uzak bir yere tesir etmesi arzu edilirse, ilâca hastalık yerine kadar yolu açacak diğer bir şey ilâvesine ihtiyaç vardır. Şayet ilâcın gidip durduğu mevkiden daha yakın bir yere tesir icra etmesi matlup ise, onu giderken hastalık mevkiinde durduracak bir şeye lüzum vardır.”

“Malûm ola ki, tecrübe edilmiş bir şey (bir ilâç), tecrübe edilmemiş olana müracahtır. Bir tek maksat için birçok ilâç yerine, tek bir ilâç kullanmak daha iyidir.”

“Tecrübe edilmiş şeyin tercihine sebep, her mürekkep ilâcın terkibine giren basit davalardan her birinin ayrı ayrı tesirleri ile topunun birden tesirinin bilinmesidir. Tecrübe edilmemiş olan bir ilâca gelince, ancak mürekkep olduğu basit ilâçlar hakkındaki bilgilerimize göre, faydalı olacağına hükmedilebilirse de, o ilâçların karıştırılmasından husule gelecek neticenin umduğumuzdan daha ziyade mi yahut daha az mı olacağı kestirilemez. Bazen mürekkep bir ilâcın tesiri, onu terkip eden kısımlardan beklenebilecek neticeden daha müessir olur”.

“Mürekkep ilâçlar on bir sınıfa ayrılmıştır. Bu sınıflarda sayılamayacak derecede çok ilâç vardır ki, her birine, istihzar usulüne yahut hekimlere, memleketlere vs.ye göre, adlar takılmıştır.”

On bir sınıfa ayrılmış mürekkep ilâçların dökümünü vermiyoruz.

***

Akrabâzîn’lerin irdelenmesi doğal olarak devâlarınkine götürüyor. Adviya, dawa’ çoğulu olup insan bedeninin yapısını etkileyebilen devâ ya da zehir olarak kullanılan her maddeye alem olmuş. Grek düşüncelerine uygun olarak Müslüman eczacılar, adwiya mufreda (φάμαχα άπλά) ile mürekkep ilâçları adwiya murrakaba (φάμαχα τυνθετα) tefrik etmişler. Kökenlerine göre adwiya bitkisel (nabâtiyya), hayvanî (haya wâniya) ve madenî (ma’diniyya) olarak ayrılmış.

Genel olarak tıpta olduğu gibi, Müslüman farmakoloji Yunan öğretisine bağlıydı. Bu arada farmakolojik ıstılahçılıkta İran geleneğinden bir unsur da görünüyor. Birçok halde bitki ve ilâcın bu İranî adlarından bazıları hâlâ kullanılmaktadır ki bunlar ünlü Jundişapur tıbbî mektebinin yadigârları oluyorlar: Grek bilimi İran toprağında çiçek açmıştı.

Ünlü Birûnî’nin farmakoloji üzerindeki eserinde, kuramsal olarak her bitkinin bir miktar tıbbî, halen bilinen ya da bilinmeyen meziyeti vardır, deniyor.

Doğu’da yazılmış en ilginç farmakolojik eşanlamlar kitabı, hiç şüphesiz, Birûnî’ninki oluyor[22].

Döneceğiz Birûnî’ye.

***

“Devâ”nın çoğulu “edviye” olup, Arapça eski kitaplarında ilâçlar basit (mufrada) ve mürekkep (murakkaba) olmak üzere ikiye ayrılır ve ikincisine akrabâzîn (pharmacopeia) adı da verilirdi. Basit ilâçlar, niteliklerine bakılarak, sıcak ve soğuk, râtip ve kuru olmak üzere (yani insan vücudunun ısısına göre) kısımlara ayrılmış. Basit ilâçlar ayrıca, doğal terkiplerinin bir veya birkaç unsurdan teşekkül etmiş olmasına göre, iptidaî veya tâli kısımlara bölünürdü.

Bu suretle meselâ süt basit ve tâli bir devadır; zira süt, su ile peynir ve yağdan terekküp eder. Bileşimin etkilerinin ya fiilen kullanılarak veya mümaselet (benzetme) yolu ile anlaşılması gerekiyordu. Bu suretle meselâ aynı ilâç sıcak olunca, insan vücuduna, soğuk olduğunda ise, aslan veya at vücuduna tesir edebilirdi.

İlâçların etkileri, buraya derç etmediğimiz 49 adet tabirle ifade edilirdi. Birçok örnek bu tabirlerin nasıl edildiğini gösteriyor. İbn-i Sînâ’da bunun arkasından 12 cetvel geliyor. Bunlar boyamanın, süslemenin etkisi, sivilceler, çıbanlar, çatlaklar, yaralar, etraf uzuvları, baş, gözler, teneffüs ve göğüs uzuvları, hazım ve ifraz, humma (ateşli hastalık) ve zehir gibi, tıbbî vak’alar kısaca zikredilmiş. [23]


[1]Martin Levey. – Early Arabic pharmacology. An introduction based on ancient and medieval sources, Leiden (Brill) 1973, s.VII.

[2] ibd., s.1.

[3] ibd., s.5.

[4] ibd., s.7.

[5] ibd., s.10–11.

[6] ibd., s.54-55.

[7] ibd., s.60.

[8] ibd., s.60-64.

[9] ibd, s.77.

[10] ibd., s. 80-82.

[11] ibd., s.100-101.

[12] ibd., s.103-105.

[13] ibd., s.103-105.

[14] Alaşehir.

[15] Çanakkale’nin Ayvacık ilçesinde, Behramkale’de.

[16] Martin Levey. – op. cit.  , s.112.

[17] Ege’de Yunan adası.

[18] Martin Levey. – op. cit.  , s.118-121.

[19] Martin Plessner. – The natural sciences and medicine, in Coll. – The legacy of Islam, s.445-446.

[20] B. Lewin. – Akrâbâdhîn, in EI.

[21] Z. Lippert. -Akrabâzîn, in İA.

[22] B. Lewin. – Adwiya, in EI.

[23] J. Lippert. Edviye, in İA.