Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte Türk ulusçuluğu daha çok resmî devlet milliyetçiliğiyle ve dolayısıyla Kemalizm’le özdeşleştirilmiştir. Bu anlamda Türk ulusçuluğunun doğuşu ve önemi Kemalist ulusçuluğun ilkeleri ve kazanımları doğrultusunda yorumlanmış; tek parti dönemi de resmî ideoloji ve söylem dışında farklı ulusçu temaların yaygınlaşmasına izin vermemiştir.
Kısacası, yeni ulusal Türk devletinin kuruluşu ve geleceğine ilişkin farklı Türk ulusçulukları yerine tek tip bir ulusçu anlayış hâkim kılınmış: “Türk ulusçuluğu” da sağa sola kaymayan, başından sonuna kadar Kemalist çizgiye sadık kalan bir ideoloji olarak takdim edilmiştir.
O ise ulusçuluk, doğası gereği, liberalizmden totalitarizme, yurttaşlıktan ırkçılığa, hoşgörüden şovenizme uzanan farklı ideolojilerle eklemlenebilir. Türk ulusçuluğunun da bu anlamda Kemalist ulusçuluk dışında bazı varyantları olmuştur.
Otuzlu ve kırklı yılların Türkiye’sinde siyasî mücadele tek parti yönetimiyle sınırlandırılırken resmî ulusçuluk anlayışının dışındaki özellikle pantürkist eğilimli muhalif ulusçu görüşler sıkı bir takibata uğramıştır. II. Dünya Harbi sırasında canlanan anti – Sovyet Türkçü yayın ve etkinlikler ise tamamen İnönü yönetiminin savaş politikası amaçlarına uygun olarak yakından izlenmiş, gereğinde gelişmesine göz yumulmuş, hattâ resmî politikanın aracı olarak bile kullanılmıştır.
Kemalist ulus tanımı, adı açıkça konmasa da, önemli çelişkiler barındırmaktaydı. Birincisi toplum içinde Müslümanlıkla Türklük arasında zımnî bir özdeşlik olduğu kanısı yaygındı. İkincisi, siyasî ve kültürel olarak İslâmî bağları ve Osmanlı geçmişini dışarıda bırakmayı yeğlerken, İslâmiyet öncesi eski Türk tarihine açılan kapıdan bazı etnik tanımların içeri süzülmesi kaçınılmaz olmuştu. Bunun da ötesinde Batı uygarlığı ile kurulmak istenen “evrensel” bağlarla eski Anadolu uygarlıklarına atfedilmek istenen “Türklük”, antropolojinin sınırlarını da aşarak bilimsel hiçbir temeli olmayan bazı ırk kuramlarını gündeme getirmişti. Dolayısıyla bir taraftan Türklüğün Fransız modelinde olduğu gibi yalın bir yurttaşlık anlayışına dayandığı iddia ediliyor, öbür yandan da bu yorumun dışına çıkan bazı ideolojik, siyasî ve kültürel öğelere yer veriliyordu. Aynı zamanda bu, ‘Türk ırkı’nın tarihî sembollerine, üstünlüğüne, kan birliğinin önemine yer veren, dahası, Türkiye’nin siyasî elitinin Türk ırkından seçilmesi gerektiğine inanan ırkçı bir ulusçuluk olmuştu[1]. Nihat Atsız’ın esas kamuoyunda adını duyurması, I. Türk Tarih Kongresi’nde Dr. Reşit Galip ile hocası Zeki Velidî Togan’ın arasında geçen tartışmada hocasının tarafını tutmasıyla başlamıştı. Orta Asya’dan Batı’ya göçlerin tarihi ile ilgili bu tartışmada Togan, Orta Asya Türklerinin Hitit, Sümer ve Mısır gibi uygarlıklarının atası olduğu görüşüne karşı çıkmıştı.
Atsız’da bozkurt, Türklüğün sembolü olarak kullanılırken Türklük de çok açık bir biçimde ırk temelinde tanımlanmıştır. Atsız için Türklük Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığının ötesinde, Türkiyelilik ve Anadoluluğu da aşan Orta Asya merkezli “Altay – Turan” ırkı demektir. Bu bağlamda etnik köken, dil ve tarih gibi kültürel faktörlerden çok, doğrudan doğruya kan bağıyla soydan soya geçtiği varsayılan ırk öğesine dayandırılmaktadır.
Atsız’ın Edirne’de çıkardığı ikinci dergi Orhun’un ilk sayısının tanıtım yazısında yer alan şu ibare ve cümleler, onun Türkçülüğündeki hem pantürkist hem de ırkçı görüşü açıkça yansıtmaktadır:
“Ankara, Adalar Denizi, Altay’ın daha ötesine kadar uzanan ulu bir varlığın kısaltılmış bir ifadesidir… ORHUN’un yolcuları iyi insan değil, iyi Türk istiyorlar… ülkülerin ülküsüne: Her şeyden üstün en büyük Türkiye! “
“Türk, bir vazife için yaratılmıştır. Bu vazife kâinat Türkleştiği zaman biter”.
Nihat Atsız için Türkiye sınırları içinde en makbul unsur, kanı karışmamış, tercihan da Sivas’ın Batısındaki yörelerden gelen Anadolu köylüsüdür:
“Türk ordusunda en seçme ve kahraman unsur daima Kastamonu, Çankırı, Taşköprü, Tosya ve havalisinden yetişen neferlerdir. Niçin? Çünkü buradaki Türkler Orta Asya’dan nasıl geldilerse öyle kalmışlar, hiç karışmamışlardır”.
Nihat Atsız’ın Orhun dergisini 1943 Ekim’i ile 1944 Nisan ayı süresince yedi sayı çıkarmış. Bunlarda temalar, hep birbirlerinin tekrarı olmuş. Ancak yazı kadrosu Zeki Velidî Togan, Besim Atalay, Nihad Sami Banarlı, Mustafa Hakkı Akansel’in de dâhil olmalarıyla zenginleşmiş, savaş yıllarının duygularını (Besim Atalay, 1920’den 1946’ya değin, ulus temsilcisi olarak bulunmuş bir siyaset adamı olmanın ötesinde asıl şöhretini XI. yy. ürünü Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lûgati’t Türk’ünü Arapçadan dilimize çevirmekle elde etmişti. Banarlı da, tanınmış edebiyatçılardandı) daha yakından yansıtırcasına kapakta “Bütün Türkler bir ordu” ibaresi yer almakta ve “Türkiye büyüyüp Turan olacak” ülküsünü korkusuzca yinelemektedir.
Öbür yandan Atsız’ın kırklı yıllarda diğer Türkçü dergilere (bunlardan Orhan Seyfi Orhon’un Çınaraltı, Reha Oğuz Türkkan’ın Samsun’da yayınladığı Kopuz, başta gelmektedir) yaptığı katkılardaki görüşler ilgi çekmektedir. Devletlerin ve imparatorlukların asıl güçlerini hükümdar ve yöneticilerden aldığını ileri sürerek Türk ırkının yüksek askerî, idarî ve siyasî yeteneğine dikkat çekmekte, başarısızlıkların ise ancak Türk asıllı olmayan ve yabancı kanı taşıyanların beceriksizliği ve ihanetinden kaynaklandığını iddia etmektedir. Buna bağlı olarak da devlete sadakat, dürüstlük, özveri ve kahramanlık gibi ahlâkî ve ruhî özelliklerin de tarihî miras olarak ancak saf kan taşıyanlarda mevcut olabileceği görüşündedir. Bu bakımdan devşirme usulünü uygulayan ve bir “Türk aristokrasisinin gelişmesine engel olan” Osmanlı sistemini de eleştirmektedir.
Atatürk’ün ölümü ve İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı ile başlayan yeni dönemde Türkçü yayınlarda canlanma, yazar kadrosunda genişleme ve okuyucu sayısında artış gözlenmiştir. Yurda dönmelerine izin verilen Rıza Nur ve Zeki Velidî Togan, Türk Ocakları üyelerinden Hasan Ferit Cansever gibi eski kuşak Türkçülerin yanı sıra, otuzlu yıllarda Nihal Atsız’a destek vermiş olan Fethi Tevetoğlu[2] (takma adıyla Atsız’a yoldaş) ve Necdet Sancar, yeni kuşak Türkçüler arasında sivrilen Reha Oğuz Türkkan ve onun tarih öğretmeni, Budapeşte’de Türkoloji eğitimi yapmış olan Hüseyin Namık Orkun gibi isimler, Nihal Atsız’la birlikte savaş yıllarında Türkçü akımının en önde gelenleri olmuşlardı.
Otuzlu yıllarda orta öğretim müfredatında yer verilen Orta Asya kökenli tarih ve göç tezleri; Halkevlerinin ırk ve antropoloji konusundaki yayınları ve Anadolu’da yapılan arkeolojik kazılarda bulunan kafataslarının Avrupalıların brakisefal ırk yapısına yakın düştüğü iddiaları; Millî Türk Talebe Birliği’nin Birlik dergisindeki ‘Vatandaş Türkçe konuş’ çağrısının yanı sıra yer alan bozkurtlu amblemler; 1927 ve 1948 yılları arasında banknotlarda kullanılan bozkurt resimleri (Resim 73); devlet matbaasında basılmış Orta Asya sosyal tarih ve coğrafyasını yansıtan romanlar (baybiçe), ortaokul öğrencilerinin belleğine kazınan “bozkurtlara örnektir, dernektir merkezimiz” dizesi, resmî Türk ulusçuluğunun içindeki etnik vurgu, hattâ ırk öğesinin önemli göstergeleridir. CHP’nin önde gelen ideologlarından Mahmut Esat Bozkurt’un kırklı yıllarda ırkçı Bozkurt ve Gök-Börü dergilerinde yer alan yazıları, tüm Türkçü dergilerin büyük ölçüde Gayrimüslim yurttaşlara ödetilen Varlık Vergisi’ni candan alkışlamaları, resmî Türk ulusçuluğu ile muhalif Türkçü hareket arasında küçümsenmeyecek kadar önemli ortak noktalar olduğunu düşündürmektedir.
Otuzlu ve kırklı yıllardan günümüze uzanan ve daha çok Türkeş’in MHP’si içinde varlığını sürdüren ırkçı – Türkçü çizgi, günümüzde Orta Asyalı Türk kökenli ulusları Anadolu’nun Kürt nüfusundan daha çok “Türk” sayması, Nevruz bayramının devlet eliyle Ergenekon’a gönderme yaparak Türkleştirilmesi, Türk ulusçuluğunun ilginç olduğu kadar talihsiz sayılacak yansımalarından biri olarak tekrar karşımıza çıkmaktadır[3].
.
. .
“Irkçılık – Türkçülük”ün önde gelen isimlerinden Hüseyin Nihat Atsız’ın düşüncesinin özü, insanlar arasındaki doğal eşitsizlikleri halklar alanında mutlaklaştırmak istemesidir. Atsız kendini siyasî olarak ırkçı, Türkçü ve Turancı olarak tanımlıyor. ‘Türkçü kimdir’ sorusuna ‘Türk ırkının üstünlüğüne inanmış kimseler’ yanıtını veriyor. Turancılık ise Türkçülüğün kısa gelecekteki siyasî amacıdır.
‘Türklerin Altay veya Turan Irkı’ndan olduğunu belirten Atsız, yüz şekli itibariyle de esas olarak brakisefal olduklarını yazıyor. Atsız’ın ırk kriteri kan bağına dayanıyor. Kan bağına da sadece fiziksel düzeyde yaklaşmıyor. Örneğin, bir Türk ile bir Yahudi’nin asla eşit olamayacağını şöyle izah ediyor: ‘… Aynı günde doğan bir Türk çocuğu ile bir Yahudi çocuğunu aynı terbiye müessesesine alıp ikisine de yalnız esperanto dili öğretseler… bile muhakkak ki Türk çocuğu yine yiğit, Yahudi yine korkak olacaktır. Türk çocuğu yine doğru, Yahudi yine sahtekâr yetişecektir.
Atsız’a göre ırkî üstünlük, üstün ırka doğal bir zorunlulukla dünyayı fetih hakkı veriyor. Doğadaki Darwin kanunlarının uluslararasında da geçerli olduğunu düşünüyor. “… sonunda güçlüler kazanır” diyor. Atsız bu bağlamda millî ülküleri bugünden geleceğe ve döneme ayırıyor: İstiklâl, birlik, fütuhat. “Ülkülere kanla, kılıçla, dövüşle, millî kinle varılır… Bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır. Büyümek istemeyen millet küçülmeye mahkûmdur. Saldırmayan millete saldırırlar”. Aynı çerçevede Mustafa Kemal’den “(Yurtta barış, cihanda barış); yahut (kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok) gibi sefilâne (!) bir siyasî umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler” diye bahsediyor.
Atsız’ın dikkat çekici bir tutumu da, Türklerin savaşçılığını, felsefeye, bilime bir karşıtlık içinde yer vermesi. “Yakarış” adlı şiirinde bunu şöyle vurguluyor:
“Anlamayız hayatı felsefeyle ilimle;
Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı
Rahat yatakta ölmek acep olmaz mı çile?
Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı”[4].
Atsız’ın ırkçılığı siyasi yaşamda ayrımcılık doğuruyor. Örneğin, T.C. vatandaşları arasında sadece Türklerin başa geçmesini savunuyor. Yine örneğin bu nedenle, vaktiyle Abdülhamid’in Meclis’i dağıtıp I. Meşrutiyete son vermesini tamamen haklı buluyor. “Meclis’i kapatması, Sultan Hamid’in en büyük başarısı ve hizmetidir. Bu meclis kapatılmasaydı ne olacaktı? 8 milyon Hristiyan ve 12 milyon Müslüman yabancıya karşı, kültür seviyesi 10 milyon Türk’le bu devlet nasıl tutulacaktı?…”[5].
Atsız, bazı unsurları ise vatandaş olarak dahi benimsemek istemiyor. Çingenelerin Hindistan’a sürülmelerini öneriyor. Yine Kürtlerin de aynı şekilde kendilerine gidecek bir yer bulmalarını, örneğin Birleşmiş Milletler’den Afrika’da bir yurtluk istemelerini, aksi halde başlarına geleceklerini Ermenilerden sorup öğrenmelerini tavsiye ediyor[6]. Atsız’ın toplumsal ilişkilere bakışı, insanlar arasındaki “zekâ”, “soyluluk” gibi eşitsizliklerin mutlaklaştırılmasına ve bu temelde hiyerarşik bir yapının kurulmasına dayanıyor. Örneğin, demokrasilerin “ayak takımı hâkimiyeti” haline gelerek “zekâdan” yoksun (!) bir durum almasına karşı çıkıyor. Atsız, tutarlı bir şekilde yasakçı bir demokrasi anlayışına varıyor[7]. Kanunların varlık nedenlerini, kişi hak ve özgürlüklerini güvence almak değil, “hürriyeti kısmak, yani insanları hayvanlıktan kurtarmak” olarak izah ediyor. Toplumu diri tutmak için fikir hürriyetine gem vurmak gerekiyor. “İnsan hakları denen lüzumsuz hürriyetlerden bazılarının kaldırılması” gereğinden, ‘fertlerin grev ve toplantı hakları kısıtlanırsa düzenin sağlanacağı’ndan söz ediyor[8].
Atsız’a göre “bütün milletin aynı bir millî – askerî terbiye ile yetişebilmesi için” ortaöğretim, Eğitim Bakanlığı’nın elinden alınıp, Erkân-ı Harbiye’ye verilmelidir. Kadının esas fonksiyonu analık olduğu için ahlâklı yetişmesine önem verilmelidir. Özellikle kızların zehirlenmesine engel olmak için sinemaların kapatılmasını, kadın ve erkek plajlarının ayrılmasını öneriyor. Feminizm’in teranesini ise “kadına hakkı olmadan verilen fazla ve büyük değerin neticesi” olarak köleliğe götürecek bir yol diye algılıyor. Mini eteklik giyme hürriyetine karşı çıkıyor. Atsız için hippiler, Beatles’ler fikir buhranının ürünleri, Orhan Veli ise bir zavallı. Serbest cinsî ilişki, eşcinsellik, önlenmesi gereken ahlâksızlıklardır.
Atsız aydınlara karşı da güçlü düşmanlık duyguları besliyor. Ona göre “Türkiye’de imhası vacip olan yegâne unsur münevverlerdir”. “Bunlar cemiyetin şirazesini (düzenini) bozarlar. Muhtelif vesilelerle vatana ihanet eden bunlardır. Bunlar biraz okumuş oldukları için filân feylosofa veya filân âlime, terbiyeciye istinat ederek Türk cemiyeti içinde zararlı olan yeni birtakım felsefeleri neşretmekten geri durmazlar”.
Atsız için komünizm insanın bizatihi doğasına aykırıdır. Bir İslâmcı ile aralarında geçen tartışmada Atsız, mülkiyet eşitsizliğini savunuyor, İslâmcının “bütün insanlar yeryüzünü imar etmek, çalıştırmak ve hazinelerinden faydalanmak bakımından Allah’ın birer halifesidir”; “bütün insanlar kardeştir” iddiasına “şu ibareden –Allah’ın birer halifesidir- kelimelerini kaldırırsak geride kalan tam bir Marksist düşünce olmuyor mu?” diye karşılık veriyor.
İşçi sınıfına ve burjuvaziye de eşitsizlikler perspektifiyle yaklaşan Atsız’a göre, toplumsal hâkimiyet hakkı, aralarındaki eşitsizlikten kaynaklanmaktadır: “İşçiye hak tanınması başka şey, onun medenî bir topluma hâkim olması başka şeydir. Toplum hâkimi daima –burjuva- denilen aydın ve yürütücü sınıf kalacaktır. İşçinin hâkimiyeti, milletleri Hotanto durumuna getirmekten başka sonuç vermez”.
Marks’ın Yahudiliği sebebiyle komünizmin bir Yahudi cereyanı olduğuna, Bolşevizm’in ise Moskof, yani Slav ürünü olduğuna sık sık gönderme yapıyor. Atsız, dinlerdeki kardeşlik fikrini de benimsemiyor. Ona göre İslâm kardeşliği ve İslâm birliği peşinde koşanlar millet hainidir. İslâm’ın tanımadığı renk ve ırk ayrımını Türkçülerin tanıdığını vurguluyor[9].
.
. .
1970’li yıllarda sağ – sol çatışmalarının en şiddetli olduğu bir ortamda Siyonizm Türkiye için daima komünizm ile aynı bağlamda bir tehdit olarak algılanmış olup bunun nedenini de Hitler’in Kavgam kitabının içerdiği komünizm / Siyonizm / beynelmilel Yahudi iddialarında aramak gerekir. Kavgam‘ın Türkiye’de 1960 – 1970 yılları arasında on iki kez, 1971 – 1980 yılları arasında on bir kez ve tümünün milliyetçi ve ülkücü yayınevleri tarafından yayımlanmış olması, bu kitabın milliyetçiler nezdinde güzide bir yer işgal ettiğinin kanıtı oluyor. Türk aşırı sağ milliyetçileri arasındaki Adolf Hitler hayranlığı bir yerde Hitler’in komünist karşıtı bir lider olup Rusya’ya savaş açmış olması ve “saf ırk” kavramının şiddetli bir savunucusu ve “uygulayıcısı” olması ile izah edilebilir. Hitler’in bu düşüncelerinin de Türkiye’deki sağ milliyetçiliğin içerdiği Turancı, ırkçı, militarist, antikomünist ana düşüncelerin birçoğu ile örtüştüğü de görülebilir. Kavgam’ın Türk milliyetçileri arasında el kitabı ve esin kaynağı olmasının başka bir kanıtı da bir dönemin MHP Genel Sekreteri Yaşar Okuyan’ın hazırladığı teşkilât içi bir yayında Kavgam’dan yaptığı alıntılarda görülebilir.
Marks’ın Yahudi oluşu ve 1917 Bolşevik ihtilâli içinde Rus Yahudilerinin yer almış olmaları nedeniyle komünizmin “beynelmilel Yahudi”nin “cihan hâkimiyeti” amacına ulaşmak için kullandığı bir basamak olduğu iddiası milliyetçiler arasında o kadar yerleşiktir ki, Kavgam’ın bu iddiayı kapsayan bölümü Türkiye’de ayrı kitap haline getirilmiş ve Komünistler ve Beynelmilel Yahudi başlığı ile yayımlanmıştı.
Türk milliyetçilerinde Amerika’da MacCarty döneminde olduğu gibi yerleşik olan “komünistler geliyor” saplantısı nedeniyle bu “tehlike”ye karşı önce Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği kurulmuş, daha sonra da bu dernekten esinlenerek diğer bir tehlike olan ve komünizmin “ayrılmaz bir parçası” olup ana amacı onu basamak olarak kullanarak “cihan hakimiyeti”ne erişmek olan Siyonizm’e karşı da Türkiye Siyonizm’le Mücadele Derneği kurulmuştur.
Kavgam’ın içerdiği izleklere (temalara) derneğin çıkardığı yayınlarda ve dernek ile özdeşleşen Fedai dergisinin yayınlarında da rastlanır. Adolf Hitler, Cevat Rifat Atilhan ve II. Abdülhamid’in fotoğraflarının “Tarihin kaydettiği üç büyük Yahudi düşmanı. Beşeriyet size minnettardır!” alt ve üst başlıkları ile Fedai dergisine kapak konusu (Resim 75) olmaları ile antisemit söylem en üst noktasına erişir.
Derneğin yayınlarında altı çizilen olgu, ‘Dünyayı saran tehlike, Dünya Yahudiliği Siyonizm’dir. Siyonizm, kolları her tarafa uzanan, dünyayı çepeçevre saran ve kollarında “farmasonluk”, “komünizm”, “emperyalizm”, “kapitalizm”, “küfür”, “her türlü şirk”, “müstehcen neşriyat”, “ahlâksızlık yazan bir ahtapot” veya “komünizm”, “Siyonizm”, “sosyalizm”, “çeşitli emperyalizm”, “masonluk” yazan bir Yahudi olarak simgelenir.
Derneğin 16 Şubat 1969 tarihli genel kurultay toplantısında başkanlığa Kemal Fedai Coşkuner getirilmiştir. Coşkuner’in kişiliği incelendiğinde kendisinin İzmir Ülkü Bir Derneği’nin kurucuları ve yöneticileri arasında yer aldığı ve bir dönem ateşli milliyetçi yazar Osman Yüksel Serdengeçti tarafından yayımlanan Serdengeçti dergisinin kapanmasından sonra bu derginin isim hakkını aldığı ve Fedai olarak değiştirdiği görülür. Derginin yazı kadrosunda birçok yazar arasında şiddetli antisemit söylemi ile ünlü Cevat Rifat Atilhan (Resim 76) Fedai dergisinde “Yahudilere ölüm” ve “Yahudi” şiirlerini yayımlayan Enver Tuncalp, Osman Yüksel Serdengeçti, İlhan E. Darendelioğlu da var olup, yayın siyaseti arasında Komünizm, Farmasonluk, Siyonizm ile mücadele yer almaktadır. Derginin simgesi, parıldayan bir hilâli çevreleyen 16 yıldız olup, “16 yıldız, tarih sahnesine çıkmış 16 Türk Devletini ve ortadaki hilâl de İslâmiyet’i temsil etmektedir” Bu simge, aynı zamanda, “İslâmiyet’le mücehhez bir Türklük, Türkçülük dolayısıyla yüce Turan idealini ifade etmektedir”. Kemal Fedai Coşkuner’in esas mesleği öğretmenlik olup 1964 yılında milliyetçi faaliyetleri yüzünden dönemin Milli Eğitim Bakanı İbrahim Öktem tarafından Van’a sürgün edilmiş, bunun üzerine de meslekten ayrılmıştır. Üç yıl süreyle Türkocağı İzmir Şubesi başkanlığını yapmış olup milliyetçi bir yayın organı olan Ortadoğu gazetesinde kalıplaşmış antisemit izlekleri (temaları) içerir. “Yakın tarihimiz ve Siyonizm yazı dizisini de yayınlamıştır.
Türk Sosyalist ve Marksist hareketlerinin içinde yer alan Dr. Şefik Hüsnü, Nazım Hikmet gibi düşünürlerin de dönme (Şefik Hüsnü) veya annesi Yahudi (Nazım Hikmet) (!) olduğu iddia edilerek Türkiye’deki Marksist hareketin başlangıcında da Siyonizm’in yer aldığı ve dolayısıyla Siyonizm’in Türkiye’yi çökertmeye yönelik tasarılarından bir tanesinin komünizmi ülkemize yerleştirmek olduğu aynı çevrelerin kalıplaşmış iddialarındandır.
Türkiye Siyonizm’le Mücadele Derneği, “birlikten güç doğar” sözünü teyit edercesine ve belki de aynı “düşmanlar”a karşı “güç birliği”nde bulunmak ve gayretleri gereksiz yere tekrarlamama amacıyla İzmir Ülkü Ocakları Derneği’ne katılarak kendini fesheder[10].
.
. .
XIX. yy.ın sonlarında iyice çöküş sürecine girmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunlarına çözüm önerileri getiren çeşitli siyasî düşünceler ortaya çıkmıştı. Başta Osmanlıcılık olmak üzere İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılık olarak karşımıza çıkan bu düşüncelerden Osmanlıcılık ve İslâmcılık, II. Meşrutiyet’e kadar egemen olan düşünce tarzları olmuştu. Türkçülük, XIX. yy.ın son çeyreğinden itibaren gelişme göstermişse de, imparatorluğun nüfus yapısından ötürü yıkıcı olabileceği kuşkularından dolayı pek revaç görmemişti.
İmparatorlukta Türkçü düşüncenin yapısı böyle iken, II. Meşrutiyet öncesinde Türkçüler, çalışmalarını sürdürerek, Osmanlı milleti veya milliyeti olamayacağını ileri sürerek yeni bir çözüm yolu, Türk milliyetçiliği yolunu öneriyorlardı. Türkçü düşüncenin temel taşını, Yusuf Akçura’nın 1904 yılında yayınlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesi oluşturur. Irk kavramı üzerine oturtulmuş bir Türk milliyetçiliğini savunan bu makale, her zaman ‘pantürkizm’in manifestosu olarak kabul edilegeldi. Ayrıca bu makaledeki milliyet tanımı, Alman ya da Slavların bu konudaki anlayışlarına yakınlık göstermektedir ve Türkiye’deki milliyetçilik eğilimlerinin gelişmesi ile imparatorluktaki Alman etkisi arasında büyük bir bağ bulunuyor.
Bu yolda 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti kuruluyor ve bunun yayın organı olan Türk Yurdu dergisi, imparatorlukta Türk milliyetçiliğinin en güçlü sesi oluyor. Derginin öncülüğünü Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu yaparken, kuruluşuna Enver Paşa da destek oluyor ve hattâ para yardımı yapıyor.
Balkan Harbi’nin ağır yenilgisi, Türkçülerin tezini doğrulayarak, itibarlarını yükseltmiştir. Bu gelişmeler sonrası Türkçülük, kültürel bir akım olmaktan çıkarak siyasî bir içerik kazanmaya başlamıştır. Bunun için Türkçüler, ilk hedef olarak, siyasî bir Türk birliğini, yani Turancılık ülküsünü öngörmeye başladılar. Turancılık ülküsünün sınırlarına ve öbür unsurlardaki farklı fikirlerin tartışılmasına baktığımızda, Alman birliğinin kurulmasından öncesindeki tartışmalara benzemektedir. Bir anlamda, imparatorluktaki Alman etkisiyle, Alman milliyetçiliğinden esinlenen Türkçülük, bir “pan” hareketi şekline dönüşmüştür. I. Dünya Harbi’ne Almanya’nın yanında girilmesi ve Rusya ile karşı kamplarda yer alınması, Türkçülerin siyasî ideallerinin daha fazla gündeme gelmesine yol açmış.
Türkçüler, “millî şuur”u yaratabilmek için eğitime çok büyük önem veriyorlardı. Bu anlayış İzmir’de de egemendi. İzmir’deki İttihatçılar, şehirdeki azınlıkların eğitime verdikleri önemi görerek, İzmir halkını milliyetçilik yönünden bilinçlendirme ve eğitme çabalarına girişiyorlardı. Bunun için o dönemin sloganı sayılan “millî” unvanını taşıyan bir kütüphane kurmayı tasarlıyorlardı. 1911 yılında girişimlerini hızlandırırlar, İttihat ve Terakki’nin kâtib-i mesulû Küçük Talat (Muskara) Bey ve Kadızade İbrahim Bey, kütüphane kurma konusunda Celâl (Saygın) Bey’i teşvik ederler.
Bu kütüphane kurulur ve ayrıntılarına girmediğimiz şekilde bir “Numune Köy” projesi geliştirir.
Ama bütün bunlar, o günün koşulları altında, kâğıtta kalmaya mahkûmdu[11].
.
. .
Günümüzde Türkiye’de ırkçılık, etkin bir siyasî partinin başlıca ilkesi olacak kadar hayatiyetini muhafaza ediyor. Bu itibarla biz de bu konu üzerinde biraz daha duracağız.
Avustralya ve çevresinin adalarından Gine-Papua’da Kapanku adlı çok vahşi, çok savaşçı, işi gücü el âleme dehşet saçmak olan bir etnik grubun, kendisine verdiği ad bu değildi. Onlar kendilerine çok sade, çok özel ve nice anlamlı bir biçimde İnsanlar diyorlardı. Yani kendileri insan, başkaları değil. Bu, onları kendilerince tabiî ki insan olmayan diğer grupları devamlı taciz etmelerini, onları yok etmek için uğraşmalarını da haklı kılıyordu. Hayatlarının korku, nefret ve husumet etrafında örgütlenmiş olmasını da açıklıyordu. Kendilerini İnsanlar bilmeleri, kimliklerini böyle tanımlamış olmaları, onların kendilerinden olmayanlara kan kusturmaları için yeterli bir nedendi. İnsan olmayandan korkulurdu. Korkuyu gidermek için insan olmayanı imha etmek bir zorunluluktu. Papua Gine’nin Kapanku’ları, bildiğimiz modern ırkçılığın özgün ve orijinal uygulayıcılarıydı.
Gerçekten, bugün birileri, Avrupa’nın, tabir caizse Kapanku’lar bu kez ait olduğumuz insanları yakıyor, yıkıyor, ocaklarını söndürüyor. İnsanoğlu ya da toplumların evrensel bir illeti olan ırkçılığı, Avrupa’da mesken tutmuş Türklere karşı harekete geçiriyor, onları hiç tanımadan. Tanınmadığı dahası, tanımayı reddettiği için canlarına kastediyor. Avrupalı ırkçı, bir kez daha, farklı olana, ötekine, insandan saymadığına karşı duyduğu nefreti sergiliyor. Onu tahrik eden ekonomik ve sosyolojik faktörleri aramaya hiç gerek yok, çünkü içindeki nefret onu bizatihi tahrik etmeye yetiyor!
Bu nefret, farklılığın reddiyesinde temelleniyor. Farklı ırktan ya da kültürden olan insanda var olan insanlık hasletlerinin inkârında gelişiyor. Onun insan olduğu gerçeğini kabullenmemekten kaynaklanıyor. Bunun adı ırkçılık, ya da entelektüalize biçimiyle ve muhtemelen biraz da masumlaştırmak amacıyla, etno-santrizm – üstünlük kaygısı. Bir grup kendisini insan olarak tanımlıyor, diğerine bu sıfatı bahşetmeyi reddediyor. Ya da en azından onları zihinde bir nevi eksik insan, bir tür insan-altı bir kategori olarak algılıyor. Belirli bir kültürel grubun, aslında fena halde özel olan belirli bir kimliğin kendisini evrensel ve muzaffer ilân etmesi, medeniyetin timsali bilmesiyle birlikte insanoğlunun çeşitliliği karşısında öfke duyması. Farklı olanı, aşağılık olmayı kabul etmek ya da asimile olmak gibi imkânsız bir tercihle baş başa bırakması. Dayatmanın sonuçsuzluğu karşısında ise bazılarının neo-nazi, neo-şu, neo-bu adı altında güruhlaşıp farklı olanı yakmaya kalkması.
Bu bağlamda, Almanya’yı anlamaya çalışmaya evet. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne dâhil edilmesine karşı çıkmasının nedenlerini anlamaya evet. Mızıkçılığın ya da düpedüz itiraz etmesinin ardındaki kendine özgü tarihî ve millî nedenlerini de belirli bir ölçüde anlayışla karşılamaya da evet. Bütün bunlara evet, ama ırkçılığı anlamaya çalışmak, asla. Saiklerinin, nedenlerinin, niçinlerinin, nasıllarının bilumum ekonomik, psikolojik ve sair izahına, hayır. Irkçılık ve uzantısındaki terörün temelinde nefreti kimse gayretkeşlik edip anlama çabası gütmesin.
Böyle diyor Nur Vergin, Almanya’nın, daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi Ostpolitik çerçevesinde, Türkiye’nin AB üyesi olmasına muhalefet ettiğini de vurguluyor[12]. Tam bunları aktardığımız sırada bir gazete (Hürriyet, 13.09.2002) mezkûr yargıları salt cümlelerle doğrulayan bir haber veriyor. Sırası gelmiş olduğuna göre bunu aynen derç ediyoruz.
“Almanya’da yayınlanan haftalık Die Zeit gazetesinin ‘Türk Sorunu‘ başlıklı haberinde, ‘bir İslâm ülkesi olan Türkiye’nin AB’de yeri olmadığı’ görüşü savunuldu. Haberin alt başlığında ise şu satır yer aldı: ‘Batı’nın Türkiye’ye ihtiyacı var – örneğin Irak’a karşı cephe ülke olarak. Ama bu Müslüman ülke asla AB’ye girmemelidir’”.
Türkiye’de 1995 yılında İslâmcı partinin çoğunluğu sağladığı ve liderinin başbakanlığı elde ettiği belirtilerek, ‘Bu, Batılı değerlere, Batı kültürüne, Batılı politikaya ve Batılı yaşam biçimine karşı olunduğu anlamına gelmektedir’ denildi. Yazıda, Almanya’da bir ‘yabancılar sorunu’ değil de, ‘Türk sorunu’ olacağına da dikkat çekildi. Haber yorumu şöyle devam ediyor:
“Coğrafî olarak, tarihî geçmişi, dini, kültürü ve zihniyetiyle Türkiye, Avrupa’nın bir parçası değildir. Niçin 65 milyon Müslüman Anadoluluya serbest dolaşım hakkı verip de, yıllarca sürecek ve pahalıya mal olacak bakımın yükünü çekmeli?”.
.
. .
Yukarda Türk milliyetçiliğinin Alman milliyetçiliğinden geniş ölçüde esinlendiğinden söz edildi. Şimdi yine aynı bağlamda olmak üzere 70. Yıldönümünde İttihat ve Terakki’nin 1916 Kongresi zabıtlarını inceleyeceğiz[13].
Zafer Toprak, İttihat ve Terakki’nin 1916 Kongresi’nin zabıtlarını ayrıntılarıyla veriyor. Biz bunların içinden kitabımızın konusunu ilgilendiren kısımları aktarmakla yetiniyoruz. Bu sonuncular, I. Cihan Harbi’ne girişimizi mazur gösteren hususlar ve Almanlarla olan ‘sıcak ilişkiler’i içerenlerdir. Bu arada Toprak, ilginç yorumlar da yapıyor: ‘Milliyetçilik, halkçılık, lâiklik vb. iç dinamiklerle bağlantılı birçok sorun, II. Meşrutiyet kökenlidir. Emperyalizm, millî mücadele, Ermeni sorunu, mübadele gibi uluslararası gelişmeler’, yine dönüp dolaşıp aynı yıllarla bağlantı kurar.
1908’de, Hürriyet’in ilânı ile başlayan Osmanlı ‘İttihad-ı anasır’dan, unsurların birliğinden yana ‘Osmanlı milleti’ giderek yok olur; yerini Müslüman ve Türk unsuru vurgulayan bir tür milliyetçilik alır.
Merkez-i Umumî Raporu’nda Osmanlı Devleti’ni Cihan Harbi’ne girmeye zorlayan koşullar, uluslararası güç dengeleri ışığında değerlendirilir. İttihatçılara göre Osmanlı Devleti sözde bağımsızdır; kapitülasyonlar vb. engellerle vesayet altında tutulmaktadır. Bu ‘vesayet-i düveliyye’den kurtuluş özlemi savaşa girişin temel nedenidir. Diğer bir deyişle Cihan Harbi, İttihat ve Terakki için bir ‘kurtuluş savaşı’dır.
Şer’i mahkemelerin Adliye Nezareti’ne evkaf mekteplerinin Maarif Nezareti’ne devri teklif edilerek lâiklik alanında önemli bir adım atılır.
1332 senesi Kongre Raporu’nu okuyoruz.
Büyük denizlerimizi ve uzun sahillerimizi müdafaaya, yani emniyet, huzur ve istiklâlimizi zahir olacağı için pek büyük ümitler ve pek büyük fedakârlıklar ihtiyar ettiğimiz zırhlılarımızın İngiltere devleti tarafından vaz yed edilmek suretiyle gaspından mütevellit infial-i umumî devam ettiği bir sırada Almanya devleti bir müddetten beri tesisini iltizam ettiği münasebet-i samimaneye ilâveten iki zırhlısını hükümet-i seniyenin emir ve hizmetine bittevdi kıymattar bir cemile izhar etmiş olmakla kalplerimizde unutulmaz bir hiss-i şükran uyandırmıştır.
İngiltere, … hilâfet-i İslâmiyet’in iktisab-ı şevket ve kudret etmesine bittabi taraftar olamazdı. Diğer taraftan Rusya’nın Boğazlara sahip ve Akdeniz’e nazil olarak Hindistan tarik-i bahriyesine hâkim olmasını da istemezdi. Onun istediği, Boğazların bekçisi zayıf bir hilâfet idi. Fakat son zamanlarda Almanya’nın dem be dem terakki ve teali eden kudret ve faaliyet-i iktisadiyesi hazar-ı ahz ve itadan el ve ayak çektirmeye başladığı zaman Rusların top ve tüfek avazesiyle istilâ etmesinden korktuğu müstemlekelerinin ve belki de Britanya adalarının Alman sanat ve fenni, Alman zekâ ve faaliyeti tarafından sessizce teşhir edilmekte olduğunu görerek birdenbire tebdil-i siyasetle bu müthiş müstevliye karşı Ruslarla uyuşmayı cana minnet bilmiş ve hülâsası İngiltere’ce Boğazların ve Basra Körfezi’nin hall-i mülkiyetinden ibaret olan Şark Meselesi’ni ikiye bölecek Basra Körfeziyle hinterlandını mal edinip Rusya’nın Boğaz üzerindeki hakkını kabule muztar kalmıştır. Bu iki hasm-ı canın itilâfı İngiltere’nin Boğazların siyaseti efsanesine bu suretle hâtime çektiği için artık Boğazlarda Türklerin bekçiliğine de lüzum kalmadığından Londra konferansında kabinelerin bâlâda zikrettiğimiz meşhur sözleri ihtar edildikçe ‘Veyl mağlûblara!’ nidası en ziyade İngiliz ağızlarından yükselmişti.
Mahmut Şevket Paşa merhum kabinesi büyük bir hürmet ve saffetle memleketi ihyaya azmettiği ve en evvel hal-i muallâkkiyette kalmış olan mesaili hâl için teşebbüsat-ı siyasiyede bulunduğu zaman İngiltere, Irak’ta ve Basra Körfezi havzasında şimendifer temdidi, nehirlerde seyrüsefer icrası, maden işletilmesi gibi, bir devletin umur-u dâhiliyesinden addolunan hukukun birçoğunu uhdesinde tahrir ettirmeye ve Dicle ve Fırat üzerinde bir İngiliz idaresi tesisine sâî olmak suretiyle muzmerat-ı siyasiyyesini (gizli, saklı siyasetini) açığa vurmaktan çekinmemiştir.
Seferberliğin ilânı üzerine bazı Ermeni gençleri Osmanlı sancağı altında toplanacakları yerde, hudutlardan veya Mısır ve Bulgaristan ve Romanya’dan Rusya’ya geçerek gönüllü sıfatıyla Rus ordularına veya Rusya’nın teçhiz ettiği Ermeni çetelerine iltihak ettikleri gibi, Taşnak, Hınçak, Ramga var, Reforme Hınçak komitelerinin, aralarındaki ihtilâfatı terk ile müttehiden bil içtima devlet-i aliyyenin harbe müdahalesi halinde vukuatın alacağı şekle intizar eylemeyi ve Ordu-yu Hümayun muzaffer olduğu takdirde cephe-i harbin arkasındaki kasabalarda iğtişaşlar, katliamlar, yangınlar ika ve Ermeni askerleri silâhlarıyla firara bitteşvik bunlardan çeteler teşkil eyleyerek ordularımızın hatt-ı ricatini kat etmeyi taht-ı karara aldıkları sübût bulmasına ve Eçmiyazin Katoligosunun Rusya İmparatoru’nun ‘Ermeni hamisi’ unvanıyla takdis ederek katoligosluk makamının ceride-i resmiyessi olan ‘Ararat’ mecmuasının 1914 tarihli Ağustos nüshasında bilumum Ermenilerin malen ve bedenen Rus ordularına muavenete mecbur olduğuna dair bir emirnâme-i ruhanî neşretmesine ve Ordu-yu Hümayundaki Ermeni askerlerin silâhlarıyla firarları tekessür ederek mukarrerat-ı vakıanın faaliyeti baş göstermesine binaen hükümet-i seniyece tedabir-i ihtiyatiyeye tevessül edilmekle beraber yine Ermeni ekseriyetinin bu tevilâta kapılmayacakları hakkındaki kanaatler tezelzüle uğramış idi.
(Rapor, bundan sonra Ermeni çetelerinin ika ettikleri zarar ve cinayetleri uzun uzun tafsil ediyor).
İşte bu ahval ve vakayı, Rus hududundaki ordularımızın emniyetini selb ettiği ve kuvve-i müdafaası olamayan iaşe menzilleriyle kabilelerini taht-ı tehdide düşürdüğü ve hâdisat-i isyaniyyenin biraz daha tevessüü ordularımızın mağlûbiyetini intaç etmek gibi cidden endişe-i âver bir şekil aldığı cihetle ordularımızı iki ateş arasında bulunmaktan tahlis (kurtarmak) için bilumum Ermenilerin menatık-ı harbiyyeden (harp bölgelerinden) ve menzil ve şimendifer hatları civarından uzaklaştırılmasına mecburiyet hasıl olmuştur.
Alman hey’et-i ıslâhiyye-i askeriyyesinin himmet ve muavenetiyle teşkilât-ı askeriyyemizi ikmale muvaffak olduğumuz gibi, bedel-i nakdinin temdidi ve mükellefiyet-i askeriyyenin teşmili sayesinde azami yedi sekiz yüz bini geçmeyeceği zan olunan kuva-i askeriyyemiz üç milyondan ziyadeye is’ad edilmiş ve ihtiyat zabiti ve küçük zabit yetiştirmek usulünde icra edilen tadilât ile zabitan kadrolarımız her vakitten ziyade kesb-i mükemmeliyet etmiştir. Genç ve faal zabit ve kumandanlarımızın hizmeti sayesinde, askerlerimizin talim ve terbiyesi ve kuvve-i maneviyyesi ve o dereceyi is’ad edilmiştir ki Avrupa’nın en büyük ordularına karşı memleketi galibâne müdafaaya muvaffakiyet ve düşmanlarla dövüşmek için en mükemmel orduların yanında ahz-ı mevki etmeye liyakat kesp etmiştir. Bu münasebetle memleketimizi vatan-ı sâni (ikinci vatan) ittihaz ve terakkiyat-ı askeriyyemize şayan-ı takdir hidematı (hizmetleri) sebk eden von der Goltz Paşa’nın namını zikretmeyi bir vazife-i kadirşinasî addederiz.
(Bu rapor, İttihat ve Terakki’nin mea culpa –günah çıkarması olmuyor mu?.. B.O.)
.
. .
Ve geliyoruz, Reha Oğuz Türkkan’ın da kitabında adı geçen, Cumhuriyet dönemindeki Turancılık akımının önde gelen temsilcilerinden Nihal Atsız’a (1905-1975). Onun fikriyatını bizzat kendi yazılarından[14] okuyacağız. Ama önce bir biyografisini veriyoruz. İstanbul Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi, aynı yıl okulda asistan oldu(1931). Aynı yıl Atsız Mecmua’yı yayınlamaya başladı. Köycü bir yaklaşımdan Turancı bir yaklaşıma yönelten bu dergideki yazıları nedeniyle öğretmen olarak Malatya’ya sürüldü(1933). Bu tarihten 1952’ye değin, Anadolu ve İstanbul’daki ortaöğretim kurumlarında aralıklarla öğretmenlik yaptı. Kasım 1933 – Temmuz 1934 arasında Orhun dergisini çıkardı. II. Dünya Harbi yıllarında güçlenen Turancı akım içinde önemli bir yeri oldu, dönemin tartışmalarına katıldı. Ekim 1943’te Orhun’u yeniden çıkarmaya başladı. Bu dergide solcu etkinlikleri ve solcuları Başbakan Şükrü Saracoğlu’na şikâyet eden iki mektup yayımlaması (Mart – Nisan 1944) olaylara neden oldu. Hükümet çevrelerinde Turancılığa karşı bir havanın yayıldığı bir ortamda, Eylül 1944’te Irkçılık – Turancılık Davası’yla ilgili olarak tutuklandı. Ekim 1945’te serbest bırakıldı; 1947’de beraat etti. 1952’de daha önce bir süre çalıştığı Süleymaniye Kütüphanesinde görevlendirildi. 1952 Orhun, 1964 Ötüken (1975’e değin) dergilerini çıkardı. Ötüken‘de yazdığı bir yazı nedeniyle 1973’te hüküm giydi, ama ertesi yıl özel afla serbest bırakıldı.
Atsız’ın milliyetçiliği şamancı – ırkçı yönelimlidir ve İslâmiyet öğesine yer vermez. Ama bu görüşleri Türkçülük akımı içinde egemen olamamıştır.
Atsız Mecmua (16 Mayıs 1931 – 25 Eylül 1932), köycülük görüşünü savunan ilk dergilerdendir. Sonraki dönemde Turancılığı savunan başka dergiler de çıkaracak olan Nihal Atsız, ilk sayıdaki sunuş yazısında, “Turancılıktan Anadoluculuğa ve Marksizm’den Faşizme kadar hangi içtimaî akideye temayül edersek edelim, üzerinde çalışılacak bir saha vardır: Anadolu. Yükselmesi, artması ve kuvvetlenmesi lâzım gelen bir kitle vardır: Türk köyü ve Türk köylüsü” diyordu. Dergide Abdülbaki (Gölpınarlı), Mehmet Fuad (Köprülü), Pertev Naili (Boratav), Abdülkadir (İnan), Orhan Şaik (Gökyay), Zeki Velidî (Togan) ve Sabahattin Ali’nin yazıları yer aldı; edebiyat, folklor ve dil konularıyla araştırmalara ağırlık verildi.
Sabahattin Ali’nin Nisan – Mayıs 1944’te, Nihal Atsız’ın solcuları hedef alan makaleleri üzerine onun aleyhine açtığı dava ve bu dava nedeniyle çıkan olaylar dizisi, Atsız – Sabahattin Ali Davası olarak bilinir.
Bu yazı üzerine dergi kapatıldı, yazıda adı geçenlerden Sabahattin Ali, Atsız aleyhine hakaret davası açtı. 26 Nisan 1944’te Ankara’da başlayan dava sırasında Adliye’de Atsız lehinde gösteriler yapıldı, olaylar çıktı. Bir gün sonra Turancı bir grup Sabahattin Ali’ye saldırdı. 3 Mayıs’ta ikinci duruşmada, Atsız yanlısı kalabalık bir öğrenci grubu Ankara sokaklarında yürüyüş yaptı, Sabahattin Ali’nin kitapları yakıldı. Polisin karışması üzerine olaylar daha da büyüdü. Mayıs’taki son duruşmada Nihal Atsız, tecil edilen dört aylık bir hapis cezasına çarptırıldı. Olay basında ve kamuoyunda geniş yankılar yarattı. Hükümete yakın basında Turancılığı hedef alan yazılar yazıldı. Bu olay kamuoyu ve hükümet çevrelerinde Irkçı – Turancı akıma hoşgörülü havanın kesinlikle değiştiğine tanıklık ediyordu. Nitekim bu davayı Irkçılık – Turancılık Davası izlemiştir. Ayrıca bu dava, daha sonraki kimi gelişmelerinde (Tan olayı, DTCF’deki tasfiye vb.) başlangıç noktası sayılabilir(AB).
Geçiyoruz şimdi doğruca Atsız’ın kendi yazılarına. Bunlardan seçtiklerimiz bazıları aşağıda olup bunlar ana fikirlerini açık seçik ifade ediyorlar. Makale başlıkları da kendisine aittir.
[1] Resim 73’te görülen para üzerindeki Türklüğün sembolü olan bozkurt resmi bunun bir delili oluyor. Aynı şekilde, o tarihlerde Gayrimüslim unsurlara yedek subaylık hakkı tanınmazdı.
[2] Bu kişi, (İnönü) Türk Ansiklopedisi’nin başlıca yayıncılarından olmuş ve bunda bir ansiklopediye yaraşmayan hissî mülâhazalar derç etmiştir.
[3] Günay Göksu Özdoğan. – Türk ulusçuluğunda ırkçı temalar: 1930 ve 1940’ların Türkçü akımı, in Toplumsal Tarih 29, Mayıs 1996.
[4] Yani Atsız, bilimi, felsefeyi, kendi ülküsünün dışına itiyor. Bunlarsız bir yere varacağını sanıyor.
[5] Bu aynı tezi yine 1950’li yıllarda bizim ünlü solcu liderlerimizin de beslediklerini, ‘yaşadıklarım – dinlediklerim’ adlı anı kitabımızda belirtmiştik.
[6] Tarafımızdan belirtildi.
[7] İnönü’nünkü gibi.
[8] Hitler daha başka bir şey mi söylemişti?…
[9] Güven Bakirer. – Nihal Atsız’ın düşüncesi, in ibd. Bu son ifadeden Atsız’ın ‘Türk – İslâm Sentezi’ne sıcak bakmadığı anlaşılıyor. Biraz aşağıda onun fikirlerini bu kez kendi kaleminden okuyacağız.
[10] Rifat N. Bali. – Irkçı bir dernek, Türkiye Siyonizm’le Mücadele Derneği, in. ibd.
[11] Sabri Yetkin. – İzmir millî kütüphane hey’et-i ilmiyesinin ‘Numune Köy’ projesi (1916), in ibd. Türk Yurdu hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler için Kültür Bakanlığı yayınlarından (yay. No. 1214) Dr. Hüseyin Tuncer’in ‘Türk Yurdu üzerine bir inceleme’ adlı çalışmasının (Ankara 1990) varlığını zikrediyoruz.
[12] Nur Vergin. – Nefretin doruklarında demir atan ırkçılık, in Yeni Yüzyıl, 6 Nisan 1977.
[13] Zafer Toprak. – 70. Yıldönümünde İttihat ve Terakki’nin 1916 Kongresi, in Tarih ve Toplum 33, 1986.
[14] Hüseyin Nihal Atsız. – Makaleler, C.I., İst. 1977.