“Âyişe r.a.’dan Nebî s.a.v.’in ‘her kim, kimseye ait olmayan (harap) bir arzı imar ederse, o kimse (o yere) elyaktır’ buyurduğu rivayet edilmiştir.”
“Bu hadîs Buhârî’nin münferiden rivayet ettiği ahadis-i şerife cümlesindendir ve: Arz-ı mevâtı ihya eden kimseye dair açtığı bir bâbından tahriç edilmiştir. Arz-ı mevât, ölü toprak demektir. Bununla, imar edilmeyen ve harap bir halde bulunan arazi kast edilmiştir. Binaenaleyh arzın imareti hayata, arzın imarını terk ve tatil de memata teşbih edilmiştir. Bu itibar ile ihya-i mevâtı Tahâvî: Hiç bir kimsenin mülkü olmayan ve muhiti dahilinde bulunduğu belde halkının menafi-i umumiyesiyle alâkalı bulunmayan arzı imardır, diye tarif etmiş ve bu toprağın belde haricinde bulunmasını şart kılıp uzak veyahut yakın olması arasında bir fark görmemiştir. Bu esasa göre, Mecelle’nin 1270. maddesindeki arazi-i mevât şöyle tarif edilmiştir.”
“Arazi-i mevât, ol yerlerdir ki, kimsenin mülkü ve bir kasaba ve karyenin mer’ası veya muhatabı yani baltalığı olmadığı halde aksâ-yi umrândan baid ola. Aksâ-yı umrâyı Ebû Yusuf: ‘Kasaba veya haryenin en kenarındaki hanelerden cahîrussavt olan kimse seslendiğinde sadası işidilmeye’ diye tarif etmiştir. Umrâna yakın olan yerler, ahaliye mer’a ve harman yeri ve baltalık olmak üzere terk olunur. Bu yerlere arazi-i metrûke denilir.”
“İhya-i mevât: tohum ekmek, fidan dikmek, sulamak, nadas etmek, bina inşa eylemek suretiyle olur.”
“Cumhur-ı ulemaya göre, ihya-i mevât için İmam’ın yani hükümetin izni şart değildir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre, ihya ve imar edilmek istenilen hâlî arz, beldeye, yakın veya uzak olsun, suret-i mutlâkada devletin izniyle ihya edilir. İmam Mâlik de şehre yakın olan toprağın ihyasında izni şart kılmış ve mikyas-ı karib olarak da belde halkının mer’ası olmak gibi ihtiyaca taallûk etmesi esasını kabul etmiştir. Mecelle’de İmam-ı Âzam’ın kavli kabul edilerek: Bir kimse izn-i sultanî ile arazi-i mevâttan bir yeri imar ve ihya etse ona malik olur, denilmiştir ki, Hazret-i Âyişe hadîsinin bir tarz-ı ifadesidir.”[1]
Böylece iki örnekle, Tanzimat Mecelle’sinin İslâmî ve de Hanefi doktrine yaslandığını, “izn-i sultanî” koşulu ile de “merkezî yetke” temel anlayışına sıkı sıkıya tutunduğunu görmüş oluyoruz.
Hukukî terminolojide “yaşama getirmek”, gördüğümüz gibi, bir birey tarafından bir toprak parçasının kullanılır hale getirilmesi ve böylece bunun üzerinde mülkiyet hakkını ihraz etmesi anlamına geliyor. Ama yine de o dönemlere ait birçok sorun dikiliyor karşımıza; “Cumhur-ı ulema”, bazı İmam’lar bir yana, “resmî” İslâm’a göre “ölü” topraklar (res nullius) hangileridir? İhya’yı oluşturan unsurlar tam olarak nelerdir? Toprağın böyle bir ihyası için Devlet’ten izin alınması gerçekten elzem midir? Bu kavram eski midir? Yoksa Emevî’lerin bireylere toprak ihsanlarını denetim altında tutma siyasetinin bir ürünü müdür? Her ne hal ise bunun, Büyük Fetihler’in peşinde ortaya çıkan ferdiyetçilik eğilimlerini yansıttığı bir gerçek oluyor.
Bir başka gerçek de bunun, Emevî’lerin sahipsiz ve ekilmemiş toprak bağışlarını vergi girişi mülâhazasıyla denetim altında tutma arzusundan doğmuş olduğudur. Gerisi fakihler arasındaki sürtüşmeden ibarettir ki ayrıntıları konumuzu fazlaca ilgilendirmez. Bizim için önemli olan, “ölü”yü “diriltmiş” kişinin o toprağın sahibi olduğu, onu bizzat işleyebileceği gibi müzâraa tasarrufuna bırakabileceği, para karşılığında kiralayabileceği, kanallarından su satışı yapabileceğidir. Burası bir öşrî topraksa öşür, haracî topraksa haraç öder; ama onu sulamak üzere kuyu yahut kanal kazarsa, burası öşrî toprak olur.[2] Bu sonuncu keyfiyet her halde sulama sayesinde verimin artmasıyla netice itibariyle eskiden haraç’tan tahsil edilen vergiye muadil bir gelirin sağlanmasına bağlanabilir. Ancak bütün bu öşür-haraç hesapları, Devlet denetlemesini tazammun ediyor ki “diriltme” işine girişmeden izin alınmasının zorunluluğu istidlal edilebilir.
* *
Toprak icarı olarak haraç’ın hukukî yorumu büyük önem taşıyıp müzâraa’nın klasik kuramıyla fey, cizye ve bizatihi haraç düşünceleriyle yakından ilişkilidir. Gerçekten bu sonuncusu, hukukî anlamda toprağın icarını mı tazammun eder ve dolayısıyla haracî toprağın mutasarrıfı bir müstecir midir? Haracî topraklar, ister sulh isler anva olsun, başlarda hiç değilse sözde, gördüğümüz gibi Müslümanların alınıp satılmaz fey’i oluyordu. Esasta, haracî topraklar olan sulh topraklar sonradan zımmî’lerin ve Müslümanların mülk’ü olarak tasnif edilmişlerdi. Bu sonuncular, her ne kadar alınıp satılamazlarsa da ucra’ya, yani icara müstaiddiler. Zimma mülk ise, Müslümanlara satılabilir veya onlara kiralanabilirdi.
Fakihler açısından haraç, sadece bir sosyo-ekonomik ve malî sorun olmakla kalmıyor, aynı zamanda bir yasal ve dinî-siyasî anlam taşıyor, bir içtihat sorunu ve yasal açıdan da tarımsal alanın kullanma (üretim) değerine karşılık bir ödemeyle müzdeviç oluyor. Şafiî açıkça haraç ül-arz’ın kirâ el-arz ile müteradif olduğunu ifade ediyor.
Ebû Übeyd’e göre Arapların dilinde haraç icar, gelir, irat, nema veya sadece mahsul hasılatını ifade edip bunlar, toprağın ürününe, ev ve köleye, gelir anlamında olmak üzere haraç derler.
Cizye ile haraç, mana ve amaç itibariyle farklıdırlar; ilki kâfirlerin tâbiiyet ve izlâlini tazammun edip bunların himaye altında yaşamalarına bir karşılıktan ibarettir. Öbür taraftan haraç, bir ucra, yani toprağın hizmetlerine mukabil bir meşru icar bedelidir. Bu itibarla haraç, içtihat’a tâbidir.
Böyle olunca da fakihler işbu lafzî tarifi, yasal tarif haline getiriyorlar ve yasal terminolojide haraç’ın ucra yani bir şeyi bir kira bedeli karşılığında icara vermek demek olduğunu söylüyorlar. Bunun üzerine Ebû Übeyd de bu tanımlamayı, eski zımmî sahiplerinin eline bırakılmış anva topraklara uyguluyor. Bunlar anva-fey’in müstecirleri oluyorlar ve buna karşılık da İmam veya İslâm Devleti’ne, bir toprak veya ev kiracısının mal sahibine kira ödemesi gibi haraç ödüyorlar. Ebû Übeyd’in eklediğine göre bunu I. Ömer Savad’da uygulamış ve çiftçilere, kesin, belli bir haraç meblâğı karşılığında “beyaz”, yani çıplak toprakları vermişmiş. Genel haraç tabirinin bu kesin içeriği, o günkü ekonomik durum tarafından koşullandırılmıştı ve dönemin hukukçuları, çoğunlukla, toprak mülkünden icar bedeli ve irat şeklinde akan gelir kavramıyla ünsiyet sahibiydiler. Bu itibarla bunlar haraç’ı bugünkü anlamıyla kamu yararına yüklenilen masrafları karşılamak üzere hükümete verilen basit mecburî vergi olarak değil, onu toprağın intifa hakkının kira bedeli (ucra) olarak yorumluyorlardı. I. Ömer, yukarda sözü edilen topraklardan yılda carib[3] başına bir dirhem[4] ve bir kafiz[5] alırmış ki bu da sabit ve belirli bir icar bedeli (kirâ’ ma’lûm) demek oluyor. Çiftçiler, ürünün gerisini kendilerine saklıyorlar. Ebû Übeyd ayrıca bunun sadece “beyaz”, yani çıplak topraklar için geçerli olup meyve ağaçlarını kapsamadığını, zira bir kabâla sabit para gelirinin meyveler için kabul edilmediğini iddia ediyor, şöyle ki bu halde işlem, olgunlaşmadan, hattâ henüz gelişmeden meyvelerin satın alınmasına bedel olur ki bu kabâla[6] tipi fakihlerce reddedilmiştir.
Tanrı’nın kesin emri ve Peygamber’in Sünnet’ine dayanarak Ebû Übeyd, her Müslüman’ın, vazıh şekilde ifade edilmiş olsun, olmasın, toprağının vergisini ödemek zorunda olduğunu ileri sürüyor. Haracî toprak, herhangi bir toprak gibidir; bir Müslüman sahibinden toprak kiralayıp onu ekip biçse, sahibine kirayı ödeyecektir (düz toprağın kullanılmasına karşılık). Buna ek olarak tarımsal ürün üzerinden öşür ödeyecektir ki bu, zorunlu zekât olmaktadır. Böylece zekât ile öşür’ün her ikisi de vergi olup her ikisi de farklı Müslüman sınıflarına sarf edilirler. Haraç vergisi muhariplerin (mukâtila) maaşlarına ve ailelerinin yiyecek (erzak) tahsislerine sarf edilir. Öbür taraftan zekât, öbür Müslümanların sekiz tabakasına sarf edilen sadaka’dır. Birbiriyle telif edilemeyen bu iki tür vergi, lâyık olmayanlar için sarf edilmez. Ebû Übeyd ve daha birçokları haracî toprak üzerindeki bir yeni Müslüman’ın, basitçe toprak kirası olarak haraç’ı ve de sadaka veya zekât olarak da bu toprağın mahsulünden öşür ödemek zorunda olduğu içtihadındaydılar.[7]
“Toprak ürünlerinin zekâtı (yani öşür)… çeşitli türdeki zekâtlar ile toprak ürünleri üzerinden alınan zekât arasındaki fark, bu sonuncusunun, bir anlamda ibadet de olmasına rağmen, esas itibariyle malî bir yükümlülük olması, halbuki birincisinin saf ve basit anlamda bir ibadet olması gerçeğinde saklıdır. Bu farkın tabii bir sonucu olarak öşür, küçüklerin, mümeyyiz olmayanların, vakıfların sahip olduğu mallar üzerinden de alınır; halbuki… zekâtta durum böyle değildi. Bununla birlikte, genellikle, siyasî ve malî bakımdan, meselâ Devlet’in tahsil hakkı bakımından, uygulamadaki fark son derece sınırlıdır.
Tatbikatta hemen hemen fark yok gibidir.”
“…Öşür, ancak, bir mahsul olduğu zaman bir yükümlülük doğurur. Mahsul batmışsa, öşür alınmaz. Öşürün sebebi, fiilen üretken olan bir topraktır. Halbuki haraçla, toprağın niteliği, mutlak verimliliktir (gerek fiilen, gerekse potansiyel olarak). Bu bakımdan öşür ile haraç birbirinden ayrılırlar.”
“Toprak ürünleri olduğu gibi, vahşî ağaçların yemişleri de öşüre tâbidir… Hurma ve üzüm konusunda Şafiîler ve Malikîler, bu meyveler olgunlaşır olgunlaşmaz Devlet’çe değerlerinin tespit edileceği ve bilâhare kuru hurma ve kuru üzüm üzerinde öşürlerinin alınacağı görüşünü desteklerler. Hanefî görüş, bu uygulamaya karşıdır. Ona göre, henüz ağaçta olan taze meyvenin değerinin tespit edilmesi ve gelecekte bunun tesliminin istenmesi, mal sahibinin haklarını azaltır. Çünkü bu ikisi arasında hem miktar, hem de satış şartları bakımından fark vardır ve durum faiz olarak yasaklanmıştır. Bu iki görüş arasındaki fark, faiz yasağının farklı biçimde yorumlanmasından ileri gelmektedir. ‘Faiz’ teknik olarak, servet mübadelesinde, iki taraftan sadece birisi lehine, karşılıksız olarak, fazladan bir şeyi taahhüt etmek diye tanımlanır. Bu fazlalık, teslim şartından veya sadece aynı cins malların mübadelesindeki hacim veya ağırlık fazlalığından ibaret olabilir…”
“Öşür nispeti, yağmurla veya akarsuyla sulanmış ürünlerle yabanî yemişler için ürünün onda biridir. Öte yandan, kova veya su çarklarıyla sulanmış üründe nispet, yirmide birdir. Her iki durumda da nispet, ekim masrafları çıkarılmadan uygulanır.”
Devam etmeden önce vurgulayalım: kovayla sulama, munzam masrafı gerektirir. Bu itibarla yukarıdaki ifadeden öşrün, bugünkü anlamıyla “brüt kazanç” üzerinden tahsil edildiği anlaşılıyor.
“Ekinler, meyveler, bal, bir öşür toprağında veya dağında yetişmiş olmak şartıyla öşüre tâbidir. Ekleyelim ki, haraç toprağında toplanan bal, ne öşüre, ne haraca tâbidir. Çünkü haraç toprağının ürünü zaten (bu vergiye) tâbidir ve haraçla öşür aynı toprak üzerinde birleşemez.[8] Konuyla ilgili bir Hadîs-i Şerif var: ‘Haraç ve öşür Müslüman’ın toprağında birleşemez.’ Bu görüş, ticaret zekâtı ile hayvan zekâtının aynı nesne üzerinde birleşmemesi gerçeği ile güç kazanmaktadır. Zekâtta haracın, aynı zamanda aynı toprağa yükletilmemesi de, bu mantığın sonucudur. Ancak Şafiîler, haracın ve öşrün, mahiyetleri, sebepleri, amaçları bakımından farklı olduklarını savunurlar; Bu yüzden aralarında benzerlik, uygunluk yoktur. Öşürün sebebi üründür. Haracın sebebiyse, verimli topraktır; öşürün amaç veya konusu üründür; haracınkiyse, malikin (zımmî) hukukî kişiliğidir…”
“Bir kimse, bir öşür toprağı kiralasa ve onu ekse, öşür, toprak sahibine düşer. Kira bedelinin, öşür miktarından az veya çok oluşuna bakılmaz. Burada vergi, toprağın kullanılmasından dolayıdır ve bu durumda kullanma, toprak sahibine aittir. Çünkü malik, toprağın kullanılmasının karşılığı olan kira bedelini hak etmektedir. Kiracı yalnız kira bedelini öder, bundan başka bir sorumluluğu yoktur…”
“Ebû Yusuf ve Muhammed (İbn el-Hasan), malikin, öşüre tâbi toprağı kiralaması halinde, öşürü kiracının ödeyeceğini kabul ederler. Delilleri öşürün, ürün üzerine konan bir mükellefiyet olmasıdır, bu durumda öşür kiracıya aittir…”[9]
İngilizlerin ünlü East India Company’si, o ülkenin son Müslüman hâkimlerinden Moğol İmparatoru Şah Âlem’den, 12 Ağustos 1765 tarihli bir fermanla “ilk zamanlardan beri bu ülkede mevcut olup da muhtemelen burasının Müslümanlarca fethinden hemen sonra vazedilmiş bulunan haraç vergisini”, Bengal’de kendi lehine tahsil imtiyazını koparıyor.[10] Müteakip asırda da mezkûr Şirket “El-fetâvâ-i Âlemgirîyye”[11]yi Baillie’ye tercüme ettiriyor.
Her fakihten ayrı ses çıkmış olmasından mı İslâm’ın uzandığı ülkelerde uygulamalar değişik olmuş, yoksa siyasî ve iktisadî koşulların bunu gerektirmesi sonucu mu bu hukukçular değişik ağız kullanmışlar? Bize göre ikinci olasılık galip görünüyor, nitekim sözü geçen “Fütüvvet-i Âlemgirî”de aynen şunları okuyoruz:
“…Bu amaçla savaş başlatılmadan önce, istilâya hazırlanılan ülkenin halkı, İmam ya da Müslüman cemaatinin reisi tarafından doğru dini kabule davet edilir. Bu biçimsel işlev yerine getirilmeden savaş yasal olmaz. Daveti kabul ederlerse, her bakımdan öbür Müslümanlar gibi muamele görürler ve tabii olarak da topraklarına öşür konur. Daveti reddederlerse bu kez cizye’ye bağlanıp İslâm egemenliğine girmeye çağırılırlar. Bu şartları kabul ederlerse zımmî statüsüne girerler ve kendi dinlerinde kalırlar, ama topraklarına haraç vazedilir…”
“İslâm’a giriş veya cizye’yi kabul davetinin muhatapları bu seçeneklerin her ikisini de geri çevirirlerse onlarla sonuna kadar savaşılır ve fethedildiklerinde toprakları ganimet olur ve ilk ağızda askerler arasında taksim edilmelidir. Bununla birlikte bunların durumu İmam’ın ihtiyarına kalmıştır şöyle ki o, imana gelmeleri halinde bunları hattâ Müslümanların imtiyazlarıyla bile donatabilir, ya da, kendi dinlerinde kalmada ısrar ederlerse zımmî durumuna getirebilir. Her iki halde de topraklarını ellerinde bırakabilir ama bu sonuncu durumda bunlara haraç vazetmek zorundadır. Birinci halde ve de toprağın Müslüman askerler arasında taksim edilmesi halinde hemen öşür’e bağlanır. Ancak toprağın haraç suyu denilen suyla sulanması ya da rutubetlendirilmesi hali istisna teşkil eder; bu takdirde, İmam’ın hıyarına göre haraç veya öşür’e bağlanır. Bu da bizi öşrî su, haracî su arasındaki ayırıma götürür ki bu, toprağın Müslümanlara verilmesi veya bunların ellerinde bırakılması halinde, önem arz eder… (‘İranlılar tarafından kazılmış’ kanalların suyu özellikle haracî su oluyor…)”[12]
[1] Sahîh-i Buhârî, C. VII., s. 159-160.
[2] Z. Haque.- op. cit., s. 231-254.
[3] O tarihlerde Şer’an 100 kasaba murabba, yani 1592m2 olup bu, Fars’ta “küçük carib” olarak bilinirdi (60 x 60 zirâ al-malik).
“Büyük carib” ise bunun 3 2/3 katı idi.
[4] 2.97 gram gümüş.
[5] 29,5 litre ya da 22,715 kg buğday (hınta). Bu ölçü birimleri için bkz. Walter Hinz.- Islamische Masse und Gewichte, Leiden 1970.
[6] Anadolu’da halk ağzında “kabal”, “götürü” anlamında kullanılmaktadır. Cumhuriyet döneminde ilk demiryollarının inşası sırasında bir
oymak gelip örneğin bir yarmayı “kabala” üstlenirmiş, yani o yarmayı metre küp hesabıyla değil de götürü olarak kazarmış.
[7] Z. Haque.- op. cit., s. 291-2.
[8] Tarafımızdan belirtildi.
[9] S. A. Sıddıkî.- İslâm Devletinde Mali Yapı, Türkçesi R. Özdenören, İst. 1973, s. 71-7.
[10] Neil B. E. Baillie (transl.).- Mohammadan laws on land Tax according to the Moohummudan law. Translated from the Futuwa
Alumgeeree, Lahore 1979 (first published 1853), s. 3 (Önsöz).
[11] El-Fetâvâî Alemgiriyye, Şeyh Nizam’ın başkanlığında bir kurul tarafından. Sultan Muhyiddîn Âlemgir Avrenzib’in (H. 1069-1118)
emriyle telif edilmiştir (S. A. Sıddıkî.- op. cit.,s. 263).
[12] Neil B. E. Baillie. – op. cit., s. 12-3.