13 Temmuz 1993
Cumhuriyet gazetesi yöneticilerinin demokrasi anlayışı, bir İnönü demokrasisinin ötesine çıkmıyor. Onların gözünde paşa Atatürk’ün yolunda yürümüş bir devrimciydi. O ise ki ben, hiç de aynı fikirde olmadım. Daha sonraları “III. Abdülhamit” adını taktığım İsmet Paşa’yı eleştirmekten geri kalmadım ve nihayet gazete, aşağıdaki yazıyı basmayı tümden reddetti. Ve böylece de onunla yollarımız ayrıldı.
500 gün önce iddia ettiği gibi “Kâni” olamamış “kırk yıllık Yeni”, MC hükümetlerinin başı olarak ateşinden yıllarca yanıp tutuştuğu ve merhum çırağına kaptırdığında kahrolduğu Çankaya’nın yolunu nihayet açtı. Ulusumuza hayırlı olsun. Ama bu arada, buna aday olacağını kendi ülkesinden önce ABD’ye açıklamış olması da üzerinde düşünülmesi gereken bir olaydır.
Aslında sayın Demirel, 12 Eylül 1980’de bıraktığımız noktadan fazla bir yol almış değildir. Çünkü kendisine böyle bir talep gelmemiştir. Politikacı da, tıpkı tüccar gibi, arz-talep kanununa bağlıdır. Nitekim Erbakan hoca bile propaganda gezilerinde artık yarımda başı açık hanımlarla görünür oldu. Hoca, kokuşmuş bir idareye karşı ne denli doğru olduğu tartışılabilecek bir “âdil düzen” vaadi ile başörtü takmayan kişilerin de oyuna taliptir.
Yukarda sayın Demirel’in değişmesi için bir talep gelmedi dedik. Gerçekten nerden gelecekti bu istek? Bütün gücünü, toplumun en az yarısını oluşturan Alevî yurttaşları dışlayarak en koyu tutucu Nakşibendî tarikatı üyelerinden alan ve bu bakımdan, hanımlarının kıyafeti ne olursa olsun, RP’den farkı olmayan ANAP’tan mı? Yoksa Özal’la barışmak için Erzurum’da Nurcu Hoca’ya giden bunun lideri Yılmaz’dan mı? Yoksa Kopernik ve Galile’den bu yana hâlâ güneşin dünya çevresinde döndüğünü savunan bir öğretiye dayanarak şeriat düzenini kurmayı amaçlayan RP’nden mi? (Oysa ki Erbakan Hoca, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü pekâlâ bilir). Yoksa DYP’nin koruması altındaki hayalicilerle bir türlü adları açıklanmayan vergi sülüklerinden mi gelecekti bu talep?
ANAP, Cumhurbaşkanlığı seçiminde sayın Demirel’e karşı Kâmuran İnan’ı aday gösterdi. Sayın İnan, bildiğimiz kadar iyi bir Batı kültürüne sahip, Fransız eşi olan büyükelçilik etmiş, Bitlis’in Mutki ilçesinden ve Kürt isyanına karıştığı için tehcire uğramış ve DP tarafından 1950’de böyle daha başkaları gibi saygınlığına kavuşturulmuş şeyh Selâhattin’in oğludur. Buraya kadar yadırganacak bir şey yok. Ama: başta ABD olmak üzere Batı’nın, bizim Güneydoğu illerini de içine alacak ve Ortadoğu’nun çok zengin bir petrol ve maden bölgesi olacak alanda bir özerk Kürt devleti kurdurma gayreti içinde olup böylelikle bu zengin toprakaltı servetinin üstüne, Arap ülkelerinden olduğu gibi, oturmaya hesapladığı göz önüne alındığında bu adaylığın hayli düşündürücü yanı var demektir. Boşuna mı N.V. Turkse Shell petrol arama ve üretim şirketi merkezini İstanbul’dan Diyarbakır’a taşıdı? Kaldı ki sayın İnan, bir Kürt sorunu yoktur, bunu hep Ankara yaratmıştır iddiasındadır. Genelkurmayın yeni paketiyle bu işlerin nasıl olacağı merak edilir doğrusu.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında DYP’nin içindeki bölünme, fikir alanından uzak, kişiler üzerinde odaklandı. Yüz civarında milletvekili sayın Cindoruk’u Çankaya’ya itti, bunu RP de destekledi. Bu arada sayın Cindoruk Antalya’da Süleymancıların kurdukları bir öğrenci yurdunu gezip bunu çok beğendiğini beyan etti. Bir ara DYP başkanlığına aday olacak oldu. DYP milletvekili emekli büyükelçi Coşkun Kırca, bu kişinin genel başkanlığı, dolayısıyla başbakanlığında partinin gerçek bir demokratik yol tutacağını savundu. RP ile Süleymancısı ile bu işin nasıl olacağı bittabi tartışma konusudur. Anlaşıldığı kadarıyla sayın Kırca, onu başbakan görmek isteyen iş dünyasının sözcülüğünü yapıyordu (bu hususta bkz. Barometre, 10-16 Mayıs 93). Ama sayın Cindoruk Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak istemedi ve Meclis Başkanlığı’nı yeğledi.
Partilerin hiçbiri Cumhurbaşkanlığı makamı için gerekli ağırlığa sahip bir aday çıkarmadı. Bu da bunların fikir alanındaki güçsüzlüklerinin bir kanıtıdır. SHP meğer sırf yeni bir MC kurulmasın diye MC’lerin başkanı sayın Demirel’i desteklemişmiş. Koalisyonun sürdürülmesini istemiyormuş. İnsana sorarlar, arkadaşın kim diye. Yanıta göre de verilir o kişi hakkında. SHP’nin başı, “Millî Şef’in oğludur ve görüldüğü kadarıyla onun rahle-i tedrisinde yetişmiştir. O Millî Şef ki daha 1947-48’de seçim kaygısıyla Ticanî tarikatı şeyhi Kemal Pilâvoğlu’yu köşke yemeğe davet etmiş, elinde her türlü olanak ve güç varken elzem bir toprak reformuna sırt çevirmiş. Köy Enstitülerini kapanıp Hasan Ali’nin yerine bu enstitülerin baş düşmanı, Sivaslı toprak ağası Reşat Şemsettin Sirer’i Millî Eğitim Bakanlığı’na getirmiş, Ankara Üniversitesinden solcu diye bilinen çok değerli profesörleri (Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Behice Boran) kaçmaya zorlamış, sağlıklı bir solun gelişmesini her türlü engellemiş, sol partilerin ve sendikaların kapılarına kilit vurmuş ve insanları sorgusuz sualsiz tutuklatıp çoğu kez hüküm olmadan uzun süre içerde tutturmuş, “millî heyecan”a kapılmış tosuncuklara sol matbaaları (Tan, La Turquie) kırıp döktürmüş, kısaca bugün seyrettiğimiz manzaranın ressamı olmuş kişidir. Sabahattin Ali de onun zamanında öldürtülmüştür.
Soyaçekim kanunlarını inkâr mı edeceğiz? Buna gerek olmadığını gazetelerdeki sayısız örnek gösteriyor. Yardımcılığında bulunduğu kabinede sadece, sürekli imam hatip okulu, lisesi, Kuran kursu… açmakla meşgul Millî Eğitim Bakanı Toptan’ı içine sindirebilmiş olması yeterli. Daha sonra da Çiller hanımın yanında yer alan İnönü Jr., nerdeyse DYP’nin himayesine girdi, meşum Sivas olayları karşısında “yetkisizlik” çarşafına bürünerek sorumluluktan kurtulmaya çalıştı, tarihin yargısından kurtulunamayacağını unutarak. “Sosyal demokrat” lafını da geçelim: bu kavram 1790’da, ilerici, lâik, materyalist (akıl ve bilimi esas alan) burjuvazinin gerici feodal güçleri alaşağı etmesinden sonra ortaya çıkmıştır. O halde soruyoruz, içinde toprak ağalarını (Batı’dakilere “büyük aile” denir) aşiret reislerini barındırıp onlardan güç alan, ciddi bir toprak reformuna yanaşmayan SHP. CHP’den hangisi bir gerçek sosyal demokrat niteliğine sahip? Bu noktada gelelim işin esasına: Türkiye’miz bir 1790 devrimini yaşamadığına göre Batı anlamında iktidara sahip, dışarıdan gazel okumayan, topluma karşı sorumluluğunun bilincinde bir burjuvaziden, yani sayın Demirel’in değişmesini talep edecek bir sınıftan yoksundur (aslında böyle bir sınıf mevcut olsaydı sayın Demirel olmazdı). O kadar ki turizm ağırlıklı bir büyük holdingin sahibi, “dinsel turizmi teşvik için hilâfeti getirip bunu İstanbul’da konumlaştıralım” diye yazabiliyor ve Cumhuriyet döneminin irtica ağababası DP’yi göklere çıkarıyor.
Öbür yandan iş dünyamız, nihayet yarım yamalak anlayabildiği “kalite”yi ve ticarette dürüstlüğü (!). Türk Standartları Enstitüsü’ne Diyanet İşleri Bakanlığı ile işbirliği yaptırarak ve camilerde hutbe okutarak sağlamaya çalışıyor! Bu arada adı geçen Enstitü (TSE), bir konut kooperatifine üye olurken “önemli” konulardan biri, binaların “Türk milletinin millî örf ve âdetleri ile dinî inançlarını yaşamasına engel teşkil edilmeyecek şekilde projelendirilmiş olması” gereğini vurgulayarak bu konuda bir standard çalışması yapıyormuş.
Ört ki ölem.
Kendi çıkarına dokunulduğunda kıyametleri koparan TÜSİAD, bütün bunlara seyirci kalıyor, okullardan itibaren her yerde boy gösteren gericiliğe seyirci kalıp hiçbir tepki göstermiyor.
O halde neden değişecekti Sayın Demirel?
Ve biz de, bütün bunlardan sonra bu beylere “burjuva” diyeceğiz. “Hadi be sende!”…
60’lı yıllarda sayın Demirel’in AP’nin başına gökten (yahut da Washington’dan) indirileceği sıralarda, mason olduğu ortaya atılmıştı. Masonların en büyüğü ve Türkiye topraklarında petrol olmadığına dair fetva veren, Shell’in müdürlerinden Egeran, sayın Demirel’in mason olmadığına dair belge vermişti (bu yüzden masonlar ikiye çatlamışlardı), tıpkı şimdi Washington’un, Çiller hanımın ABD yurttaşı olmadığını mırıldayan beyanı gibi.
Geçenlerde Şiî Rafsancani geldi. Onuruna verilecek yemekte içki bulunmamasını istedi. Çiller hanım, dalgınlık ve sosyetik alışkanlığıyla bunu reddetti ama araya Sünnî sayın Demirel girdi ve yemekte herkes, bütün yabancı misyon temsilcileri dahil, kokakola içti. Sayın Demirel, değişme yönünde fazla bir yol almamıştı.
Çiller hanımın ucuz politikası sürüyor. O, aklı sıra, Allah, iman… laflarıyla dincilerden oy bekliyor. Erbakan hocada bunu yutacak göz var mı? O, saçı açık, eteği dizinde hatunun imanının tam olmadığını bilmez mi?…
Schopenhauer, “yaşam, hissedenler için bir facia, seyredenler için bir komedidir” demişti. Biz, yaşayabilmek için hislerimizi körelttik ve komedileri seyreder olduk: çok sayıda işadamı, “solda birlik” için “sosyal demokrat kalkınma konseyi” kurmuşlar. Allah konseyin sây’ini meşkûr eylesin.
1937 yılında bizim binicilik ekibi (Cevat Kula, Eyüp Öncü…) Roma’da Mussolini’nin elinden altın kupayı almıştı. O günlerde bizim de bulunduğumuz bir mecliste Neyzen Tevfik bir ara gözlerini kapadı ve “Yahu!” dedi, “güreşçisi gider rezil olur, futbolcusu gider kepaze olur. Halimize iki tane beygir acıdı koştu da biraz yüzümüz güldü” dedi.
Bize gelince, eğer şu iki tane beygirin gelişini dilemekten başka kendimiz için bir şey istiyorsak namerdiz.