Fransa’da Faşizm Rüzgârları

Aralık 12, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler – Cilt 2 > Fransa’da Faşizm Rüzgârları

Fransa’da faşizm rüzgârları

“Alman gerçeği ve Türkler” adlı kitabımızda “Fransız Faşizmi”ni irdelemiştik. Gerçekten Fransa’da da faşist eğilimler güçlü olmuş ve bunlar, işgal altındaki ülkede Almanlarla işbirliği yapacak kadar ileri gitmişlerdi. Ama 1945’te müttefiklerin zaferi üzerine bunların sesleri kesilmişti. Ama “hastalık”ın virüsü, başta Almanya olmak üzere, hiç bir zaman tam olarak eradike edilmemiş ve “mikrop” gizliliğe bürünmüştü. Ama şimdi, birden bir ateş yükselmesine şahit oluyoruz: Mikrop başını gösteriyordu. Fransa, II. Dünya Harbi’nden beri karşılaşmadığı bir durumla karşı karşıyaydı. “Milliyetçi, ırkçı, dinci, Yahudi düşmanı, “kutsal düzen” adına baskı ve şiddet yanlısı bir siyasî kişilik, hem de 73 yaşında, seçimlerin birinci turundan 2. adam olarak çıkıyordu. Cezayir Savaşı’nın işkenceci askerlerinden Jean – Marie Le Pen, bir çeyrek yüzyıldır Fransız siyaset sahnesinin önde gelen simalarından. Aşırı ve milliyetçi Ulusal Cephe Partisi’nin kurucusu Le Pen, sonuçları yorumladığı konuşmasında kendisini şöyle tanımlıyordu: “Ben, sosyal olarak ‘solda’, ekonomik olarak ‘sağda’, millî olarak da Fransa’dan yana” bir adamım…”.

 

20 yıldır politikasını AB karşıtlığı ama AB dışı yabancılara düşmanlık, asayiş – emniyet ve komünizm korkusu üzerine kurmuştu Le Pen.

 

Fransa’da Pazar günü (21 Nisan 2002) yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda aşırı milliyetçi Jean-Marie Le Pen’in ikinci tura kalarak elde ettiği başarı karşısında Avrupa Birliği (AB) yetkililerinden “hayretler içinde kaldıkları ve dehşete düştükleri” yönünde açıklamalar gelirken, sonuçlarda AB’nin sorumluluğu üzerinde de duruluyor. AB Komisyonu üyesi Neil Kinnock, seçim sonuçları karşısında “hayretler içinde kaldığı ve dehşete düştüğü” ifadesini kullanırken seçim sonucunun “Avrupa havuzuna büyük kirli bir kayanın fırlatılması olduğunu” söyledi. AB Komisyon Sözcüsü Jonathan Faull, Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk tur sonuçlarında “AB’nin sorumluluğu olduğu” görüşünü reddetmedi ve “Avrupa kamuoyunun AB konusunda yeterli ve gereği kadar aydınlatılmadığı bir gerçek. Bu yönde daha fazla çaba harcamak zorundayız. Bunun bilincindeyiz” dedi.

 

İsrail İçişleri Bakanı Eli Yişay ise Fransa’daki Yahudilere seslendi: “Pılınızı pırtınızı toplayıp İsrail’e gelin…” Yisay’ın partisi Şas’tan yapılan açıklamada, başta Fransa olmak üzere Avrupa’da Yahudi karşıtı faaliyetlerin arttığı görüşü savunuldu.

 

Wall Street Journal, “Avrupa’da solun sonu” başlıklı başyazısında sonuçların, Fransızların birdenbire yabancı düşmanı kesildiğini, Le Pen’ci olduğunu değil, sosyalistlere, yeşillere ve komünistlere sırt çevirdiğini gösterdiğini savunuyor.

 

Aşırı sağcı Jörg Haider’in Özgürlükçü Parti’si 1999 Avusturya seçimlerinde yüzde 33 oy alarak hükümete ortak olunca, sağa kayış trendinin başladığı da ortaya çıkmıştı. 1999’dan bu yana Avrupa’da sosyal demokrat partiler birer birer seçimleri kaybetmeye, iktidarlar muhafazakârların eline geçmeye başlamıştı.

 

Bu, sağ ve sol arasında olağan nöbet değişiminden öte bir anlama sahip. Arkasında daha sinsi ve tehlikeli bir başka gelişme var. Muhafazakâr partilerle birlikte aşırı sağcı partiler de yükseliyor, muhafazakâr partiler, ancak bu aşırı sağcı / faşist eğilimli partilerle ittifak yaparak hükümet kurabiliyorlar. Sosyal demokratlar iktidardan düşerken faşist eğilimli partiler muhafazakârların eteğine tutunarak ya iktidara tırmanıyorlar, ya da dışarıdan verdikleri destekle siyasî etkinliklerini artırıyorlar. Sosyalistler ise geriliyor.

 

Avrupa’da aşırı sağın yükselmesinin arkasında sosyo – ekonomik ve ideolojik özelliklere sahip karmaşık bir süreç var. Örneğin, geçen 15 yıl boyunca sosyal demokrat partilerin benimsedikleri neo-liberal politikalar, emekçi sınıfların ve yoksulların ekonomik taleplerine yanıt vermedi. Özellikle örgütsüz yoksul beyazlar arasında aşırı sağ partilere ciddî bir yöneliş söz konusu. İkincisi, sosyal demokrat partilerin iş çevreleriyle içli dışlı olmaları, sık sık malî skandallara karışmaları, emekçi yoksul sınıfların bu partilere güvenlerini kaybetmelerine yol açtı.

 

Sosyal demokrat partiler oy kaybetmemek için sağa kaydıkça da sağın bu platformunun toplum içindeki etkisini daha da güçlendiriyorlar. Aşırı sağın yükselişinde Avrupa Birliği projesine karşı gelişen kuşku da büyük rol oynuyor. İşçi sınıfı ve yoksullar, AB sürecinden çekinirken Sosyal demokratların belirgin bir biçimde AB yanlısı olmaları, onları tabanlarına yabancılaştırıyor. Aşırı sağcı partilerin liderleri de bu kuşkuyu körüklüyorlar (Cumhuriyet, 23.04.2002).

.

. .

 

“Yeni başlayan sersemler için faşizm!”.  Bu, Ece Temelkuran’ın makalesinin başlığı[1].

 

Şöyle başlıyor Temelkuran:

 

Birdenbire bir “BİZ” kurulur, “BİZ”in dışında kalmak “diğerleri”nin can güvenliğini tehdit etmeye başlar, korku yayılır ve diktatörler korku duygusunun üzerinde yukarıya, daha yukarıya tırmanır. Sonra ne olur, biliyorsunuz işte: İnsanlar ölür!

 

Ve devam ediyor Temelkuran:

 

“Giderek daha çok insan, vatansever olmanın sadece elini kalbinin üstüne koyup Tanrı’nın hizmetinde bir ulusa bağlılık yemini etmekten daha fazla bir şey olduğunu anlıyor. Giderek daha çok insan, hayatta kendinden daha büyük bir şeye hizmet etmenin tam bir Amerikalı olmanın parçası olduğunu anlıyor.’ (ABD Devlet Başkanı Bush’un 15 Ağustos 2002’de yaptığı konuşma metni. Türkçesi, Aktüel Dergisi’nin internet yazarı Şahin Artan’ın yazısından alınmıştır). Bir lider ‘hayatta kendinden büyük bir şeye hizmet etmek’ dedi mi, orada zınk diye duracaksın! Böyle büyük, kutsal, göreve çağırır tarzda konuşmalar başladığı zaman konuşanı derhal enseleyeceksin. Çünkü ne zaman bir lider, ‘kendinden büyük’tür, ‘hizmet etmek’tir, ‘Amerikalı (veya Türk veya Alman fark etmez) olmak’tır, efendim ‘birlik olmak’tır gibi lâfları bir arada kullandı mı belâ geliyor demektir! Zira – çok affedersiniz – faşizm böyle dil ile kurulur. Sizden daha büyük, kutsal bir şey vardır, siz ona hizmet edeceksinizdir, hizmet etmezseniz hain olursunuz, hemen ardından da beter olursunuz. Bu konuda şüphelenmek mümkün değildir, zira kapının hemen arkasında, aslında kimsenin ne olduğunu tam bilemediği bir TEHLİKE vardır! O yüzden herkes sıkı sıkı el ele tutuşup ‘birlik ve beraberlik’ içinde, çıt çıkarmadan, ‘vatanın ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü’ savunaraktan ve falan ve filan. ‘Sersemleri sürüklemek’ Dünya geri dönmeye başladı demiştik geçen yazılarda. İnsanlığın, Nazi döneminden sonra bir daha faşizm görmek istemediği için 2. Dünya Savaşı’nda işlenen insanlık suçları için Nürnberg Mahkemeleri’ni kurduğunu söylemiştik. Bir gün, ABD’nin ‘Teröre Karşı Savaş’ adı altında yaptığı keyfî saldırıları için de bir mahkeme kurulacağını eklemiştik. Enteresandır, yazının ertesi günü TRT 2’de ‘Nürnberg Mahkemeleri’ filmi yayınlandı. Alman Hava Kuvvetleri Komutanı Goering’in yaptığı konuşma, ‘Bush ne yapmaya çalışıyor?’ sorusunun cevabı gibiydi: ‘Çiftliğin birinde yaşayan zavallı bir sersem neden hayatını savaşta tehlikeye atmak istesin ki? Ama insanları sürükleyip götürmek basit bir iştir. Yapmanız gereken tek şey, onlara saldırıya uğradıklarını söylemek ve pasifistleri vatansever olmamakla, ülkeyi saldırı karşısında savunmasız bırakmakla itham ederek etkisizleştirmektir. Bu her ülkede aynı sonucu verir.’ Burada hem Bush’un yukarıdaki konuşmada vatanseverliğin ‘pasif’ bir iş olmadığını söyleyen konuşmasını, hem de savaş istemeyen Demokratları ‘Amerikan insanının güvenliğini düşünmeyen pasifistler’ olarak suçladığını hatırlatmak gerekir! Ayrıca ‘Nürnberg Mahkemeleri’ filminde, Goering’in, bir Amerikalı askerin ‘Hitler’e nasıl bu kadar yetki verdiniz?’ sorusuna yanıtı da – enteresandır – şöyleydi: ‘Çok basit. Amerikan başkanlık sisteminin aynısını uyguladık!’ Kapıdaki belânın faşizm olduğunu kanıtlamak için daha denecek bir şey var mı? ‘İşi başından aşkın adam’ Faşizm ‘Tehlike var!’ dili ve ‘el ele tutuşalım’ mantığı itibarıyla, son derece bulaşıcı, yapış yapış bir durumdur. Ayakkabının altına yapışan sakız misali, bir kere topluma bulaştı mı artık kurtulmak mümkün değildir. Bu sebepten olacak, geçen haftanın Time, Newsweek ve The Economist dergilerinin kapakları Bush’un başlattığı ‘büyük emellere hizmet etmek’ fikri üzerine kuruluydu. Bali’deki patlama ile birlikte, sanki böyle kutsal bir görev varmışçasına ‘Bush şimdi nereye saldırMALI?’ sorusunu soruyordu. Irak mı, Endonezya mı, yoksa Kuzey Kore mi olsun? Dergilerdeki Bush dünyayı terörden, kötülükten ve tehlikelerden temizlemeye çalışan ‘işi başından aşkın’, iyilikten iyiliğe koşan adamdı. Bilhassa Newsweek dergisindeki kapak yazısı bu faşizmin bulaşıcı dili bakımından enteresandı. ‘Bush, Irak’a savaş ilânını zorlarken El Kaide ve Kuzey Kore’den yeni tehditler geliyor. BİZ (!) bütün bu cephelerde savaşabilir miyiz?’ Bu ‘BİZ’ ne peki? Gazeteciler de orduya katılmışçasına, ön cephe neferiymişçesine ‘BİZ’ demeler nereden çıktı? Ama işte ayakkabıya yapışan faşizm budur. Aniden bir ‘BİZ’ kurulur, ‘BİZ’in dışında kalmak can güvenliğini tehdit etmeye başlar, korku yayılır ve diktatörler böyle korku duygusunun üzerinde yukarılara, daha yukarılara tırmanır. Sonra biliyorsunuz işte: İnsanlar ölür!”

 

Enis Berberoğlu, Avrupa’da bütün olup bitenlerin Türkiye’ye nasıl yansıdığı konusunu ele almış[2]:

 

Yazısı aşağıda:

 

“Dünyanın neresinde barbarlık başını kaldırsa sadece üzülmem, huzursuz rahatsız olurum. Çoğu kez ucu bize dokunur. Ya barbarı örnek alan çıkar veya düşman ilân edip istismara yeltenen olur. Barbarlık mutlaka ikizini yaratır. 11 Eylül fay kırığı Fransa’daki başkanlık seçimi depreminde ne ölçüde etkiliydi? Sorunun yanıtını ezbere vermek yerine daha sağlam verilerle tartışmak için hazirandaki parlamento seçimlerini beklemek zorunlu. Ancak, Jean-Marie Le Pen’in ırkçı politikasına eklediği bağnaz Katolik söyleme veya ülkenin büyük kentlerinde artan asayiş sorununun Arap asıllı göçmenlere fatura edilmesine bakıldığında ilk işaretler – medeniyetler çatışmasının habercisi demesek de – medeniyetin barbarlığı örten ince cilasının çatladığının göstergesi sayılmaz mı? Kitlesel düşman yaratarak kitlelerden oy isteme pratiğinin önce Avusturya, ardından Fransa’da sergilediği başarı korkarız sınırın bu yakasında da iştah kabartacak. Tabu niteliğindeki her sorunun en az iki tarafına yaradığı acı tecrübeyle sabittir. Güneydoğu sorunu olmazsa, Türk ve Kürt milliyetçiliği zemin bulamaz, laik – köktendinci çatlağı daha çok Millî Eğitim Bakanı eskitir, merkez sağ partiye ekmek kapısı teşkil eder. Ne var ki zıtların birliği, hatta dostluğun Le Pen ile Necmettin Erbakan örneğinde olduğu gibi bariz hâl alması enderdir. Yabancı düşmanı Le Pen, Türk toplumunu bile inanca göre ‘biz ve onlar’ diye bölmeye kalkan Erbakan’ın ortak paydası ne olabilir ki? Bilgi sahibi olmadan fikir yürütmemek için önce yakın geçmişi hatırlayalım: 1) Le Pen, Ağustos 1997’de, Erbakan’ın Refahyol’u devrildikten birkaç hafta sonra hoca ile görüştü. Altınoluk’ta, Erbakan’ın yazlığındaki görüşme dört saat sürdü. Le Pen o gece bir otelin kral dairesinde Erbakan’ın konuğu oldu, ertesi gün hocanın ayarladığı uçakla tatil yerine gitti. Erbakan görüşmeyi saklamadı ama içeriğine dair bilgi vermedi. Le Pen, ‘TSK’nın Erbakan’a uyguladığı baskıyı demokrasi kültürünün zafiyeti’ olarak yorumladı. 2) Dün, yaklaşık beş yıl sonra, bu görüşmeye katılan bazı isimlerle konuştuk. Anlattıklarına göre, Erbakan – Le Pen zirvesinin, imaj düzeltme amacıyla izahı mümkün. İki taraf da görüşmeyi kendi cemaatine propaganda vesilesi saydı. Le Pen, Müslüman ve Arap düşmanı olmadığını kanıtlamaya çalıştı, Türkiye’deki radikal İslâmî çizginin en önemli temsilcisini ziyaret edecek kadar hoşgörülü olduğunu gösterdi. Erbakan ise – tıpkı Almanya’daki gibi – Fransa’daki Müslümanların sözcülüğüne soyundu. 3) Görüşmeyi benzer PR performanslarından farklı kılan ise, iki lideri buluşturan isimdi: Ahmet Huber… ‘Bern Humeynisi’ lâkabıyla ünlü, Hitler hayranı Huber, Protestan bir ailede yetişip İslâm’ı seçti. Huber, Alpaslan Türkeş’in yakın dostuydu, 1991 yılında Erbakan’ın seçim kampanyasına katıldı, kürsüden ‘İsviçreli Müslüman’ sıfatıyla halka hitap etti. 4)Huber’in ismi 11 Eylül’ün ardından küresel gündeme taşındı. Huber, yerel irtibatlarının yanı sıra El Kaide’nin İsviçre’deki paralarını işlettiği ileri sürülen Al Takva isimli şirketin yöneticisi. Huber, Bin Ladin’in bazı kurmayları ile Beyrut’ta tanıştığını kabullendi. Ne garip değil mi? 11 Eylül’ü tetikleyen El Kaide’nin kasası Huber. 11 Eylül’ün yarattığı korku ve nefret ortamını vicdansızca sömüren Le Pen. 11 Eylül’ün diğer yakasındaki tepkiyi istismara hazır Erbakan aslında aynı pis kaptan besleniyorlar. Ve bir son söz: Mademki Fransa ile sorunumuz ortak, yöntemlerimiz de birbirine yaklaşsa daha iyi olmaz mı? Onlar siyaseten, örneğin çift turlu seçim sistemiyle çare arıyorlar, biz 28 Şubat’la… Hangisi daha etkili, kalıcı sonuç getiriyor, tartışalım mı?”

 

.

. .

 

Almanya Yabancı Meclisleri Birliği Mehmet Kılıç, Alman ordusu iç komuta konseyi (Beirat für innere Führung der Bundeswehr) üyeliğine getirildi. Kılıç bu göreve, Alman Savunma Bakanı Rudolf Scharping’in 23 Ocak 2002 tarihli yazısı ile atandı. Kılıç, 1958’de kurulan ve Savunma Bakanı’na bilirkişi raporlarıyla iç komuta konularında danışmanlık yapan, ordu ile toplum arasında diyalogun gelişmesine katkıda bulunan 5’i daimi, 29 üyeli konseyin ilk yabancı ve Türk üyesi oldu. Kılıç, 11. Dönem üyesi olarak 4 yıllığına bu konseyde görev yapacak. Kılıç, “Alman Ordusu çoğulcu bir yapıya sahiptir. Bu çoğulcu yapının uyumlu gelişim yolunda danışmanlık yapmayı, önemli bir sorumluluk olarak kabul ediyorum. Alman Ordusu’nun gittikçe artan uluslararası sorumlulukları, onun toplumsal güçlerin tamamı tarafından desteklenmesini gerektirmektedir. Kısa bir süre sonra, Afganistan’daki Alman askerî birliklerinin Türk Ordusu kumandası altında görev yapacak olmaları, bunun en yakın örneklerinden biridir” dedi.

 

Bu arada Kılıç, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı’na bağlı İnsan Hakları Danışma Kurulu üyeliği ile de görevlendirildi. İnsan Hakları Başkanlığı’ndan sorumlu Devlet Bakanı Nejat Arseven, avukat Kılıç’a gönderdiği görev çağrısında “İnsan Hakları alanında gerçekleştirmiş olduğunuz yararlı çalışmalar dikkate alınarak Kurul üyesi olmanız kararlaştırılmıştır” dedi (Hürriyet, 04.05.2002).

 

[1] Ece Temelkuran – Yeni başlayan sersemler için faşizm!, in Milliyet, 27.10.2002.

[2] Enis Berberoğlu – Barbarlık mutlaka ikizini yaratır, in Radikal, 24.04.2002.