Almanya’nın Sscb Ve Doğu Avrupa İle İlişkileri

Aralık 12, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler – Cilt 2 > Almanya’nın Sscb Ve Doğu Avrupa İle İlişkileri

Almanya’nın Sscb Ve Doğu Avrupa İle İlişkileri

Hazır Ostpolitik üzerindeyken Almanya’nın Doğu Avrupa ilişkilerini biraz ayrıntılı olarak irdeleyeceğiz.

 

Harp sonrası Almanya’da, Almanya Federal Cumhuriyeti, Avrupa dengesinde, stratejisiyle, başlıca rol almıştı. Burası, onun Doğulu komşularında en büyük tarihî ve potansiyel ilgi kaynağı olmuştu. 1970’lerin başlarından beri Federal Cumhuriyet, en faal Orta Avrupa gücü olarak yeniden ortaya çıkmış, hem askerî olarak NATO ve Batı Avrupa Birliği (Western European Union – WEU) ile Avrupa Topluluğu’na ekonomik olarak sabitçe bağlanmış olarak Doğu ile temaslarını genişletiyordu.

 

Ostpolitik’in makul ve dengeli uygulanması Bonn’a, dış siyasetinde manevra kabiliyetini erk, ekonomik ve siyasî etkisini yaymak imkânını vermişti. Moskova ile istikrarlı ilişki ve Doğu Avrupa devletleriyle ekonomik yakınlaşma, Bonn’un yaklaşımını özetliyor.

 

1990’ların başında Almanya, Avrupa gücü idi. 1990’lar ve ötesinde birleşmiş Almanya, yeni Avrupa’nın çekirdek bölgesinin kalbi olup Avrupa’nın dünya ekonomisi ve ticaretinin göbeği olarak ortaya çıkmasına tanıklık edecekti. Avrupa’nın merkezi Orta Avrupa’ya doğru kayıp Federal Cumhuriyet, tüm Avrupa kıtasının refah ve istikrarını doğruca etkileyecekti. Doğu’ya yönelme başlıca Almanya içinden vaki olacaktı[1].

 

.

. .

 

  1. Dünya Harbi, Orta Avrupa’da tam bir sosyal, ekonomik ve politik çöküntüye götürmüştü. Almanya mecalsiz, mağlup ve galiplerin işgali altında yatıyordu. Alman ekonomisi yıkıntı içinde olup ülke üç (sonradan dört) işgal bölgesine bölünmüştü. Almanya’nın sınaî kapasitesinin dörtte biri tahrip edilmişti. Büyük ölçüde işsizlik, ciddî yiyecek maddesi kıtlığı hüküm sürüyor, demir ve kara yolları dağılmış ve milyonlarca insan en verimli yaş grubunda ölmüş ya da sakat kalmıştı. Yenilenmiş üretim ve mesken için ciddî bir malzeme ve sermaye fıkdanı vardı ve buna 1945 – 1947’de Doğu ve Güney-Doğu Avrupa’dan gelen 9,5 milyon sığınmacı eklenmişti. 6,5 milyon Alman, savaş sonucu olarak kaybolmuştu. Bu hesapta, yaklaşık yarısı asker, yani en faal yaşlarında insanlardı. İki milyon da iş göremeyecek kadar malûldü. Sovyetler Birliği’nin artan gücü onun konvansiyonel silâh üstünlüğü, Doğu Avrupa’da komünizm yanlısı rejimlerin teessüsü ve Fransa, İtalya, Yunanistan ve kıta Avrupa’da komünizmden yana duyular dalgası karşısında Avrupa’yı komünizm korkusu sarmıştı.

 

Almanya’nın Mayıs 1945’te teslim olmasından az önce, hem İngiltere, hem de ABD, müstakbel bir Alman hükümetinin bir başka harp hazırlamasını önlemek üzere bu ülkenin siyasî ve ekonomik olarak adem-i merkezîleştirilmesine karar vermişlerdi. Bu, ve bunu takip eden kararlar ekonomik denetimi, Nazilikten temizlenmeyi, gayri askerîleştirmeyi, eğitim ve siyasî faaliyeti tazammun ediyordu.

 

Sovyetler Birliği ile üç Batılı Güç’ün (İngiltere, Fransa ve ABD) arasındaki farkın büyümesi ve de Soğuk Savaş’ın baş vermesiyle Amerikan politikacıları, Sovyet meydan okumasının, Batı Avrupa istikrarlı ekonomik ve politik temeller üzerine yeniden bina edilmeden karşılanamayacağına karar vermişlerdi: Batı için “Batı Almanya’yı siyasî ve ekonomik olarak Batı Avrupa sistemi içinde ve Batılı müttefiklerin gözetim ve himayesi altında geliştirmekten başka seçeneğin bulunmadığı” inancı kesinleşmişti. Kuvvetli ve bağımsız bir Almanya’nın teessüsü Batı ve Orta Avrupa’da Alman hükümranlığı heyulâsını uyandırıyordu. Buna karşılık, örgütlenmiş bir Batı Avrupa içinde, zayıf ve bağımlı Almanya Sovyet hâkimiyeti riskini taşıyordu. Aynı şekilde, bölünmüş Almanya’nın, herhangi bir federasyon şeklinde Batı ya da Orta Avrupa ile bütünleşmesi, Batılı komşularında Alman inanırlığının bulunması nedeniyle arzu ediliyordu. Sovyetler Birliği’nden hissedilen tehdit, Almanları “eski Alman Birliği hayali”ne hastalık derecesinde bağlılıkları ve Alman komünistlerinin Almanya’yı bölme teşebbüslerini kendilerine sermaye yapmaları ihtimali dolayısıyla kolaylıkla dizginlenemezdi. Bir askerîleştirilmiş ya da tarafsız, ama birleştirilmiş Almanya’nın temel sorunu, İngiliz dışişleri bakanı Anthony Eden’in ifadesiyle şöyle vaz ediliyor: “Almanya tarafsız ve silâhları elinden alınmış olacaksa, kim onu silâhsız olarak tutacak? Almanya tarafsız ve silâhlı olacaksa, kim onu tarafsız tutacak? Boyutu, Avrupa’nın göbeğinde coğrafî konumu, askerî ve sınaî potansiyeli ve de büyük ve mahir nüfusu itibariyle, Batı Almanya’yı tarafsız tutmak fikri zor gerçekleşirdi. Şansölye Konrad Adenauer keyfiyeti şöyle dile getirmiş: “Sadece başkalarının müsaadesiyle ayakta duran bir ülke, tarafsız bir ülke değildir… Federal Cumhuriyet’in tarafsızlaştırılmasının sadece, hakikî silâhlı bir tarafsızlık olarak düşünülmesi, yani eğer Federal Cumhuriyet her türlü tecavüz teşebbüsüne etkili olabilecek bir savunucu güce sahip olması halinde bir mana taşır”. Batı, özellikle Fransa, bir tarafsız Almanya’nın ciddî emniyet risklerini ortaya çıkaracağı korkusuyla Batı Güçleri’ni, üç Batı işgal bölgelerini (Almanya Federal Cumhuriyeti – FRG olacak olan) yeni ortaya çıkan Avrupa ekonomik ve askerî yapılarıyla bütünleştirmek için zorluyordu.

 

Müttefikler arasında savaş sırasındaki işbirliği, çatışan ulusal çıkarlar nedeniyle giderek zor oluyordu. Ruslar, Ruhr fabrikalarını paketleyip yeniden yapılanma işine yardımcı olarak Sovyetler Birliği’ne taşımakla meşguldüler. Almanların elinde çok ciddî ekonomik ve askerî kayıplara uğramış olan Ruslar, artık emniyetlerinin tehdidine nihaî olarak son vermeye kararlıydılar. Anavatan’ın emniyeti, başat önem taşıyordu. Bu amaçla Doğu Avrupa rejimleri, Sovyetler Birliği ile etkin olarak bağımlı ve ekonomik, askerî ve siyasî olarak bütünleşmiş kılınmıştı. Sovyet birliklerinin varlığının yanı sıra, tarihî Slav yakınlığı, büyük Slav biradere bir tür psikolojik bağlılığa götürmüştü. Müstakbel Rus emperyalizmi ve hükümranlığı korkusu, barbarlığı ve nefreti yakın zamanlara ait bir intikamcı Almanya’nın korkusu tarafından gölgelenmişti.

 

Bu arada Truman İdaresi tedricen, bir cezalandırıcı siyaset yerine, Almanya ve Batı Avrupa ülkelerinin yeniden inşa edilmeleri, şöyle ki ABD için “faal” ticaret ortağı “Sovyet askıntısına bir siper” olma görüşüne dönüşüyordu. Amerikan siyaset yapıcıları, Batı ile sıkıca bir hizada ayrı bir Batı Alman devletinin zorunlu olduğu kararına varmışlardı. Almanya, “Avrupa’nın geleceğinin şekillendirilmesi üzerine Doğu – Batı ihtilâfında büyük stratejik önemi haiz bir alan” olarak telâkki ediliyordu. Hava Kuvvetleri’nin nükleer silâh taşıma sistemi B-29 bombardıman uçaklarının menzili 2000 mildi. Havada yakıt ikmali ise henüz deneme safhasındaydı. Rusya’nın derinliklerinde kentleri vurabilmek için ABD’nin Almanya’da konaklama üslerine ihtiyacı vardı. Başkan Eisenhower, bu üsler olmadan “başlıca caydırıcılığımızın etkinliği, nükleer mukabele gücümüz ciddî olarak zarar görür” diyordu. Hiçbir suretle Almanya’nın Sovyet yörüngesine kayması, ya da Sovyet politikasının âleti olmasına müsaade edilmeyecekti. Bunu sağlamak için atılan adımlar, gerçekten Almanya’nın bölüştürülmesini takviye ediyordu.

 

Batı Avrupa’nın yeniden inşası çok büyük ekonomik yardımın akıtılmasını gerektiriyordu ve geri çekilmiş, ekonomik olarak muhafazakâr, infiratçı Kongre, Batı Avrupa’da Pax Americana’nın ekonomik temellerini atmak için Truman idaresine Marshall Planı’nı desteklemeyi kabullenmeye hazır değildi. Onu ikna etmek için “bütün deliller, iyi yayınlar, gıdık okşamaları… yetmiyordu. Onun bir harp endişesine ihtiyacı vardı”. Çin’in Güney Kore’ye saldırısı, işbu endişeyi uyandırmak için bir fırsat olmuştu.

 

ABD, Batı Almanya’nın baş veren Batı savunma sistemiyle bütünleşmesinin Batı Avrupa’nın emniyeti ve Avrupa kıtasında insan sayısı ve tank olarak Sovyet üstünlüğünün tehdidine karşı koyabilmek için hayatî ehemmiyette olduğuna kani idi. Aralık 1949’da NATO’nun toplam insan gücü sadece 12 tümen olup 400 uçağa sahip olmasına karşılık tek başına Sovyetler Birliği’nin 175 tümeni ve 20.000 uçağı vardı.

 

Konrad Adenauer, Federal Cumhuriyet’in Batı ile ekonomik ve askerî bütünleşmesine sarsılmaz desteğini ilân ediyordu. O, Almanya’da mümkün olduğu kadar çabuk normal koşulların geri gelmesi, sosyo-ekonomik iyileşme ve ekonomik olarak önemli Saar bölgesinin geri alınması için (Ekim 1956’da ona geri verilmişti) Fransa’nın itimat ve güveninin sağlanmasının son derece önemli olduğunu görüyordu. Fransa ile barışma, Adenauer için mühimdi zira o, Katolik, Prusyalı olmayan bir “Renkli” idi.

 

.

. .

 

SPD’nin, Federal Cumhuriyet’in II. Dünya Harbi’nden hemen sonraki dış politika tercihleri üzerindeki görünüm ve takdiri, geniş ölçüde 1946’dan 1952’ye kadar itirazsız başkanı olan Kurt Schumacher’in başlıca kişisel seçimleriyle koşullandırılmıştı.

 

İşgal sırasında Schumacher, ister istemez Alman halkının tam ve en erken iç ve dış hükümranlığı ile yasal idare etme hakkını talep ediyordu. Ülkesinin bir “düşkün” olarak değil, eşit olarak muamele görmesini istiyordu. SPD, komünizm karşısında ve Sovyet yayılmacılığından endişeli idi. Moskova’yı çalışanlar sınıfı hareketini parçalamakla suçluyordu. Zaman zaman SPD, Almanya’nın tarafsızlaştırılması ve Batı ile askerî bağlarının gevşetilmesi suretiyle birleşme hususunda Sovyet muvafakatini aramak istediğini ilân ediyordu. Bununla birlikte, tıpkı CDU/CSU gibi, SPD liderleri, yeniden birleşmeden önce Komünist alanda hür seçimler üzerinde ısrar ediyordu ki bu talep sürekli olarak Sovyetler Birliği’nce reddediliyordu. Bu politikaların Federal Cumhuriyet’in Batı Avrupa ile bütünleşmesini tehlikeye düşürme ihtimali ile SPD, çoğu kez, Batı karşıtı, tarafsız ve hattâ aşırı derecede milliyetçi olarak görülmüştü. Adenauer’in yaklaşımı, öbür yandan Batı güçlerinin en iyi şekilde işine geliyordu.

 

Schumacher, Batı davası ile tavizsiz bir özdeşleşme ve Batı ile fazla yakın bir işbirliğinin birleşmeyi ve Oder-Neisse hattının ötesindeki topraklara kavuşmayı önleyeceğine kani idi. Adenauer’in Avrupa Konseyi’ne girme kararı ile onun, Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman’in Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’nin teessüsüne teklifinin heyecanlı kabulüne karşı iki delil ileri sürüyordu. Önce, Batı bütünleşmesi şemasını kabulle Schumacher’e, Adenauer Almanya’yı Roma Katolik Kilisesi ile Batılı sanayiciler arasındaki tutucu uluslararası koalisyonun kontrolüne vermeyi arıyordu. Bu, bir gerçek demokratik ve sosyalist Almanya’nın kurulmasını tehdit etmekle kalmayıp, otoriter anti-kapitalist ve radikal milliyetçi duyguları canlandıracaktı. Keza, Batı tekliflerini kabulle şansölye, kendini iktidarda tutmak için, sadece hayatî Alman kaynaklarını yabancı kontrolüne teslim etmekle kalmayıp politikası Almanya’nın yeniden birleşme fırsatını tehlikeye atıyordu. Böylece Schumacher, Batı Almanya’nın Batı Avrupa ile bütünleşmesini reddediyordu. Batı teklifleri ancak Batı Almanya’nın tam hükümranlığının temin edilmesi ve onun öbür iştirakçi devletlerle eşit statüsünün garanti edilmesi şartıyla kabul edilebilirdi.

 

Adenauer’in, Batı ile sıkıca müttefik bir silâhlandırılmış Almanya’nın birleşmesini mümkün kılacak, emniyeti sağlayacak, hükümranlığı yeniden elde edecek, Batı Güçleri üzerinde ve bunların Sovyetler Birliği’ne karşı kararlarında belli bir etkinliğe sahip olacak tek çare olduğu iddiasına SPD’nin ciddî itirazları vardı. 1950 ve 1951’de Schumacher’i Adenauer’in müttefiklerin Batı Almanya’yı silâhlandırma tekliflerini kabul etmesini eleştirmişti. Adenauer, Avrupa Savunma Birliği’ni (European Defence Community – EDC) teşkil etmek üzere anlaşmayı imza ettiğinde Schumacher, bu hareketi kabul eden bir kimsenin bundan böyle kendini Alman saymaya hakkı yoktur demişti.

 

Keza SPD, Mart 1952’de vaki Stalin’in teklifini uygun şekilde takip edip bundan faydalanmakta kusur ederek yeniden birleşmeye varmak için iyi bir fırsatı kaçırmış olmakla Adenauer’i eleştiriyordu. SPD’nin önde gelen üyelerinden Fritz Erler, Sovyet teklifinin “hiçbir zaman diplomatik yollarla tam olarak tetkik edilmediğini” söylüyordu. Willy Brandt’ın yakın arkadaşı Herbert Wehmer de bunu müzakere ve Sovyet niyetini denemek için olmayıp daha çok bunu tavsiye için kaybedilmiş fırsat olarak tarif ediyordu.

 

Bad Godesberg Programı, SPD’nin iktidarı ele geçirme teşebbüsü tarihinde bir dönüm noktası olmuştu. Bu sadece partinin bir “halkın partisi” (Volkspartei) olma çabalarını ifade etmeyip, Schumacher’in katı ideolojik Marksist kalıbı yerine iç ve dış politika sorunlarında daha pragmatik bir çizgi kabulünü istilzam ediyordu. Bununla birlikte önceki siyasetlerden sapma bahis konusu değildi. Bu itibarla Program, Büyük Koalisyon’un hazırlanmasında SPD’ye özgül CDU/CSU politikaları çizgisine gelme dürtüsünü vermiş ve bunun sonucunda SPD, Avrupa sorunlarına karşı daha gerçekçi tavır takınmıştı. Böylece, 30 Haziran 1960’da Herbert Wehner Bundestag’da SPD’nin, öbür Alman gruplarıyla birlikte, Federal Alman Cumhuriyeti’nin, komünist tehdidine karşı NATO’yu ve onun dış politikasının derpiş ettiklerini tam olarak kabul etme arzusunda olduğunu bildiriyordu[2].

 

Büyük Koalisyon’un Ostpolitik’inin ayrıntılarına girmiyoruz.

 

.

. .

 

Willy Brandt’ı Şansölye ve FDP’nin (Frei Demokratische Partei – Hür Demokrat Parti) Walter Schiel’ini de Dışişleri Bakanı olarak yeni bir SPD/FDP koalisyonunu iktidara getiren 28 Eylül 1969 genel seçimleri, genellikle dış politikada ve özellikle Ostpolitik’te yeni bir çığırın açıldığını ilân ediyordu, şöyle ki her iki ortak da Doğu Avrupa ile ilişkilerin ıslahını alenen vaat ediyordu.

 

Brandt’a göre Adenauer’in yaklaşımının fiilen iç çelişkileri vardı: “Hiç kimse” diyordu Brandt, “aynı anda bir Atlantik ittifakını, bir Avrupa Federasyonu’nu ve Alman ulus devletinin yeniden kurulmasını istemiş olamaz. Batı’ya açılma, yeni bir iş’ara kadar yeniden birleşmeyi terk etme manasını taşır…”.

 

Brandt’ın Ostpolitik’i, Berlin Duvarı’nın inşasının (13 Ağustos 1961) arka plânına karşı şekillenmişti. Bradt’a göre Duvar, Batı’nın aczini ifade ediyordu. Walter Ulbricht’e[3] “Batı’ya bir süper “darbe” yapmasına müsaade ediliyor ve ABD “ürkek bir üzüntü sergiliyor”. Brandt bundan Batı siyasetinin geleneksel, kesinlikle gerçekçi olmayan kalıplarının etkisiz kaldığını istidlâl ediyor. Berlin Duvarı, göz kamaştırıcı şekilde Adenauer’in Alman siyasetinin ve Batılı güçlerinkinin sınırlılığını sergilemişti.

 

Adenauer’in Ostpolitik’i, Federal Cumhuriyet’in Doğu, Batı ve Üçüncü Dünya’ya karşı dış siyaset seçeneklerinin doğruca örtüşmesini intaç etmişti. Çoğu kez, Alman yeniden birleşmesi amacına sadece lâf hizmeti veren müttefiklerle gerginlik yaratmıştı. Batılılar, beklemeyi yeğliyorlardı. Ama birleşme uğruna önemli riskleri almaya hazır değillerdi, şöyle ki, kısmen, bir Birleşmiş Almanya, birçok Batı Avrupalı ve bazı Amerikan zihinlerinde “yeni bir Alman hegemonyası heyulâsını” uyandırıyordu.

 

Adenauer, Sovyetlere karşı Çin seçeneğini tercih etmişti. Her ne kadar Sovyetler Birliği’nin Çin’in korkusundan Batı’ya dönmeyeceğine inanmışsa da, Nixon’u “artan Sovyet tehdidini dengelemek için” ABD politikasını Komünist Çin’e meylettirmeye sevk etmişti. Bununla birlikte Brandt’ın, CDU/CSU’nun istediği gibi Çin kartını oynayarak Moskova ile hassas müzakerelerini tehlikeye sokmaya niyeti yoktu.

 

Ekonomik amiller, FRG’nin Ostpolitik’inin arkasında başlıca dürtücü güç olmuştu. Alman sanayisinin, özellikle çelik gibi bazı sektörlerin çıkarları idi bunlar ki coğrafî yakınlık içerde çalışmanın istikrarı, piyasaların çeşitliliğini sağlamak ve bölgede öbür Batı Avrupa ve Japon şirketleriyle etkin olarak rekabet etme arzusu ile hükümette lobiler oluşturmuşlardı. Almanya İkinci Sınaî Devrim’de büyük, daha da büyük terakkiler kaydettiğine göre, Batı Alman endüstrisi için, Batı’da herhangi bir rakibin tehlikeye düşüremeyeceği emniyetli piyasalar aranıyordu.

 

Sovyet – Çin sınırında çatışmalar, Doğu Avrupa’da durumunu pekiştirmek, Çekoslovakya krizinin başında NATO’nun aşikâr birliğini dağıtmak ve de, Batı Alman sermaye ve teknolojisinin varmasını kolaylaştıracak olan fırsat penceresi, Moskova’nın FRG ile bir modus vivendi aramasının sebepleri oluyorlardı. Batı ile yakınlaşma da, keza, onun Doğu Avrupa müttefiklerine Batı kredileri elde etme olanağını vereceği gibi bu, Sovyet taahhüt ve zorunluluklarını bir ölçüde azaltabilecekti.

 

Çözülmeyen birleşme sorunu Federal Cumhuriyet’i ABD’ye “politika olarak bağımlı” kılıyor ve de Gaule’u onu Batı Avrupa’da küçük ortak rolüne itmeye tahrik ediyordu. Brandt ise, Federal Cumhuriyet’in Avrupa ve dünya işlerinde, ekonomik becerisiyle mütenasip bir rol oynaması için acele ediyordu. Bununla birlikte bu, ancak mevcut gerçeklerin idrakiyle mümkün olabilirdi.

 

Büyük Koalisyon’un aksine, genellikle dış politikada, özellikle Ostpolitik’te SPD/FDP koalisyonunda liderler arasında büyük uyuşma vardı. 1950’lerin sonlarından itibaren Hür Demokratlar, Doğu ile barışma düşüncesini savunmuşlardı. 1968’de FDP liderliğini muhafazakâr sağ kanat Erich Mende’den devralan Walter Scheel, yavaş yavaş partiyi sola çekmişti. Scheel’in görüşünü paylaşan öbür liderler de Ralf Dahrendorf ve Hans Dietrich Geuscher (Resim 57) idi. Gerçekten Scheel’in Doğu ile ilişkiler hakkındaki görüşleri hattâ SPD’ninkilerden de daha liberal olarak biliniyordu. FDP parti başkanlığına seçilmeden hemen sonra Walter Scheel, partinin Freiburg kongresinde Alman sorunu ve Doğu işleri için politikaların Avrupa bütünleşmesi davasını ileri götürecek şekilde geliştirilmelerinin gereğini ileri sürmüştü. Die Welt ile bir mülâkatında Scheel şöyle demişti: 

 

“GDR (Alman Demokratik Cumhuriyeti)ne bir yabancı ülke olarak bakamayız ve de onlar bizi böyle göremezler ve ülkenin bu iki kısmı arasındaki ilişkiler özel ilişkiler olup normal olarak yabancı ülkelerle kurulanlardan farklıdırlar…”.

 

FDP’nin Walter Scheel, Wolfgang Mischnick ve Hans-Dietrich Genscher üçlüsünün Moskova’yı ziyareti ve bunların Sovyet liderlerince candan karşılanışları, bu sonuncular tarafından bunların tutumlarının ne denli tasviple mütalâa edildiğini yansıtıyor.

 

İktidara gelir gelmez Brandt’ın yaptığı ilk işlerden biri, idarenin tepe tabakalarına elle tutulur sayıda dışarıdan Ausseiter, ya da uzman yerleştirmek olmuştu; bunların uzun süre koalisyon partilerinden birine mensubiyetleri ve bunların üstlerince mesleklerinin ilk aşamalarında Bonn bürokrasisinin yeniden şekillendirme ve bunu siyasî olarak daha sempatik bir âlet haline getirme çabaları bilinen kişilerden olması şarttı. Bu iş, bir ölçüde, Adenauer’in düsturlarına asılmış eski bürokratların emekliye çekilmeleri ve öne, seleflerinden çok daha faal ve reformcu daha genç kişilerin çıkarılmalarıyla kolaylaşmıştı.

 

Sovyetler Birliği SPD/FDP koalisyonunu, birçok iç ve dış politika sorununda CDU/CSU’dan daha çok gerçekçi bir tutum içinde görüyordu. Ama ne çare ki Koalisyon, sadece 12 sandalyelik bir zayıf çoğunluğa sahipti. Moskova Brandt’ın politikasının fiiliyatı ile onun bonafides, iyi niyetini ispat etmesini istiyordu.

 

Ağustos 1970’de Brandt’ın Moskova ziyareti sırasında Başbakan Alexei Kosygin, Federal Cumhuriyet’i müttefiklerinden herhangi bir ayırma niyetinde olmadıklarını açıkladı. Sovyet lideri Bonn’un, onlarla birlikte Sibirya’nın vâsi kaynaklarını geliştirmesini ve başta beş yıl, daha sonra yirmi yıllık bir uzun vadeli ekonomik işbirliğini teklif etti. Brandt, savaş zararlarının tazmini sorununun çözülebilme olanaklarını araştırdı. Sovyetler geçmişte on trilyon dolarlık bir tazminat talep etmişlerdi. Brandt, bugün ya da yarın bu konuda bana bilgi verirseniz büyük ölçüde hafiflemiş olacağını ve dönüşünde sorunun halledildiğini ilân edebileceğini söyledi. Ertesi günü Kosygin buna hiç bir kesin bir yanıt vermedi. Sonuç muhtemelen gelecek yıl, Brandt’ın Kırım’ı ziyareti sırasında, Sovyetlerin Brandt’a sorunun artık önemli olmadığını söylediklerinde tasfiye edilecekti.

 

Brandt, müzakerelerde onu daha uysal kılmak için Sovyetlerin Doğu Alman Cumhuriyeti üzerinde “müsait bir etki” yapmasını talep etti.

 

12 Ağustos 1970’te Moskova Antlaşması’nın imzalanması, havayı yumuşatıp sair siyasî, iktisadî ve insancıl sonuçlar üzerinde tartışmayı kolaylaştırmıştı. Brezhnev Brandt’a, ilişkileri büyük ölçüde iyileştireceğinden, dış siyasetinde daha bağımsız olması hususunu hatırlattı. Bu yolda, iki ülke arasında ilişkilere imkân veren, Fransa ve De Gaule’ün bağımsız dış politikasını örnek olarak gösterdi. Bununla birlikte bunun, öbür ülkelerle, özellikle ABD ile ilişkilerin pahasına olmayacağını ekledi[4].

 

1969-1974 arasında Brandt’ın Sovyetlerle ilişkilerinin ve genellikle Ostpolitik’inin şimdilik daha fazla ayrıntılarına girmedik. Ancak GDR ile ilişkiye girilmesi konusunu, önemine binaen, biraz irdeliyoruz.

 

Brandt’ın Dışişleri Bakanı olarak daha önceki deneyimi, onu Almanya’nın bölünmesinin Avrupa’nın bölünmesinin bir sebebi değil, bir sonucu olduğuna ve ulusal inzivada çözülemeyeceğine ikna etmişti. Islah edilmiş Doğu – Batı ilişkilerinin Almanya’nın yeniden birleşmesine bağımlı kılmanın “hayalî” olduğunu hissetmişti. Keza, GDR’nin statüsünü tanımadan ve ilişkileri ayırımsız ve eşit haklar temeli üzerinde kurmadan Doğu Avrupa ile ilişkilerini normalleştirmenin de hayalî olacağını görmüştü. Her halükârda tam uluslararası tanınma yolundaki ilerleme sürüncemede bırakılamazdı[5].

 

.

. .

 

1990’larda, Doğu Avrupa’nın demokratik yeniden doğuşu, Almanya’nın birleştirilmesi, Soğuk Savaş ve Doğu Batı ihtilâfının sonu, politikaların ideolojilerden arındırılmaları, Varşova Paktı’nın aşınması, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve 1992’de Avrupa Birliği’nin kurulması sonucunda Avrupa, sürekli bir değişiklik halini yaşıyordu. Bütün bu gelişmeler Almanya’yı, yeni Avrupa’nın çekirdek bölgesi haline dönüştürmüştü.

 

Soğuk Savaş sonrası Avrupa’sı, Avrupalılaşmış bir Almanya’ya mı, yoksa bir Pax Germania’ya mı tanıklık edecekti? Almanya’nın birleşmesi Avrupa’nın daha güçlü bir “kıtalaşması”yla mı sonuçlanacaktı? Yeni uluslararası düzen bir “liderlikte ortaklık”a mı götürecek ya da bir “Kale Avrupa”, mahiyetinde korumacılığı mı kışkırtacaktı? Bir hâkim ekonomi’nin ortaya çıkışı bir “Dördüncü Reich”ın siyasî ve askerî ihtirasların peşine düşmesine mi götürecekti? Bütün bunlar günümüzün Avrupa sahnesinin gözlemcilerinin karşılaştıkları sorunların bazıları oluyorlar[6].

 

[1] Rajendrak Jain.  – Germany, the Soviet Union and Eastern Europe, 1949 – 1991, London, Sangam Books Ltd., 1993, S.XIII – XIV, Önsözden.

[2]ibd. , S. 1 – 28. 

[3] Walter Ulbricht (1893 – 1973), Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (ADC – Doğu Almanya) 1960 – 1973 arasında başbakanlığını yapan Alman siyaset adamıydı. Marangoz olan Ulbricht, 1912’de SPD’ye girdi. Doğu Cephesi’ne gönderildiği I. Dünya Harbi sırasında iki kez ordudan firar etti. Harpten sonra yeni kurulan Alman Komünist Partisi’ne (KPD) katıldı. 1923’te partinin merkez komitesine seçildi. Stalin’in iktidara gelmesinden sonra KPD’nin Bolşevikleştirilmesinde ve hücre temelinde örgütlenmesinde önemli rol oynadı. 1928’de meclise seçildi. 1929’da Berlin parti örgütünün başkanlığına getirildi.

Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesinden (Ocak 1933) sonra yurtdışına kaçtı. KPD ve III. Enternasyonal (Komintern) görevlisi olarak beş yıl Paris’te ve Moskova’da, İspanya İç Savaşı (1936 – 1939) sırasında da İspanya’da kaldı. Bu dönemde Troçkistlere ve Komintern çizgisini benimsemeyen öbür komünistlere karşı sert bir mücadele yürüttü. Almanların S.S.C.B. topraklarını işgal etmeye başlamasından sonra Moskova’ya dönen Ulbricht, Alman savaş tutsaklarına yönelik propaganda çalışmalarını yönlendirmek ve Alman ordusundan sızdırılan bilgileri değerlendirmekle görevlendirildi. 30 Nisan 1945’te Almanya’ya döndükten sonra KPD’nin yeniden kurulması çalışmalarına katıldı ve Sovyet işgali altındaki bölgede bir parti örgütü kurma sorumluluğunu üstlendi. KPD’yle Sosyal Demokrat’ların Almanya Sosyalist Birlik Partisi(SED) adı altında birleşmesinde (Nisan 1946) önemli rol oynadı. ADC’nin kurulduğu 11 Ekim 1949’da başbakan yardımcılığına getirildi. 1950’de de bu göreve ek olarak SED birinci sekreterliğine seçildi. Devlet Başkanı Wilhelm Piech’in ölümünden (1960) sonra ADC devlet başkanlığı makamı kaldırıldı ve yerine Devlet Konseyi (Straatrat) oluşturuldu. Aynı tarihte Devlet Konseyi’nin başkanlığına getirilen Ulbricht, geniş yetkilerle donatıldığı bu yeni görevi sırasında bütün muhalefeti baskı altına aldı ve ADC’yi Stalin’in ölümünden sonra Doğu Avrupa’da yayılan Stalin karşıtı hareketin dışında tuttu. Hükümet ancak Berlin Duvarı’nın yapıldığı 1961’den sonra denetimleri gevşeterek ekonomide belli ölçüde liberalleşmeye ve adem-i merkeziyetçi uygulamalara izin vermeye başladı. Dış politikada AFC’ye karşı uzlaşmaz bir tutum benimseyen Ulbricht’in yönetimi sırasında, ADC dünyanın en güçlü sanayi ülkelerinden biri durumuna geldi. Ulbricht Mayıs 1971’de SED birinci sekreterliğinden çekilmek zorunda kaldıysa da Devlet Konseyi Başkanlığını 1973’e değin sürdürdü(AB).

[4] R. K. Jain.  – op. cit., S. 54 – 65.

[5] ibd. , S. 68 – 69.

[6] ibd. , S. 233.