Almanya’nın Doğu politikasını böylece irdeledikten sonra sıra geldi bu ülkenin Orta-Doğu ile ilişkilerine. Bu ilişkilerde Türkiye’nin payının başat olduğunu söylemeye gerek yok.
Aşağı yukarı bir asırdan uzun bir zamandır Almanya uluslararası politikanın merkezinde olmuştu. Sovyet Doğu bloğunun dağılması, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve Berlin Duvarı’nın simgelediği karşıtlığın sonu ile Almanya yine, birleşmiş olarak, Avrasya’nın emniyeti için merkezî önemde devlet olarak ortaya çıkmıştı. Ekonomik güç ve siyasî ağırlığını yansıtarak Almanya, Avrupa Topluluğu’nun Doğu Avrupa devletleriyle ilişkilerinde başat sorumluluk yüklenmiş, bu arada Moskova’ya, bir üniter sistemden bir konfederal sisteme intikalini kolaylaştıracak ekonomik yardımı sağlamıştı[1].
Şöyle bir kırk beş yıllık pasif bir ortaklıktan sonra, onun kaynaklarına birçok taliple birlikte, eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da su yüzüne çıkmış dramada anahtar role kaymıştı.
Alman çıkarlarında Orta-Doğu, en önemli alan olmuyor; Doğu-Batı ve NATO meseleleri rüçhan kazanıyor. Bunların her ikisinde de Almanya’nın oynayacağı bir merkezî rolü var. Boyut ve ağırlığı itibariyle, Avrupa ötesinde Soğuk Savaş sonrasında yeni önemli ve büyüyen bir unsur olma zorunda. Böylece de Almanya, iyi ve/veya kötü olarak Avrupa Topluluğu’nun dış dünya ile ilişkilerinin seyrini etkileyip şekillendirecektir. Yeniden birleşme ve kendini geçmişten kurtarmanın bedeli altında sendelemekte olan Almanya, belki de Orta-Doğu’nun mahallî devletlerinin beklentilerine cevap vermeyebilir. Lâkin yakınlık, demografi, enerji veya ticaret ve pazarlar itibariyle Orta Doğu Avrupa için başlıca ilgi alanı olarak kalacaktır.
Irak’a karşı müttefiklerin savaş çabasına Almanya’nın iştiraki önemsiz değildi; askerî çaba, krizin ekonomik zarar verdiği devletlere yardım, lojistik destek, İsrail’e Patriot füzeleri ile Körfez sularına küçük mayın tarayıcı filo için 5,5 milyon dolarlık bir vaadi de içeriyordu[2].
.
. .
Almanya’nın harp sonrası politikasının bir ikinci safhası 1960’ların sonunda Bonn’un Doğu’ya açılmasıyla başlar. Willy Brandt’ın Ostpolitik’i kısmen Alman politikasının başarısını yansıtır: Siyasî-askerî ve ekonomik anlamda Federal Cumhuriyet, Sovyetler Birliği ve onun komşularıyla détente arayacak kadar güçlü ve kendine güvenir olmuştu[3].
.
. .
Bismarck’ın stratejik yönlenmesi Almanya’ya, rakiplerinin ihtirasını “Üçüncü Dünya”ya doğru çevirterek Avrupa’da bir yer sağlamakta. Emperyalizm çağında ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tedricî çöküşü sırasında Fransız, İngiliz ve Rus enerjileri özellikle Orta-Doğu’da tükenecekti. Sonuç olarak da Bismarck, başlıca koloni peşinde koşmamıştı. Sadece İmparator II. Wilhelm’in idaresinde Almanya ciddî olarak bir gayrete girişmiş olup bu da I. Dünya Harbi’ne müncer olacaktı.
Federal Cumhuriyet ve Orta – Doğu ihtilâfı
Federal Cumhuriyet, Soğuk Savaş’ın bir çocuğu idi. Bonn’un başlıca emeli, özellikle 1950’ler ve 1960’larda, Hitler’in savaşının sonuçlarını tasfiye etmekti: Almanya’yı uygar uluslar sırasına geri getirmek, Batı ile bütünleşerek (Batı) Alman hükümranlığını yeniden kazanmak ve ülkenin bölünmüşlüğünün üstesinden gelmekti. Şansölye Adenauer, yaşayan Yahudilere maddî telâfi sağlamak ve 1952’den itibaren İsrail’e ekonomik ve askerî yardımda bulunmak suretiyle başlıca iki amaca yönelme yolunu tutmuştu. Bu teşebbüsler her şeyden önce bir moral zaruret idi. Adenauer, Alman günahını alenen kabul etmek suretiyle ancak bu yeni başlangıcın mümkün olabileceğine inanmıştı. Bununla birlikte Realpolitik de muhakkak bir rol oynamıştı. Genosidden kurtulan Yahudilere ve genç İsrail devletine yardım, önemli Amerikan karar vericileri üzerinde müsait bir tesir icra etmiş olup bu sonuncular da, buna karşılık, Batı Almanya’nın kendi ekonomik kalkınması için fena halde ihtiyaç duyduğu kredileri desteklemişlerdi.
İşbu özgül koşullar altında oluşmuş Batı Almanya ile İsrail arasındaki ilişkiler, bir yandan, asır boyunca müşterek tarih ve birçok beşerî, kültürel-dinî ve siyasî bağların sonucu olmuştu. Bu özel ilişki, öbür yandan, birçok Almanın bugün bile hissettiği kötü ahlâkî durum tarafından besleniyordu. Almanların 1930’larda ve II. Dünya Harbi sırasında yaptıklarından utanan birçok politikacı, büyük işadamı, gazeteci ve “sokaktaki” Almanda, İsrail devletine karşı özel bir sorumluluk hissi geliştirmişlerdi. İsrail devletinin birçok kurucusu, genellikle Avrupalı olarak, müsait şekilde yanıt vermişlerdi. Hepsi değilse bile İsrailli liderler, bu durumu somut politik amaçlarla kullanma eğilimini gösteriyorlardı. Alman – İsrail ilişkilerinde beşerî cinayetlerle Realpolitik, hiç de kolay olmayan bir şekilde birlikte bulunmaya devam ediyor.
İlk bakışta Federal Cumhuriyet’in İsrail’i desteklemesi müphem görünmüyorsa da, gerçekte Bonn’un Orta-Doğu politikaları üzerine düşen etmenler daha çapraşıktırlar; Batı Almanya, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde konaklamış 400.000 Sovyet askeriyle karşı karşıya bulunuyordu. Buna ek olarak da Batı Almanya’da bulunan Amerikan Avrupa Kumandanlığı (United States European Command – US EUCOM) İsrail, Suriye ve Lübnan’dan sorumluydu. Bu itibarla Orta Doğu’da bir Amerikan – Sovyet çatışması Almanya’nın emniyetine gölge düşürebilirdi.
İkinci olarak İsrail’le çok sayıda Arap komşuları arasında dengesizlik vardı. Bonn, Arap Birliği üyelerinin uluslararası örgütlerdeki tutumlarını bilmezlikten gelemezdi, şöyle ki Batı Almanya 1950 ve 1960’larda bütün Almanları temsil etme (Alleinvertretungsanspruch) konusunda Demokratik Alman Cumhuriyeti (Doğu Almanya) ile bir diplomatik mücadeleye girişmişti. Arap liderleri Almanya’ya “doğal müttefik” gözüyle bakarken Batı Almanya’nın İsrail’e silâh vermesi bunları köpürtmüştü. 1965’de on (o zamanın on üç) Arap devleti Bonn’la diplomatik ilişkileri kesmişti. Ancak 1971 ile 1974 arasında, Brand – Scheel hükümetinin bütün Almanları temsil etme iddiasından vazgeçip Batı Almanya’nın İsrail’e silâh vermeyi durdurması üzerine, siyasî ilişkiler düzelecekti. 1981’de de Şansölye Schmidt ve diğerleri Almanya’nın sadece Yahudiler ve İsrail’e değil, keza Filistinlilere karşı da tarihî sorumluluk taşıdığını iddia eder olmuşlardı.
Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin Orta-Doğu’daki rolü
Almanya’nın harp sonrası taksimi, iki farklı devlet ve iki başlıca ters düşen Orta-Doğu politikası ile sonuçlanmıştı. 1950’lerden itibaren Doğu Alman başlıca dış politikası, meşruiyet kazanma amacı olmuştu. Batı Almanya’nın “Alleinvertretungsanspruch”’u ile mücadele etmek üzere Doğu Berlin, Üçüncü Dünya, bahusus Arap ülkeleri ile teması geliştirme kaygısına düşmüştü. Orta-Doğu’da Doğu Berlin’in İsrail ile diplomatik münasebeti yoktu. Federal Cumhuriyet’in aksine, komünist Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin resmî şahsiyetleri hiçbir zaman Yahudilere karşı Alman vahşetinin sorumluluğunu üstlenmediler. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa müttefikleri 1967 harbinden sonra İsrail’le ilişkileri kesince, Doğu Berlin de onlarla aynı resmî “ilgisizliği” benimsemişti.
Alman Demokratik Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın öbür üyelerinin politikalarına uygun olarak, İsrail’in düşmanlarını desteklemişti. Moskova gibi Doğu Berlin de Filistin siyasî temsilcileriyle ilişkileri, Orta-Doğu’da politik etkisini ilerletmek için bir yol olarak görüyordu.
1985’te, Gorbachev’in liderliği altında Sovyetler Birliği, İsrail ile temasları açınca, Macaristan ile Polonya bunu hemen takip ettiler. Dikkate değer şekilde Honecker rejimi tepki göstermedi. Ancak “Kasım devrimi”nden sonra yeni demokratik hükümet, İsrail’le ilişkiler sorununu ele almayı kararlaştırdı. Hepsinden önce Doğu Berlin ilk olarak Almanya’nın geçmişi için sorumluluğu kabullenip “Faşizm kurbanları”na maddî telâfiden söz etmeye hazır olduğunu ilân etti…[4].
[1] Bu ifadeler bize, I. Dünya Harbi’nden sonra von Seeckt’in insiyatifi ile Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne yardımını hatırlattı. Bu babda bkz. “Yüzyıllar boyunca Alman gerçeği ve Türkler” kitabımız.
[2] Shahram Chubin. – Introduction, in Coll. – Germany and the Middle East.
[3] Richard Burt. – Germany and world politics, in ibd.
[4] Helmut Hubel. – Germany and the Middle East conflict, in ibd.