Eflâtûn’un Kanunlar’ında, kadının ekonomik yaşamdaki durumu bahis konusu olduğunda ünlü hoca Sparta’nın bu bapta Attika ile Trakya arasında ortayı tuttuğunu, Trakyalıların ve daha başka birçok ulusun tarım ve hayvancılıkta kadınları köle gibi kullandıklarını söylüyor. Yazarımız Atinalı kadının ev işleri ve giysi imali ile Spartalınınki ise daha çok başka işlerle meşgul olduğunu iddia ediyor. Spartalı ve Atinalının birçok uğraşını saymakla birlikte bu kadınların ne tarım, ne hayvancılık ne de bağcılıkta rolünden söz ediyor. Homeros’a göre çift sürme işi münhasıran erkeklere ait olup kuzuların sağılması dahi onlar tarafından yapılmaktadır. Beloch’a göre (Griechische Geschichte I) Grekler yerleşik düzene geçtikten sonra tarımı kadına bırakmışlar. Ancak yazar bu hususta belge göstermiyor. Yine daha başka birçok yazar gibi Xenophon da, tarımdan söz ederken, kadının buna iştirakinden bahsetmiyor. Esasen Yunanlılarda “köylü kadın” karşılığında sözcük bulunmayışı da dikkate değer.
Kadının tarımdaki bu silik rolü, Yunanlılarda bu alanın örgütlenmesiyle izah edilebilir, şöyle ki köylülerin çoğunun evleri kentlerde veya kasabalarda bulunuyordu ve muhtemelen de kırsal yörede çiftlikleri yoktu, bunlar burada sadece bir hangar veya küçük bir binaya sahiptiler.
Grek yazarları fazla feminist görünmüyorlar. Köylünün şairi Hesiodos kadınları, kovandan çıkmayan ve çalışkan arıların topladıklarını yutan tembel arılara teşbih ediyor:
“Nasıl ki arı oğullarının sığındığı yerde
Hep beslerse verimli bal arıları
İşi gücü kötülük olan yaban arılarını,
Bal arıları her gün güneş batıncaya dek
Bembeyaz petekleri öredururken
Ötekiler sığınıp kovanların içine
Başkalarının emeğiyle beslenirler.
İşte bunun gibi bulutlarda gümbürdeyen
Zeus Yarattı baş belâsı olarak
Kadınlar soyunu ölümlü insanlara,
…”[1]
Acaba günümüz Anadolu’sunun “kaşık düşmanı” deyimi Hesiodos’tan mı esinlenerek ortaya çıkmış?…
Antikçağın yazarları Greklerin kadını tarla işlerine az uygun bulduklarını yazıyorlar. Bütün bu söylenenler aslında köylünün karısı ve yakın akrabalarına taallûk ediyor.
O ise ki, köylülerin karı ve kızları tarımla meşgul olmazlarken köylülere işlerinde yardım eden başka kadın örneklerine rastlanıyor. Bunlar, hem “yüncü”, hem de “ücretli işçi” manalarına gelebilen έ ριθος, sözcüğü ile ifade ediliyorlar, έ ριθος’un köylüye özellikle hasat zamanı yardımcı olmuş olduğu sanılır. Keza, tarımdan istiare edilmiş sözcükler arasında, hiç şüphesiz “hasat için yardım” manasına gelen θερι’στρια da zikrediliyor.
Bütün bu beyanlardan Grek dünyasında kadının tarımdaki rolünün fazla önemli olmadığı anlaşılıyor; hayvancılıkta ise bundan hiçbir yerde bahis yok. Sadece bağcılıkta kadınların payının en faal olmuş olduğu sanılıyor[2]. Kadınların icra ettikleri sair meslekler burada konumuz dışında kalıyor.
Helen dünyasında biraz daha eğleneceğiz.
Odysseus’un dünyasında Orestes ile Aegisthus, Telemachus ve 108 talibin tümü soyluydu. Bu tek sosyal sınıf içinde ise başka bir grup akrabalığı, hısımlığı ve grup sadakati vardı ki bu da aile bağı idi. Agamemnon Akha ordusunu sevk etme hakkını kardeşi Menelaus’un, öcü alınmasının gerektiği mağdur kişi olmasından alıyordu. İşin içine cinaî fiiller karıştığında sınıf (ya da tümüyle cemaat) değil, aile, davranış standardını muhafaza edip bundan herhangi bir sapmayı cezalandırmakla yükümlüydü.
Tarihî açıdan bir alenî aykırı hareket olarak cinayet kavramının yaygınlaşması ile hısım-akrabalık grubunun yetkesi arasında bir ters ilişki bulunuyor. Birçok ilkel toplumda bir suçluyu cezalandıracak herhangi bir “kamu” yetkilisi bulunmuyor. Mağdur ve hısım-akrabası öcünü alıyor, ya da bu yolda başka herhangi bir şey yapılmıyor. En açık örnek olarak katil geniş ölçüde bir özel mesele olarak kalıyor. Toplum vicdanı cezalandırmayı arzu etse de, akrabalar dışında bunu uygulayacak bulunmuyor.
Bütün tarihleri boyunca Helenlerin akrabalığa bağlılıktan, nesebe olan tutkularından hemen belli oluyor. Bu keyfiyet hiçbir zaman değişmemiştir. Aile terminolojisi, bununla birlikte, değişim arz etmiş ve eğilim, daireyi daraltma yönünde olmuş. Homeros, kocanın erkek kardeşinin karısı için bir özel sözcük, einater’i kullanıyor ki bu sözcük kısa sürede adî lügatçeden kayboluyor. Bu değişmenin nedeni kolay anlaşılıyor. Priam’ınki gibi bir ev halkında, birbirleriyle ilişkileri kocanın erkek kardeşinin karısı (elti) olarak süren birçok kadın bulunuyordu. Bu tür geniş aile ortadan kalkınca, daha babanın sağlığında kız çocuklara kocalarının evine gidip oğlanlar da kendi evlerini kurunca, einater’in ince farkı daha da ince bir alâmet oluyor. İş böyle olunca da her kayın, yenge için daha genel kedestes tabiri yeterli oluyor.
Üç farklı ama üst üste binmiş grubun, ezcümle sınıf, hısım-akraba ve ev halkı oikos’un bir arada varlığı bir adamın maddî ve psikolojik olarak hayatını tarif eden unsurlar oluyorlardı[3].
Doğu Akdeniz’e göçen ilk Grekler hayvancı insanlar olmakla birlikte tarımı da biliyorlardı. Görünürde örgütlenmeleri aşiret düzeni üzerine oturuyordu. Ancak içine daldıkları ortam, özellikle bunun çevresi çok daha çapraşık olup Mısır ve Yakın-Doğu’da geniş ölçüde bir toprak örgütlenmesinin uzun deneyimi yaşanmıştı[4].
Hısımlık-akrabalık her yere nüfuz edecekti. Hattâ cemaatin nispeten yeni akrabalık dışı müesseseleri bile olabildiğince ev halkı ve aile biçiminde şekillendirilmişti. Hiç şüphesiz en mükemmel simge baba olarak kral mecazı idi (Olympos’ta Zeus “tanrıların babası” tesmiye ediliyordu ki harfiyen alındığında, hepsinin değil, bazılarınınki idi). İşlevlerinin bazılarında, örneğin toplantıda (kurultayda) veya tanrılara kurban sunarken kral, gerçekten pir rolünü oynardı. “Efendi-Sahip olma”, “hükmetme” anlamında olan Grek anassein fiili, az çok tam farksız olarak şiirlerde hem kral (basileus), hem de bir oikos’un başı için kullanılıyor. Keza tanrılara da aynı şekilde[5] uygulanabiliyor; nitekim Zeus “tanrılara ve insanlara hükmeder (anassein)”. Yüzyıllar önce geçerli olan ana-hakkı sisteminin bir müphem kalıntısı yüzünden o dönemlerin sosyal ve hukukî durumu artık saptanamıyor. Ancak bunun izlerine şairin kral Alcinous’un yeğeni ve zevcesi Kraliçe Arete’nin “üstün idraki” ve erkekler arasındaki nizaları çözmedeki ustalığının altını çizmesinde görülüyor. Kararlarda o kadın egemen oluyor. Hattâ hal edilmiş bir sülâlenin son kralının dul kalan karısını almakla yeni kral, ne denli belirsiz ve muhayyel olursa olsun, bir meşruiyet örtüsüne bürünmüş oluyor[6].
Grek dünyası sonradan bir erkek dünyasına, kadının aşağı bir statüye sahip olduğu bir dünyaya dönüşecekti. Grek, “karı” demez, “yatak eşi” der, Gerçekten Homeros’tan Grek yazınının sonuna kadar “koca” ve “karı” özgül anlamında sıradan sözcük bulunmuyordu. Bir erkek bir erkekti, bir baba idi, bir muharipti, bir soylu idi, bir kabile reisi idi, bir kraldı, bir kahramandı; linguistik olarak az çok hiçbir zaman bir koca değildi[7].
Homeros bu keyfiyeti, yani kadının aşağı tutulduğunu, işlevinin çocuk doğurmak ve ev işlerini yürütmekten ibaret olduğunu açıklıyor. Anlamlı sosyal ilişkiler ve kuvvetli kişisel bağlılıklar erkekler arasında görülür ve aranırdı. Aristo’nun Nicomachean Ethics’inin VIII. babında, uçuk “dostluk” sözcüğüyle ifade ettiğimiz philia’dan söz ediliyor. Aşağı türden, kadınla erkek arasında olduğu gibi, eşit olmayan şerikler arasında bir philia var olduğu zaman diyor Aristo, “bu ikisinden her biri, dostluk için temelde ve dolayısıyla sevgi ve dostlukla meziyet ve işlev itibariyle birbirlerinden fark ederler”. Buna göre muhabbet, sevgi, her birinin değeriyle orantılı olacaktır: “çiftlerden daha iyisi, örneğin, verdiğinden daha çok muhabbet görecektir”. Bunu Homeros’ta çok açık şekilde görüyoruz[8].
Günümüzde, Türkiye’de, koca “çocukların babası”, karı da “çocukların anası” değil midir?… Kadın kocasını alabildiğine sevecek ve sayacaktır ama o, karısına “fazla yüz vermeyecektir”…
Dönelim Yunana.
Atina’da, yurttaşların karıları hiçbir siyasî ve hukukî hakka sahip bulunmuyorlardı. Minos toplumu içinde oynadıkları ve görünürde Homeros çağında kısmen muhafaza ettikleri önemli rolü kaybetmişlerdi. Bununla birlikte evli Atinalı kadın, evine hapsedilmişse de bunu, kocası engel olmadığı sürece yetke ile idare ediyordu; köleleri için o, despoina, sahibe idi.
Atinalı kadının bağlı ve mağdur durumu, önce, genç kızların yaşamı ve evliliğe varış şeklinde belirir. Genç kızın serbestçe delikanlılarla karşılaşmaları bahis konusu olamazdı şöyle ki kadınlara mahsus daire, gynécé (γυνή= kadın, zevce)den kesinlikle çıkmazlardı. Evli kadınlar, evlerinin dış kapısının eşiğini nadiren aşarlarken genç kızlar ancak iç avluya çıkabiliyorlardı şöyle ki bakışların uzağında, hattâ öz ailelerinin erkek azalardan bile uzakta yaşayacaklardı. Müstakbel kocalarını genç kızın kyrios’u (babası veya yoksa aynı babadan doğmuş erkek kardeşi veya bir büyükbaba ve nihayet yasal vasisi) seçerdi[9].
Gördüğümüz gibi Atinalı kadın bir “harem” hayatı sürerdi (şu farkla ki Atinalı erkek tek eşli idi). Kadın kraliçe arıya teşbih edilirdi. O, yaşlılıkta destek olacak evlat yetiştirecekti. Tanrı, erkekle kadının işlev farkı dolayısıyla bunların tabiatlarını farklı kılmıştı. Kadın, bütün bir yıl için ayrılmış olan şeylerin bir ayda kullanılmamasına dikkat edecek, ihtiyacı olanlara elbise dokuyacak, istendiğinde kurutulmuş besin maddelerinin iyi durumda bulunmasına nezaret edecekti…[10]
Tarih boyunca sivrilmiş müstesna kadınlar konumuzun dışında kalıyor. Bunlara tarihin eski dönemlerinden günümüze kadar rastlanıyor. Tevrat’ın harpçi, gaddar, korkunç bir kişi olarak tanıttığı Sennacherib’in kendi kayıtlarında ise o, sahtekâr ve serkeş dünyaya adalet ve barış getirmek isteyen zararsız bir devlet adamı olarak görünüyor. Her halükârda o, mutat dışı bir kral tipi olarak beliriyor. Ve saltanatının çok şaşırtıcı bir veçhesi de kraliyet aile topluluğu kadınlarının karanlıklardan gün ışığına çıkış şekli oluyor.
Bu, eski Yakın-Doğu tarihinin birçok yerinde kadınların belirgin sivri bir rol oynamadığı manasına gelmemekle birlikte bunlar Demir Çağı Asur’un resmî kayıtlarında görünmüyorlar. Biteklik (mümbitlik) tanrıçası Niniva’nun İshtar mabedinden, Ashurnasirpal II (M.Ö. 883-859)’in bir karısının tasvirine sahip olabiliyoruz.
Biraz daha sonra, M.Ö. 800 civarında ana kraliçe, kadın kral ve muhtemelen de naib(e?) olarak karşımıza Sammuramat çıkıyor. Açıkça, kocasının ölümünden sonra, alışılagelmiş engelleri süpürerek, mutat olarak erkeklerin işlevi olan bir dizi devlet işini ele alıyor. Yüzyıllar sonra Grek geleneğinde Semiramis olarak yeniden ortaya çıkan bu kadının müstesna kişilik gücüne sahip bulunduğu yadsınamaz.
Sairlerini saymayacağız[11]. Bunun yerine İslam Devletlerinde hükümdar ve naib(e) Türk kadınlarından bazılarını zikretmekle yetineceğiz: İran’da, Rey’de, naibe Seyyide Hatun (X. yy.); Halep naibesi Safiye Hatun (doğ. 1168); Hama naibesi Gasiye Hatun (Hama’ya gelişi 1231); Ermenşah’lar naibesi İnanç Hatun; Delhi Müslüman devleti hükümdarı Sultan Raziye (XIII. yy.) ve daha niceleri…[12].
* * *
Hayvancılık ve muntazam tarıma takaddüm eden dönem, exogamy’in doğruca bir sonucu olan, ananın aile reisi olması veya sülâlenin anadan gelişi üzerine müesses içtimaî nizamın, yani maderşahiliğin damgasını taşımaktadır ki işbu exogamy bir kabile içinde evliliği veya soylular arasında birbirleriyle evlilik üzerinde karşılıklı anlaşmaları tanzim eden kaideler olmaktadır. “Maderşahilik sadece aynı kandan olanların birleşmesini değil, aynı zamanda müşterek mülke, işe sahip, müştereken tüketen ve bir ocağa mensup bir cemaati temsil eder. Anadolu’da yakın zamanlarda keşfedilmiş bir yerleşme görünürde böyle bir cemaate bir örnek olmaktadır.”
“Maderşahilikten (anaerkillikten) arta kalanların müstesna inatçılığı sayesinde ele geçen cerh edilemez birçok delil, ilkel dönemde kadın hakimiyetinin genel yaygınlığına dair görüşler doğrultusundadırlar.”
“Eski Mısır’da, kadın vârisle evlenerek sadece taht elde edilmezdi. Bir adamın mülkü, kaide olarak, büyük kızına geçerdi, koca da, tasarruf hakkını, kullanma hakkı kadar elinde tutamazdı. Böylece de kız kardeşler ve erkek kardeşler arasındaki mutat evlenmeler, bir bilginin ifadesine göre ‘anaerkil mülkü babaerkil mirasla uzlaştırıyor’du.”
“Anaerkil nizam Elam’da, eski İran’da, Likaonyalılar, Etrüsker ve sairleri arasında açıkça izlenebiliyor…”
“Eskimoların dişil ecdada saygı duymaları ve eski Grek epik şiirlerin Amazonları, anaerkilliğin varlığını ispat etmektedir…”
“Anaerkil ilişkilerin tanımlanması, bunun sınırsız şekilleri dolayısıyla, basit bir iş değildir. Ama çoğu tipik durumlarda ananın irsî haklarını genel olarak mülke tesahup etme, cemaatin yönetimi ve idarî görevlerin az veya büyük bir bölümüyle uzlaştırdığını varsaymak yanlış olmayacaktır. Bu sonuncusu, Sümer Site-devletlerinde kadın ortak-hükümdar gücünü korumanın zemini oluyordu. Anaerkil nizam keza, mahkeme celselerine riyaset eden, Atina’nın hâmi tanrıçası Athena’ya Attik dininin izafe ettiği rolü de izah eder.”[13]
Arap seyyah İbni Batuta XIV. yy.ın ilk çeyreğinde, Deşt-i Kıpçak’ta hükümran olan Cuci Han İbn Cengiz Han sülâlesinden Mehmet Özbek Han’ın “Kubbe-i zeheb -altın kubbe- tesmiye kılınan bir daire-i müzeyyene ve bediada” hatunlarına gösterdiği, Arap aklının pek almadığı saygıyı şöyle anlatıyor: Sultan her tarafı altın ve gümüşle kaplı, cevahir ile süslü tahta “… cülus ederek sağında Taytıglı hatun ve bunun alt tarafında Kebek hatun ve solunda Bilûn hatun ve anın dununda Erdeci Hatun bulunur… Bu hatunlardan biri geldikte, sultan kıyam ile (ayağa kalkarak) eline yapışarak şerire (tahta) oturtur. Lâkin melike bulunan ve yanında cümlesinden ziyade mazhar-ı tevkir (ululama) ve ihtiram olan Taytıglı varid olduğu (geldiği) zaman, dairenin kapısından istikbal ile selâm vererek elini tutar. Mezbure tahta çıkıp oturanca sultan dahi calis olur (oturur). İhticab edilmediği (gizlenmediği) için şu ahvalin cümlesi Türklerin gözü önünde cereyan eder”[14].
Tancalı Arap seyyahının hayreti sebepsiz değildi zira göçebe yaşam sisteminde kadının sosyal üretim sürecinden uzak kalması bahis konusu olamazdı. Bu hususta Rubruquis bize kadınların sandal (sotulares), başmak ve başka giyim eşyası yapmak, bunları yüklemek ve indirmek, inekleri sağmak, yağ ve yoğurt yapmak, deri işlemek ve dikmek gibi işler gördüğünü anlatıyor.
XV.yy. Arap tarihçisi Makrizî sayesinde bize kadar gelen Moğol yasasında kadınlardan söz edilir: Cengiz Han, orduya refakat eden kadınların, erkekler savaşırken onların iş ve görevlerini yapmalarını emretmiş. El-Omarî Moğol kadınının sosyal bakımdan erkeklere hemen eşit bir yer tuttuğunu söylüyor: “Kıpçak halkı (Irak ve Acem halkı gibi) halifenin yaptığı kanunlara göre hareket etmez. Kadınlar onlarla (erkeklerle) birlikte idareye iştirak ederler. Verilen emirler onlardan (yani han ve hatunlardan), hattâ daha çok hatunlardan çıkar… Berke ve ondan sonra gelen hanlar tarafından verilmiş birçok yarlıkları görmek fırsatını buldum. Bu yarlıklarda ‘Hatunlar ve hanlar buna elbirliği ile karar verdiler’ şeklinde kayıtlar vardır…”[15]
İran Moğollarında da kadının içtimaî durumu bundan farklı görünmüyor. Yüksek mevkideki kadınlar özel çadırlara (ayıl-aul) sahip bulunuyorlar, burada serbest hareket ediyorlar, emirlerine bırakılan para ve eşyayı diledikleri gibi sarf ve istimal ediyorlardı. Tevarüs ettikleri bir ordu (horde)nun da hediye edilmesi olanaksız değildi. Hükümdar çadırını da kadınlar idare ederdi (Plano Carpini). Kadının üretimdeki rolü, her zaman vurgulanmıştır[16].
Çağdaş Türkiye toplumunda kadınların işgücündeki yeri, yüzyıllar öncesindekinden fazla değişik bir manzara arz etmez. “Türkiye henüz, temelde bir köylü toplumu olmaktan tam kurtulamamıştır. Ücretsiz aile işgücüyle çalışan küçük işletmeler, tarım nüfusunun dörtte üçünü barındırmaktadır. Emek-yoğun üretim teknolojisine dayanan bu tür bir tarımsal yapıda genellikle, kadınların işgücüne katılma oranı (İKO) yüksektir. Erkekler, çok zaman, tarımsal âlet ve makineleri kullanır; kadınlar da, ekim ve hasat dönemlerinde yoğunlaşan pek çok sayıda el-emeği yoğun işleri yerine getirir”[17], tıpkı yukarıdaki έ ριθος ve θερ’ιστρια gibi…
Devam edelim Kazgan’ı dinlemeye: “2.Dünya Savaşı sonrası yıllarda Türkiye, gelişmesine faal nüfusun %80’den çoğunun tarımda çalıştığı bir aşamadan başlamıştır. Ailedeki ücretsiz çalışan kadın işgücü hesaba katılmak şartıyla, kadınlar tarımsal nüfusun %50’den fazlasını oluşturuyor, yaşı 15 ve artı olan kadınların % 81,5’u çalışıyor gözüküyordu. Öyle ki, kadınlar toplam çalışanların %47’sini oluşturmakla, işgücü içinde erkeklere yaklaşık bir ağırlık taşımaktaydı…”.
“Tarımda çalışan kadınların ancak %1’den biraz fazlası ücretli işçidir; geri kalanı ücretsiz aile işgücü statüsündedir. Diğer bir deyişle tarımdaki kadınların, hattâ tüm çalışan kadınların ezici çoğunluğu (%87) üretim faaliyetlerini aile sorumluluklarının doğal bir uzantısı olarak gerçekleştirmekle, çalışmalarının karşılığında doğrudan bir nakdî gelir sağlayamamaktadır; çalışmalarının ürünü, ailenin başı olan erkeğe (hayatının bir döneminde baba veya erkek kardeş, daha sonra da kocaya) aittir. Mevsimlik ücretli tarım işçilerinin de ailece çalıştığı düşünülürse, bu kadınların da bir anlamda ‘aile içinde çalıştığı’ söylenebilir…”[18]
Ülkemizde kırsal alanda kadınların “işgücü içinde erkeklere yaklaşık bir ağırlık taşıdığı”na dair Kazgan’ın ifadesi Kandiyoti tarafından da aynen doğrulanıyor[19].
İşgücü içinde kadınların erkekler kadar ağırlık taşıması demek, kadının aile yapısı içinde de belli bir ağırlığı var demektir. “Pek yaygın bir kanının tersine, Osmanlı toplumunda XVI. yy.da polygamie (çok karılılık)’nin pek iltifat görmediği anlaşılıyor. Bazı seyyahlar da bu durumu gözlemişlerdir. Örneğin XVI. yy. sonunda Türkiye’den geçen Alman Protestan papazı Salomon Schweigger, ‘Türkler dünyaya, karıları da onlara hükmeder. Türk kadını kadar gezen, eğleneni yoktur…’ demektedir”[20].
Bir an için ana konumuzu hatırlayarak, ailede kadın kolu terminolojisinin en ez erkek kadar zengin oluşu bu veriler karşısında doğaldır diyebiliriz. Gerçekten, daha tarihin en kadim dönemlerinden itibaren “ataerkil” olarak damgalanmış toplumlarda bile kadın “var”dır!: Eski Babilonya sitesi Ur’da, kadınlar tümden pederşahî yetke (baba, koca, dul iseler erkek kardeşlerinki) altında görünmekle birlikte, resmî durumlarda büyük oğullarının refakati altında görünmek hakkına haizdiler. Örneğin işadamı İmlikum’un karısı Nettuptum, çeşitli ticarî işlemleri, hiç şüphesiz kocasının izniyle yapıyordu. Ama “yapıyordu!” Bunun dışında tepelerinde pederşahî baskının bulunmadığı kadınlar da vardı. Eski Babilonya gibi sıkıca örgütlenmiş bir toplumda, 12 veya en çok 14 yaşına gelip de evlenmemiş kıza yer yoktu. Bu kızlar, babalarının malî olanaklarına göre ya bir mabet rahibesi, ya da bir fahişe (harintum) olurdu. Her iki halde de aile evinin ataerkil yetkesine artık tâbi olmazdı: Harimatum (fahişelik müessesesi)ne ait efsanede tanrıça İshtar harintum’ların kocalarını uzaklaştırmış ve bunları kendi öz güçlerine tevdi etmişti. Gılgamış destanına göre bu kadınlar Güneş-tanrı Şamaş’ın himayesindeydiler. Bunlar az çok yarı kutsallaştırılmış durumdaydılar. Bir harintum’dan çocuğu olmuş bir adam, ömür boyu ona bir dul anaya verilen tahsisatı sağlamak zorundaydı[21].
İslâm sosyal tarihinin zihinlere değişmez şekilde yerleştirmiş olduğu kadının bastırılmış, alçaltılmış statüsü varsayımı, hattâ birçok bilim adamı ve Oryantalist tarafından, fazla incelenmeden benimsenmişti. Bu varsayım, ataerkil ailenin bütün İslâm toplumunda sosyal yapının belkemiği olduğu keyfiyetinden müştaktı. Kadın harem’e itilmiş, dolayısıyla kamu yaşamına iştirakten men edilmiş, yani ekonomik işlerle meşgul olamaz ya da hakkını korumak için mahkemeye gidemez olarak gösterilmiştir.
Ama işin aslının böyle olmadığını, örneğin Kayseri’de XVII. yy.da kadının serbestçe mahkemeye çıktığını, dava açıp dava kabul ettiğini ve hattâ, kendi kocası ve erkek kardeşleri aleyhine bile dava ikame ettiğini mübeyyin siciller gösteriyor. Bunların dışında kadın, mülk sahibi olup bu bapta birçok işlemlere başvurmaktadır:
XVII. yy.ın ilk çeyreğinde Kayseri’de mülk üzerine işlemlerin en az %40’ında kadınlar ilgiliydi. Tabii sosyo ekonomik sorunlarda bir ölçüde kuramsal sınırda kalan şer’î yasalarla fiilen Osmanlı ülkesinde carî örfî uygulamaların çelişkileri içinde kadının yasal durumu mütalâa edilecektir[22]
[1] Theogonia, 594-601
[2] Pieter Herfst.- Le travail de la femme dans la Grèce ancienne, N. Y. 1979, s. 13-7
[3] M.I. Finley.- The World of Odysseus, s.89-90
[4] ibd., s.91
[5] ibd.,s.95-6
[6] ibd.,s.103-4
[7] ibd., s. 147
[8] ibd.,s. 149-150
[9] Robert Flacelière., La vie quotidienne en Grèce au temps de Périclès, Hachette 1959, s.75-7
[10] H. D. F. Kitto.- The Greeks. Middlesex 1972, s.206
[11] Bkz. Julian Reade.- Was Sennacherib a feminist?, in La femme dans le Proche-Orient asiatique, s.139 ve dev.
[12] Bkz Bahriye Üçok.- Femmes turques souveraines et régentes dans les états islamiques. Trad. A.Çakmaklı, Ank.t.y,
[13] Z. M. Chernilovsky.- Contemporary views of the U. S. S. R. on the origin and role of the state, in ISSJ XXII/3, 1970, s. 461
[14] Seyahatname-i İbni Batuta, terc. Mehmet Şerif, İst. 1333-1335, s. 370-1
[15] A. Y. Yakubovskiy.- Altın Ordu ve inhitatı, çev. Hasan Eren, İst. 1955, s. 99-100
[16] Berlhold Spuler.- İran Moğalları, çev. Cemal Köprülü, Ank. 1957, s. 431-4
[17] Gülten Kazgan.- Türk ekonomisinde kadınların işgücüne katılması, mesleki dağılımı, eğitim düzeyi ve sosyal, ekonomik statüsü, in Türk toplumunda kadın, s. 137
[18] ibd., s. 139 ve 146
[19] Deniz Kandiyoti.- Women in rural production systems: Problems and policies, UNESCO yay., Paris 1985, s.77
[20] İlber Ortaylı.- Anadolu’da XVI. yüzyılda evlilik ilişkileri üzerine bazı gözlemler, in Osmanlı Araştırmaları I, İst 1980, s. 37
[21] I.M. Diakonoff.- Women in old Babilonya not under patriarchal authority, in JESHO XXIX/3,1986
[22] Haim Gerber.- Social and economic position of women in an Ottoman city, Bursa 1600-1700, in IJMES XII/3, 1980 ve Ronald C. Jennings.- Women in early 17th centrury Ottoman judicial records- The Sharia court of anatolian Kayseri, in JESHO, XVIII/1, 1975, s.61