“İslâmî devletler… genellikle göçebe kökenliydiler. Emevîler, Hamdanîler, Selçuklular… Osmanlılar, Safavîler ve Mughal politik sistemlerinin hepsi göçebe çöl konfederasyonlarından türemişlerdi. Hattâ bunlardan geçmişi en kentsel ve yerleşik olan Abbasî Hilâfeti bile ilk silâhlı gücünü, Horasan’ın son kabile kolonistlerinden sağlamıştı. Bütün bu İslâmî Devletlerin yapıları bizatihi Osm. İmp. gibi, esas itibariyle muharip ve talancı idi: fetih üzerine kurulmuş olup bunların bütün temel felsefesi (rationale) ve dokusu askerî idi. Kendi hak ve hukuku içinde bir işlevsel çevre olarak bildiğimiz mülkî idare, hâkim sınıf içinde hiçbir zaman nâfiz duruma geçemedi: bir kitabet bürokrasisi, vergi toplama gereksinmesinin ötesinde hiçbir zaman gelişmedi. Devlet makinesi geniş ölçüde, ya sıkıca merkezileşmiş bir bünye halinde, ya da daha gevşek bir şekilde örgütlenmiş bir meslekten askerler ‘derneği’ (consortium) olup her iki halde de mutat olarak kamu topraklarından gelir tahsisi ile desteklenirdi. Tipik İslâmî Devlet’in siyasî dirayeti veciz şekilde hareket düsturunda ifadesini bulur: ‘Dünya, her şeyden önce yeşillikli bir bahçe olup bunun çiti Devlet; Devlet, başında padişahın bulunduğu bir hükümet; padişah, ordudan yardım gören bir çoban; ordu, parayla tutulan bir muhafızlar kitlesi ve para da, tebaa tarafından sağlanan elzem bir vasıtadır’. Bu kıyasın hattî mantığı garip yapısal sonuçlara götürecekti. Zira bu, askerî talanla tarımsal üretimden nefretin bir terkibi olup bir mümtaz köle muhafızlar fenomenine yol açmış olmalıdır. Osmanlı devşirme’si bu özgül olarak İslâmi asker ahzi sisteminin en gelişmiş ve çapraşık örneğidir ve bu sisteme tüm İslâm dünyasında rastlanır. Orta Asyalı Türk köle subaylar Horasan’da Gaznevî Devleti’ni kurmuşlar ve inhitat halinde Abbasî Hilafetine Irak’ta hâkim duruma gelmişlerdi… Karadeniz’den getirilen Çerkez ve Türk köleler Mısır’da Memlûk Devleti’nin idaresini ele geçirmişlerdi;… Gürcü ve Ermeni köleler İran’da Şah Abbas döneminde Safavî Devleti’nin delişmen gulam alaylarını dolduruyordu. (Gürcü gulam süvari birlikleri işbu sülâle tarafından, başlarda Safavî ailesini iktidara yükselten Kızılbaş Türkmen kabilelerinin haşarılığından kurtulabilmek için vücuda getirilmişti!). İşbu saray kıtalarının yabancı ve köle karakteri, müteakip İslâmî siyasetlerin garip yapısal mantığına tekabül ediyordu. Zira bu siyasetlerin temelini tipik olarak kurmuş olan göçebe kabile muharipleri, fetihten uzun zaman sonra artık göçebeliklerini koruyamaz hale geleceklerdi: kabile de, yaylak, kışlak gezintileri de yerleşik hale geçtikten sonra son bulacaktı. Öbür yandan bunlar derhal irsî mülkler üzerinde yaşayan bir kırsal soyluluğa veya bir sivil idare içinde örgütlenmiş bir ketebe bürokrasisine dönüştürülebilir halde değillerdi: Tarım ve yazına karşı geleneksel nefret her ikisine de engel olurken bunların ele avuca sığmaz bağımsızlıkları bunları kesin bir askerî kademeleşmeye de dirençli kılıyordu. Muzaffer sülâleler böylece sürekli olarak, iktidara geçer geçmez muntazam ordularının çekirdeği olarak kölelerden bir özel muhafız kıtası vücuda getirme durumunda olmuşlar. Tarımda toprak köleliğinin bulunmaması itibariyle Sultan’ın köleliği bir şeref halini almıştı… Bunların varlığı ve önemi, İslâmî dünyada bir toprak asaletinin sürekli yokluğunun işareti olmaktaydı.”[1]
Samanî ve Gazneli bürokratların Selçuklu Devleti’nin kuruluşunun başından itibaren yönetimde yer almış olmaları bu Devleti, geleneksel İran modeline göre şekillendirecekti. Selçuklu kabile aristokrasisinden eli kalem tutan sınırlı sayıda kişinin bürokraside yer almasına karşılık ağırlık büyük ölçüde İranlılarda olacaktı. Nitekim tüm Selçuklu tarihi boyunca, yirmi üç vezirden sadece biri Türk, geri kalanların tümü dihkan, yani İran toprak ağası kökenli yerleşik unsurlardan olmuştu.
Bu keyfiyetin, Selçuklu ve onun bir devamı sayılan Osmanlı devletlerinin temel yapısı üzerindeki kesin etkisi aşikârdır: bu İran etkinliğinin sonucu olarak, ülkenin hanedan üyeleri arasında paylaşılma geleneği terk edilmiş, merkeziyetçi eğilim güç kazanmıştır. Gerçekten, merkezin İranlı unsurların elinde kalmasıyla göçebe kabilelerin toprakları paylaşma talep ve eğilimleri bastırılmıştır: merkezde idareyi elinde tutan İranlı, Selçuklu hanedanının iktidara gelmesini basit bir hanedan değişikliğinden başka türlü tefsir etmiyordu. Tuğrul Bey, hayli ileri giderek, merkez-kaç eğilimleri önlemek için, İranlı unsurların telkinleriyle, Selçuklu kabile aristokrasisini sürekli olarak merkezde, yanında tutmuştu. Bu merkeziyetçi davranışlar, bu sonuncuların tepkisini davet ettiyse de yükselmekte olan basınç, merkez-kaç güçlerin Anadolu’nun fethine sevk edilmeleriyle, düşürülecekti.[2]
Anadolu’ya büyük göçebe kitlelerinin girmesiyle örgütlenme babında bir yol kavşağına gelinmiş oldu: geleneksel (feodalleşme eğilimli) yolla, İran, Roma-Bizans’ın dev merkeziyetçi yolu. Mücadele uzun sürecekti, Osmanlı içinde bile. Ama daha oraya varmadan Doğu Anadolu Türk Devletleri’nden kısaca söz edelim.
Bunlarda karşılaştığımız görünüm, İran Selçuklularının tersine yüksek feodalleşme eğilimi görünümüdür. Burada, eski göçebe kabile gelenekleri başat durumda olacaktı. Burada tafsili uzun birçok tarihî olay, bunu doğruluyor: kişisel tâbiiyet (commendatio), vassalin senyörü kurtarmak için bedel (fidye-rançon) ödemesi… gibi vakıalar geçip duruyor, oralarda.[3]
Bütün bunlara bakarak Osmanlı Devleti’nin kurucularının tümden göçebe olduklarını düşünmek de tarihî gerçeklere ters düşmek demek olmaktadır; Osmanlı Devleti aslında toprak peşine düşmüş yerleşik tipte öğelerin ürünüdür. Sanılanın aksine, göçebe unsurun, timarla bir ilişkisi olmamıştır. “Yürük”, topraksız bir yaşamı sürdürmüştür.
Kuruluş döneminde timar sahipleri, yerli Bizans toprak soyluları ile Osman’ın kişisel nökerleriydi. “…Açıkça görülen, Osman Bey ile Bizans soyluları arasında vassalite ilişkilerinin kurulduğudur. Ele geçen topraklar, hiçbir gerçeğe dayanmadan iddia edildiği gibi aşiret mensuplarına dağıtılmamakta, Osman’ın vassali (nöker) haline gelen Bizans soylularına bırakılmaktadır. Daha sonra, Osman’la kişisel bağımlılık ilişkileri içine giren bu Bizanslılar, Osman’ın fütuhat hareketine onun yanında katılarak, Osmanlı Devleti’nin kurucu unsurlarından bir kanadı oluşturmaktadırlar.”[4]
Kâh “Alp”, kâh “Gazi” olarak anılan unsurların topraksız ve eski kişisel bağımlılık ilişkilerinden koparılmış silâhşorlar, uçlarda toprak ya da kapılanacak merci arayan unsurlar oldukları anlaşılmaktadır. Bunlar, bozulmuş “nökerlik” kurumundan arta kalanlar olmalıdır.
Bazı, gaziler de bir şefin komutasında, toprak almak umuduyla Osmanlı hizmetine girmektedir. Bunlar bir yerin fethine katkıda bulunur ya da orasını kendi başlarına ele geçirirlerse, o yer kendilerine verilmektedir.
Osman’ın, çok değişik kaynaklardan beslenen unsurlarla işbirliği yapmak zorunda kalmış olduğu anlaşılıyor. Başlarda ordusunun bulunmadığı ve her sefer için timar vaadiyle adam topladığı sanılmakta olup onun bir aşiret reisi olduğu varsayımı gün geçtikçe zayıflamaktadır: “Şaşılacak şeydir ki, tarihin kaydettiği en tanınmış hanedanların çoğunun kökeni ya kuşkulu, ya da efsanevîdir… Örneğin, kimi Hristiyan tarihçilerinin, Osmanlıların kronolojik soy listelerini iktibas ettikleri sanılan Tevarih-i Âl-i Osman adlı eser bu cümledendir… Ve maalesef, bugün dahi, halen işbaşında bulunan hanedanın kökenini bilen yoktur”[5] diyor, 30 yıl kadar Osmanlı sarayında kalmış olan Buğdan Voyvodası Dimitri Kantemir. “Meselâ (Osmanlıların) kendilerine lâzım olan askerleri tamamıyla çiftçi halktan ücretle tuttukları hususunda… bütün kaynaklar aynı ağzı kullanıyorlar. Hatta uzun zaman Osmanlılara, muhtaç oldukları devlet adamlarını veren büyük aristokrat aileler de tamamıyla şehir muhitlerine mensuptular ve hiçbirisi, üzerinde… bir aşiret hatırası taşımıyordu… Hele, Bursa zapt olunur olunmaz, ilk defa şehre giren askerlerden ileri gelenlerin geniş ölçüde arazi (arsa) spekülasyonu yaparak bunları vakfetmeleri sayesinde, bu gibilerin hepsini ismen tespit edebiliyoruz ki, içlerinde hiçbir aşiret mensubu yoktur… Görülüyor ki Osmanlıların, reisi olabilecekleri bir ‘Kayı’ aşiretinin… mevcudiyeti tamamıyla hayal ürünüdür…”[6]
Destanî tipte tarih yazmaya yatkın İsmail Hami Danişmend, “Osmanlı tarihinde ilk muharebe” olarak gösterdiği Ermeni-Beli Müsademesi’ni şöyle anlatıyor: “…Bu ilk askerî hareketteki Osmanlı cengâverlerinin hep piyade olduğu rivayet edilir…”[7] Bu rivayet doğru ise askerlerin, süvari muharebesinden başkasını bilmeyen göçebe unsurlardan olmadığı meydana çıkıyor demektir.
Her şey Osman Bey’in bir Selçuklu uç beyi olduğunu kanıtlıyor. Hal böyle olunca da Osmanlı’nın, kökeni Selçuklu gibi, İran mektebinden geçtiği ayan oluyor. Bizans-İran kültür alışverişini yeterince irdelemiş olduğumuzdan Selçuklu iktâ’ında İranî kaştu’mu, yoksa Heraklius’un, yine bundan mülhem olmuş olması melhuz stratioteka themata’sını mı göreceğimizi yeniden ele almayacağız. İran ortaya bütün tarihî ağırlığını koymuş olarak duruyor.
Osmanlı kuruluşuna daha ne kadar ağırlık koyacaktı ki bu kuruluşun lâyüsel başkanının “Padişah” unvanı dahi, İranî kökenliydi, Selçuklu başbuğların kullanmadıkları, buna karşılık meselâ Akkoyunlularda gördüğümüz (Hasan Padişah) unvanı.
“Sultan”, XI. yy.dan itibaren siyasî tarih sahnesine çıkmış oluyor. Kelime Kur’an’da, daha çok belirtiler ve fevkalâdeliklere dayanan ahlâkî veya sihri güç anlamında olmak üzere mevcut olup hucca ve burhan ile aynı anlamda olarak kabul edilmiştir “Sultan”a idarî iktidar manasının daha ilk Hicrî yy.larda verilmiş olduğu anlaşılıyor. Sözcük “iktidar” anlamında Süryanî sultânâ’dan alınmış oluyor.[8]
“Şah”a gelince, “eski Farsça Hşayasıya, ispatı mümkün olmayan bir isimden eski İranî Hşay (diğer manaları içinde ‘hüküm sürmek’) fiil köküne…” bağlanabiliyor. Rîgveda’da tanrıların sıfatı eski Hint-İranî ksayati=“hükmeder, saltanat sürer” dahi aynı kökten gelmektedir.[9]
Farsça “pâd”, “saklama ve koruma; bekçi, koruyucu; seçkin, ulu, büyük; taht”[10] manalarında olup[11] “padişah” (pâdşah), “sahip manasına gelen şah ile taht manasını ifade eden pâd’dan mürekkep ve Şahı Pad’dan çevrilmiştir. Yahut şah büyük manasına geldiğinden büyük koruyucu demektir.”[12] Steingass da buna ek olarak, pâdşahi chin= güneş anlamdaşlığını kaydediyor.
Ama iş burada bitmiyor. Şimdi de Avram Galanti’ye kulak vereceğiz.
“Padişah-Bu kelime Sümerî…dir. Sümercede bir şehrin emîrine, hâkimine Patessi deniyor… Mürur-u zamanla bu unvan büyük bir hükümdara tâbi nim müstakil bir hükümdara verilmiştir. Bazı eski Asur hükümdarları, kendilerine ‘Asur ilâhının patesi’si’ unvanını vermişlerdir. Burada patesi, ‘vekil’ manasındadır, zira hakikî kral, Asur ilâhı idi…”
“Patesi’nin Akadça yani Babilce ve Asurîcesi işaku’dır ki Arapça muadili ‘şeyh’ demektir.”
“Patesi kelimesini tasvît nokta-i nazarından tetkik edelim: (t, d), (s, ş) harflerinin mahreçleri bir olduğundan (t, s) yerine (d, ş) vazolunursa Padeşi ve zaman ile padişah olmuştur.”
“Kullandığımız padişah unvanının menşei acaba bu patesi kelimesi midir? Eğer böyle ise, ne vakit, ne tarik ve ne suretle bize geçmiştir? Bu iki suali irat ettiğimizde, henüz tamamıyla hal edilmemiş olan gayet mühim bir mesele karşısında bulunuyoruz. Bu mesele de, Sümerlilerin aile mensubiyetidir. İlim, Sümerlilerin gayri Samî bir kavim olduğunu ispat etmiştir. Bazı âlimler, Sümerlileri Turanî farz ediyor. Patesi kelimesinin Türkler tarafından unvan olarak istimal edilişi, Sümerlileri Turan ailesine ithal edecek kadar bir amil olabilir mi? Şimdilik bu suali sormakla iktifa edeceğiz.”
Ve devam ediyor Galanti:
“Paşa – Bu kelime Babilce olup eyalet reisi yani vali, mutasarrıf manasındadır. Hükümdar Hamurabbi Kanunu’nda bu kelime paha suretinde birkaç defa mezkûrdur. Ahd-i Atik’in Azrâ Kitabı’nın Acem işlerinden bahis aksamında, aynı kelime aynı suretle zikredilmiştir.”
“Paşa kelimesini tasvît nokta-i nazarından tetkik edelim: paha ile paşa kelimelerinin aralarındaki fark (h) ile (ş) sedalarını husule getiren işaretler, yani harflerdir. Eski İranîlerin ay ilâhının ismi Mas’dır. Muahhar İranîler ay’a mah demişlerdir. (Mas) kelimesi mürur-u zamanla (mah) olmuştur. Aynı usulün aksiyle (paha) kelimesi (pasa) olur, (s) ile (ş) harflerinin mahreçleri bir olduğundan (s) yerine (ş) vazolunduğunda (pasa) kelimesi (paşa) olur.”
“Elyevm bile İbranîce (paşa), paha tarzında yazılır ve o surette telaffuz olunur…”
“Bey – Bu kelime, Milâttan beş asır evvel yazılıp kısmen Acem işleriyle iştigal eden Ahd-i Atik’in ‘Danyal Kitabı’nda bir ism-i mürekkebe karışmış olduğu halde görülür. Bu ism-i mürekkeb Patbag’dir ki eski Acemcesi Patibaga’dır. Ahd-i Atik’te -bazı ecnebi isimlerin imlâsı, semâî tarikiyle mahfuzdur. Patbag kelimesinin imlâsının bir ism-i mürekkeb olduğuna dair ayrıca bir kayıt mevcuttur. Pat, yemek, lokma, patbag, tayın alan demektir. Bazı yerlerde patbag’ın bir manası da, (cemaat), (esnaf), (hey’et) reisi demektir. Bu ism-i murekkebde, bag kelimesinin reis manasını ifade ettiği görülür.”
“Biz, yemek ve lokma manasını ifade ve pat ile teşekkül eden patbag ism-i mürekkebinde, bir nevi ‘timar ve zeamet beyi’ görmek istiyoruz.”[13]
“Bag kelimesini tasvît nokta-i nazarından tetkik edelim: (g) (yumuşak k harflerinin mahreçleri bir olduğundan (g) yerine (yumuşak k-kef) vazolunur ise bag kelimesi bâk olur. ‘Danyal Kitabı’ndan iktibas ettiğimiz bag kelimesinde esasen (elif) olmadığından kelime beg olur…”[14]
Galanti, yukarıdaki makalesinde “…Acemler Babillilerden almışlar, biz de Acemlerden aldık” diyor, Frye bize bg’ın “mülkün başında oturmayan kraliyet sivil ve askerî erkâna dağıtılmış fief” olduğunu söylememiş miydi, tıpkı Galanti’nin “patbag ism-i mürekkebinde bir nevi timar beyi görmek” istemesi gibi?…
Köprülü, Moğol begi, Jüçen bögin ve Mançu beyle unvanları arasında, iştikak bakımından kesin bir ilişki bulunduğunu söyleyip bu unvanın Çinlilerdeki eski pek unvanından alındığını iddia edenlerle buna karşı, sözcüğün Sasânî hükümdarlarına verilen baga (Eski Farisî ve Sanskrit bhagah, Pehlevî bê) yani “Tanrı” sözcüğünden geldiğini ileri sürenlerin varlığını kaydediyor ve “menşe’i ne olursa olsun, bu unvanın evvelâ Türkler tarafından kullanıldığı ve diğer Altay kavimlerinin bunu Türklerden almış oldukları, kuvvetli bir ihtimalle, söylenebilir” diye ekliyor.[15]
Louis Bazin ise, çeşitli lehçe şekillerinin (bäg, bäk, bek, bey, biy, bî, pig vs.) tümünün Orhon yazıtlarıyla, aynı döneme ait (VIII. yy.) Türk ve Moğollarla ilgili Çin transkripsiyonlarında görülen eski Türk bäg’ten müştak olduğunu, sözcüğün Altay kökenli olmadığını, buna karşılık bunun muhtemelen Sasânî krallarının “tanrısal” anlamına gelen unvanları bag’dan alınmış bir İranî sözcük olduğunu, bu sonuncusunun dahi “Tanrı” manasındaki eski baga şeklinden türediğini yazıyor.[16]
Paşa unvanı için J. Deny, bunun muhtemelen Türk-Farisî “pâdişâh”ın Türk “baskak” kelimesiyle karışmış şekli olduğunu yazmakla yetinip etimon olarak başka varsayım ileri sürmüyor. Ancak konumuz itibariyle önemli olan şu ciheti belirtiyor: “Bundan başka, irsî olmadığı gibi, zevcelere geçemediğinden ve yer mülkiyetine de bağlı bulunmadığından, feodalden ziyade askerî bir hususiyeti var idi…”[17]
“Menakıbu’l-kudsiyye fi menâsıbi’l-ünsiyye”nin yazarı Elvan Çelebi’nin (ölm. 1359’dan sonra), babası Âşık Ali (ölm. 1332), dedesi Muhlis (ölm. 1280-90 dolayları) ve dedenin kardeşleri, sırasıyla Ömer, Yahya, Mahmud (ölm. 1240), Halis gibi, “Paşa” olarak tanındığı, Çelebi lakabının ilk kez Oruç Beğ ve Aşıkpaşazade tarafından kullanıldığı biliniyor. İşbu “Paşa” unvanının Osmanlı vezirleriyle Tanzimat’tan sonra generallere verilen Paşa unvanı ile hiçbir ilişkisi yoktur. İlk ortaya çıkış tarihi bilinmemekle birlikte XIII. yy.ın ilk yarısından itibaren çok rastlanan ve Beşe ya da Başa olarak yazılan bu sözcüğün Padişah —> Padşâ—> Paşa şeklinde bir değişimle meydana geldiği ve erkek evlâdın büyüğü için kullanılan Baş ağa’nın kısaltılmışı olan öbür paşa ile de ilgisi olmadığı sanılıyor. Padişahların dünya mülkünün sultanları olmaları gibi mutasavvıfların da mana âleminin sultanları oldukları düşüncesiyle XIII. yy. Anadolu’sunda kullanılmış olmalıdır.[18] Bugün Kayseri yöresinde Paşa erkek adına sık rastlanır.
Bütün bunlar Anadolu-Ön Asya (Mezopotamya)-İran-Hindistan-Orta Asya-Çin kültürel alışverişine bir örnek daha oluşturuyorlar. Bunlara bir tane daha ekleyelim: Farisî hundkâr ya da hundgâr’dan hünkâr[19]ın da gerisinde bir öykü bulunuyor.
Çıkan yüzyılın son çeyreğinde Rus ethnografı Potanin, Hoton-Koton adlı, kendilerini İslâm addeden, dört yanından Buddhist Moğollarla sarılı bir Türk kabilesine rastlıyor. Bu kabile mensupları kendilerinin Hunker ülkesinde, Kunker adlı bir atadan dünyaya geldiklerine, dinlerinin de Hunker dini olduğunu söylüyorlarmış. Kendisinden sık söz ettiğimiz ünlü Vladimirtsov’un bu konuda, Moğol rivayet ve mehazlarına dayanarak vermiş olduğu bilgiler gerçekten dikkate değer oluyor şöyle ki bu bilgin Moğolların Batı’da bulunan bir İslâm padişahını Hunker tesmiye ettiklerini, Tibetlilerin ise Türk kavmine ve padişahına bu aynı adı verdiklerini kaydediyor.
O ise ki Kırgız-Kazak halk edebiyatında “Rûm”, “Kırım” ve bunlarla birlikte “hunker” sözcüğü de geçiyor ki aslen Kırım destanı olup sonradan bozkırlarda yayılan “Âdil Sultan” destanının Kazak-Kırgız rivayetinin mukaddimesinde “Türk padişahının Mısır’da Hundhar kentinde oturduğu” söyleniyor. Destanın manzum bölümünde ise Hundhar, padişahın unvanı oluyor.[20]
Bunlardan “Hunker” sözcüğünün, Osmanlı sultanlarının unvanı ya da oturdukları kent adı olarak Kırgız-Kazaklarda maruf olduğu anlaşılıyor. Bu ün, Moğolistan ve Tibet’e kadar yayılmış olmalıdır. Türkiyatçı Rus bilgini Samoyloviç, bahis konusu sözcüğün Osmanlı “Hünkâr”ı ile aynı olabileceğini söylüyor ki “dihkan”da görmüş olduğumuz olayın bir aynına rastlamış oluyoruz.
“Lehçe-i Osmanî”de A. Vefik Paşa “Hünkâr” için “aslı hüdavendigâr, rab, efendi, ahund, hundî, sâhib manasına” denmektedir diyor. Şardağ da bunun Farsça aslının Honkaar olup “çok mutlu, çok talihli” demek olduğunu ve Osmanlı padişahlarının dışında büyük veliler için kullanıldığını yazıyor.[21] Bunu “Kamus-ı Osmanî” de doğruluyor. Hüseyin Hüsameddin de “Hünkâr, Uygur Türkçesinde mevcut olan ‘unkâr’ lafzının Oğuzcasıdır… Buna ‘kunkâr, hünkâr’ da denmektedir. Şu halde ‘ünkâr’ın delâlet ettiği mana-i lügavî ayniyle ‘hunkâr, hünkâr’ın ifade eylediği manadan ibarettir… Buharî Şeyh Süleyman Efendi ‘Lûgatnâme’sinde diyor ki: ‘ünkmak, nâbit olmak, büyümek, neşvünema bulmak, muvaffak, destres olmak’…Bu manaya göre ‘ünkâ’, nâbit olan, neşvünema bulan, umduğuna muvaffak, nail ve düşmanlarına galip, muzaffer olan iktisab-ı azamet eden kimse demektir. Hünkâr da aynı manayı ifade eder…”[22]
Evet, Osmanlı, bütün politik dış görünümüne karşın, çok az şey almıştı Arap’tan.
*
* *
Bütün bir takım “feodal” ayrıntılara rağmen “mirî toprak” kavramı, Osmanlının daha ilk kuruluş günlerinden itibaren şekillenmeye başlamıştı.
Toprak umuduyla Osman’ın hizmetine giren ve Batı anlamında onun “vassal’leri olan yukarda sözünü ettiğimiz gazi-nöker-alp’ler, bölgede var olan göçebe aşiretlerden topladıkları savaşçılarla fetihlere katılıyorlar, hizmetleri karşılığında “iyi bir işadamı” olduğu anlaşılan Osman’dan para alıyorlardı. Bu keyfiyetin ayrıntılarını, önemine binaen, yine Mustafa Akdağ’ın kaleminden aktaracağız.
“Üzerindeki uç beyliği vazifesi dolayısıyla Osmanlı ailesine tahsis olunan ‘Uç Vilâyeti’ topraklarının Selçukî sultanlığının sağ uç Beylerbeyliği arazisi dâhilinde olduğunu söylemiştik. Sol-uç’un etnik bünyesinde buralara yığılan Türkmen aşiretlerinin tamamıyla esas unsuru teşkil etmiş olduklarını, sol kanat uç beyliklerinin ve hatta uç beylerbeyliğinin hayatında bu ‘etrâk’in hâkim olduklarını bütün tarihî olayların tetkikinden biliyoruz. Hâlbuki sağ uç’ta göçebe Türkmen boylarının siyasî hayata aynı kuvvetle etkileri olduğunu ortaya koyan yeterli belirtiler yoktur. Osmanlıların Kayı aşiretine dayandıkları şeklindeki geleneğe rağmen bize kadar gelen belirli tarihî bilgiler, buralarda tamamıyla yerleşik hayatın hâkim olduğunu, bizzat Osmanlıların sahip oldukları arazide bulunan ahalinin ya şehirli veya çiftçi ve yerleşik köylülerden ibaret bulunduğunu, sınırlı da olsa, bize kadar gelen vesikalar, vakıfnâmeler ve ilk zapt olunan Osmanlı şehirlerinde yerleşik ahalinin kurdukları mahallelere verdikleri isimler mescitler ve sair belgeler ispat etmektedir. Uç’larda vazife alarak gazâ eden, ailelerinin eskiliği ve köklülüğü itibariyle hepsi de asil olan Selçukî kumandanlarının malik oldukları uç vilâyetlerinin hâsılatı mukabilinde, şahsî masraflarıyla beslemeye mecbur oldukları askerleri[23] için en iyi insan kaynağı buralara yığılan aşiretlerdi. Nüfuz ve itibarları zenginlikleriyle ölçülen bu kumandanlar, Selçukî sultanının sarayına ve divanına benzer, fakat çok daha küçük birer saraya ve divana sahiptiler. Şu halde uç beylerinin köklerden ibaret küçük birer hassa askerî kuvvetleri[24] ve aynı zamanda divanlarında vazife gören medreseli memurları vardı. Saraylarında her gün kurdukları sofralarında âlim, şair ve din adamları bulunuyordu. Bey’in resmî ve hakikî muharip askerleri aşiretlerden ücretle tutulmuş[25] olup bunlar bölükler halinde teşkilâtlanmış idiler. ‘Bölükbaşı’, yahut daha küçük manada ‘ellibaşı’ denen bölük kumandanları bu askerî kuvvetlerin zabitleriydiler. Bunlar da yine Türkmen oymaklarının cesur ve itibarlı kimselerinden tutulmuşlardı. Belki de her ellibaşı, yahut bölükbaşı, bölüğünün erlerini kendi aşiretinden sağlayarak, uç beyi ile sözleşmeye, bölük mensupları namına kendisi giriyordu. Ne bu askerlerin, ne de bölük başılarının vazife cihetinden sultanla bir alâkası yoktu. O halde bunlar fetihlerin neticelerinden ‘fetih hakları’ gereğince faydalanmalarını temin edecek beratlara sahip değillerdi.[26] Onun için uç beyleri, fethettikleri yerleri, kaide gereğince mülklerine kattıkları halde bölükbaşıları herhangi bir arazi veya kaleye mülk üzere sahip olamazlardı. Mamafih kale olmamak şartıyla, zapt olunan köylerin vergi hâsılatı, askerî hizmetlerini muntazaman yapmak karşılığında bu askerlere verilebiliyordu ki, bu müessese inkişaf ederek ileride Osmanlı timar rejiminin esasını teşkil etmiştir. (Timar sahibine verilen köy kaç adet olursa olsun, hiçbir zaman kalesi olan yerin verilmemesi yolundaki kaide Osmanlı devletinde dikkatle muhafaza olunmuştur.)”[27] Bunu daha başka kaynaklarda da görüyoruz.
Devam edelim Akdağ’ı dinlemeye.
“…Osman Bey’le sözleşmeye giren… küçük kumandanlar arasında Osman Bey’in köleliğinden yetişmiş isimlere de tesadüf olunmalıdır. Meselâ Kara Mürsel… herhalde bunlardandı.”
“…Görülecektir ki Osmanlı ailesinin elinde bulunan Sağ uç Beylerbeyliği arazisi… siyasî bir birliğin doğması ve hele merkeziyetçi bir devlete uygun zemin olması bakımlarından, çok daha müsait durumda bulunuyordu.[28] Büyük gruplar halinde yaşayan ve gelenekçi birliklerini muhafaza eden aşiretlerin Ege’ye doğru uzanan sol uç sahasında bol bol bulunuşları, nasıl Karamanlılar, Germiyanlılar ve Hamid Oğulları’nın siyasî muvaffakiyetsizliklerinde mühim bir etken olmuş iseler, sağ uçta bulunmayışları da, aksine, Osman Oğulları’nın rakipsiz surette bir hükümdar ailesi derecesine yükselmelerinde bir engel teşkil etmeyişleri bakımından, Osmanlıların muvaffakiyetleri için mühim tarihî sebeplerden birini teşkil etmiştir.[29] Eskiden beri Eskişehir ve çevresinin bir uç beyi mülkü değil de, Konya Sultanlığının ‘Divanı Dairesine’ bağlı topraklar olagelmesi, uç’ların bu kısmında Selçukî hududu ile Marmara sahilleri arasında uç beyleri için fetih sahasını pek dar hale getirdiğinden başka, İznik’in 1204’den beri, İstanbul’dan Lâtinlerin kovduğu Bizans İmparatorluğu’na başşehir olması dolayısıyla Bizanslıların var kuvvetleriyle buralarda yaşamaya azmetmiş olmaları, Orta Sakarya’ya rastlayan bu sahalara Doğu’dan fazla Türkmen” aşiretlerinin gelip yerleşmelerine elverişli toprak ve yayla bırakmamıştı.”[30]
Akdağ’ın bizce son derecede önemli bu sözleri, hep konu edindiğimiz ve edinmeyi sürdüreceğimiz Osmanlı-halk; kent, kasaba-köy; Celâleddin-Hacı Bektaş, Sünnî-Alevî zıtlaşmasının izahında temel öğeyi oluşturmaktadır. Döneceğiz konuya.
Başlardan beri, belli bir çağda, dünyanın genel teknolojik düzeyi ve buna bağlı olarak da üretim kabiliyeti itibariyle sosyal düzenlemelerde her yerde aynı bir müşterek temel unsurun bulunabileceğini savunmuştuk. Fernand Braudel de farklı bir şey söylemiyor, Batı ile Osmanlı Anadolu ve Balkanlar’ı kıyaslarken: “Benzeyiş ve eşitlikler ilk bakışta hemen çarpıyor. Bir sosyal düzen sınırsız yapısal olanaklar arz etmediği ve netice itibariyle her iki halde de hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde toprak tasarrufuna dayanan toplumları ne denli görkemli görünüm arz ederse etsin daha çocukluk çağlarını yaşayan birbirleriyle kabil-i kıyas olan devletleri dikkat nazara aldığımızda, denebilir ki benzer sebepler benzer sonuçlar meydana getirir.”
“Son on beş yılın çalışmaları, bilmek istediğimiz her şeyi değilse bile bazı kalıp ve geçerli ‘model’leri seçilebilir halde meydana çıkarmış olup burada esas koşul çeşitli dönemleri dikkatle tefrik etmektir. Batılı hayli tarihçi, Türkiye’den söz ederken, yüzyıllar sonra şekil alacak olan manzaraları karıştırma eğilimindedir; toplumlar nadiren dev adımlarıyla terakki ederken başlıca değişmeler ancak zamanla vaki olabilir. Türkiye’de, dört değilse bile üç idareci sınıf olmuş ve sonuncusu, XVI. yy.ın sonuna doğru cesaretle iktidarı ele geçirmişti ama o söz gelimi, en az meşru olanıydı; totaliter Osmanlı Devleti’ni devirmiş, onun nihaî çöküşünü intaç edecek şekilde dokusunu zayıflatmıştı. Zira ayrı, neden ve ayrı etkiler her yerde görünüyorsa, genel ekonomik koşullar başlıca sorumluluk payını almalıdırlar ve değişmenin bunlar her yerde aleti olmuşlardır.”
İlk Türk asaleti, XIV. yy.ın karanlıkları yoklanarak bulunabilir; o Anadolu’ya ilk Osmanlı zaferlerinden (Bursa’nın 1326’da, Edirne’nin 1360’da zaptı) hemen önce ya da hemen sonra yerleşmiştir. Tarihçilerin betimledikleri gibi bu idareci kast ezici, tehditkâr bir birleşik cephe arz eden, aynı zamanda köle sahibi, feodal ve senyörial ama hür, gerçekten primus inter pares’ten ileri bir şey olmayan Sultan’a karşı fazlaca hür idi. Toprak, devlet tarafından herhangi bir denetim iddiası olmadan sürekli olarak alınıp satılmaktaydı. Ve mülk ile aile malı, daha doğrusu müessis ve ahfadının hem denetim, hem de gelirini elinde tuttuğu ve böylece de Batı’daki satılamayan miras (meşruta) gibi müstakar refah hazinesi oluşturan dinî vakıf’lar şeklinde özel mülkiyeti tanıyan bir toplum vardı ortada. “İkinci Türk asaleti XV. yy.da Avrupa’daki Osmanlı mülklerine münhasır olmamakla birlikte kökleşip yeşermesi babında en açık görünümüne burada rastlıyoruz.”
“Şöyle ki Balkanlar’da hızlı Türk fütuhatından önce, bir seri köylü isyanıyla bütün bir toplum çökme noktasına getirilmişti. Nihaî hamleden önce, Belgrad’ın 1521’de zaptından Macaristan’ın istilâsına (Mohaç, 1526) kadar, Macak köylüleri baş kaldırmışlardı. Hristiyan idareci sınıf bu ayaklanmaları şiddetle bastırmış ama bu gayret öldürücü olmuştu. Bir sürü eski feodal rejimler, hepsi uzun süreli ve muhtelit unsurlardan (Yunanlı, Slav, hatta Batılılardan) oluşmuş rejimler az çok kendi başlarına parçalanıp yok olmuşlardı. Fethin arifesinde Balkanlar, refahları itibariyle Batı ile kıyaslanabilir durumda bulunuyordu, mülklerine mücavir kentlerde asillerin davranış ayrıntılarına kadar… bütün bu lüks, latifundia ve haşin şekilde sömürülen köylüye dayanıyordu. Türk ilerlemesi karşısında yıkılan, bu iskambil şatosu olmuştu.”
“Fethin ertesinde tahrip, yerli halkın erişilmez dağlara çekilmesi, ama bir ölçüde de köylünün hürriyetine kavuşması (liberation)[31] vaki olmuştu. Bunlar cemaatleri içinde toplu halde, topraklarının sahibi olarak kalmışlardı, gerçi tamamen hür değillerdi zira kimsenin muaf tutulmadığı vergiye tâbi olup eskisinin modeli üzerine uyarlanmış senyörlük mülkü, yani fethedilmiş toprak ve halkın taksim edildiği timar’lar halinde yeniden düzenlenmişlerdi. Köylü yine nakdî ve aynî rant ödüyor, sonuncusu ilkine göre çok daha az oluyordu ama artık geleneksel ödenmeyen çalışma zorunluluğundan (angarya) kurtulmuştu. Bu ilk yıllarda Türkler, fetih henüz tamamlanmamış olup daha ele geçmemiş alanlarda köylü huzursuzluklarının idamesi gerektiğinden yatıştırıcı tutumu içinde olma kaygısındaydılar, bunun dışında Sultanlar Avrupa’da timar (zeamet) dağıtımından zenginleşmiş eski Anadolu aristokrasisinden ve özellikle işlerin tüm denetimini ele geçirmeye uğraşan büyük Candarlı ailesinden kuşkuluydular. Merkezî hükümetin “feodal baron”larından kuşkusu hiçbir zaman yatışmayacak olup bu yüzden çok sayıda ihtiyatlı emniyet önlemi alınacaktı. Baştan beri Balkanlar’ın bol bol timar’la donatılan Hristiyan soylularına lütufkâr ihsanların esasta başka nedeni yoktu.”
“Batı feodal mülklere benzerliklerine rağmen bu timarlar adi fief değillerdi; sonuncular gibi köylerden, ekilen ve ekilmeyen topraklardan, su yollarından, rüsum veya küçük bir Bulgar kenti olan Kostur’da olduğu gibi, bazen bir mücavir kentin pazarından alınan baç’tan ibaretti. Ama bu domenler asker, süvari, sipahi’lerin idame ve beslenmesine yarıyordu. Fiilen bunlar koşullu fief, bir nevi ücret olup karşılığında bunun mutasarrıfı, timar’ının vüsatına göre, ilin sancakbeyi’ne, belli sayıda süvari sağlamakla mükellefti…”[32]
Timar’a “feodal” damgasını vurmada son derece ihtiyatlı görünen Braudel onun bildiğimiz hukukî niteliklerini sayıyor ve timar sayısının çok ve gelirinin de, bazı istisnalar dışında, mütevazı olduğunu göstererek bunun, zamanla babadan oğla intikal eder olmasına rağmen, Batı anlamında bir “feodal” tasarrufa dönüşmediğini vurguluyor.[33] Gerisi esas konumuzun dışında kalıyor.
*
* *
Yıldırım’ın, babası I. Murat’ın vassal devletlerden oluşan imparatorluğu yerine, Anadolu ve Rumeli’yi kapsan ve mutlak ve merkezî imparatorluk kurma girişimi biraz erken olmuş olmalıydı. Her ne kadar XIV. yy. boyunca Rumeli’ye göçler hayli faal olmuşsa da Osmanlı Devleti’nin ağırlık merkezi, bütün ihmale rağmen, yine de Anadolu’da kalmıştı. Küçük Asya kökenli büyük göçmen dalgasını, yine Türk beylerinin giriştikleri seferler sırasında harap olup boşalmış bölgelerini kolonize ettikleri Balkanlar Yarımadası’na doğru itecek olan Timur’un istilâsı olacaktır. Bu itibarla Bayezid’in elinde, Anadolu’daki kadar güçlü bir Türk üssü bulunmuyordu. Buna karşılık Balkanlar Yarımadası’nda Niğbolu zaferi (1396), mahallî prens ve senyörler üzerinde Osmanlı nüfuzunu pekiştirmişse de Anadolu Beyleri, mülklerinin ellerinden gitmesine rıza göstermiyorlardı. Müslüman dünyasında nizamın bekçisi sıfatını taşıyan Timur’a müracaat ettiler.
İçte de Bayezid’in devleti mahallî beylerin temsil ettikleri eski uç gazi geleneği ile en üst mansıpları işgal eden ve hakanın otoritesinin üzerine dayandığı yeni merkezî kul sistemi arasındaki zıtlaşma, doruğuna varmıştı. Sultan’ın, mahallî beylerin aleyhine olarak timar’lı kul’larını tercih etmesi, Ankara muharebesi sırasında Anadolu emirliklerinden celp edilmiş kuvvetlerin kendi saflarını terk ederek Timur’a iltihak etmelerini izah eder.[34] Böylece de Maverraünnehr Türkü, büyük evrensel imparatorluğunun hükümranlığını tanımayı reddeden tek gücü tahrip ediyor: Yıldırım’ın bozgunuyla sonuçlanan ihtilâfın altında bozkırların, Maverraünnehr ve Tiyanşanlar’ın eski Türkiye’si ile Anadolu ve Rumeli’nin yeni Türkiye’sini karşı karşıya getiren ebedî niza gizlenmektedir.
Ankara muharebesinin ertesinde ve bunu takip eden on yıllık iç savaş sırasında, başka bir şekil altında dahi Osmanlı Devleti’nin ayakta kalması, Doğu ve hattâ Avrupa tarihinin başat bir olgusunu teşkil eder. İç çekişmelere rağmen devletin hem askerî hem de idarî sağlam bünyesi mukavemet etmiştir. Yine Anadolulu göçmenlerin gelişiyle güçlenen Avrupa Türkleri, ne manen, ne de maddeten silâhları bırakıyorlar. Yeni gelenlerin etkisiyle, devletin tevhidine iştirak edecek olan yeni bir müşterek ruh oluşuyor.
Garip bir terslikle Ankara yenilgisi, imparatorluk merkezinin yer değiştirmesini hızlandırıp Osmanlı genişlemesini Balkanlar Yarımadası’na yöneltecektir. Böylece de imparatorluğun tevhidi için teşebbüse, II. Mehmed’le birlikte, İstanbul’un fethi bağlanacaktır. Bu fethin ve Avrupa kıtasında genişlemenin karşılığı olarak da Bizans insanının yerine kaim olunacaktır.[35]
* *
Osmanlıların Balkanlar’a ilk dalışlarını müteakip, hayli çapraşık sorunlar dizisi yaratacak olan örgütlenme faaliyetlerine tevessül edeceklerdi. Çok çeşitli ve genellikle kendilerinden kalabalık halk kitlelerini sürekli olarak itaat altında tutma kaygısı başta geliyordu. “Bu yeni toprakların hızla işgali fatihleri, kendileri için tamamen yeni bir içtimaî ortam ve sivil kanunlarla temas haline getirmişti ve bu keyfiyet, kendi öz örgütlenmelerinin henüz neredeyse iptidaî aşamada olduğu bir dönemde vaki olmuştu: aşiret kökenli Türk aristokrasisinin feodalleşme süreci henüz başlangıcındaydı. Bizans ve Balkan ülkelerinde büyük feodal mülkiyetin, imtiyaz ve bağışıklıkların gelişmesinin ve siyasî adem-i merkeziyetin başat olduğu dönemde bu Türk aristokrasisi Osmanlı siyasî hayatında hâlâ önemli bir rol oynuyordu…”[36] derken Cvetkova,[37]“resmî görüş”e uygun olarak Osmanlı düzeninin “feodal” olduğunu bir belit (mütearife) olarak ileri sürüyor fakat bariz bir çelişkiye düşmekten de kaçamıyor: “aristokrasi”nin, tarif mucibince, büyük “feodal toprak mülkiyeti”ni müstelzim olduğunu unutmuş görünüyor ve “siyasî adem-i merkeziyetin başat olduğu” bir sistemle kuvvetli merkezî otoriteyi temsil eden Osmanlı düzenini aynı potaya koyabiliyor.
Hristiyan sipahilerin varlığını da anlatan bu bilgin işbu yabancı unsurların aşırı ölçüde zenginleşerek önem kazanmalarını önlemek üzere bunların dirlik gelirlerinin sınırlı tutulduğunu ekliyor[38] ve timar sisteminin “feodal” mahiyeti üzerinde ısrar ediyor,[39] Braudel’in tamamen aksine.
Gerçi Brandel, ünlü Akdeniz havzası çalışmasında, Doğu Akdeniz’i Batı kıyıları lehine ihmal ediyor; ama aynı zamanda da Osmanlı ülkelerindeki gelişmelerle Avrupa kıtası üzerindekiler arasında bir bağlantıyı telkin etmekten geri durmuyor. Özellikle, Osmanlı ülkelerinde ihracata yönelik tarım (yani çiftlik tarımı) ile sair yerlerdeki ihracata ya da piyasaya yönelik tarım arasında ima ettiği ilişki, uyarıcı olmaktadır. Bu doğrultuda bazı araştırıcılar Osmanlı raiyet müessesesini, Doğu Avrupa’da teşekkül edip bizim aşağıda irdeleyeceğimiz “ikinci” ya da “geç” serfliğe bağlama eğilimini göstermişlerse de bu hususta mukni şekilde bir ârizî bağlantı kurmak güç olmaktadır. “Gerçekten, Osmanlı sisteminde daha eski devletlerden tevarüs edilmiş bazı kalıntı formasyonların varlığını sürdürmelerine rağmen işbu Osmanlı kurumu kesin şekilde daha önceki Bizans ya da Slav modellerine bağlanamaz. Osmanlı raiyet müessesesinin ılımlı tabiatında biz daha çok, önceki daha ezici serflik türüne karşı bir tepki, Osmanlı devlet kurma potansiyeline büyük ölçüde yardımcı olmuş bir ıslahat programı[40] görmek eğilimindeyiz. Ve Doğu Avrupa’da olduğu gibi, zamanla işbu serflik varyantının gelişmesi ile ülke içinde ihracat ticaretinin artması arasında şaşırtıcı bir ayrılma vardır: raiyet müessesesi tümüyle XVI. yy.ın, daha Doğu’dan kaynaklanan önceki ipek ve sair lüks mal antrepo ticaretine mukabil yerli Osmanlı ürünleri ticaretinin ciddî artışını damgalayan ‘buğday patlaması’ndan önce teessüs etmişti…”[41]
“Osmanlı sistemini ilk kez ‘prebendal’[42] olarak teşhis eden Max Weber olmuştu ve o böylece bunu Batı Avrupa ‘vassallık’ feodalizminden ayıran özellikleri şöyle belirtmişti: (1) asgarî mahallî denetimle merkezden tayin; (2) prebend’in (timar’ın), görevde kusur halinde geri çekilebilirliği; (3) her bir prebend’linin (timarlı’nın), yaşamı için gerekli geliri oranında sorumluluğunun ayarlanması…”[43]
* *
Şimdi, buraya kadar söylenen ve “Kayı aşireti rivayeti”ni tekzip edip Osman Bey’in bir Selçuklu Uç Beyi olduğu varsayımını doğrulamak üzere Gökbilgin’e kulak verelim: “O (Osman Bey), Bilecik, Yarhisar ve İnegöl’ün fethinden (1299) sonra bu savaşlarda alınan ganimetlerden bir kısmını Selçuklu sultanına göndermek istemiş, fakat III. Alâeddin Keykubad’ın tutulup İran’a götürüldüğünü duyunca, hediye göndermeye gerek kalmamıştı. Bu olay üzerine Osman Bey’in etrafına toplanan Selçuklu beyleri ve askerleri, Türkmen aşiretleri onu başa, beyliğe getirmek istediler ki, genel istek üzerine bunu kabul etti.”[44]
Bütün bunları “Tarih-i Fevzi” de doğruluyor “Sultan Alâeddin meyus iken bu muavenet inzimamıyla Tatarlara galebe edildiğinden Ertuğrul’un kudümüyle erlik ve merdanelik meydanında gösterdiği kahramanlığından minnettar olarak Ertuğrul Gazi’ye ve kabilesine Söğüt kazasını yaylak ve kışlak tayin eyledi (bu muhacirlerin iki bin nüfus kadar oldukları mervidir).”
“Söğüt kazasının muahharen Osman Gazi’ye temlik olunduğuna dair Sultan Alâeddin canibinden verilen 683 senesi Ramazan’ının evaili tarihli Farisîü’l ibare ferman… ve Osman Gazi’nin teşekkürnâmesi dahi… zeyl-i ciltte irad olunur…”
“Müşarünileyh (Ertuğrul Gazi) mülk-ü Rûm’a iptida-i muhaceretinden yani 625 senesinden vefatına kadar elli altmış sene içinde Selâtin-i Selçukiye’nin itaatinden çıkmayıp onlar tarafından memur olmak üzere muharebat-ı adîdede vikai-i meşhure kazanmış ise de bunların hepsi Selçukîler zamanına ait olarak…”[45]
“Bu muzafferiyet (Karacahisar’ın zaptı) Osman Gazi canibinden Padişah-ı Selçukî Sultan Alâaddin bin Feramurz’a arz olundukta Sultan tarafından Karacabelban Çavuş yediyle ak sancak ve tabılhane ile bir takım hedaya ve alât-ı harp ve cihad ihda olunmuş ve 688 Şevval’inin evaili tarihiyle müverrah Türkîü’l ibare bir de menşur gönderilmiştir. Bu menşurun bir suretiyle Osman Gazi canibinden teşekküren yazılan arizanın sureti dahi işbu cildin zeylinde irad olunur…”
“Mukaddema Karacahisar fethinde nasb-ı kadı ve hatip ile Osman Gazi namına hutbe okunmuş ise de yine Selçukîler tevabiinden bir hükümdar ad olunup 699 sene-i hicrîyesinde kabail-i Moğol’dan leşker-i Gazan Konya’yı istilâ ederek Sultan Alâaddin ibn Feramurz’u ahz ve habs etmesiyle artık devlet-i Selçukîye külliyen münkariz olmuş olduğundan ekser ayân-ı Rûm Sultan Osman Gazi’nin himâyetine dehaletle anın riyasetini tasdik ettiler. Binaenaleyh iptida-i saltanat-ı Osmaniye bu tarihten muteberdir.”[46]
Osman Bey ile Konya arasında, M. M. Fevzi’nin zeyilde verdiği “yazışma”nın üslûbu, ancak Osman Bey’in bizzat ciddi tahsil görmüş bir emîr olmasının yanı sıra ciddî bir bürokrasiye sahip bulunduğunun kesin delilidir şöyle ki ilk Farsça menşura aynen Farsça yanıt yazılmıştır.
Bunun böyle olması doğaldı zira Osman Bey ve kuracağı devlet, Rûm Selçukluları devletinin bir devamından başkası olmayacaktı. Selçuklu Türkiye’sinde ise, oturmuş bir eğitim sisteminin yetiştirdiği bürokrasi, her türlü vakfiye, temliknâme, sened, fetihname, muahedenâme, mektup, ferman, menşûr ve inşa örneklerini bırakmıştır.[47] Bunlar Ortaçağ Türkiye’sinin kültür ve içtimaî müesseseleri, iktisadî hayatı, kentlerin kuruluşu, ticarî ve sınaî faaliyetleri… hakkında çok değerli belgeler olmaktadırlar. Öbür yandan Osmanlı Tahrir Defterleri’nin, Vakıf Defterleri’nin Selçuklu dönemine büyük ışık tutması da Osmanlının Selçuklunun devamı olduğuna ayrıca belge oluyor.
Bu arada Osmanlılara özgü bir davranıştan söz edelim. Onlar, benimsedikleri Arapça sözcüklerin birçoğunu, Arapların kullandıkları manalardan saptırıp kendilerine göre bu sözcüklere değişik anlamlar vermişler, Arapça köklerden, Arapların kullanmadıkları birçok sözcük türetmişlerdir. Halin gereğine göre Selçuklulardan tevarüs ettikleri bazı kurum adlarının manalarını da değiştireceklerdir. Ezcümle “Osmanlılarda timar ile has arasında bir askerî dirliğe tekabül eden zeamet ıstılahının Selçuklularda bu manada kullanılmadığı muhakkaktır. Gerçekten daha ziyade sivil idarede reis manasında kullanılan za’îm (za’îm ud-dâr) ıstılahının reis kumandan, serleşker ve sübaşı’nın müteradifi olduğu gözükmekte ve İbn Bibi’de olduğu gibi, müteakip vesikalarda da bu manada kullanılmaktadır. Nitekim Mevlânâ’nın mektuplarında za’îmu’l-cuyûş ifadesi kumandan demektir…”[48]
XVII. yy. başlarında mahrûsa-i İstanbul’da, yani surlarla çevrili Kostantiniyye’de 400 dükkân işgal eden 500 yazıcı, arzuhalcinin varlığını görüyoruz ki, idare mercilerine verilen dilekçe sayısına göre bu rakamlar bizi şaşırtmamalı. Ahalinin genellikle yazma bilmemesi ve özellikle de uyulması kesinlikle zorunlu olan geleneksel düsturların kullanılması, bu zümrenin üreme nedeni olmuştu. Gerçekten Divan’ın bu düsturlarının eksiksiz derci kaçınılmaz bir koşul olmasının yanı sıra işbu Divan üslûbu hiç de âfâkî bir kavram olmuyordu.[49] Bunun, yerine oturmuş kalıpları vardı ki bunların Selçuklu tahriratının belki de daha tekâmül ettirilmiş bir devamı olmaları melhuzdur. Gerçekten Selçuklu resmî yazışması, lisân ül-mülûk ve’s-selâtin ile yapılırdı. Bunun dışında, Hristiyan ülkelerle vaki muhaberat ve akitlerde Yunanca ve Latincenin de kullanıldığı vaki olurdu; I. İzzeddin Keykâvus ile Trabzon Komnenler İmparatoru Alexis arasındaki muahedeyi saltanat divânı noterleri (nôtârân-ı dîvân) kaleme almışlardı ki bu Latince tabir Selçuk divanında bu dilleri bilenlerin istihdam edildiklerini gösterir.[50]
Bir mansıba tayin edilen kişinin menşurda meziyetlerinin sayılması da usulden olup inşa divanına atanan zatın özellikle kitabetteki kudreti övülürdü. İnşa divanı Selçuklu Devleti’nin iç ve dış resmî muamelât ve muhaberatını idare eden bir daire olup buna aynı zamanda Tuğra divanı adı verilirdi ki bunun nedeni bu divandan Selçuklu Sultanı adına çıkan bütün belgelerin, eski Türk hâkimiyet telâkkilerine göre, tuğra içermeleri idi. Tuğrul Bey’in halifeye gönderdiği mektubun başında bir ok ve yay işareti bulunduğunu (biraz saygısızlık olmamış mıydı?…) ve daha sonra kendisine halife tarafından bazı unvanlar verilince bunları da mühründe bir yay içerisine koyduğunu ve bunu yazmaya memur olan kişiye tuğraî dendiğini Ebülferec kaydediyor.[51]
Yine bir Selçuklu beratında Muhiddin Ebu’l Fezail adlı birinin melîk uş-şu’arâ’lığa atandığını görüyoruz. Bunda onun baba ve dedeleri zamanından beri saltanata mülâzemet ettiği bir vazifeye getirildiği, her defa sultanın meclisinde musahiplere fesahat ve belagatini göstermesi, nazımlarıyla gönüllere ferahlık vermesi, mübarek günlerde ve bayram törenlerinde kutlama şartlarını takdimden sonra güzel şiirler ve zarif sözlerle lâtif tabiatlı ve hassas kalpli olanlara tenezzüh bahşetmesi ve her manzumenin sonunda devletin devamı için dua ibareleri koyması bildirildikten sonra İstiyfâ Divanı kaleminden kendisine tahsis olunan maaşa tasarruf edeceği kaydedilmektedir.[52]
XVII. yy.da İstanbul’da sekiz yüz kişilik bir şairler loncasının varlığı[53] bizi şaşırtmayacaktır. Medreselerde “ilm-i belûga”ya verilen önem de, izahını buluyor.
Sasânî İran’da mülkî ve dinî görevlilerin mühürleri, gelişigüzel olmayan ve tuğrakeşin keyfine bırakılmamış düsturlar içermekteydi; bunlar sabit inşa kaidelerine göre hakkedilmişlerdi. Örneğin çok tanınmış bir kişi olan “Zayıfların (fakirlerin) müdafii ve yargıcı”nın adı hiçbir yerde görülmüyor. Mührü anonim mahiyette olup doğruca idarî oluyor. Kullanılan düstur her zaman şöyle tertiplenmiş olarak görülüyor:
Merkezde: iki veya üç satır halinde mahallin adı,
Çevrede: görevlinin tam unvanı yer alıyor. Aynı şekiller ve “baş muhasip”, bir “mogbed”in mühürlerinde de görülüyor.[54]
Şimdi Fatih dönemine kadar Osmanlı divânından sâdır olan bir beratın az çok standartlaşmış şeklini görelim. Bunda iki ana bölüm bulunur: protokol ve metin. İlki dahi ikiye ayrılır: baş ve nihaî protokol.
Baş protokol
Münacat: huva, huva’l-mugni vs.
Tuğra: beratın kimin adına düzenlendiği, Sultan’ın ve babasının adı ve bundan hemen sonra da “muzaffer daima” ibaresi (Bu son ibarenin II. Abdülhamid tarafından bile (!) kullanıldığını görüyoruz).
Metin
İş’ar-ı resmî ve içinde mündemiç selâm (“Nişan-ı hümâyûn ve misal-i hükmi oldur ki” ve “anfazahu’llahu taalâ ilâ yevm-i yub’asûna”)
Hitab-takrir (lâyiha). Bu bölümde filân kişinin filân mansıba tayin edilip bunun bir beratla saptandığı ifade ediliyor (“işbu dârende-i misal-i şerif kulum… yasağı etmeğe gönderdüm”.)
Fıkra-i hükmiye: Kanun vazıının kararlarını ifade eder (“buyurdum ki… dergâh-ı gerdûn âşiyânumdan yasağım mucibince sudûr bulmuştur ki…”).
Nihaî hükümler: İşbu kararlardan her türlü sapmayı yasaklayıp buna tevessül edecekler tehdit edilir (“Bu bâbda dürlü dahi etmeyeler, söyle bileler…”).
Muteber kılma düsturları: Belgenin doğruluğunu temin eder (“Alâmet-i şerîf üzre itimad edeler-kılalar”).
Nihaî protokol: Tarih ve sudûr mahalli (“Tahriren fî…”-bazen de aylara ramazan-ı mübarek, recebi’l müreggeb gibi sıfatlar eklenir)[55].
Bu düsturların çeşitli şekilleri olduğu gibi bunlar berat, ferman, kanûnnâme… olduklarına göre farklar arz edebilirler.
* *
Gökbilgin, verdiği başta bir ilginç ayrıntıda, Braudel’in Balkanlar’ın Hristiyan soylularının Osmanlılarca ihsana boğulması hususundaki görüşünü doğruluyor.
Köse Mihal İslâm’ı kabul edip Osmanlı hizmetine girmiş ve idaresinde bulunduğu yerin hükümeti uhdesinde bırakılarak Osman’ın “vassal”i olmuştu.
Aynı şekilde Osman, Leblebici-hisar, Osmaneli ve Mekece tekfurlarını da kendisine bağlamıştı. Bu ihtida ve itaatler münasebetiyle Samsa Çavuş’un tarihe geçen “…olmaya ki cemaat kendi milletlerine rücû göstereler” ihtarına Osman Bey’in “bu adamları tamamen mülklerinden ve yurtlarından mahrum edemem, yerlerinde bırakmam lâzımdır; ancak Samsa Çavuş’un sözlerini de yabana atmamak gerekir”[56] yanıtı manidardır; Gerçekten o dönemlerde, Mihal’ın bir “geri dönüş”ünü intaç edecek zaaf göstermemişti, Osmanoğlu.
Görüldüğü gibi, kuruluş aşamasında Osman ve ailesiyle onun nökerlerinin ele geçen toprakları çoğu kez mülk edinmelerine karşılık öbür öğelerin bu topraklardan mülk edinmelerine izin verilmemiştir[57], hangi ulus ya da dinden olursa olsun, toprak peşinde koşan feodal öğeler olmalarına rağmen. [58]
Yukarda, “devlet” kavramı ortaya çıkmadan önce ilkel sosyal birimlerin başında “soy-oymak”ın geldiğinden ve bunda, tarifi yapılmış akrabalık (kan) bağlarının öneminden söz etmiştik.
Türklerin Anadolu topraklarına perçinlenmeleri nedenlerinin başında, bildiğimiz politik amaçlarla Büyük Selçuklu’nun göçebe kitlelerin aşiret yapılarını parçalamış olması gelir ki bu keyfiyet son derece önemli sonuçlar doğuracaktı; ezcümle bu kitlelerin zorunlu olarak yerleşik yaşama geçip üretim biçimlerini hayvancılıktan tarımcılık ve el sanatlarına dönüştürüyordu. Yerleşik yaşam tarzının yaygın olduğu toplumlarda ise “soy-oymak-aşiret” yapıları çözülmektedir.[59] İlerde üzerinde uzunca duracağımız Ahi birliklerinin Osmanlı kuruluşuna sadece dolaylı bir katkıda bulunmuş olduğuna şimdiden işaret ederek bu katkının, Osmanlı ucuna gelen unsurların toprağa doğrudan üretici olarak yerleşmelerine yardımcı olup bunların tarımsal üretim ve el sanatları ürünlerini kentlerde pazarlamadan ibaret olduğunu[60] ifade edelim.
Bu vesileyle de karşımıza yine Selçuklu-Osmanlı kuruluş tarihinin son derece ilginç bir karşıtlığı daha çıkmış oluyor, Osmanlı-halk, Mevlânâ-Hacı Bektaş…ınkilerine koşut olarak: “Ahiler ekseriyetle esnaf zümreleri arasında yayılırken abdallar geniş halk tabakaları arasında tesirlerini göstermişlerdir.” [61] Ve yine “agnia-i şakirîn-fukara-i sâbirîn” zıtlaşması! Döneceğiz konuya.
Osman zamanında güçlü bir feodalleşme ortamı yaratılmıştı. Orhan’la da bu eğilim sürmüştür. Selçuklu, bu aynı eğilimlerle bir yandan iktâ sistemine dayanarak ve iktâ’ları da mümkün olduğu kadar küçük tutarak, öbür yandan da aristokrasideki bağımsızlaşma temayüllerini müsaderelerle önleyerek savaşmıştı.[62] Braudel de Osmanlı timar’larının, yine bu aynı bağlam içinde, küçüklüğüne işaret etmemiş miydi?
Osmanlı, kuruluşunun henüz güçsüz olduğu çağlarda merkez-kaç güçlere tam mülkiyete çok yakın koşullarla timar vermişse de doğrudan üreticiye “âdil” davranılmasını da baş şart olarak koşup bunu kendi hassa topraklarında da uygulayarak Batı feodalizminde olduğu gibi artık ürünün tümüne el atılmasını daha baştan itibaren önlemiştir. Bu konuda Aksarayî’den bir küçük bölümü aktaralım: “…Vilâyetlerde de sükûn ve asayiş yerleşti… Bayço, Aksaray çevrelerindeki askerin halka ziyan vermelerini önlemek için Şahna’lar tayin etti. Öyle bir adalet düzeni kurdu ki halk, artık korkusuz pazarlara gidip gelmeye, tekrar çift ve çubuğu ile uğraşmaya başladı…”
“Biz Müslüman’ız, onun adı gâvurdur;
Gâvurluk bu ise Müslümanlık hangisidir?”… [63]
Bunun dışında adalet ve yargı hakkı hiçbir veçhile merkez-kaç güçlere kaptırılmamış ve bu işlev merkezin yanında bulunan din adamlarına yüklenmiştir. Orhan, merkeze bağlı din adamı, yani yargıç yetiştirmek üzere İznik’te bir medrese kuracaktı. Orhan, bunlarla da yetinmeyecek, aşiretlerden tanınmış kimselerce toplanan ve hükümetin sefer hizmetine gruplar halinde gelen feodal yapılı timarlı sipahilerle paralı nöker-azapların dışında, bir de merkezin denge unsuru olarak, tarımcı Türk köylüsünden başlangıçta ulûfe ile ve bazı vergi bağışıklığı karşılığında toplanan yaya ve müsellem[64] sınıfını vücuda getirecektir[65]. Bu örgütlenmenin mimarının Bursa Kadısı Candarlı Kara Halil olması, ilmiye sınıfının kesinlikle merkezin yanında yer aldığını gösterir.
İlmiye sınıfı, Batı dinî örgütlerinin aksine İslâmî yapısı itibariyle, feodalleşmenin kendisini yok edeceğinin iyice farkında idi. ilk Osmanlı veziri Alâaddin Paşa’dan sonraki Orhan Bey dönemi vezirleri hep ilmiye sınıfından olmuşlardır. Bu da merkezle bu sınıfın açık dayanışmasının kanıtı olmaktadır. Bunun dışında ordu komutanlığı da Osmanlı ailesinin dışında birine tevdi edilir olmuştur ki merkezden kaynaklanabilecek bir feodal parçalanma da böylece önlenmiştir. Bununla yetinilmeyip bir de, ilmiye sınıfının ordu üzerindeki denetimini artırmak amacıyla kadı-asker (kazasker)lik makamı ihdas edilmiştir. Bir “Osmanlı ideolojisi” artık kurulma yolundaydı.
Bundan böyle, o döneme kadar Türkmen beyleriyle evlendirilen Padişah kız kardeşleri devşirme “kul’lara verilecektir: Hanedandan soy asaleti yaratılmayacaktır: Çelebi Mehmed’in kızı İlaldı Hatun, Karamanoğlu İbrahim Bey’le evlendirilmişti…[66] Ama II. Murat, kızı Şehzade Hatun’u Beylerbeyi Sinan Bey’e tezvîc edecektir.[67] Yavuz’un kızı Beyhan Sultan’ın kocası da Ferhat Paşa olacaktır.[68]
* *
Timar ve zeamet sisteminin daha Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa’nın Rumeli’ye geçişinde uygulandığına dair önemli bir belge çıkıyor ortaya. Buna göre Paşa, fethettiği arazinin ne türlü tasarruf edildiğini, yani timara verildiğini babasına bildiriyor. İşin en ilginç taraflarından biri de Kanunî’nin ünlü Şeyhülislâm’ı Ebussuud Efendi’nin bunu “şer’î” kılmak için buna iki yüz yıl kadar sonra eklediği fetvadır: hep söylediğimiz gibi her şey “(pratik) amelî gereği gibi” uygulanmış, bunu “şer’i şerife uydurma” işi, arkadan gelmiştir. Şimdi bunu Mardinîzade Ebülulâ (Mardin)’in kaleminden[69] okuyalım.
“1- Rumeli arazisinin kimseye temlik olunmaksızın mülkiyetinin ‘arz-ı memleket’ namıyla devletin şahsiyet-i mâneviyesine izafeti ki hal ve istikbale aidiyet itibariyle iki mühim netice husule getirmiştir:”
“Hale, yani zaman-ı vâzıa ait netice: timar ve zeamet usulünün tesis ve takarrürüdür.[70] Zira arazi-i meftuhanın tamamı devletin taht-ı temellükünde kalarak beytülmâlde toplanan işbu servetten askerliğe nafî fevaid temin etmek ve esasen fetih dolayısıyla hakları taallûk eden ganimîne tevzi şıkkının ihtiyar edilmesinden münbais tesisatı tadil eylemek maksadıyla arazinin ahaliye tefvizi ve tevzii salâhiyetini vazifeleriyle mütenasip miktarda yedlerinde bırakılacak kıtaat araziden istîfa eyleyecekleri menafi (tefvîzatta kıymete karib tapu namıyle alınacak meblâğ, her sene öşür veya bedeli öşür namiyle alınacak müeccele, ferağ ve intikalde alınacak rüsum) mukabilinde muharebede ispat-ı vücud edecek sipahiye yani müsellâh süvari nefere veya zabıtanına bırakmak usulü ihdas olunmuştur.”
“Bu usulden fevaid-i âtiye iktitaf olundu:”
“ 1. Arazinin rakabesi yani mülkiyet hukuku beytülmâlde (devlette) kaldı”
“2. Hükümetin araziyi re’sen idaresi gibi (okunamadı) bertaraf olundu”
“3. Bir kısım efrad uhdesinde cesîm arazi bulunmasının ve bilnetice derebeyliğin önü alındı.”[71]
“4. Her Osmanlının az çok yer sahibi olabilmesine yol açıldı.”
“5. Devletin askerlik gibi en mühim masrafına daimî bir karşılık bulundu.”
“6. Ehemmiyetli bir kuvve-i askerîyye vücuda geldi (müverrihler bu usulün orduya böyle iki yüz bin süvari temin ettiğinden bahis ediyorlar).”
“7. Arazi kayden kesb-i mazbutiyet etti.”
“8. Ganimîne adem-i temlikten mütehassıl tesiratı tâdile medar oldu.”
“İstikbale ait netice: Rumeli’nde mütemekkin milel ve akvam-ı muhtelife yedinde bizzarure kalacak olan araziden devlete rakabe mülkiyetine müstenid hakk-ı murakabenin sübûtudur.”
“Hükûmat-ı sâlife-i İslâmiye tarafından arazi-i meftuhada ihtiyar olunan şekil Rumeli arazisinde de tatbik edilmiş olsaydı yedinde arazî bırakılan ahali rakabeye malik olacak ve mülkünde keyfemâyesâ icra eyleyebileceği tasarrufat ahkâm-ı asliyeye nazaran her türlü murakabeden masun kalacaktı.”[72]
“Millet-i hâkimeye yabancı kalan anasır tarafından takibi muhtemel hususi emellere karşı bilâhare hakk-ı temellükü muhill tedabire tevessülden ise iptidaen hakk-ı murakabeyi temin şüphesiz bir eser-i kiyaset ve siyasettir. Bahusus hukuk-u temellükiyeyi ihlâl edecek tedabire müsaade etmeyen ahkâm-ı asliyenin nezahet ve ulviyetini muhafazaya âzim olan Saltanat-ı Osmaniye, istihdaf eylediği hakk-ı murakabeyi yine ahkâm asliyeye istinat suretiyle elde etmiş yani arazi-i muftuhanın hamsi çıkarıldıktan sonra ganimîne tevzi veya hamsi çıkarılmaksızın ahali-i mahalliye yedinde ipka veya getirilen ahali-i Müslime veya Gayrimüslimeye tevzi veya alelıtlak beytülmal için muhafaza yolunda şer’an mevcut salâhiyetten şıkk-ı âhiri ihtiyar eylemiştir.”
“2. Ahali yedinde şu suretle bırakılan arazinin vefatlarından sonra yalnız erlik çocuklarına meccanen kalması ki bu kaidenin de hale ve istikbale ait olmak üzere iki mühim faidesi görülmüştür.”
“Hale ait faide: her çiftçinin vefatından sonra arazinin devlete rücu etmemesi erkek evlât sahibi olmaya gayret etmesinden hasıl tezayüd-ü nüfustur mâmuriyet-i arazinin ise tekessür-ü nüfusa vâbesbe bulunduğu müstagni-i kayıt ve işarettir. Mutasarrıf bu kabil arazide müstecir vaziyet-i hukukiyesinde bulunduğu için vefatında akd-i icarın erkek evladın bulunup bulunmamasıyla devam veya infisahı hukuken kabil-i izah bir keyfiyet olduğundan bunun irs ile alâkası tasavvur olunamayacağı gibi… müstecirin vefatıyla akd-i icarenin infisahını kabul eden kanunlarda veresenin adem-i istifadesi pek tabii telâkki olunmuştur.”
“İstikbale ait faide: ziraat arazisi ile ormanları eşhas uhdesinde mümkün mertebe müstakilen bulundurarak usul-ü tevarüsün istilzam eylediği küçük parçalara inkısam tehlikesinden siyanettir ki bugün kavanin-i müdevvene-i medeniyenin en ilmîsi telâkki olunan Alman kanun-u medenisinde bile[73] bu esas müzahir-i terviç olunmuştur.”
Ebülulâ Hoca açıkça Şeriat’ın “ahkâm-ı asliyesi’nin nezahet ve ûlviyetini muhafazaya âzim” Osman Gazi’nin bu ahkâmı nasıl (bir teknik tabirle) kısa devre edip üstünden atlayarak pratik ve Şeriatla uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir sisteme yöneldiğini ve yukarda söylediğimiz gibi, Ebüssuud Efendinin de bunu nasıl “kitabına uydurduğu”nu gösteriyor. Şimdi bu fetvadan da bazı bölümleri okuyalım.
“Rumeli’nin arazisi ne öşriyye ve haraciyyedir arz-ı memlekettir. Hîn-i fetihte ne ganimîne kısmet olunub öşriyye kılınmıştır ve ne de ashabına temlik olunub haraciyye-i sarf olunmuştur. Belki rakabe-i arz beytülmale idhal olunub mutasarrıf olanlara icare tarikiyle verilmiştir. Sipahiden izinsiz muamelât külliyen bâtıldır. Aldığı akçe arzın ücret-i muaccelesidir.”
“Rumeli’nde reaya elinde olan arazi-i öşriyye ve haraciyyenin bey’i ve rehni ve vediası ve iadesi ve şufası ve istibdali üzerine teamül-ü nas vaki olup kuzat dahi hüccet vermeleri şer’î midir? Beyan buyurula”:
“Elcevab: arz-ı öşriyye ve haraciyye ashabının mülkü olur. Tasarrufat-ı mezkûrede miras ve vakıf ve vasiyet cari olur. Rumeli’nin arazisi arz-ı memlekettir. Ne öşriyye ve ne haraciyyedir. Tasarruf eden reaya müstecir menzilesindedir. Rakabe-i arz beytülmalindir. Onlara âriyet tarikiyle verilmiştir. Ekip biçip harac-ı muvazzafın çift akçesi namına ve harac-ı mukasemesini öşür adına verirler…”
“Arz-ı mirî kitapta arz-ı öşriyye dedikleri midir? Yoksa arz-ı haraciyye midir? Tasarruf eden reayanın beyi’ eylemeleri ve miras değmesi ve şufası caiz midir? Ve sair ahvali nicedir beyan buyurula”:
“Elcevab: kitaplarda olan arz-ı öşriyye ve arz-ı haraciyye sahiplerine mülkdür. Arz-ı mirî-de tafsil-i ahkâm cari değildir. Aslı haraciyyedir. Ama kimesneye temlik olunmayub beytülmal için ifraz olunub tasarruf edenlere icare tarikiyle verilmiştir…”
Süleyman Paşa, mektubunda “Dergâh-ı alî ve bargâh-ı mütealî cenabına mâruz olan budur ki Devletlû babam Hüdavendigâr İzzullah ensarenin hayır duaları berekâtiyle… Gelibolu hisarının tedariki her nesneden ulâ görülüb Hakk-ı tealânın avniyle dizdarlarına ve erenlerine mikdarlû mikdarınca ulufe ve timar tâyın kılınıp defter yoklama olunduktan sonra…” diye yazıyor ki buradan da iki önemli husus ayan oluyor:
Önce, gerek mezkûr paşanın mektubunun, gerekse Orhan Gazi’nin oğluna cevabının üslûbu, bunların çok gelişmiş bir divana sahip olduklarını gösterir ki bu keyfiyet, Osman’ın bir basit aşiret reisi olmayıp gerçekten bir Selçuklu emiri olduğuna delâlet eder; buna daha başka vesilelerle de tanık olacağız.
Sonra da timar sisteminin o çağda iyice bilinip dağıtımının ve kayda geçirilmesinin mutat olduğu anlaşılıyor ki “defter yoklama” olunması da bunu teyit ediyor. Ayrıca Orhan’ın “Ferzend-ı celîlü’l kadr kâmkâr ve müşîr sipehdar-ı alî mukadder-i müeyyid min indullah oğlum Süleyman Şah…” diye başlayan yanıtında “…mezbur Cafer’e yiğitbaşılık verilip İvad Bey’e sancak gönderdim ki anda varıp tayin edesin ve Evrenos Bey’e dahi kılıç ve kaftan gönderip vakıf içine istediği yerleri temlik eyledim ve sana dahi murassâ kılıç ve iki baş yarar at ve iki kaftan ve iki cübbe ferace gönderip bunlardan gayri kırk adet kaftan dahi hil’at için irsal eyledim ki anda yoldaşlıkta bulunan beylere ve gazilere in’am edesin…” talimatı onun ne denli Selçuklu sarayı teşrifatına aşina olduğunu gösterir.
[1] Tarafımızdan belirtildi. P. Anderson – Lineages, s.505-6.
[2] Tarafımızdan belirtildi. M. A. Kılıçbay. – op. cit. s.256-7.
[3] Bkz. Osman Turan.- Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s. 4-12.
[4] M. A. Kılıçbay.- op. cit., s. 292-3.
[5] Dimitri Kantemir – Osmanlı İmparatorluğunun yükseliş ve çöküş tarihi, I. Ank. 1979, s.XLI – XLII.
[6] Mustafa Akdağ – Türkiye’nin iktisadi ve içtimai tarihi I, İst. 1974, s.143-4.
[7] İsmail Hami Danişmend – Osmanlı tarihi kronolojisi I, İst. 1971, s.3.
[8] J.H. Kramers – sultan, in İA.
[9] V. F. Büchner.- Şah, in İA.
[10] GG.
[11] Keza Steingass.
[12] GG.
[13] Tarafımızdan belirtildi.
[14] Avram Galanti.- Padişah, paşa, bey, efendi, ağa kelimelerinin menşe’leri, in Yeni Mecmua 81, 2 Ağustos 1923, s. 303-4.
[15] M. Fuat Köprülü.- Bey, in İA.
[16] L. Bazin.- Beg-Bey, in EI.
[17] J.Deny.- Paşa, in İA.
[18] Elvan Çelebi – Menâkıbu’l kudsiyye fi menâsıbi’l-ünsiyye, haz. İ. E. Erünsal ve A. Yaşar Ocak, İst. 1984, s.XX ve XXIV.
[19] ML.
[20] Abdülkadir (İnan).- Koton Türklerinin “Hunker-Kunker” kelimesi hakkında, in Halk Bilgisi Haberleri 5, 1 Mart 1930, s. 65-7.
[21] Rüştü Şardağ.- Her yönü ile Hacı Bektâş-ı Veli, İzmir 1985, s. 197.
[22] Zikreden M. Zeki Pakalın.- Osmanlı Tarih Deyimleri, I, madde “hünkâr”.
[23] Tarafımızdan belirtildi.
[24] Tarafımızdan belirtildi.
[25] Tarafımızdan belirtildi.
[26] Tarafımızdan belirtildi.
[27] Tarafımızdan belirtildi.
[28] Tarafımızdan belirtildi.
[29] Tarafımızdan belirtildi.
[30] M. Akdağ,- op.cit., s. 241-4.
[31] Tarafımızdan belirtildi.
[32] Fernand Braudel.- The Mediterranean and the Mediterranean World in the age of Philip II, T. H, Glascow 1973, s. 718-20.
[33] ibd., s. 721.
[34] M. M. Alexandrescu-Dresca.- La campagne de Timur en Anatolie (1402), London 1977, Variorum Reprints, s. III.
[35] ibd., s. 6-7.
[36] Tarafımızdan belirtildi.
[37] Bistra A. Cvetkova.- Les institutions ottomanes en Europe, Wiesbaden 1978, s. 1-2.
[38] ibd., s. 4.
[39] ibd., s. 7-8.
[40] Tarafımızdan belirtildi.
[41] Bruce McGowan.- Economic life in Ottoman Empire. Taxation, trade and the struggle for land 1600-1800, Cambridge 1981, s. IX-X.
[42] Prebend= bir katedral ya da meslek grubu kilisesi gelirlerinden bunlarda görev yapan rahibe belli süreler içinde saptanan pay.
[43] Bruce McGowan.- op. cit., s. 47.
[44] M. Tayyib Gökbilgin.- Osmanlı müesseseleri teşkilâtı ve medeniyeti tarihine genel bakış, İst. 1977, s. 8.
[45] Mehmet Müzahir Fevzi.- Tarih-i Fevzi, İst. (t.y.) s. 5-6. Kitabın tarihi yoksa da mukaddimesinden bunun Abdülaziz’in saltanatı sırasında
ve Cevdet Paşa tarihinden sonra yazıldığı anlaşılıyor.
[46] ibd., s. 10-15.
[47] Bunların ayrıntıları için bkz. Osman Turan.- Türkiye Selçukluları hakkında resmî vesakilar, Ank. 1958.
[48] ibd., s. 9.
[49] Robert Mantran – İstanbul dans la seconde moitié du XVIIe siécle, s.495.
[50] Osman Turan.- op. cit., s. 19.
[51] ibd., s. 22-3.
[52] ibd., s. 57.
[53] R. Mantran.- op. cit., s. 495.
[54] Philippe Gignoux.- Problèmes d’interprétation des bulles sassanides, in Studia Iranica II/2, Leiden 1973, s. 137 ve dev.
[55] N. Beldiceanu.- Les actes des premiers Sultans I, Paris 1960, s. 41-54.
[56] M. Tayyib Gökbilgin.- Osmanlı müesseseleri teşkilâtı, s. 10.
[57] M. A. Kılıçbay.- op. cit., s. 298.
[58] ibd., s. 299.
[59] Sabahattin Güllülü.- Ahi birlikleri, İst. 1977, s. 68-9.
[60] M. A. Kılıçbay.- op. cit., s. 300.
[61] Amet Debbağoğlu.- İslâm iktisadına giriş, İst. 1979, s. 112.
[62] Taner Timur.- Kuruluş ve yükseliş döneminde Osmanlı toplumsal düzeni, Ank. 1979, s. 64.
[63] Aksarayî.- op. cit., s. 138.
[64] Arabî “selm” = emin olma, günah ve kusurdan azade olma, tehlikeden kurtulma”nın çoğulu olarak Osmanlıca “müsellem”, “teslim edilmiş,
verilmiş; doğruluğu, gerçekliği kuşku götürmez olan” manasına gelmekte olup Arabça “müsellem”, “kabul olunmuş” karşılığmdadır. “Bu
ismin verilmesi vergiden muaf olmalarından dolayı idi… harp devam ettiği müddetçe ulufe alırlardı” (M. Z. Pakalın.- Osmanlı tarih
deyimleri…)
[65] Mustafa Akdağ.- op. cit., C. I, s. 276.
[66] M. Çağatay Uluçay.- Padişahların kadınları ve kızları, Ank. 1980, s. 13.
[67] ibd., s. 17.
[68] ibd., s. 37.
[69] Mardinîzade Ebülulâ.- Gelibolu’ya geçerken Rumeli arazisi için vaz olunan iki esaslı kaide-i hukukiye, in Yeni Mecmua, Çanakkale
Nusha-i Mahsusası, 5 Mart 1331, s. 34-6.
[70] Tarafımızdan belirtildi.
[71] Tarafımızdan belirtildi.
[72] Tarafımızdan belirtildi.
[73] Makalenin I. Cihan Savaşı sırasında yazıldığını hatırlayalım.