Kültür Eserleri > THKK 2/B - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > Yine iktâ

Yine İkta (iktâ)

Türk-İslâm iktâ’ı, bu cildin temel konularının köşe taşlarından biridir. Mısır da, tarihi ve de Osmanlı egemenliği dönemi süresince genel kaidelerden az çok farklı, kendine özgü bir idarî şekle sahip olmuştur. Haçlılar devleti zeval bulduktan sonra iktâ kurumunun burada almış olduğu şekil bizim için ilginç olmaktadır.

Hizmetlerine karşılık ve rütbeleri oranında Memlûk emirleri iktâlarla ödüllendiriliyorlardı ki bunlar, bir arada ya da dağınık topraklar, kentler, köyler ve hattâ merkezî hükümetin tahsil ettiği bir vergi, gümrük resmi, istihsal-istihlâk vergisinden tahsisler olabilirdi. Her emîr iktaının üçte ikisini, ya bundan bölümler ayırarak, ya da gelirinden nakdî tahsisler yaparak, kendi özel memlûklarına bölüştürmek zorundaydı.

Batı fief’i ile iktâ aynı şey değillerdi. Her ne kadar ortada belli bir miktar toprak tahsisi varsa da bu, devlet tarafından bir mülkiyet temliki olmayıp sadece bu topraktan tahsil edilebilecek vergi gelirinin intikalinden ibaretti.

Bu iktâlar sadece “emîr”lik mertebesine yükselmiş olanlara mı veriliyordu? Bu konuda, memlûk emirleriyle memlûk olmayan emîrler arasında ne gibi farklar gözetiliyordu? Kesin olarak hangi vergi gelirleri temlik ediliyordu? Aynı alan üzerinde başka tipte bir toprak ağası tarafından bir nevi senyörlük hakları toplanıyor muydu? Birisinin iktâı üzerinde oturması bekleniyor ya da buna müsaade ediliyor muydu? Bir yılda mukta, yani bir iktâı tasarruf eden kişi devlete ne kadar askerî hizmet borçlu oluyordu? Emirler, beraberlerinde sefere getirdiği efradı nasıl ahz edip besliyordu? Eyalet valileri, kendi idari sınırları içinde iktâlara müdahalede ne gibi haklara sahipti? İktâın değeri hangi esaslara göre hesaplanıyordu ve esaslı kadastro mesahasının bulunmadığı bir dönemde bu nasıl temlik ediliyordu? Mukta, gelirini aynî olarak mı yoksa nakdî olarak mı tahsil ediyordu? Başka tasarruf şekillerine kıyasla Memlûk Sultanlığında, iktâa ayrılan alanların oranı neydi? Memlûk emîrlerine sefer arifesinde ödeme yapılıp sair vesilelerle bunlara bol bol ihsanda bulunulduğuna göre bunlara ayrıca iktâ vermenin ne gereği vardı? Kırk yaşlarında orta dereceli bir emîr, nafaka (ücret) olarak dört yüzle bin dinar arasında alırken çalışan bir insan yılda on iki ilâ on sekiz dinarla maişetini sağlayabiliyordu. Ve nihayet XIII. yy. kaynakları iktâ tabirini yeterince açıklıkla kullanıyor muydu?

Mezkûr asrın sonlarında Suriye ve Filistin sibakı içinde iktâ hususunda yanıtlanması son derece güç ve hattâ imkânsız daha başka sorular çıkıyor ortaya. Suriye ve Filistin iktâlarıyla bu ülkelerin emirleri arasında elle tutulur farklar var mıydı? Memlûk devletinin kuruluş döneminde iktâ toprağı tasarrufu sistemi üzerinde nereye kadar çalışılmış ve sistem yasal hal almıştı? Halka, bu dönem içinde çok daha önemli bir rol oynamış olamaz mıydı? Ve gerçekten, neydi bu halka’nın aslı? Memlûkler eski Haçlı topraklarını işgal ve birçok halde de bölüp bunları muktalara verdiklerine göre gelirlerin tahsil şeklinde ve bunların cinslerinde bir değişme olmuş muydu?

Suriye ile Filistin, XIII. yy.ın sonlarında özel bir anlam taşıyordu. Yaklaşık 1250-1300 arasında Memlûk hükümet sistemi henüz teşekkül halindeydi. Bu dönem içinde atabek’lik ve vezir’lik gibi geleneksel hükümet mansıplarının yetkesi ve saygınlığı azalacak, buna karşılık davâdâr ve hâcib’inkiler artacaktır. Ancak bizim için burada önemli olan husus, “sülâle” ve “anayasal sistem” kavramının istikrarsız olup sadakatin cömertlikle ödüllendirilmesinin gereğidir. Ayrıca bu dönemde Mısır Sultanı’nın eline Haçlılar ve Suriye’nin küçük Kürt prensliklerinden birçok yeni toprak gelmişti. Böylece elde edilmiş topraklar, rejimin yandaşlarına tevzi edilebilirdi ama Latin akınları, Moğol istilâları ve Suriye isyanlarının doğurduğu istikrarsızlık nedeniyle bu iktâların gelecek yıllarda herhangi bir fayda sağlayacağı şüpheliydi. Memlûk ordusu, Haçlıların elinden toprak alabilecek kadar kuvvetli ve iyi donatılmış haldeydi ama bu toprakların emniyet ve refahını sağlamak başka işti.

Bu dönem için en önemli Memlûk iktâları Suriye ve Filistin’deydi ve bunlar muhtemelen Selçuklu modeline uygun idarî iktâlardı. Ama her yerde durum aynı değildi. Meselâ Kudüs, 655/1256-7’de Seyfeddin Kabak adlı bir kişinin iktaı idi ve onun kent ve yöresini denetimi altında bulunduran ve sadece bunların geliriyle yetinmeyen biri olduğu belgelerden anlaşılıyor. Gerçekten o, Kudüs naib’i ya da vali’siydi. Gerçi bir Filistin kentinin tümünü ya da bölümünü içeren iktâ, istisnaî sayılırdı, ama yine de bu örnek tek değildi ve önemli bir sefer arifesinde Sultan Baybars’ın 661/1262-3’de, atabek ve hâciplerini çağırarak bütün gece, sabaha dek, manâshîr, yani Sultanî tahsis koşullarını mübeyyin resmî belgeler yazdırıp emirlerinin sadakatini teminat altına almak üzere alelacele iktâ ve sair ihsanlarda bulunması gibi olaylara rastlanır.

Memlûk devleti içinde rakip ve yandaşlara özel ve gayrimuntazam tasarruf şekilleri yaratmaya götüren baskının dışında bir de Franklarla birarada yaşama zorunluluğunun doğurduğu aksaklıklar vardı. Memlûk sultanlarının Frank şövalyelerine iktâlar verdikleri bilinen bir olaydı: “Sawad’dan himaye arayan bir heyet (wafd) ile birlikte Arsûf senyörünün oğlu ve üç yüz atlı Sultan’a geldi. Baybars’ın elinden İslâm’ı kabul ettiler. Sultan da onları muzaffer halka[1]ya soktu ve onları acnâd’ın (halka askeri) mükemmel iktâlarını verdi” diye yazıyor İbn Şaddad. Keza Yaffa’lı Jean da Sultan’ın önünde eğilip elinden, kentin temellükünü mübeyyin menşur’u alıyor.

Yine bu cümleden olmak üzere Kölemenlerle Franklar arasında bir bölüşme antlaşması önemini koruyor: buna göre sınırlarında belli bir arazi olduğu gibi bırakılıyor, ancak gelirleri Memlûk ve Frank ağaları arasında bölüşülüyordu. Müslüman tarafında bu gelirden pay alanlar iktâ sahipleri oluyor ve bu tür iktâın sağladığı gelir, aslında Frankların mutat olarak tahsil ettikleri geleneksel senyörlük gelirlerinden başkası olmuyordu.

Cl. Cahen’e göre mukta, cizyeyi değil, sadece haracı tahsil ederdi.[2] Hal böyle olunca da bu tahsilâtın aynî olması gerekirdi ki meselâ Mısır’da görevli bir Kölemen emîrinin Suriye’deki iktaından aldığı payı paraya çevirmesi hayli güç olacaktı. İlk Eyyubî çağında, Selâhaddin’in zamanında, Mısır’da haraç olarak alınan mahsulât emîr tarafından devlet ambarına sevk edilip burada paraya çevriliyordu.[3]

Mısır’ın fethinden sonra Osmanlı idaresinin bu ülkenin toprak rejimine getirdiği yeniliklerden daha önce söz etmiştik. Ancak bu yeniliklerin mahiyetinin daha iyi anlaşılabilmesinin, Kölemen döneminde mevcut rejimin iyice bilinmesine bağlı olması dolayısıyla bunun üzerinde biraz daha duracağız.

“Eyyübîler ve Memlûkler zamanında Büyük Selçuklu devletinde tatbik edilen kanun burada da tatbik olundu; Mısır arazisi, çorak ve ziraat edilmeyip hayvanatın otlağı olan ve ziraata elverişli bulunmayan yerler ile mülk arazi hariç olarak Arazi-i Emîriye’den addedilip pek büyük bir kısmı Sultan, Ümera, asker dirliklerine (iktâlarına) ve bir kısmı da vakfa tahsis edilmiş, bu suretle Memlûk devletinde Timar ve Timarlı Sipahi teşkilâtı vücuda getirilmişti.”[4]

Arazi, tıpkı sonradan Osmanlı idaresinde olacağı gibi, tahrire (revke) tâbi tutulurdu. Her yılın ürün miktarı, arazi alanı, gallat (zahire), ayniyat, tavuk, kaz, kuzu ve tahıllardan mercimek, tarhana, peksimet vs.den her askere verilenler hesap edilir, tüm nahiyeler ölçülürdü. Toprağın ortalama verimi, vergiye esas alınırdı.[5]

“Selçuk Devleti’nin teşekkülünden sonra askerî iktâ usulü kabul edildi ve bu tarzı, bütün Selçuk Feodalleri(!) ve bu meyanda Zengîler, Eyyubîler ve Memlûklar da tatbik ettiler. İktâ tabiri daha evvel de kullanılmış ise de bu, bizim istimal ettiğimiz küçük askerî dirlik yani Timar mukabili değildi.”[6]

Uzunçarşılı’nın, ünlü “Medhal”inde, Osmanlı Devleti teşkilâtında yerine göre numune olarak kullanılan örgütlenmelerden Selçukluları, Anadolu Beylikleri’ni, İlhanlıları, Karakoyunlu ve Akkoyunlularla Memlûklerinkini uzun uzadıya anlatıp Halifelerin Arap devletinden hiç söz etmemesi manidardır. O da, dilin gelişme süreci icabı bazı terminolojinin, ezcümle iktâın, Arap kökenli olmasının, bu örgütlenme tarzının menşeinin Arap olmadığı görüşünde olmuş olmalıdır.

Aslında, hep söylediğimiz gibi mezkûr sözcüğün ifade ettiği mana ve uygulama şekli ülkeden ülkeye hayli fark etmiştir. Biz Memlûklar Mısır’ında kalmaya devam edelim.

“Memlûklar zamanındaki asker iktâlarına İktaat-el-halka denirdi. İktâlı asker, ecnâd-ı halka, ecnâd-ı bahriye, ecnâd-ı Türkman, ecnâd-ı Arap ve ecnâd-ı Ekrad olarak beş kısımdı; fakat bunlardan ilk ikisi şahsen iktâlı olup diğer üç kısmın iktâları şahıslarına olmayıp yalnız Reis ve Beglerine verilmişti.”[7]

Görüldüğü gibi “iktâ” adı altındaki uygulama, Kölemenler devletinde de yine değişik bir şekil almış. Bunu biraz daha deşip, Osmanlı fethinden sonra vaki olan uygulamayla kısa bir kıyaslamasını yapalım. Bu konuda A. N. Poliak, bütün “feodal” takıntısına rağmen çok değerli bilgiler aktarıyor bize. Bunlar, ülkenin “feodal” olup olmadığı hakkında kanaat hasıl etmek için yeterli olacaktır. Dinleyelim bu uzmanı.

“Halka muharipleri (şövalyeleri) fief sahibi idiler ve 1298’den önce bunlar ve hizmetkârları, bağlı bulundukları yüzbaşı’dan (100’ler emîri) yemek alırlardı. Emirlerin fiefleri vardı, savaşa gitmeden önce nafaka alırlardı ve içlerinden: Kahire’de oturanlar sabit et, ekmek, baharat, bitkisel yağ ve hayvan yemi; bunların ileri gelenleri de ayrıca elbise ve mum istihkakı alırlardı. Yılda iki kez Sultan, Kahire emirlerine armağan olarak atlar, ileri gelenlerine de özel mülk olarak toprak ve ev verirdi. Kış aylarında, saltanat memlûkleri ve Kahire emirleri, arpa yerine Ciza civarında yonca ekilmiş ve Arapça el-rabi’ ve Türkçe otlak (muarreb şekli itlâk-ı ât) tabir edilen büyük sultanî mer’adan şeritler alırlardı. Bu şeritlerin yüzölçümü, her mutasarrıfın rütbesi ve atlarının sayısına göre yarım feddân’dan yüz feddân’a kadar değişirdi. Şeritler her yıl vezir tarafından yeniden tevziye tâbi tutulurdu…”[8]

Poliak, bütün bu “fief’ ve tahsislerin bir merkezî yetke (Sultan, vezir) tarafından verilip alındığını söylüyor ve “feodal”de ısrar ediyor… Devam edelim onu dinlemeye.

“Feodal aristokrasi önemli imtiyazlara sahipti. Muharip (şövalye) ve emirlerle bunların fieflerine mütedair davalar kadı’lar tarafından Şeriat’a uygun olarak değil, askerî yargıçlar (hüccab) tarafından ve siyasâ, yani Cengiz’in “Ulu Yasa”sına göre görülürdü…[9]

“Memlûk fief’i iktâ, hubz ya da misal tabir edilip devlet tarafından bir muharip ya da emîre muvakkaten ihsan edilen ve askerî rütbesine tekabül eden bir ortalama yıllık gelir getiren bir kaynaktı. İktâ tabiri bazen dîvân el-müfred ve dîvân el-devle’nin emlâki için de, muhtemelen bunların gelirlerinin çoğunun muhariplere dağıtılması nedeniyle, kullanılırdı. Aynı şey, Osmanlı fethinden sonra Mısır’daki padişah emlâki olan akatî-i sultaniyye için de söylenebilir. Sultan tarafından kendi özel masrafları için tasarruf edilen emlâk hiçbir zaman iktâ olarak anılmazdı. Bahis konusu ülkelerin ziraî tabiatının neticesi olarak fief’lerin çoğu toprak mülkleri olmakla birlikte bunlardan birçoğu merkezî hükümet tarafından tahsil edilen bir vergi, gümrük veya istihlâk vergisinden bir yıllık tahsis oluyordu…”[10]

“Sultanlar fief mutasarrıflarını her gün daha çok merkezî hükümete bağlı kılmak için mücadele etmişlerdir. Memlûk çağının başında hâlâ bu fief mutasarrıflarını kendilerine bırakılan bölgelerin irsî âmiri yapan Latin ve Eyyubî feodal sistemlerinin etkisini buluyoruz. Buna son vermek için sultanların kullandıkları vasıta rawk, yani toprakların sultanla fief’liler arasında yeni baştan tevzii idi… Bu fikir Moğol kökenli olmakla birlikte uygulamasının ayrıntıları, köy cemaati mensupları arasında toprakların yıllık yeniden dağıtımından kopya edilmişti…[11]

[1] Halka, sözlük manasıyla “daire”, “daire halinde oturmuş insan topluluğu” olup Eyyubî ve Memlûk çağlarında bir sosyal-askerî birliği ifade

eden bir terim oluyordu. Memlûkler döneminin büyük çoğunluğunda halk, Kölemen olmayanlardan müteşekkildi. Selâhaddin zamanında

ordunun seçme kıtasını oluşturduğu sanılır.

[2] CI. Cahen.- iktâ, in EI.

[3] R. Irwin.- Iqtâ’ and the end of the Crusaders states, in The Eastern Mediterranean Lands in the period of the Crusades, ed. by P. M. Holt,

Warminster, 1977, s. 62-73 (D. Ayalon.- Halka, in EI).

[4] Tarafımızdan belirtildi. İ. H. Uzunçarşılı.- Medhal, s. 432.

[5] ibd.

[6] Tarafımızdan belirtildi; ibd., s. 450.

[7] ibd., s. 451.

[8] A. N. Poliak.- op. cit., s. 5.

[9] ibd., s. 14-5.

[10] ibd., s. 18 ve infra 1.

[11] ibd., s. 23.