Yine Faşizm, Nasyonal Sosyalizm

Aralık 11, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler - Cilt 1 > Yine Faşizm, Nasyonal Sosyalizm

Yine Faşizm, Nasyonal Sosyalizm

“Endemic” (belli çevrelerde yerleşmiş ve her fırsatta kendini gösteren) “hastalık” olarak faşizm, yukarda sözü edilen faşizan NPD vesilesiyle Batı’nın gündeminde yer tutmaya devam ediyor. Biz de bu vesiye ile bu bizce çok önemli kavramı yine ele aldık. Bunun hakkında ne denli ayrıntılı bilgi edinilirse onunla mücadele o denli kolaylaşır.

 

Soyut tahlille faşizmin fârik veçhesini ayırmak güç oluyor. Olumlu ya da olumsuz olarak bakıldığında, sair ulusal örgütlenme sistemleriyle müşterek unsurları haiz oluyor. Basitçe liberalizm ve parlamentarizmin bir inkârı olarak tanımlandığında, işbu eski demokratik akidelere eşit bir antipati tezahür ettiren komünizmden ve öbür ideolojilerden uygun olmayan şekilde tefrik ediliyor. Bunun çeşitli idarî örgütlenme tipleriyle müşabeheti çok tartışılabilir “uluslararası faşizm” tâbirinin Dünya Harbi’nin âkibetiyle orada burada halk temsilî sistemlerini yerlerinden eden kısa süreli diktatörlüklere şaşırtıcı şekilde uygulanmasıyla gösteriliyor. Keza günümüzde, özellikle komünist ve sosyal demokratlarca kullanılan bu tâbir, haysiyet kırıcı bir sıfat, bilimsel kesinlikten yoksun bir siyasî vecize oluyor. Eğer,  öbür yandan faşizm müsbet olarak devletin, tüm millî faaliyetler üstünde sınırsız hükümranlığı olarak tanımlanacak olursa, “Action Française” gibi farklı bir grubun tam milliyetçiliği’ne yaklaşmaktadır.

 

Ancak bir İtalyan olgusu olarak görüldüğünde, faşizmin özü açıkça nitelendirilebilir. Felsefesinde, köken ve gelişmesinde, siyasî yapı ve kültürel emellerinde o, İtalyan kalıbının ayrılmaz bir parçası oluyor. Tarihî ve genetik açıdan bakıldığında faşizm ideolojisi, sendikalist teori ile İtalyan milliyetçiliğinin bir özel birleşmesi olarak görülüyor. Bunlardan ilki yavaş yavaş arka plâna çekilmişken, öbürü harekete merkezî entellektüel dayanağını, millî devlet fikrini sağlamıştır. Ulus bir “corpus mysticism (mistik bünye)ye, bir sürekli nesiller zinciri, tarihî süreç boyunca bir misyonla silâhlanmış olarak dönüşmüştü. Bireyin görevi, ulusal şuura yükselip bunun içinde kimliğini tamamen kaybetmektir. Onda bireysel hak olarak sadece hükümran devletin ihtiyaçlarıyla çatışmayanlar kalacaktır. İçinde “ulusun tüm hayatının temerküz etmiş olduğu” mevcut idare, bir uzvî birlik teşkil eden sınırlı sayıda kişilerin ellerine” tevdi edilmelidir.

 

Faşist hareketin tarihî başlangıçları sadece, I. Dünya Harbi’nin İtalya’yı içine daldırdığı ağır siyasî ve ekonomik krizin ışığında anlaşılabilir. Zafer, onun irredendist (ahalisi İtalyan olan civar bölge ve şehirleri ilhak) amaçlarının gerçekleşmesini getirmişse de bütün öbür milliyetçi emelleri bakımından tam bir hayal kırıklığına uğramıştı. Harpten kolonilerini kaybetmiş olarak çıkmıştı; Adriyatik denizi, mare nostrum (bizim deniz) başka ellerde idi. Her ne kadar Avusturya İmparatorluğu parçalanmış idiyse de Doğu’da Slav cenahının varlığı, yeni bir tehdit unsuru olmuştu.

 

Bütün İtalya’da uluslararası ve ekonomik durumun yarattığı derin ruhî çöküntüden etkilenen sosyalist partilerin radikal kanatları, Caperatto bozgunundan sonra (106) bile savaş karşıtı tahriklerde ısrar etmiş olup 1918’in genel durumundan faydalanarak mükemmel propaganda malzemesi yakalamışlardı ve Moskova’nın teşvikiyle de hareket zamanının geldiğine karar vermişlerdi. Ardı kesilmez grevler zinciri, tüm yarımadayı sarmıştı. Her ne kadar özellikle Kuzey İtalya’nın sınaî ve tarımsal bölgelerinde odaklanmışlarsa da, Güney’e, Apulia ve Sicilya’ya kadar yansımışlardı. İtalya’nın siyasî kaderi, geniş tarımsal proletarya tabakasıyla Güney lâtifundiası ve Kuzey İtalya’nın sınaî alanı arasında başlıca küçük mülk sahipleri ve kiracı çiftçi ile meskûn büyük bir ara bölge olmasaydı, farklı olurdu; bu sonuncular, maddî çıkar ve fikrî ve ruhî görünümleriyle esas itibariyle bir orta sınıfı teşkil ediyorlardı. Sosyalizm, bu gruplar arasında gelişmesini, daha sonraki antisosyalist tepkinin şiddeti ile pahalı ödeyecekti. Po vadii, Mussolini tarafından faşizmin beşiği olarak kullanılacaktı. Bugün dahi Faşizm, tarımsal kökenini inkâr etmemişti. Onun yasaları arasında en önemli kesimler, Bonifica integrale, özellikle küçük toprak sahipliğini artırmayı ifade ediyordu.

 

İşin sonunda, Güney’in büyük toprak sahipleri ile Lombardia’nın sınaî burjuvazisi gibi toplumun yüksek sınıflarının iltihakı ile parti programının malî sıkıntısı daha az âcil hale gelecekti.

 

Korporatif devletin anlaşılması için bu sonuncusunun özel teşebbüs ve kapitalist nizamın muhafazası ile devlet idaresinin ittifakını görmek manalı oluyor…

 

Korporatif devletin en müthiş müdahaleciliği, çalışma hürriyeti babında kendini gösteriyor.

 

Faşist yasası, devlet okullarında dinî eğitimi zorunlu kılmıştı. Her ne kadar faşizmin Katolik kilisesiyle ilişkisi birçok bakımdan haylice muğlâk idiyse de, her iki hareketin Resorgimento’dan (yeniden doğuş, dirilme, kültürel yenilenme…) beri her zaman müşterek yanları olduğu yadsınamaz, şöyle ki bu müşterek yanları, liberalizme antipati ve orta sınıflarla, özellikle tarımsal olanlarla, yakın temasta görülüyordu(107) .

.

.     .

 

Faşizm, zorluklar içinde ama nihaî başarı ile, iktidarı ele geçirmek üzere kendini örgütlemeyi ararken, çeşitli ideolojik akımlar arasındaki şiddetli ihtilâflarla yaşam boyunca ona damgasını vurmuş olan çelişkiler, açıkça ortaya çıkmıştı. Başlarda faşizm, kuvvetli bir sosyalist esin arzediyordu. Liderlerin birçoğu faşizme sosyalist ve sendikalist hareketlerden gelmiş olmakla birlikte kendilerini, bir saldırgan nasyonalist tavır idame ettirmekle orthodox sosyalistlerden tefrik etmişlerdi, o kadar ki bu tavır, İtalya’nın I. Dünya Harbi’ne müdahalesini teşvik etmiş, “gayriâdil” olarak nitelendirdikleri barış antlaşmalarına karşı durmaya ve de Dannunzio’nun (108) (Dalmaçya kıyılarında) Fiome’yi işgali serüvenini desteklemeye teşvik etmişti. Mussolini, işçilerin fabrikaları işgaline, işçi sınıflarının o güne kadar sahip olmadıkları siyasî rolü vermeyi amaçlayan bir devrimci programın bir bölümü olarak, arka çıkmıştı. Ama, ulusal büyüklük ve güç temaları üzerinde oynayarak o, toprak genişlemesi ve sömürgecilik düşüncesinde olan milliyetçi hareketlerin de desteğini kaydediyordu.

 

Bununla birlikte 1920’nin sonunda, sosyalizm yerine milliyetçilik, faşizmin başlıca dürtücü gücünü sağlıyordu. Liberal lider Giovanni Gioletti’nin başında bulunduğu zamanın hükûmeti, haklı olarak bir özgül devrimci tehlikenin mevcut olmadığını ve durumun ihtiyatla ele alınmasıyla işbu özel ihtilâfın barışçı yoldan çözülebileceğini düşünüyordu. Ama İtalya’nın orta sınıfları, toprak sahipleri, iş dünyası, ordu ve kraliyet faşizmde, iyi idare edilmesi halinde, İtalya’yı Marksist tehlikeden masun tutacak militan hareketi görüyordu. 1921-1922’de ilk ve küçük faşist hareket, çoğu orta sınıf kökenli yüzbinlerce yeni üyenin istilâsına uğrarken, sınaî çevrelerden malî destek ve askerî tesislerden silâh sağlanıyordu.

 

Faşizm kendini yeni çizgiler boyunca baştan yönlendiriyordu ve her şeyden önce devletin içerde ve dışarda otoritesini yeniden tesis etme ihtiyacını vurgulayan politikaları takibediyordu. Devlet, yasa ve nizamın savunucusu ve dış işlerde ulusal çıkarını taviz ve de destekçisi olarak telâkki ediliyordu. Genç parti üyeleri, kara gömlekli bölükleri halinde örgütlenmiş olup, bunlar sosyalizm ve komünizmin fizikî yapısını tahrip etmek ve bunların liderliklerini tasfiye etmekle işe başlayacaklardı.

 

Faşizm tarihinin ikinci dönemi 1922’den 1925’e uzanıyor. Bu üç yıl boyunca faşist rejim kendi öz yön ve amacı hakkında birçok sorunun yanıtını arıyordu. Geçmiş iki yılın kanlı şiddetinden sonra bu yıllar, yüzeyde, yeterince yumuşak görünüyordu ve liberal liderlerin bazıları, tahminlerinin gerçekleşeceğini düşünüyorlardı. Bırakın yapsınlar sistemi başlıca ekonomik politika olmuştu. Partiler ve basın, az çok normal olarak çalışıyor gibiydiler. “Totaliterlik” tâbiri henüz icadedilmemişti.

 

Bununla birlikte, sistemin aslî mantığı daha şimdiden işbaşındaydı. Önce, karagömlekliler ordusu lâğvedilmemişti ve totaliter devletin tipik dualizmi doğmuştu : İki müessese takımı, biri hükûmete, öbürü faşist partiye karşı sorumlu. İkincisi, 1922’den beri mutad olarak kabul edilen şiddetten vazgeçilmiyordu. Kuvvet, hâlâ rejimin temelini oluşturuyordu. Birbiri ardında muhalefetin sesleri susturuluyordu. Bunun doruğu sosyalist parti lideri Mateotti’nin katli olmuştu.

 

Artık düşmanlar iyice teşhis edilmişlerdi. Marksizm, en baştaki muhalifti. Liberalizm de, mücadele edilecek bir başka düşman olmuştu. Onu işbaşına getirenlere fazlaca önem vermeden Mussolini (Resim 8) 1927’de çalışma yasasına, 1930-1932’de, korporasyonlu devlet ve 1934’de de korporasyonlarının kendilerinin tesisine götürecek olan fikirleri geliştirmekle meşguldü.

 

Bu babda anahtar kavramlar şunlar oluyorlardı:

 

  1. a) Ulusal çıkarın talebine karar verme yetkisi sadece cemaata aitti;

 

  1. b) Bu itibarla mülk sahiplerinin, çalışanların, teknisyenlerin örgütleri ve devlet, tek bir birimde, kamu kontrolu altında çalışan korporasyonda birleştirilecektir;

 

  1. c) Grev ve lokavtlar yasaklanacaktır;

 

  1. d) Politikacının uzmana üstünlüğü doktrini terkedilecektir.

 

1929’dan sonra Batı dünyasını sarsan büyük çöküntü, Mussolini’nin işini kolaylaştırmıştı. 1931’de, İtalya’nın sınaî ve bankacılık sistemleri ciddi buhran yaşıyordu. Totaliter rejim, ülkenin anahtar sınaî ve finansal sektörlerini doğruca hükûmetin mülkiyet ya da kontrolü altına alarak hızlı bir kurtulma işlemini mümkün kılmıştı. 1935’te faşizm, hiç değilse kâğıt üstünde, bir devlet denetimi altında toplum ereklerini gerçekleştirmişti (109) .

 

.

.     .

 

Mussolini faşizminin ideolojik temeli sayılan korporatizm, toplumun devletin güdümündeki “korporasyonlar” (Latince: corporare : “Bir vücut oluşturmak”) çerçevesinde örgütlenmesini öngören siyasî kuram ve ideoloji oluyor. İşçi ve işverenlerin, kendi alanlarındaki kişileri ve etkinlikleri denetleyen ve siyasî temsil organları biçiminde de işlev gören sınaî ve meslekî korporasyonlar biçiminde örgütlenmesini öngörüyor. Bir ideoloji olarak korporatizmin kökenleri XIX. yy’da bireyciliğe, rekabete ve sınıflar arasındaki ekonomik ve siyasî çatışmalara karşı duyulan tepkiyi yansıtan siyasî düşüncelere uzanıyor. XX. yy boyunca çok farklı uygulamaları görülen korporatist kuramın temelinde, organik bir bütün olarak algılanan toplumda, sınıflararası çatışmanın ortadan kaldırılarak toplumsal uyumun gerçekleştirilebileceği düşüncesi yatar. Bu çerçevede toplum, bir vücut; korporasyonlar, organlar; bireyler ise hücreler olarak algılanır. Ama iki dünya harbi arasında İtalya’da faşizm deneyiminde yaşandığı biçimiyle korporatizm, farklı ekonomik çıkarların uyumlaştırılmasından çok, liberal demokrasiyi ortadan kaldıran diktatörlüğün, meşrûiyetini sağlamak için kullanmaya çalıştığı bir araç görünümündeydi.

 

Korporatist düşünce ilk kez, Fransız Devrimi’nden sonra, özellikle Almanya ve Avusturya’da kuramsal anlatımını bulmuştu. Sonradan Almanya’da “paylaşımcılık” biçiminde adlandırılan bu düşüncenin önde gelen sözcüsü, Prens Metternich’in (Resim 16) maiyetinde bulunan filozof Adam Müller’di. Fransız eşitçiliğini ve Adam Smith’in iktisadî görüşlerini sert biçimde eleştiren Müller, geleneksel kurumları günün koşullarına uyarlamak amacıyla Ständestaat’ı (zümreler devleti) yeniden kavramlaştırdı. Buna göre Ständestaat, üretimi düzenlemeye ve sınıf çıkarları arasında eşgüdümü sağlamaya yönelik biçimde örgütleneceği için, egemenliğini tanrımsal halka da dayandırabilecekti. Bu devletin kabaca feodal sınıflara denk düşen zümreleri toplumsal yaşamın belirli bir işlevini denetleyen loncalar ya da korporasyonlar biçiminde etkinlik gösterecekti. Metternich’le (110) birlikte tarihe karışan Müllerin kuramları, XIX. yy’ın sonunda yeniden canlandı ve kara Avrupa’sında İngiltere’deki lonca sosyalizmine benzer karakterlere düşünsel bir temel sağladı. Lonca sosyalizmi, korporatizmle birçok ortak yön içermesine karşın, amaç ve kaynaklar bakımından büyük ölçüde lâikti. Fransa, Almanya, Avusturya ve İtalya’da Hıristiyan sendikalistler, hem sosyalist partilerle hem de devrimci sendikalizmle mücadele etmek için korporasyonlar kuramına satıldılar.

 

İtalyan faşizminin doğuşu, korporatif devlet düşüncesini uygulamaya geçirmek için bir fırsat yarattı. Mussolini’nin iktidarı ele geçirmek için gereksinme duyduğu Milliyetçi Parti’nin üyesii Alfredo Rocco, daha 23 Mayıs 1914’te İdea Nazionale’de şöyle yazıyordu:

 

 “Bizce sendikalizm, bir örgütlenme biçimidir. Şimdiye değin onu belirleyen devrimci ve anarşist eğilimlerden arındırılıp sosyalist bedenden koparılırsa, ulusun hizmetinde yararlı bir araç olabilir… Fransız Devrimi’nden kaynaklanan eşitlikçiliğin ve doğal haklar felsefesinden kaynaklanan bireyciliğin yıktığı korporasyonlar, İtalyan milliyetçiliğinin toplumsal yaşamında yeniden yer alabilirler… Korporasyonlarda bütün insanlar üretime katılır, gerçek ve verimli bir sınıf kardeşliği içinde bir araya gelir”.

 

Merkezî partilerin sol kanadını ve sendikalistlerin sağ kanadını zayıflatarak kendi milliyetçilik çizgisini güçlendirmeyi amaçlayan Mussolini’nin 1922’de Roma Üzerine Yürüyüş’ünden hemen sonra faşist sendikaların ve korporasyonların kurulması için girişimler başladı. Başlangıçta sanayi işverenleri, karma işçi-işveren sendikaları ya da tek bir korporasyonlar konfederasyonu içinde işçilerle işbirliği yapmayı reddettiler. Sonunda bütün ana üretim dallarında biri işverenler, öbürü işçiler olmak üzere konfederasyon çiftleri oluşturulması biçiminde bir uzlaşmaya varıldı. Bu konfederasyon çiftleri kendi dalları için toplu iş sözleşmeleri hazırlayacak, bu sözleşmeler o işkolundaki bütün işverenler ve işçiler için bağlayıcı olacaktı. Böylece örgütlenen konfederasyonlar, hükûmetteki bir korporasyonlar bakanlığı altında birleştirilecek ve bu bakanlık kesin karar yetkisine sahip olacaktı. Korporatif devlet anayasası sayılabilecek bu ilkeler, 3 Nisan 1926’da yasalaştı.

 

Korporasyonların kuruluşu 1934’te çıkan bir kararname ile gerçekleşebildi. Kurulan 22 korporasyonun her biri, belirli bir ekonomik etkinlik (İtalyanca categoria) alanında, sadece iş sözleşmelerinin uygalanmasından değil, aynı zamanda kendi alanının çıkarlarının genel olarak gözetilmesinden de sorumlu olacaktı. Her korporasyonun başında işverenlerin ve işçilerin eşit düzeyde temsil edildiği bir kurul bulunacaktı. Korporasyonlar arasında eşgüdümü sağlamak için oluşturulan merkezî korporasyon kurulu, uygulamada korporasyonlar bakanlığı gibi çalıştı. 1936’da toplanan Ulusal Korporasyonlar Konseyi, Millet Meclisi’nin yerini alarak, devletin en üst yasama organını oluşturdu. Toplam 823 üyesi olan konseyin 66 üyesi Faşist Parti’nin, öteki üyeleri ise 22 korporasyon bünyesindeki işçi ve işveren konfederasyonlarının temsilcileriydi. Bu yasama organının kuruluşu ile korporatif devletin hukukî yapısının tamamlandığı ilân edildi. II. Dünya Harbi patlak verdiğinde, korporasyonlar henüz çalışmaya başlamış, Konsey ise ancak ilk oturumlarını yapabilmişti. Harple birlikte sistem de işlemez duruma geldi.

 

Faşist İtalya örneğinden esinlenen korporatif devlet modeli, uygulama düzeyinde farklı biçimler almakla birlikte 1930’lardan sonra İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar, Brezilya’da Vargas ve Arjantin’de Peron yönetimlerince benimsendi. Özellikle işçi sendikalarının devletin güdümünde örgütlenmesiyle belirlenen bu model, siyasî literatürde devlet korporatizmi olarak tanımlanır. İspanya ve Portekiz örneklerinin de siyasî rejimin değişmesiyle birlikte ortadan kalkan model, Brezilya örneğinde işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen bir sistem olarak değişik rejimler içinde varlığını sürdürebilmiştir.

 

Korporatist yapılanma eğilimleri, liberal demokratik rejimle yönetilen bazı Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerinde de gözlendi. İki Dünya Harbi arasındaki dönemde Fransa ve Çekoslovakya’da, Nazizm öncesi Almanya’da belirli ekonomik ve toplumsal grupları temsil eden örgütlenmelere, danışman niteliğindeki ulusal ekonomik konseylere katılma hakkı tanınarak ekonomik politikaların oluşumunu etkilemeleri sağlandı(111) .

 

.

.     .

 

Yine faşizm alanında kalmak üzere, geçiyoruz şimdi Alman faşizmine, nam-ı diğer, Nasyonal Sosyalizm’e.

 

Hep vurgulandığı gibi Almanya’da Nasyonal Sosyalist hareket, harp sonrası dönemin bir ürünü olmuştu. O sadece, Versailles Antlaşması’nın âmir hükümlerinin sonucu olarak anlaşılabilir, şöyle ki bunlar arazi kaybı, askerî prestijin düşürülmesi, Ruhr havzasının istilâsı ve ağır tazminat yükünü getirmişler ve sonuçları olarak da enflasyon, bağımsız orta sınıfın tahribi ve profesyonel sınıflar arasında ıstırap ve gençler arasında işsizlik vâki olmuştu.

 

Nasyonal (ulusal) ve sosyalizm sözcükleri, XX. yy’ın başlarında Friedrich Naumann tarafından terkip edilmişti. Naumann’ın bunda amacı, Marksizmin sınıf mücadelesi doktrininin üstesinden gelmek üzere proleter sınıfları bir demokratik devlet içinde tevlidetmekti. Bununla birlikte yandaşları, Adolf Hitler’in çevresinde toplanmış büyük kitleden tamamen farklı küçük bir entelektüel grubu hiç bir zaman aşmamıştı. Hem Hitler’in Nasyonal Sosyalizm’i, hem de Naumann’ın kuramları, çalışan ve tarımsal sınıfları devletin gelişmesinde en önemli unsurlar olarak görülmelerinde birleşmekteydiler. Ama Hitlerizm daha insiyakî (sevk-i tabiiden doğan) olup herhangi bir ussal mülâhazaya dayanmıyordu. Psikolojik olarak harbin kaybedilmiş olmasının ve bunu takibeden Alman çöküşünün tevlidettiği acıda temelleniyordu. Askerin kişisel deniyimi ve sınırsız hayal kırıklığı, harp sonrası tarihinin bir basitleştirilmiş görüşü üzerine odaklanmıştı. Bu görüşe göre, 1918’de Almanya, düşmanın üstün insan ve malzeme gücü tarafından değil, grevler ve ayaklanmalar yoluyla zafer ve savaşın devamını imkânsız kılan bazı Alman gruplarının kötü niyeti tarafından mağlûb edilmişti.  Bu yorumdan “arkadan hançerlenmiş olma” ve  “Kasım canileri” gibi ifadeler ortaya çıkmıştı. Tarihî vakıaların böyle bir temsilinin psikolojik etkisi ölçülemezdi. Zaman geçtikçe bu yorumun etkisi, özellikle genç kuşaklar arasında artıyordu; bu sonuncular Almanya’nın harp içinde sınırsız kahramanlık başarılarının, dış düşman değil, iç düşman ellerinde bozguna uğratıldığını hisseder olmuşlardı. İç düşman, Marksizm, uluslararasıcılık, Sosyal Demokrat Parti’nin ve bunun yandaşlarının barışçı tezahürat ve emelleri ve onun sınıf mücadelesi kuramına bağlanmış olması ve nihayet Judaism olarak teşhis edilmişti.

 

Nasyonal Sosyalizmin ideolojisi Alman siyasî ve sosyal düşüncesinde birçok (gergin) tavrın aynı noktada toplanmasını temsil ediyor. Nasyonal Sosyalist lideratürde en sık adı geçen yazarlar Adam Müller, Hunston Stewart Chamberlain, Oswald Spengler ve Othmar Spann’dı. Adam Müller ve romantik hareketten, akıldışılığın bir heyecanlı felsefesi, Fransız Devrimi’nin liberal prensipleri denen şeye bir saldırı ortaya çıkmıştı. Bu keyfiyet Spann mektebinin yeni romantizmi tarafından pekiştirilmişti. Spengler, liberalizm ve demokrasiye saldırıları, Prusyacılığa sosyalizmle eş tutması ve de yeni bir Caesar’ın zuhurunu haber vermesiyle özellikle akademik gençlik nezdinde etkin olmuştu. Irkçılık ve antisemitizmin vurgulanması, Chamberlain, Paul Lagarde ve Adolf Stöcker gibi yazarların ve Hitler’in kendisine gelince, Karl Lueger’in etkisine kadar geri gidiyor. Doğuştan Avusturyalı olan Hitler, gençliğinde Lueger’in antikapitalist ve antimarksist küçük burjuva antisemitizminden etkilenmişti. Lueger, hem Marksizmi, hem de kapitalizmi esas itibariyle Yahudi düşüncesinin ürünleri olarak görüyordu.

 

Başlarda, karakter itibariyle özellikle negatif olan bir antisemitizmi, Alfred Rosenberg (Resim 17) ve Hans Guenther gibi Nasyonal Sosyalist yazarların elinde ideolojik gelişmesi sağlanmış olup mezkûr yazarlar ırkî faktör ve “Cermanik” ve “Nordik”(Kuzeyli) tipler kavramı üzerine özellikle bastırmışlardı.

 

Nasyonal Sosyalist programın ekonomik veçhesi müphemdir. Marksizm, bir “Alman sosyalizmi”ne karşı tutulmaktadır. Genel refahın kişisel refahtan önce olması formülü, bir sistematik ekonomik düsturdan çok, daha bir sosyo-ahlâkî (ethical) gerekli koşul oluyor. Nasyonal sosyalist programın resmî düsturunu temsil eden ve “değiştirilemez” ve de “çıkar sınavından kurtulma”(Brechung der Zinsknecht-shaft) denen Yirmibeş Nokta, başlıca yeri işgal ediyordu.

 

Özel kapitalizm sistemine karşı tavır, belirgin değildir. Özel mülkiyet ve özel teşebbüs tanıyor, ama büyük endüstri ve kredi sisteminin (Reichsbank ve sair büyük bankaların) kamulaştırılmaları, hiç değilse kuramsal olarak, isteniyordu.

 

Nasyonal Sosyalist hareketin siyasî ifadesi, Nasyonal Sosyalist Alman Çalışma Partisi’nde (Nationalsozialistische Deutsche Arbeitspartei- Nazi olarak kısaltılmış) idi; bunun örgütlenmesi yukardan ve hiyerarşik idi. Çeşitli alt bölümlerin liderleri üyelerce seçilmeyip genel merkezce tayin ediliyordu. Hitler, birçok güçlüğü aşarak işbu mekanizma üzerinde en üst gücü sağlamayı başaracaktı. Sturm-abteilung (S.A.) ve Schutz-Staffel (S.S.) , başlangıçta parti toplantılarının ve de liderin korunması için örgütlenmiş olup partinin en militan unsurlarının çekirdeğini temsil ediyordu. Mussolini’nin “Kara Gömlekliler” modeline uyarak bir askerî tarzda örgütlenmişlerse de gerçek bir askerî eğitim görmüyorlardı ve lidere koşulsuz itaatla bağlı bulunuyorlardı. Nasyonal Sosyalist işgal bölgesi ve sendikalarda hücrelerin tesisi ve de geniş bir basın ve propaganda örgütlenmesi ile parti, Alman toplumunun çok değişik unsurlarına etkin olarak nüfuz etmeyi başarmıştı. Her ne kadar üyelik başlarda proleterleştirilmiş orta sınıf ve dünyadan nefret etmiş subaylardan ibaret idiyse de,  tarımın artan sıkıntısı ile de tarımsal bölgelere girmiş ve eski tarımsal partileri de içine çekmişti. Keza genç işçi ve memuru da safına katmışsa da, sınaî sendikalarda çok baş verememişti. Özellikle, nasyonalist ideolojinin cazibesine kapılan genç entellektüeller arasında başarılı olmuş ve kadınlar arasındaki etkisi geniş ölçüde heyecan verici çağrı sayesinde vâki olmuştu.

 

Parti resmen daima gönüllü iştiraklar tarafından finanse ediliyordu. Birçok gelir de, parti toplantılarına girmek için alınan ücretten sağlanıyordu ki bu âdet, ilk olarak Nasyonal Sosyalistler tarafından ihdas edilmişti. Doğal olarak bu gelirler, binalar ve gazeteler gibi büyük girişimlere yetmeye yeterli olamazlardı. Ek gelirlerin vüs’at ve kaynağı bununla birlikte, saptanamayıp bunlar birçok söylentilerinin konusu oluyorlardı.

 

Hareket içinde hükümet şekli sorunu talî önemde olarak görülüyordu; cumhuriyetçi ve monarşist akımlar yanyana bulunuyorlardı. Mamafih bunlar anti demokratik ve antiparlamenterci idiler (112) .

 

.

.     .

 

Adolf Hitler partiye iltihak ettiğinde Nazizm, Münich’te önemsiz bir gayrimenkul sahipleri grubundan ibaretti. Ama ondört yıl içinde, Alman tarihinde en büyük kitle hareketi haline gelecekti; bunda, sıralarında Alman toplumunun tüm gruplarının üyelerinden, Lumpen proleteryat’ın işsiz işçilerinden, Hohenzollenlerin imparatorluk ailesi mensupları ve Alman devletlerinin kraliyet ailelerinden birçoğuna kadar bulunuyordu.

 

Hıristiyan kiliseleri, Hıristiyan karşıtı Nazi ırkçı katliamı politikalarına mukavemet etmeye cesaret ettiklerinde, zulme uğruyorlardı. Hıristiyanlığa, Almanların askerî ruhunu zayıflatmak üzere bir Yahudi icadı olarak çatılıyordu ve bunun yerine yeni bir dini, Hıristiyanlık için “Alman İmanı”nı ikame etme girişimleri vâki oluyordu. Nihayet, ailenin geleneksel yapısına da saldırılıyordu. Çocuklar, ana babalarını ihbar etmeye ve evli olmayan kadınların evlilik dışı yeni bir Herrenrasse (efendi ırk) yetiştirmeleri teşvik ediliyordu.

 

1933’ten önce Almanya’da bütün sosyal sınıflardan kent çalışanlar sınıfı, Nazizmin cazibesine en az tutulanı olmuştu. 1933 statistikleri, el işçilerinin ciddî ölçüde Nazi partisinde temsil edilmediklerini gösteriyor; o ise beyaz yakalı çalışanlar ve orta sınıfa mensup kişiler, Alman nüfusuna nispetle hayli yüksek miktarda partiye kayıtlı idiler. Kent çalışanları geniş ölçüde Sosyal Demokrat Parti’ye bağlı olmuşlardı. Her ne kadar Alman kent çalışanları nazizmi istemiyorlardıysa da onun iktidara gelmesine ya da iktidarda iken icraatına karşı koymak için hiçbir çaba sarfetmemişlerdi. Almanların çoğunda derince köklenmiş yetkeye saygı geleneği, direnmeyi güçleştirmişti. Bunların ötesinde Naziler, işin başından itibaren bir harp ekonomisine girişerek işsizliği yok etmişlerdi. Birçok işçi, bireysel hürriyet ve hür sendikaların kaybına tam istihdam ve sosyal güvenlik karşılığında razı olma arzusundaydı. Bunun sonucu olarak da Alman işçi kitlesi, saldırgan harp yoluyla emperyalist genişleme dahil, öbür Nazi politikalarına muvaffakat etmişti.

 

Aşağı orta sınıf, özellikle ücretliler, Nazizmin desteklenmesinde sayısal olarak en güçlü unsuru sağlamıştı. Bu sınıfa dahil birçok kişi, proletaryalığa düşme korkusunu yaşıyor ve Nazi hareketine geleneksel statü ve saygınlığın muhafazası olarak bakıyordu. Ücretli müstahdem, Büyük Müesseseyi kıskanıyor, idarî yollardan bunun üst kademelerine yükselmeyi arzu ediyordu; o, aynı zamanda Büyük Sendika’dan da, içindeki istihfaf ettiği proletaryaya düşme korkusu ile çekiniyordu. Nazizm, bu endişeleri, hem “finans kapitalizminin çıkar köleliğine”, hem de “Alman olmayan Marksist Bolşevizmin” karakterine çatarak ustaca kullanmıştı. Mantıken, hem sermaye hem de işçiliğe yönelmiş propaganda çelişkili gibi olsa da bunun tutarsızlığı, ücretli sınıfın siyasî şaşkınlığını yansıtıyor ve onu cezbediyordu. Ayrıca, Nazizm onlara “üstün” Kuzeyli efendi ırkı ile ayniyeti vaadediyordu. Bu radikalizm, geleneksel olarak hattâ Nazizmin ortaya çıkışından önce bile milliyetçi ve ırkçı düşüncelerin sızmış olduğu, öğretmenler ve hükûmet memurları gibi ücretli gruplara en etkin çağrıyı yapıyordu. Sayısal olarak önemi daha az olmakla birlikte ekonomik ve sosyal açıdan sanayici ve büyük toprak sahipleri üst sınıfının Nazi partisini 1933’ten önce bile desteği, çok çarpıcı olmuştu. 27 Haziran 1932’de Hitler, Alman ağır sanayiinin merkezi Dusseldorf’ta Endüstri Kulübü’ne hitabetmiş ve ağır endüstri liderlerinin kendine çekmeyi başarmıştı. 1933’ten önce Nazizmin faal destekleyicileri arasında en dikkate değer olanlar, Fritz Thyssen ve Krupp ailesi gibi dünyaca ünlü Alman sanayici şahsiyetleri vardı. Bunlar her ne kadar Nazi idarecilerine ayak takımı çıkışlı, centilmen görgü ve arka planından yoksun kişiler olarak yukarıdan aşağıya bakıyorlardıysa da, Alman sanayicileri ve büyük toprak sahipleri Nazizmi iki sebepten desteklemişlerdi: Önce,  Naziler hür sendikaların ilgasını vaadetmişler, ikinci olarak da sanayiciler, bir saldırgan dış politika ile birlikte Almanya’nın yeniden askerîleştirilmesinin işler açısından kârlı olacağını anlamışlardı. Çelik endüstrisinin desteği özellikle önemli idi. Daha İkinci Reich zamanında Kaiser ile Krupp ailesinin dostluğu, Alman ağır sanayii ve militarizmin sıkı bağlarına işaret ediyordu. 1933’ten önce çelik endüstrisi ile Nazizmin ittifakı, sanayi ile bir antisosyalist, antidemokratik ve emperyalist siyaset güden Alman hükûmeti ile işbu tarihî bağların yenilenmesinden ibaretti. II. Dünya Harbi sırasında Alman ağır sanayii Nazi rejimi ile bağlarından kârlı çıkmıştı, şöyle ki o , Almanya’ya getirilmiş milyonlarca yabancı işçiden başlıca faydananıcısı idi.

 

Nazizmin yükselmesinde kesin rolü olan bir başka grup da, geleneksel olarak Alman toplumu ve hükûmetinin dokusunda büyük sosyal önemi haiz askerlerinki idi. Güçlü ve iyice yerleşmiş demokratik devletlerde bile, profesyonel askerî sınıf, disiplin ve ulusal birliğin erdemlerini haddinden fazla değerlendirme eğiliminde olmuştu. Weimar Cumhuriyeti sırasında olduğu gibi, demokrasinin zayıf olduğu yerlerde askerî sınıfın profesyonel tercihi siyasî tehdit oluşturuyordu. Almanya’nın üst askerî liderleri, hattâ 1933’ten önce bile, Nazi liderlerinin bir yüksek yüzdesinin cani ve psikopat olduğunu biliyorlardı, ama buna rağmen Nazi hareketini, Almanya’nın arzu edilen askerîleştirilmesine doğru bir adım olarak desteklemişlerdi. I. Dünya Harbi’nin iki büyük askerî lideri, General Ludendorf ile Mareşal von Hindenburg’tan ilki, 1920’lerin başında Nazilere iltihak etmiş, öbürü, 1934’te ölene kadar onunla işbirliğinde bulunmuştu (113) .

 

(106) I. Dünya Harbi sırasında, Trieste’nin Kuzey-Batı’sında Izonzo Cephesi’nde Avusturya – Almanya saldırısı karşısında İtalyan birliklerinin uğradığı bozgun (24 Ekim 1917). İtalya ve Avusturya kuvvetleri iki buçuk yıldır Izonzo Cephesi’nde sıkışmış durumdaydı. Avusturya ve Alman birliklerinin başarıyla ilerlemesi karşısında savaştan yorulmuş ve yılmış 600 bini aşkın İtalya askeri ya kaçtı, ya da teslim oldu (AB) .

(107) Erwin von Beckerath – Fascism, in  ESS .

(108) Gabriele D’Annunzio (1863-1938), XX.yy başının ve faşist dönemin en verimli ve tartışılan şair ve yazarlarından biri olup siyasî alanda tanınmış Pescaralı zengin bir toprak sahibinin oğluydu. Verimli edebiyat çalışmalarını I. Dünya Harbi’ne değin sürdürdü. D’Annunzio 1910’da borçları yüzünden Fransa’ya kaçmak zorunda kaldı. I. Dünya Harbi başladığında, savaşa girilmesini savunmak üzere ülkesine döndü. İtalya savaşa girince ordunun çeşitli bölümlerinde görevler üstlendi, en son hava kuvvetlerine girdi ve bir çarpışma sırasında bir yüzünü yitirdi. 1919’da D’annunzio ve bazı yandaşları, Versailles Antlaşması’na karşı, İtalya’nın üzerinde hakkı olduğuna inandıkları Dalmaçya’nın limanı Finme’yi işgal ettiler. D’Annunzio 1921’e değin bir diktatör olarak Finme’yi yönetti. Finme 1924’te İtalyanların eline geçti. D’Annunzio daha sonra ateşli bir faşist oldu. Mussolini onu, bir ünvan vererek ödüllendirdi (AB).

(109) Marco Einandi. – Fascism, in IESS.

(110) Avusturyalı tutucu devlet adamı.

(111) AB.

(112) Theodor Heuss . – Nasyonal Socialism, German, in ESS .

(113) William Ebenstein. – National Socialism, in  IESS .