Geldik bu kez halk hekimliğinin özel bir konumuna, yılanla tedavi yöntemlerine. Aslında yılanın, kadim mitolojiden tutalım da inançlar âlemine kadar öyküsü, tarihin karanlıklarına daldığını biliyoruz.
“İlk yıllarını köyümde geçirdiğim çocukluğumdan beri yılan, birçokları gibi benim de ürküntülü bir şekilde dikkatimi çeken soğuk yaratıklardan biri olmuştu. Günü gelince tıp öğrencisi olmaya can atan her genç gibi ben de çifte yılanlı bir rozeti onur ve heyecan duygularıyla taşımaya başlamıştım. Seçtiğim mesleğin bir simgesi olan çifte yılanı yakamda taşırken, diyebilirim ki, uyanan tecessüm de çok derin ve hattâ yıllar yılı duyduğum heyecan kadar sürekli olmuştu”[1].
Böyle girmişti yılan konusuna Zeki Başar. Biz de bunu, Antikçağa kısaca geri dönerek yapalım.
Gilgameş boş yere ebedî hayatı bulmak için çırpınmıştı; bir yılan, daimî gençlik sağlayacak sihirli bitkiyi kapıp kaçmıştı: “…Gilgameş burada suyu soğuk bir kuyu gördü. Suda yıkanmak için aşağıya indi. Bir yılan, otun kokusunu aldı. Ve taşların yarığından yukarı çıkıp otu götürdü. Gilgameş geri döndüğü sırada yılan gömleğini atmıştı”[2].
Dionysos kültüyle az çok yakınlık arz eden Trakya–Phrygia’lı Tanrı Sabazios’un ritüellerinde yılan belli bir yer işgal ederdi. Dionysos’un müritleri de bu hayvanda, deri değiştirerek gençleşme kabiliyetini görürlerdi ki bu da tanrıların onlara vaat ettiği yenilenmenin bir teminatıydı. Zahitleri ayrıca kendilerini rezerene (Raziyâne) ile de süslerlerdi ki Plinius’a göre bu bitki görüşü parlatır ve ayrıca da yılanlar bundan tadarak mukannen devirlerde kendini gençleştirmenin sihirli gücüne erişirlerdi[3].
Zeus, ondan kurtulmak için yılan şekline giren anası Rhea ile kendisini de yılan şekline sokarak birleşmişti. Bunun için onu bir düğüm atarak bağlamıştı (Hermes’in yılan sarılı asası bu birleşmenin sembolü oluyor). Kızı Persephone’nin de ırzına, yine yılan şekline girerek geçmişti. Bundan da Dionysos doğmuştu[4].
Bütün bu antik geleneklere sahip çıkmış Anadolu’muzda yılan, bütün canlılığı ve de inançlar sistemi dışında, aşağıda göreceğimiz gibi tedavi gücüyle yaşıyor.
Eden hadikasından (Cennet Bahçesinden) Hz. İsa’nın çarmıha gerilişine kadar yılan da, Hayat Ağacı sembolizminin bir parçası olmaya devam etmiş ve Krallık kavramıyla birlikte her üçü işbu Yahudi–Hristiyan mesihî ilâhiyat ve ikonografisinde ayrılmaz bir üçlü teşkil etmişler[5]. Bugün, İstanbul, Beyoğlu Balıkpazarı Üç Horan Ermeni Gregoryen kilisesinin başrahibi, mor kadife kaftanının üzerine, omuzlardan göğüs altına kadar inen ve önden ve arkadan eteklere varan iki karış genişliğinde parçası bulunan sırma işlemeli bir göğüslük giymektedir. Bu göğüslüğün ön ve arkadan eteklere varan kısmı kâmilen Hayat Ağacı örgesiyle kaplı olup sağ göğüs hizasında da ağzını açmış bir ejderha bulunmaktadır.
Buna benzer bir tanesi de, ağzı kapalı olarak Resim 47’de görülüyor, haylice değişik çağ ve kökenli olarak. Bunun tafsili ilginç olabilir:
İbn-i Sînâ henüz on yaşını sürüyor, Buhara’da Hakîm, yani tabip olarak üne sahip Abdullah el–Nâtılî, ayrıca feylosof olarak da tanınmakta ve özellikle iksirler üzerinde çalışmaları bulunmaktadır. Bütün bunlar birinci binin son yıllarında vaki oluyor. Bu günlerde Samânîler Transoxiana (Maverrahünnehr’de) yerleşmiş olan Buhara ile Semerkand İslâm dünyasının geniş bir alanı için bir uygarlık ve kültür merkezi–odağı durumundaydı. İbn-i Sînâ’nın babası, oğluna hocalık etmek üzere Nâtılî’yi misafir ediyordu. O da Gurganj’a taşınana kadar şakirdine Grek feylosoflarının öğretilerini aktarmıştı.
Bu arada da Dioscorides’in De Materia Medica’sını tercüme etmişti Arapçaya.
Zamanlar ilerleyip de Arapçanın yerini geniş ölçüde Farsça aldığında H.510’da Muhammed İbn Ali el–Ramî bunu bu sonuncu dile çevirmişti. Bu yazmanın kolophonu üzerinde Resim 47’deki yılan–ejderha boy gösteriyor[6]. Ne arıyor orada? Bilemiyoruz. Ermeni rahibinin göğsündekini bilemediğimiz gibi.
Dönelim Başar’ın anlatacaklarına. O bize, yılanın sihrî anlamda değerini, bu yolda ve nazarlık olarak kullanılma şekillerini ayrıntılarla veriyor. Yılanlı “ziyaret”lerin de adreslerini sıralıyor. Daha sonra da, bizim için önemli olan, halkımıza göre canlı yılanın kullanıldığı hastalıkları sıralıyor. Verdiği ayrıntılara geçmeden önce, bazı gazete bilgilerini sunup sonra da onun bu bapta anlattıklarını nakledeceğiz.
“Bayburt’un Karapınar Köyü’nde “ziyaret yılanı” adıyla anılan yılanın özelliği, “yılancık (érésipèle) yarası”na iyi gelmesi (Resim 48)[7].
Bir başkası: “Kırkpınar’ın (yukardaki “Karapınar”la aynı yer) “esrarengiz” yılanları”.
“… (Anadolu’nun) bu zengin kültür birikiminden günlük yaşantımıza yansıyan pek fazla bir şeyler yoksa da, süzülmüş ve aynı zamanda kaybolmuş deneyimlerin izlerini, çok ender de olsa, görmek mümkündür. Günümüzde Bayburt ve yöresinde yaşayan insanların yüzlerce ve yüzlerce yıl öncesine dayandırdıkları bir ilginç olay, buna iyi bir örnek oluyor”.
“Eski adıyla Ciphinis olan Kırkpınar köyünün insanları, yılın çok kısa bir döneminde ortaya çıkan (15–25 Mayıs) bir tür yılanları, iyileşmez olarak tanımlanan yaraların üzerine koyarak tedavi etmeye çalışıyorlar. Her yıl Mayıs ayının 20’sinde gelenlerin sayılarındaki kabarıklığa bakarak, köylülerin bu işte başarılı sonuçlar aldıklarını söylemek yanlış olmaz”.
“Yılanlar öncelikle gençler ve çocuklar tarafından Mayıs ayının 10’undan sonra yakalanıp evlerde 15 gün kadar sütle besleniyor. Günü gelip de “yaralılar” köye gelmeye başlayınca, yılan, çöreklenme durumunda yaranın üzerine yerleştiriliyor. Eğer yaranın türü köylülerin “yılancık” olarak adlandırdıkları bir yara ise, yılan yaranın üzerinde kıpırdamadan dakikalarca kalıyor. Bu esnada başını sağa sola oynatmasına karşılık, uzun gövdesinde hiçbir kıpırdama gözlenmiyor. Belirli süre sonunda hayvan yaranın üzerinden akarak ayrılıyor.
“Asıl ilginç olan, hayvanın her yaranın üzerinde bu biçimde oturmayı kabul etmemesi. Öyle ki birçok yaranın üzerinde yılanı bir saniye bile tutmak mümkün olmuyor. Yaraların üzerine çöreklenen yılanı, bakıcısı çocuk, hayvan yaradan ayrıldıktan sonra kesinlikle yanda akan yer altı suyunda bir kez yıkamayı ihmal etmiyor. Anlatılanlara göre yılan büyük yaraların üzerinde çok kalır ve yıkanmazsa ölürmüş”.
“Kırkpınarlılar bunu hayvan “rahatladı” ya da “zehirini attı…” biçiminde yorumluyorlar. Oysa yılan yaranın üzerindeyken derisinde gözlenebilen en küçük bir emme hareketi izlenemiyor. Ankara Üniversitesi’nden geçen yıl gelen bir ekip, yılanın derisinin dış yüzeyi ile yaranın üst tabakası arasında bir etkileşimin olabileceği ihtimalinden söz etmiş, ancak geniş bir araştırma henüz yapılmamış”.
Tedavi edici özelliklerinin medikal bilimsel doğruluğu henüz belirsiz. Fakat yılanın hasta olan, yarası olan kişiye yaklaştırılması, konması, yaranın üzerinde durması, kişinin bazen yatırılıp tutulması, gözlerinin kapatılması, çevresindeki insanların korkuyla ona bakmaları ve kişinin yılanla baş başa kalması, hasta üzerinde kolayca izlenebilen derin bir psikolojik etki yapıyor…”[8].
Ve bir haber daha: “Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinde 34 yaşındaki Şerife Koç, “Derman” adını verdiği 3 yılanıyla çeşitli hastalıkları tedavi ederek ailesinin geçimini sağlıyor”.
“Hastane polikliniğini andıran evinde, çeşitli hastalıkların tedavisini yaptığını söyleyen Kelkitli Şerife Koç, ‘Tam 5 yıldır bu işi yapıyorum. Cambaşı köyü ormanlarından temin ettiğim ve derman adını verdiğim 3 yılanımla, başta yılancık olmak üzere göz hastalıkları, azgın yaralar ve çeşitli hastalıkların tedavisini yapıyorum’ diyor. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerden bile hastalar geldiğini söyleyen Şerife Koç, ‘Tedavi olmak için gelenlerden günlük kazancım, bazen bir milyon lirayı buluyor’ dedi”[9].
Anlaşıldığı kadarıyla kadın, “Ocaklı” bir aileden olup bu geleneksel bilgi, kuşaktan kuşağa ona erişmiş olmalı.
Dönelim şimdi Zeki Başar’ın anlattıklarına. Başar, çok sayıda yılanlı çermik sayıyor. Biz bunlardan bazılarını, özellikle yukarıdaki haberleri doğrular mahiyette olanları seçip derç ediyoruz.
“Yılanlı çermiklerin, göllerin, gözelerin sularından da yararlanıldığı unutulmamalıdır. Bununla beraber şifa vericiliğinin başlıca, bu yerlerdeki yılanlara özgü olduğu inancı önde gelmektedir”.
“Bu, genellikle çıbanların ve özellikle halkın anlayışına göre adlandırılmış olan yılancıklı hastaların ve ikinci derecede diğer türlerden rahatsızlıkları olanların yararlandıkları kabul edilir”.
“Erzurum merkez ilçesine bağlı Ovacık bucağının Karahalka köyü sınırları içinde… bir yılanlı göze vardır. Buradaki yılanlar her sene 15 Mayıs’tan itibaren çıkıp belli bir süre göründükten sonra kayboluyorlarmış”.
“Bu yere, özellikle irin bağlamış çıbanları, yılancık yaraları olanlar tam mevsiminde gelip abdestli olarak gözenin başına gidiyorlar, oturduktan sonra hastalık olan yerleri açıp bir müddet bekleyecek olurlarsa yılanlardan gelip çıban veya yaranın bulunduğu yerlere tutunanlar oluyormuş. Bu uygulamaları tekrarlamak mümkün olmakla beraber, çok defa ikincisine lüzum kalmadan hastalığın iyileştiği görülüyormuş”.
“Erzurum’un Olur ilçesinin Uzunharman (Haydos) köyünde yılanlı çermik vardır. Çermiğin suyu oldukça sıcaktır. Vücut ağrılarından başka derideki çeşitli yaralara da iyi geldiği ileri sürülüyor”.
“Çermikte aynı zamanda fazlaca bulunan yılanlara önem verilmektedir…”.
“Buraya gelen hastalar, vücutlarının yaralı yerlerini açıp çermiğin kenarına oturdukları takdirde yılanların gelip hastalıklı veya çıbanlı olan yeri bulup kıvrılarak yattıkları veya yarayı emmek suretiyle iyileşmeye sebep oldukları bildirilmektedir”.
“Erzurum’un Tortun ilçesinin Bağbaşı köyünde Yılanlıpınar denilen bir göze vardır. Gözleri ağrıyanlar buraya gelip pınarın suyu ile gözlerini yıkar ve içecek olurlarsa şifa buluyorlarmış”.
“Olur ilçesinin Yaylabaşı köyünde yılanlı ziyareti vardır. Buradaki yılanlar 7 Mayıs’ta çıkıp ay sonuna kadar görünmelerine devam ediyorlar. Yılanların girip çıktıkları su ile yıkananlar, vücut ağrılarının ve özellikle kaşıntılarının geçtiğini hissediyorlarmış”.
“Ovacık bucağının Kuzuluk köyünde yılanlı ziyareti vardır. Buradaki yılanlar, Rumî Mayıs ayının 3. haftasında çıkar ve üç hafta süre görünürlermiş. Komşu köylerden ve birçok yerlerden çıbanlı, yılancıklı ve benzeri hastalığı olanların, buraya gelip 50–60 cm uzunluğunda olan yılanları sülük gibi kullandıkları ve şifa buldukları bildiriliyor”.
“Gümüşhane ilinin Kelkit ilçesinin Yılanlı Köyü’nde (Yılanlı Göl) ziyareti vardır. Bu ziyaret üç küçük gölden ibarettir. Her göldeki yılanlardan günde bir defa üçünün çıktığı görülür, ikinci defa çağrılırsa gelmezlermiş”.
“Yılanlı gölün kıyısına gelip duran yılancıklı hastaların adları söylenerek, örneğin “Hasta Kaygusuz Mehmet bir yılan ister, onu bekler elbet” gibi çağrılar yapılırmış. Gölden çıkıp gelen yılan hastanın vücudunun yaralı yerlerini bulup tutunur, irin ve kanını emermiş. Göle geldikten sonra kustuğu görülürmüş. Buraya gelen hastalar çoklukla şifa bulurlarmış”.
Bayburt’un Yılanlı bucağında ayrı bir yılanlı ocağı vardır. Ocağın yöneticisi buraya gelenleri çıplak olarak yılanların içine yatırıyor. Yılanların hastaların vücutlarını dolaşıp hastalıklı veya çıbanlı yerlerini bulup, kirli kan veya irinlerini emerlerse iyileşme olurmuş”.
“Bayburt’un Kırkpınar köyünde de yılanlı ziyareti vardır. Bu ziyaretin yılanları tedavi amacıyla kullanılıyor”.
“Köyün Batı tarafında ve 200 m kadar uzağına düşen Kırklardağı ziyaret tepesinin kıyısından adi bir araba yolu geçmektedir. Yılanlar her yıl 20 Mayıs’ta bu tepenin yola paralel düşen taşlık ve gözeli kısımlarından çıkıp havaların sıcaklığına göre bir ay kadar görünüyorlarmış”.
“Köylüler, gözlemlerine dayanarak yılanların belli bir süreden sonra uysal olmadıklarını, insanlardan kaçıp yakalanmadıklarını, hattâ tutulup insan vücuduna konsalar bile o yerde durmadıklarını söylemişlerdi”.
“Mayıs ayında yakaladıkları kapakları delikli, toprak konmuş teneke kavanozlarda sakladıklarını, sütle beslediklerini ve gelen hastalarda kullandıklarını bildirip göstermişlerdi”.
“Muhtarla birlikte köylülerin anlattıklarına bakılırsa, yılan tedavisi görmek üzere her yıl Trakya’dan, İstanbul’dan, İzmir, İzmit, Ankara, Konya, Diyarbakır gibi uzak illerden 10 veya 12 bin yılancıklı hasta geliyormuş”.
“Çorum ilindeki Yılanlı Ziyaret’i, Çorum–Ankara yolu üzerinde ve şehrin 5 km uzağındadır. ‘Erzurum Dede’ adını taşımasından, ziyaretin yatırının Erzurumlu bir dede olduğu anlaşılıyor”.
“Bu ziyaretin ayakucu tarafında yılan girip çıktıkları bir delik varmış. Yatırın yanı başına özel suretle konmuş bir de kap bulunuyormuş. Hastalıkları, özellikle sivilceli olanlar buraya gelip dua okuyarak kaba süt koyarlarsa biraz sonra yılanlar gelip konulan sütü içiyorlarmış. Yılanlardan arta kalan süt alınıp sivilcelerin bulundukları yerlere sürülürse bir hafta geçmeden iyileşme oluyormuş. Başvuranlar az değilmiş”.
“Sivas ilinin Kangal ilçesinde de bir yılan ziyareti vardır. Buraya da yılancıklılar ve vücutlarında çeşitli yaraları olanlar geliyorlarmış. Hastalar suya girince bir yılan gelip yarayı bulur, emermiş. Sonra bir balık yaranın üzerinden dokunarak geçerse hasta şifa bulurmuş! Suya giren hastaya yılan uğrayıp çıbanına tutunmazsa iyileşme olmuyormuş”.
Dr. Başar, daha nice “yılanlı ziyaret”i sayıyor. Ama daha önce yılan hakkındaki halk inanışlarını sıralıyor[10]. Biz, başka bir çalışmamızda gerek yılan, gerekse balık kültünü bütün ayrıntılarıyla irdelemiş olduğumuzdan bunları burada yinelemedik[11]. Sadece İstanbul, Karacaahmet mezarlığında tarafımızdan çekilmiş iki şahide resmini (Resim 3 ve 4) tekrar koymakla yetindik.
Mezkûr yılanlı suların “ziyaret” adını almış olması, yılanın faydalı yönü bir yana, işin doğruca sihrî ve mistik yanını aşikâr buluyor.
Başar ayrıca, yılan kemiklerinin halk hekimliğinde kullanılmasını da anlatıyor:
“Toz edilen yılan kemikleri, yılancıklı hastaların yaralarına serpilir”. “Vücut ağrılarına karşı yakılıp toz haline getirilen yılan kemikleri zeytinyağına katılıp iyice çalkalandıktan sonra ağrı olan yere sürülüp ovuşturulursa ıstırabı giderir”. “Sık sık burun kanaması olan kimseler, yılan başını koparıp yaktıktan sonra külü toz edilip enfiye gibi buruna çekilecek olursa, kanamaları önler”.
“Yılancık hastalığında, yılanın omurgasının kemikleri toz haline getirilip süte katılarak içilir veya bala katılarak yenirse çok yararlı olur”. “Yılan kemiği verem hastalığında kullanılır. Dövülüp toz edildikten sonra bala karıştırılarak yedirilirse iyi gelir”. “Sar’a hastalığında kullanılması şöyle olur: Yılanın baş ve kuyruk tarafları kesildikten sonra gövdesi olduğu gibi yakılır. Külü, leblebi unu ile birlikte hap yapılır, sabah akşam ikişer adet yutulur. Bir süre devam olunur”.
“Halktan bazıları yılan yağından söz etmekte ve bunun merhem gibi kullanılmasından bazı hastalıklarda, özellikle basur ve saç dökülmelerinde yararlı olduğu görülmektedir.”
“Bu uygulama, bir başka amaçla olsa da, eskiden yılan yağının merhem gibi kullanıldığını hatırlatmaktadır…”[12].
Dönüyoruz, bütün bu doğrultularda, bir gazete haberine.
“Sivas’ın Kangal ilçesinin balıklı ve yılanlı kaplıcası… birkaç motel ve dört kapılı havuzdan oluşuyor…”.
“Türkiye’nin çeşitli tıp merkezlerini dolaşıp derdine çare bulamayanlar burada çare buluyorlar…”.
“Kangal kaplıcasının su sıcaklığı tam 36,5 derece…”. “Her çeşit açık yara, çıban, alerji, kemik hastalıkları, fiziksel hastalıklar, psikolojik hastalıklar bu su ve içerdiği balık ve yılanlarca tedavi ediliyor…”.
“Kangal çermiğinin sularında yaşayan balık ve yılanların her birinin ayrı görevi var. Balıkların kimi doktor, kimi cerrah, kimi eczacı…”. “Kangal Kaplıcası’nın balık ve yılanları bu özelliklerinden dolayı kutsal sayılıyor…”
“Suya girdiğinizde balıklar hemen etrafınızı sarıveriyor ve muayene başlıyor. Adeta bir check-up başlıyor. Yaranız, çıbanınız ya da sivilceniz varsa, önce cerrah balıklar gelip ufak darbelerle yarayı açıyorlar. Arkadan gelenler yarayı temizliyor. Eczacı balıklar ise, ağızlarındaki esrarengiz sıvıyı sürüyorlar. Bu garip işlem onların beslenmesini, sizin de tedavinizi sağlıyor”.
Suyun ilginç bir özelliği de antiseptik olması. Balıkların yaptığı bu tedavi sırasında hiç acı duymuyorsunuz, sadece gıdıklanıyorsunuz, o kadar”.
“Çermik’in en ilginç yaratıkları, kuşkusuz, yılanlar. Yılanlar her zaman görülmüyor. Bazı hastalıkları seçiyorlar, örneğin tıpta “erezipel”, halk arasında “yılancık” denilen ve insana çok acı veren bir çıban türünde… ve bazı tür baş ağrılarında”.
“Bu hastalıklardan birinden muzdarip bir hasta havuza girer girmez, hemen bir çift yılan arz-ı endam ediyor, hasta sahipleri hastanın kollarından tutuyorlar ve yılanlardan biri gelip yarayı önce bir yokladıktan sonra çıbanın en zayıf yerini bulup açıveriyor. Yılanlar yarayı iyice açıp içini boşalttıktan sonra iş balıklara kalıyor. Balıklar da operasyonun ince kısmını icra ediyorlar ve hasta acıdan kurtulup yarasının kapanmasını bekliyor”[13].
Anlattıklarını görüntülemiş de olan Bahçıvan, bazı ilginç vakıaların da ayrıntılarını veriyor: “Balıkların kümelendiği yer, damar tıkanıklığı olan bir hastanın ayak topuğu. Operatörler, ayağın ökçesini parmak girecek kadar oymuşlar. Balıkların biri girip biri çıkıyor. Ve hastanın yüzünde şaşırtıcı bir rahatlık. Hiçbir doktor buradaki doğal doktorlar kadar yararlı olmamış kendisine. Balıklar onun çürük etlerini koparırken o, mutluluk içinde gülümsüyor. Vücudunun diğer yerlerinde de operasyon izleri var, balıklar oraları “halletmişler”, iyileşmiş bile…”.
Bu balıkla tedavi işi burada biter.
***
İsmet Zeki Eyüboğlu, Anadolu’yu gezmiş, her yönünü koklamış, bu ülkeyi yaşamış, onu özümsemiş bir değerli yazar olarak kitabının[14] başına koyduğu “Özdeyiş”ten bazı bölümleri aynen aktarıyoruz.
“Anadolu halk ilâçları özellikle burada yer alanlar, çocukluğumdan beri yaşlı kimselerden dinlediğim, duyduğum, eylem içinde, uygulamada gördüğüm, kimini kendimce uygulayacak duruma geldiğim halk ürünleridir. Küçüklüğümden beri yaşadığım ortamda bu halk ilâçlarının yapıldığını, birçok tanıdığıma, yakınıma, arkadaşıma uygulandığını gördüm, olaylara tanık oldum”.
“Benim gençliğimin geçtiği Maçka (Doğu Karadeniz, Zigana geçidi üzerinde) yaylalarında, köylerinde bu halk ilâçlarını yapmakla, uygulamakla tanınmış, bu konuda bir tür uzman olmuş kimseler vardı, bugün de vardır. Yaşlı kadınlar, nineler, yaşlı erkekler, dedeler içinde bu halk ilâçlarını yapanlar, uygulayanlar birbirinin öğretmeni, öğrencisi durumundaydı. Usta–çırak bağlantısı, gizliliği içinde sürüp giderdi, bu ilâç yapma işinde. Öyle ki, bakarsınız bir köyde yüzlerce ot içinden hangisinin hangi hastalığı kesinlikle geçirebileceğini iki kişi bilebilirdi. Ot belli, hastalık belli de ilâç nasıl yapılır, bunu usta–çırak yakınlığı ile birbirine bağlanan kimseler başarırdı. Durum bugün de öyledir. Söz gelişi Resul Usta’nın bağladığı kırık, çıkık, başarılı olur da hastanede bu işin uzmanı sayılan doktorunki olmaz. Resul Usta’nın özel bir ilâç yapma yöntemi vardır. Kırılan yere sıcak su dökmek, ovmak, ovuşturmak, kendine göre işlem yapmak onun gizliliğidir. Bunu çok yakınlarına öğretir. Bu tür olayları yaşadım, gördüm, kimi çocukluğumda tutulduğum hastalıklar dolayısıyla bana da uygulandı; yaşadım bu acı, ağrılı, sızılı gerçeği”.
“… Avrupa bilgini, Anadolu’nun Eskiçağını aydınlatmaya çalışmış, araştırmalarını, incelemelerini bu doğrultuda yürütmüş. Anadolu’nun Eskiçağ’ı ile günümüz arasında bir bağlantının, bir birliğin, bir bütünlüğün bulunduğunu, bulunabileceğini düşünmemiş Avrupa bilgini, İslâm dininden öncesini Yunan’a, Lâtin’e bağlamış. İslâm’dan sonrasını da Arap’a, Acem’e”.
“Anadolu halkı, Eskiçağın Anadolu’da yaşayan insanları ne yaptı, boşuna mı dolaştılar bu Anadolu toprakları üzerinde, onların bir başarısı, bir yaratması, bir uygarlığı, daha açıkçası kendilerine vergi bir dili, bir inancı yok muydu? Anadolu’da bulunan uygarlık ürünleri, yapıları, yapıtları, insan başarıları dışarıdan, başkalarının kucağında gelmiş varlıklar mıdır yoksa? Neden Anadolu’ya dışarıdan gelenler Anadolu’da başarılı oluyor da kendi ülkelerinde ya da gittikleri başka yerlerde öyle bir başarı gösteremiyor, o aşamada bir Eskiçağ uygarlık düzeyine ulaşamıyor? Anadolu’da yapılan bir tapınağın, bir hamamın, bir su yolunun, bir mezarın taşını taşıyan, toprağını kazan işçiler de dışarıdan mı geldiler? Neden Anadolu’ya dışarıdan geldiği söylenen uluslar en büyük uygarlık ürünlerini Anadolu’da yaratıyor da, sonradan gittikleri başka yerlerde yaratmıyor?… Neden en ileri durumda (çağına göre) olan ilâç yapımı Mısır, Sümer, Anadolu yarımayı üzerindedir de Batı’da, ya da daha ötede, Doğu’da değil? Neden yonca, sarmaşık, kavak, çınar, menekşe, gelincik, nergis, çam, gürgen, üzüm, buğday, çitlenbik, kestane gibi nice bitkiler, ağaçlar Anadolu’da kutsaldı da başka yerde değildi? Oysa bu sayılan doğa varlıklarının çoğunun iyisi başka ülkelerde yetişiyordu. Ancak onların kutsallığı, onlardan ilâç yapma eylemi Anadolu’da başladı”.
“İşte Anadolu’da araştırma yapanlar, Anadolu’nun Eskiçağı üzerinde çalışanlar, bu konular üzerinde durmadılar. Hititlerce kutsal olan üzümün, buğdayın bu niteliğinin bugün de halk arasında sürüp gittiğinin Hitit geleneklerinin, göreneklerinin, inançlarının günümüz Anadolu insanlarınca, belli ölçüler içinde sürdürüldüğünü gören, duyan olmadı. Eskiçağ’da Anadolu’da yapılan törenlerin, ilâçların bugün de halk içinde sürüp gittiğine ilgi duyan, onu araştırmaya yönelen olmadı…”
“… İlâç yapımına yarayan ne varsa önce büyü ile gizli güçlerle, cinlerle, tanrılarla ilgili, bağlantılı sayılırdı. Bugün ilâç yapımında kullanılan bitkinin özünde neler olduğunu, ne gibi insan sağlığını, yaşamını güçlendirici özlerin bulunduğunu kimyadan öğreniyoruz. Oysa kimya bile başlangıçta simya diye anılan bir büyücülük, üfürükçülük olmaktan öteye gitmiyordu…”.
“Anadolu halk ilâçları… Anadolu insanının tarihiyle yan yana yürüyen buluntular, yaratmalardır… Anadolu insanının sağlık tarihidir de…”[15].
“Anadolu insanı, doğa ile öz öze, gönül gönüle yaşıyordu. Bu nedenle canı çektiğini, özlediğini doğadan istiyor, doğada, yaşadığı toprakların üzerinde arıyordu. Bu tutum yalnız Anadolu insanına vergi değildir. Eskiçağın bütün toplumları doğayı seviyor, onunla koyun koyuna, kucak kucağa yaşıyordu. Baş ağrıyan, dizleri titreyen, dili tutulan, doğumda güçlük çeken, bir yeri kırılan, doğada gördüklerinden birine sığınıyor, otlardan, sulardan, ağaçlardan, taşlardan, çiçeklerden yardım istiyordu. Tuttuğu dal işine yararsa, yediği yemiş, içtiği su, gölgesinde yattığı ağaç ona bir tatlılık, bir iç açıklığı verirse, ona başının üstünde yer veriyor, onu kutsal sayıyor, onda tanrılık özün, insanüstü bir gücün bulunduğuna candan inanıyordu. İşte insanı ilâç yapmaya iten bu doğada karşılaştığı varlıklardan duyduğu sevinç, mutluluk, sağladığı yarardır. Bunlar ancak deneyle elde edilebilirdi, öyle de oldu”[16].
“Bugün Anadolu halkı yağmur suyu ile yıkanmayı uğurlu, yararlı sayar. Saçları uzatır, saçların dökülmesini önler, kırıklığı, baygınlığı giderir, insana bir iç açıklığı, bir yumuşaklık verir yağmur suyu. Böyle inanır halk, onu bir ilâç olarak kullanır. Hititlerin heyus dedikleri yağmur, onların inançlarına göre kutsaldı. Tanrıların insanların yararı için gönderdikleri bir yarar, bir bolluk kaynağı idi. Nitekim tektanrıcı dinler, özellikle İslâm dini yağmura rahmet dedi (halk arasında böyle söylenir. Yağmur yağıyor yerine rahmet yağıyor denir). Rahmet sözü yardım, acıma, iyilik etme, yararlı olma anlamlarını içerir Arap dilinde.”
“Anadolu ilâçları yalnız Anadolu kaynaklı değildir. Komşu ülkelerden öğrenilmiş, edinilmiş ilâçlar vardır, ilâçları arasında. Bunların başında Anadolu kökenli olmayan bitkilerden, tozlardan yapılmış ilâçlar gelir. Genellikle Anadolu ilâçları Hindistan, İran, Mısır, Mezopotamya (Sümer, Akad, Babil) uluslarından edinilmiş denemeler, aktarmalarla karışmış, kaynaşmıştır…”.
“Anadolu’da yapılan ilaçlar zamanın akışı içinde yeni yeni denemeler, görenekler sonucu boyuna artmıştır. Bilinmeyen bir otun, bir tozun bulunuşu, bir yemişin, bir çiçeğin denenişi, bir rastlantı sonucu yenen nesneden doğan yarar halk düşüncesinde yeni yeni ilâçların yapımını sağlamıştır. Bunu yakın çağlarda Anadolu’ya getirilen mısır, domates, patates, kahve ve çay gibi bitkilerin ilâç yapımında kullanılmasından anlıyoruz açıkça. Kanın durdurulmasına yarayan tütünün Anadolu’ya birkaç yüzyıl önce getirildiği biliniyor. Halk bunun belli yerlere yaradığını bulmakta, öğrenmekte gecikmemiştir. Bu olay bize halk düşüncesinin sürekli bir yaratış artışı içinde olduğunu bildiriyor. Anadolu’da ilâç yapımı bölgelere göre değişir demiştik. Bu değişme bitki örtüsüyle, doğal yapı (çevrenin) ile ilgilidir. Ayrıca ilâçla inanç arasında da sıkı bir bağlantı vardır. Söz gelişi, Bergama yörelerinde yapılan ilâçlarla, Doğu Karadeniz ya da Doğu Anadolu bölgelerinde yapılan ilâçlar arasında birtakım başkalık, ayrılık görülür. Damarotu denen ot, Doğu Karadeniz yörelerinde olur. Yaralara (suyu) iyi gelir. Anadolu’nun başka yörelerinde bu ot pek görülmez. Bu nedenle ilâcı da bilinmez”[17].
“Anadolu ilâçları, Eskiçağlarda, insanla doğa arasında sürüp giden kaynaşmanın, bir birliğin sağlanmasına yol açıyordu. Bir ottan mı ağulandı, onu giderecek ilâcı gene ottan yapıyordu. Elini ayağını bir taş mı kesti, kanını gene o taşın üzerindeki yosunla durduruyor, yarasını onunla sağaltma olanaklarını arıyor, buluyordu…[18].
Bu mülâhazalardan sonra Eyüboğlu, Anadolu’da yetişen ve burada yetişmeyip komşu ülkelerden getirilen bitkileri, uzun uzun alfabe sırasına göre irdeliyor. Daha sonra da aynı şeyi hastalıklar ve ilâçları için yapıyor.
***
“Macun”lara değinmeden “ilaç” faslı tam olarak irdelenmiş olmaz. “Macun”, başlangıçta sadece belli uzmanlarınca yapılan bir ilâç olmuştu. Arapça “yoğurmak” anlamına gelen “acn” sözcüğünden türemiş “macun”, “yoğrulmuş”, ya da “hamur edilmiş” demektir[19]. Bunun çok eski bir geçmişi bulunuyor. İlk örneklerini Hindistan, Mısır, Sümerlerde buluyoruz. Daha sonraki çağlarda Çin, İran, Anadolu, Grek, Lâtin, Arap uluslarında uygulanmış. İlk uygulayıcılar rahipler olmuş. Değişik hastalıkların, insan sarsıntılarının, sapıtmalarının giderilmesinde kullanılan macunlar, o dönemlerde birer ilâç niteliğinde olmuşlardı. Eski dinlere göre birtakım bitkilerin de kutsallığı vardı. Bitkinin insana yarayan, onu besleyen gücünü, gizli bir Tanrının bitkiye sinen özünden biliniyordu. Eskiçağ Tanrılarının, Tanrıçalarının, simge olarak birer bitkisi, çiçeği vardı. Doğa, tanrılarca bölünmüştü. Tevrat’ta, Kur’an’da adı geçen zeytin, incir, hurma gibi bitkiler de çok Tanrıcı dinlerden kalmış, kutsallıklarını korumuş, günümüzde bile saygı gören doğa varlıkları olmuşlar. Bunun en güzel delili, Osmanlı mezar şahidelerinin çoğunun bu bitkilerin stilize şekilleriyle süslenmiş olduklarıdır[20].
Bitkilerden yapılan macunların, Eskiçağlarda, insanı güçlendirmekten çok, tanrısal özlerle donatma, ona insanüstü bir özellik kazandırma ereği güttüğü biliniyor.
Din görevlilerinin macunu yapışı, insanların acılarını, korkularını, üzüntülerini gidermekten çok, toplum üzerindeki baskılarını, egemenliklerini sürdürmek, biraz da kendilerini tanrısal güçlerle donatılmış insanüstü varlıklar diye göstermek içindi. Bu macunlar cinleri kovar, insanları kendinden geçirir, düşlere daldırır, başka bir evrende yaşıyormuş gibi gösterirdi. Bunların hangi bitkilerden yapıldığı, etkilerinden anlaşılıyor. Tanrısal bir varlık olduğuna inanılan Hitit kralı Varpalavas ile günümüzün bir tarikat şeyhi arasında önemli bir ayrılık yoktur, çağların değiştirdiği kılıklar dışında.
Anadolu’da yapılan macunların kimi pagan dönemlerde Hindistan’dan, İran’dan, Mısır’dan, Mezopotamya uluslarından gelmiş, kimi yine o çağlarda Anadolu’da yetişen bitkilerden yapılmış. Tıbbın babası sayılan Hippokrates’in de, onun izinde yürümüş olan Bergamalı Galenos’un da bildiği, ilâç yapımında kullandığı bitkiler, M.Ö. 3000–2000 yılları arasında bilinenlerden azdı, çok değildi.
Şaman rahipleri değişik büyüler yapıyor, okuyor, üflüyor, yemek yediriyor, yiyor, içki sunuyor, içiyor, bir yandan kendini, bir yandan da karşısındakini etkiliyor. Onların “tütsü” denen uygulamaları birtakım bitki köklerinin, çiçeklerin, tohumların, kabukların yakılması sırasında çıkan dumanları solumaktan öteye geçmiyor. Bu tür tütsülerin insan üzerindeki uyuşturucu etkileri biliniyor. Böyle etkileri yaratan bitkiler ve haşhaş, kenevir vs. gibi doğa varlıklarıdır. Bununla herkes kendinden geçiyor.
Hasan Sabbah’ın kurduğu Haşhaşî mezhebi, haşhaştan yapılan macunlarla içkilerle kendine bağlananları uyuşturur, düşlere daldırırdı. O çağda kimse bunların bileşimini bilmez, bütün başarıları doğaüstü, tanrısal güçlerle donatıldığına inanılan Hasan Sabbah’a mal ederdi. Onun kalıntıları, günümüzün hacıları, cincileri, büyücüleri oluyor.
Başlangıçta başka bir erekle kullanıldığını gördüğümüz mezkûr macun, sonraları bir sömürü aracı olmuş, özellikle İslâm dininin varlıklı kişilere verdiği “çok kadın alma” yetkisi dolayısıyla, kadın karşısında “erkek” gücünü artırıcı bir araca dönüştürülmüştü[21].
Ağızdan ağıza dolaşan tatlı Bektaşî fıkraları bir özlü gerçeği, bir yaşam tutumunu dile getiriyor. Anadolu’da sayısız tarikat kurulmuş, sayısız şeyh, ermiş yaşamış, Bektaşîlik dışında bu tür güldürücü söylentilerin yaygın olduğu bir kuruluş yoktur. Sözgelişi, bir Mevlevî böyle şeyleri sevmez. Bektaşîlik yaygın bir halk tarikatı olup genellikle yoksul tabakaların benimsedikleri bir toplum kuruluşu olmuş. Mevlevîlik ise varlıklı, çok kadınlı çevrelerin ilgi gösterdiği bir kurumdur. Bektaşîlerde macun yoktur, buna karşılık öteki, varlıklı kişilerin toplandıkları tarikatlarda macunun sayısız türü, uygulanışı bulunuyor. Anadolu’da en çok macun yapılan, kullanılan yerler, İstanbul, Konya, Bursa, Edirne gibi eski başkentlerdir. Bunların dışında Araplarla sıkı ilişkiler kuran, Güney–Doğu illeridir. Başta acı biber olmak üzere, türlü baharattan yapılan “çiğ köfte” ile benzerleri birer macun kalıntısıdır. Yine Anadolu’da, macun yapımında kullanılan yemişlerden, baharattan, bitkilerden yapılan tatlıların en yaygın olduğu bölgeler Güney–Doğu illeridir. Antep’in türlü türlü tatlıları, Adana’nın kebapları, Isparta’nın ağır kokuları, çok eski bir beslenme geleneğine dayanır. Giresun, Ordu illerinde macun pek bilinmez. O ise bunun yapımında kullanılan en etkili madde sayılan fındığın yetiştiği yerler bu bölgelerdir. Zonguldak’ta macun sözünü sadece okumuşlar, İstanbul ile çevresinden oraya göçenler bilir. Çanakkale, Tekirdağ, Rize, Kars, Artvin illeri de öyledir. Karadeniz bölgesinin en çok hacı hoca yetiştiren, Anadolu’nun dört bucağını gezenlerin doğum yerim olan Trabzon’un Of ilçesinde büyü, muska, macun işinin en yetkili uzmanları (!) bulunur[22].
Eyüboğlu, kişisel gözlemlerine dayanan, özetleyerek verdiğimiz bu bilgilerden sonra türlü macunların, bunların “evliliğe alıştırma” türlerinin, bitkilerin, içecekler, tatlılar ve yemeklerin ve daha nice konumuza dâhil maddelerin uzun tafsilâtına giriyor.
***
Macunla bahsini, daha önce de üzerinde durduğumuz ünlü “mesir macunu” ile kapatacağız.
Bitki ilminin babası olarak adlandırılan Theophrastes’in bize kadar ulaşan eserleri arasında botanik kitapları çok önemli ve özlüdür. “Bitkilerin tarihi” adlı kitabında, bunların tıbbî özellikleri, tıbbî menşe’li drogların yararları, hazırlanmaları, endikasyonları yer alıyor. Eğrelti otunun etkisinden söz etmiş, günlük, mürüssafi, hıyarşenbe hakkında bilgi vermiş. Theophrastes, kültür yoluyla bitkilerin karakterlerinin değiştirilmesinin, yani yabani türünü evcil türe dönüştürülmesinin mümkün olduğunu da görmüş, birçok bitkinin aynı familyadan olduğunu da saptamış.
Merkez Efendi tarafından tertip edilen Mesir macunu da, ot ve köklere dayalı bir panacea (devâ-i kül) olup müstahzar bir ilâç oluyor. Terkibine giren maddelerin pek çoğu baharattan ibarettir. Bu maddelerin yiyip içeceklere güzel bir koku ve lezzet vermek, iştahı açarak sindirimi kolaylaştırmak, besinlerin özümlenmesi için gerekli salgıları çoğaltmak gibi nitelikleri bulunuyor. Bunların içinde afrodizyak etkili olanlarla zehirlere karşı panzehir etkisi bulunanlar başta geliyor. Bir önemli görülen husus da, Mesir’deki maddelerin maddî etkileri yanında ruhî etkilerinin rolü, bunu tertip eden Merkez Efendi’ye halk tarafından izafe edilen manevî gücünden ileri geliyor. Bu nedenle, Mesir macununun efsanevî değeri daha uzun süreceğe benziyor.
Mısır Çarşısı’nda satılmakta olan droglar hakkında bir araştırma yaparak geniş bir drog listesi hazırlamış olan Doç. Dr. Mehpare Başarman’ın (Heilbronn) bir makalesinde şu satırlar yer alıyor: “Eski Mısır Çarşısı’nda aktarların tahta kapaklı kutularını, süslü kavanozlarını, tenekelerini karıştırırsanız asilbent, çöven, limon tuzu, kükürt çiçeği, laden, keten tohumu, karabiber, kırmızı biber, boru çiçeği, tarçın, karanfil, yenibahar, sığala, nane, udülkahr, çam sakızı, mısır püskülü, susam tohumu, çörekotu, ardıç, üzerlik, acıyınca, misvak, yasemin ve hatmi çiçeği, haşhaş tohumu gibi maddelerin bulunduğu görülüyor”.
Halk tababetinde kullanılan bütün bu maddelerin nelere devâ teşkil ettikleri saptanmış. Zikredilen bu drogların bir kısmı ağrı dindirici, bir kısmı yumuşatıcı, bir kısmı uyuşturucu, bir kısmı kuvvet verici, bir kısmı iştah açıcı, bir kısmı müshil, bir kısmı kaabız olarak ekserisi bugün bile kıymetini kaybetmemiş olup halk arasında kullanılmaktadır”.
Bundan sonra Yörükoğlu[23], Mesir terkibine giren 41 çeşit maddeyi tek tek irdeliyor. Halkın bunlar hakkındaki düşüncesine rehber olmuş kitapların verilerinden bir örnek olmak üzere ilkinin, karanfilin “faydalarını” anlatacağız.
“Dâhilî yararları: Karanfili yemek veya bal, su yahut şarapla içmek kalbe kuvvet verir, hazmı kolaylaştırır, bulantı ve kusmayı önler. Mideye, başa ve diğer uzuvlara kuvvet verir. İshali durdurur. Soğuktan ileri gelen bütün hastalıklara ve özellikle dimağda meydana gelenlere, felce, sinir hastalıklarına, aza titreme ve uyuşmalarına, bayılmalara iyidir. Karanfili dövüp iki dirhemini süt ile yemek meniyi artırır ve cimaı tahrik eder. Karanfili yemek veya yakıp tütsü etmek, insanı fena kokulardan korur. Ağzı kokan bir kimse bir miktar karanfil ile havlıcanı çavdar ekmeğinin kabuğu ile birlikte dövüp bal suyu veya şarapla içerse koku kaybolur. Karanfilden damıtma ile çıkarılan yağda karanfilin bütün hassaları mevcuttur. Bulantı, kusma ve soğuktan ileri gelen ishallerde bir dilim kızarmış ekmeği bal suyu ve sirke karışımına batırdıktan sonra üzerine dövülmüş karanfil ekerek yemek, kusmayı ve ishali keser”.
“Haricî yararları: Baygınlık ve başta sersemlik hallerinde, ağızda çiğnenmiş veya gül ve sirke ile terbiye olunmuş karanfili buruna sürmek iyidir. Soğuktan ileri gelen nezle, dövülmüş karanfili başa ekmek yararlıdır. Eğer başa bal sürüp üzerine karanfil ekip bir bezle bağlanırsa, daha iyi olur. Gerek erkek, gerek kadınların başlarını yıkamak için kaynattıkları suya, bir kâse içinde dövülmüş karanfili de ilâve etmeleri başta zuhur eden ve soğuk algınlığından ileri gelen bütün rahatsızlıklara yararlıdır. Karanfili iyice dövüp gayet ince bir tülbentten geçirip göze ekmek, bulanık görmeyi iyi eder. Karanfili mide yakısına ilâve etmek yararlıdır[24].
Öbür maddelerin yararları da bu minval üzerine anlatılıyor.
Günümüzde, özellikle soğuk algınlığı, nezle hallerinde içilen ıhlamura karanfil katıp birlikte kaynatmak mutattır.
***
Şifalı sular, çermik–kaplıcalar, ılık çamur havuzları halk hekimliğinde önemli yer tutar.
Hastalıkların tedavisi, rahatsızlıkların giderilmesi için türlü yollardan kullanılıp faydalanılan kaynak sularına “şifalı su” deniyor. Kaynakları, doğal olarak, değişik jeolojik özellikler arz ediyorlar.
Şifalı sular, genel olarak, sıcak ve soğuk olmak üzere ikiye ayrılıyor. Soğuk olan sular çoklukla içme ve daha az banyo şeklinde, sıcak olanlar ise çoklukla banyo ve daha az içme şeklinde kullanılıyor.
En çok kullanılan bu iki tarzın dışında gargara, göz damlası, koklama, buğu, lavaj, lavman (tenkiye), duş şeklinde kullanılan şifalı sular da var. Fazla su emme kabiliyetinde olan ve içlerinde madenî maddeler bulunan toprakların çamurlarının (özellikle termal kaynakların bıraktıkları çamurlar) kullanılmaları da bunlara eklenecektir. Buna göre, şifalı su kaynağı gibi bir de şifalı çamur kaynağı bahis konusudur.
Halk dilinde içme çermik, ılıca, kaynarca, kaplıca deyimlerinin aralarındaki farkları belirtmekte fayda var. Şifa hassası olan bazı tuzları, mineral maddeleri kapsayan çoklukla serin veya soğuk olan sulara, içilmek suretiyle dâhilen kullanılan kaynaklara “içme” deniyor. Bu cümleden olarak litresinde bir gramdan fazla maden bulunan ve sıcaklık derecesi + 20℃’tan yukarı olan sulara da “maden suyu” adı veriliyor. Maden suyu, tedavi değerinin bulunduğu denemelerle ispatlanmış sular demek olduğuna göre, “içme” deyimiyle hem maden suyu, hem de bunun çıktığı kaynak kastedilmiş oluyor.
İçme kürü, bir bakıma ağızdan alınan ilâçlarla yapılan tedaviye benzetilebilir.
Doğal durumda yerden çıkan ve genel olarak banyo yapmak suretiyle kullanılan şifalı sıcak sulara genellikle “çermik” adı veriliyor (bu sözcük Ermeni kökenlidir). Halk dilinden anlaşıldığına göre “çermik” deyimi, ılıca ve kaplıcaları birlikte kapsamaktadır. “Ilıca”, “açık çermik” anlamındadır. Genellikle içlerine girilip yıkanılan, kaynayan bir su birikintisinden veya bir gölcükten ibarettir.
“Kaynarca”, “çermik” yahut “ılıca” karşılığı olarak kullanılıyor ve bununla, yine üzeri açık ve biraz mahfuz olan ve banyo yapmak suretiyle faydalanılan bir şifalı su söz konusu oluyor. Ne var ki, bununla orta derecede sıcak olan bir “ılıca” yerine, çok daha sıcak, örneğin 30℃’da bir “ılıca” veya “çermik” kastediliyor. Üstüne bina yapılarak kapalı hale getirilen, hamam gibi kullanılan “çermik”e, kaplıca deniliyor[25].
***
Yer altı sıcak maden sularının, temizlik amacından çok, sağlık ve tedavi gerekçesiyle kullanımı çok eskilere gidiyor. Herodotus, kaplıca tedavisinin ana ilkelerini belirtmiş. Hippokrates de, doğal kaynaklarla sağaltmanın esasını ekolojik yaklaşımla açıklamıştı.
Romalıların, askerlerini, savaş sonrası hastalıklarını kaplıcalarda tedavi etmeleriyle, kaplıca tedavisi verimli bir anlam kazanmış. Sıcak yer altı sularını spor amacıyla da değerlendiren Romalıların, mimarî yönden de balneolojiye katkıları büyük olmuş.
“İnsan vücuduna hizmet vermek isteyen, önce onun ruhuna önem vermelidir” ilkesine inanan Türklerin, var olan “yıkanma” ve “temizlik” işlevi, akarsu boylarında yerine getirilirken, Anadolu’da yerleşik toplumsal gelişme, köy, kasaba, kent yaşama biçimine geçişle birlikte “hamam”lar ortaya çıkmış.
Anadolu’nun çeşitli kaplıca kalıntıları üzerinde kurulan merkezlere örnekleri, İzmir–Agamemnon–Balçova, Yalova kaplıcaları, İskender’in kullandığı Çanakkale–Kestanbolu kaplıcalarıdır[26].
Anadolu’nun “şifalı sular”dan yana çok zengin olduğu, yadsınamayacak bir gerçektir. Bu bapta gazetelerde çıkmış ilginç röportaj, dizi yazılardan bazılarını özetle veriyoruz:
“Değerlendiremediğimiz şifalı sular boşa akıp gidiyor” (Bayram Gazetesi eki, 22.10.1980). “Erzurum’da her türlü hastalığa şifa veren 136 su kaynağı var. Türkiye’nin en sıcak yer altı suyu Erzurum’da çıkıyor. Suyun çıktığı Erzurum’da da 76 çermik ve 60 yer altı suyu var”. Bu başlıktan sonra yazı şöyle devam ediyor: “… Erzurum’da hangi çeşme ve kaplıcaya gitseniz, mutlaka bir derde çare reçetesiyle karşılaşırsınız… Bu suların 35 hastalığın tedavisinde yüzde yüz sonuç verdiği, ilin adamları tarafından belirlendi…”. Daha sonra yazı, kadın hastalıklarında kullanılan 10 tane, iç hastalıklarda kullanılan 17 tane şifalı suyun mevkilerini ve tıbbî ayrıntılarını veriyor.
Hürriyet Gazetesi de (30.12.1985), bir yazı serisinde “Sivas’ın Kangal ilçesindeki kaplıcaların, suyu kadar içindeki canlılar da sağlık veriyor” deyip özellikle cilt hastalıklarını “tedavi eden”, vücuttaki yara ve bereleri bilinmeyen güçleriyle iyileştiren (yukarda gördüğümüz) küçük balıkları vurguluyor ve kaplıcanın hangi hastalıklara iyi geldiğini anlatıyor. Orada, yılancık hastalığını sağaltan yılanlar da varmış.
Bundan sonra yörelerdeki kaplıcalar sayılıyor: Elâzığ–Karakoçan, Erzincan ılıcası, Çorum–Bele hamamı, Kırşehir–Terme ve Karakurt kaplıcaları, Kayseri–Bayramhacı kaplıcaları, Yozgat–Sarıkaya kaplıcaları.
Lâtince “Thermae”, “ılıca” demek olup Kırşehir’deki Terme kaplıcasının adından, Romalıların bir yadigârı olduğu düşünülebilir.
Konya’nın Ilgın kaplıcasının efsanesi de var. Bolvadin ile Afyon arasındaki Heybeli kaplıcaları, hemen yakınındaki Gazlı Göl ve Kütahya yolu üzerindeki Ömer ve Gecek kaplıcaları, Afyon’un Sandıklı ilçesinin Hüdai kaplıcalarının bulunduğu sayılıyor (ibd., 31.12.1985).
50’li yılların ilk yarısında görev yaptığımız Sandıklı’daki mezkûr kaplıca, çok ilkel bir tesis halindeydi.
Bu yörenin de, az çok her yerde olduğu gibi, binlerce yıllık tarihi var: Anadolu’nun Hristiyan dönemlerinde Afyon yöresi “Frigya Salutaris”, yani “Şifalı Frigya” diye anılıyordu. Eski adı Apameia olan Dinar’dan gelip Brazos ve Kidyessus adlı antik kentlere giden Roma yolu, Sandıklı’dan geçiyordu. Hüdai kaplıcalarının en büyük özelliği, radyoaktif çamuru. Sıcaklığını ve radyoaktivitesini sudan daha uzun süre koruyabilen çamur, vücudu sarıcı ve yapışıcı etkisi nedeniyle de çok tutuluyor. Dayanabilenler, 85 dereceye kadar sıcaklığı olan çamura girip ağrılarını geçirmeye, bellerini doğrultmaya çalışıyorlar (ibd., 01.01.1986).
Bolu ve Kızılcahamam (adı üstünde) ile Haymana kaplıcaları da ünlü olup yöredeki öbür kaplıcalar, şunlar oluyor: Zonguldak–Aşağıçayır kaplıcası, Ankara–Ayaş kaplıcaları, Ankara–Dutlu kaynakları, Çankırı–Kurşunlu kaynakları. Bunların hepsi, başta romatizma olmak üzere dolaşım, solunum, mide, bağırsak, metabolizma ve bazıları da kadın hastalıklarına da faydalı kaynaklar (ibd., 13.01.1986).
“Kleopatra’nın içine girip güzelliğini tazelediği Bergama Kaplıcası, İzmir’in dış semtlerinden Balçova’da bulunan Agamemnon Kaplıcaları, Seferhisar’daki Cumalı kaplıcalarından kimisi Romalıların kullandığından daha ilkel şekilde… Kimisine ise günün damgası vurulmuş…” (ibd., 04.10.1986).
“Kütahya–Tavşanlı yolu üzerindeki Yoncalı kaplıcaları, en az iki bin yıldır biliniyor… “Eski Hamam” adıyla tanınanı, 1233 yılında, Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykubat tarafından yaptırılmış…”.
“Alâaddin Keykubat, bir sıra savaş nedeniyle buralara gelmiş. Yöre halkı kendisine Yoncalı’daki şifalı sularla ilgili yığınla şey anlatmış. Ama bunların içinde Sultan’ın ilgisini en çok çeken “uyuz bir tilkinin bu suda yıkanarak iyileşmesi”ni anlatan öykü olmuş. Çünkü Alâaddin Keykubat’ın yıllardan beri yakalandığı uyuz hastalığından kurtulamayan bir kızı varmış…”.
“Sultan, derhal yanındaki adamlardan bir kısmını görevlendirerek Konya’ya yollamış. Kızı aldıkları gibi Yoncalı’ya getirmişler. Yakalandığı hastalıktan bunalmış olan kızcağız, kaşıntılardan şişen vücudunu, saçları dökülüp kelleşen başını… bu şifalı sularla yıkamaya başlamış. Ve o kadar kısa zamanda şifa bulmuş ve eskisinden güzel hale gelmiş ki, Keykubat derhal buraya bir hamam ve bir cami yaptırılmasını emretmiş”.
Eski Hamam’ın 500 metre kadar uzağında Yoncalı’nın ünlü “Çamur” ve “Çelik Banyoları” bulunuyor (ibd., 05.01.1986).
“Marmara Denizi’nin Güney’indeki antik Mysis’in önemli kentlerinden olan Artemea’nın kalıntıları üzerine 1267 yılında kurulan Gönen, yemyeşil bir şifalı sular beldesi. Yöre, Hititlerden sonra, Frigyalıların, Lidyalıların, İranlıların, Bergama Krallığı’nın ve Romalıların egemenliğine girmiş. Burada bulunan şifalı suların kullanımı da, bu renkli tarih kadar eski”.
Ülkenin en tanınmış kaplıcaları arasında yer alan Gönen, Bursa ve Yalova (Termal) kaplıcaları üzerinde durmuyoruz[27].
Daha sonra Hürriyet Vakfı Tıp Merkezi, “Türkiye’deki şifalı sular…”ın bir kısa icmalini vermiş (21.02.1986).
Ama şifalı çamurla şifalı su, birbirlerinden ayrılmıyorlar. Romatizmanın yanı sıra çeşitli hastalıklara iyi geldiği öne sürülen Pasinler’in (Erzurum) Köprüköy bucağındaki Deli Çermik Kaplıcası’nın bol kükürtlü ılık suyuyla dolu havuzuna girenler, daha sonra “şifalı” olduğuna inanılan çamurla vücutlarını sıvayıp güneş banyosu yapıyorlar, çamuru üstlerinde kurutuyorlar (Hürriyet 23.08.1988 – 19.07.1990).
İnsanlara şifa verme inhisarı sulara bırakılmamış. Bunda mağaraların da payı var. Alanya’nın Damlataş Mağarası, havasında bulunan karbon dioksit nedeniyle, sadece astım (nefes darlığı) ve bronşit hastalıklarında değil, genelde tüm solunum sistemi hastalıklarında şifa vericidir. Antalya karayolu üzerinde, Burdur’dan çıkar çıkmaz görülen bir levha, İnsuyu Mağarası’na yöneltiyor. Bunun da içinde bulunan su ise, bikarbonatlı, kalsiyumlu, brömürlü soğuk bir sudur. Özellikle diyabetikler, yani şeker hastalarında yararlı etkileri var (Hürriyet 07.01.1986).
50’li yılların, özellikle ilk yarısında, görev yaptığımız Kütahya–Gediz–Simav bölgelerinde, zamanın karayolu üzerinde, Resim 49’da görüldüğü gibi yer yer sıcak su fışkırırdı. İnsanlar, ağrısı sızısı olanlar, çok eski kalıntılardan oldukları belli olan, zemin seviyesinde kalmış duvarların çevreledikleri çamur banyolarına sere serpe yatarlardı, gelip geçen vasıta ve yayalara hiç aldırmadan. Emet’in de son derece ilkel, sıcak su banyo hücrelerini hatırlıyoruz. Bunların yerinde şimdi modern tesislerin kurulmuş olduğunu okuyoruz. Keza yine görev yapmış olduğumuz Afyon’un Sandıklı ilçesinde durum aynı idi.
Daha gerilerde, 40’lı yılların ortalarında, hısımımız olan rahmetli Dr. Tayyar Kuşçu, Haymana hükümet tabibi idi. Kendisini ziyarete gittiğimizde kaldığı evde, daha birçoklarında olduğu gibi, Romalılardan kalma banyolar vardı ve yine, yer altı mecralarından buralara sürekli sıcak su gelirdi. Kuşçu, tansiyonun yüksek olan yaşlı annesine sıcak suya girmeyi yasak etmişti. Ama bir gün, eve erken döndüğünde, Makbule teyze’nin banyodan çıktığını dehşetle görmüş ve hemen tansiyon aletine sarılmış. Hayret: Tansiyon bayağı düşmüş. Meğer kadın, oğlundan gizli her gün suya girermiş.
Bu gözlem üzerine suyu etüt etmeye koyulan Kuşçu, bunun kimyevi ve sair niteliklerinin tahlilini Ankara Hıfzıssıhha Enstitüsü’nde yaptırmış ve tıbbî bakımdan çok ilginç sonuçlara varmış. Hükümet, bu çalışmasını ödüllendirerek Tayyar’ı Amerika’ya balneoloji ve rhumatoloji tahsiline göndermişti.
***
Hayatı ölümsüzlüğe veya daha aşağı derecede zindeliğe kavuşturacak suyun Türkçe adı “Bengisu” olup bunun ilk denemesi, o sayede ölümsüzlüğe kavuşmuş Hızır Alehisselâm’ın “Âb-ı Zindegânî” adını da almış.
Kur’an’ın XVIII. Kehf Sûresi’nin 60. ve müteakip Âyetlerindeki Mûsa ile Hızır’ın öyküsü malum. Batı eleştirmecileri, Mûsa ile Hızır arasında geçen olayın, Gilgameş destanı ile İskender ve İlyas ile Haham Yeşûa arasında geçtiği söylenen Yahudi masallarından meydana geldiğini yazıyorlar.
Bin bir serüven sonucu denizlerin dibinden çıkarttığı ölümsüzlük otunu yılana kaptıran Gılgameş’in öyküsünü tekrarlamıyoruz. Buna aynen benzer İskender ile aşçısının hikâyesi var: Balıklar, belli suya değince diriliyorlar ve saire…
Yunan mitolojisinde Juventa, Zeus’un sevdiği bir Peri’dir. Zeus onu gençlik kaynağı şekline sokmuş.
Ölümsüzlüğü sağlayan su, bazen de ölümü getiren can alıcı bir unsur oluveriyor. Seller, taşkınlar, büyük dalgalar… Su, bazen ruh, cin, peri, hattâ tanrıça gibi görünmüş. Örneğin suya bakarak fala bakmak…
Romalılar devrinde, şifalı suların üzerine kubbeli hamamlar yapılmış. Bunların arasında Haymana, Kızılcahamam, Ayaş, Gazlıgöl, Hamamözü, Gönen, Edremit, Bursa, Yalova, Kestanbol, Hasankale, Seferhisar, Urla, Ilgın, Kütahya (Yoncalı), Tokat (Sulu Saray), Havza, Yozgat (Terzili) kaplıcaları en ünlüleri oluyor.
Roma geleneğini devam ettiren Bizanslılar da şifalı sulara önem vermişler. Bursa’daki eski kaplıca, Theodora adına yapılmış. Yalova kaplıcaları, Büyük Konstantin’in annesi Helena’nın genç kızlığında yakalandığı saç ve deri hastalığının burada tedavi edilmesi üzerine, önem kazanmış.
Hititler zamanında Haymana, Bolu’nun Aşağı Babas, Kırşehir’in Karakurt ve Bulamaçlı hamamları kullanılmış. İzmir’in Balçova Ilıcaları, Agamemnon tarafından kullanılmış olduğundan bu adı almış. Afyon’un Gazlı Göl hamamı ile Sivrihisar’ın Cardan ılıcasının Frigyalılar tarafından kullanıldığı tahmin ediliyor.
İskender Çanakkale’de Kestanbol kaplıcasına, Cenevizliler ise Konya’da Seydişehir kaplıcasına dalmışlar[28].
Tarihin derinliklerinden günümüze çıkan efsaneler, Anadolu’nun folklorunu meydana getirmiş, su, şairlerin ilham kaynağı olmuş:
“Saçma ey göz eşkden göynümdeki odlara su
Kim bu denlu tutuşan odlara kılmaz çare su”
… (Fuzulî).
***
Çok eskiden İstanbul’da Darphaneli Nuri Bey derler bir zat varmış. Önüne sıra sıra bardaklarla değişik memba sularından dizseler, bardağı ağzına şöyle bir götürüp bir iki yudum içer içmez hemen o suyun ne suyu olduğunu biliverirmiş: “Bu, Tomruk suyu… bu, Taş delen… bu, Çubuklu… bu da yakacak…” diye.
Eski İstanbullular, lezzetini birdenbire pek ayırt edemeseler bile, söz sulardan açılınca hiç olmazsa bir çırpıda yirmi, otuz suyun adını peş peşe sıralayıverirlerdi: “Taşdelen… Karalınlak… Çırçır… Çubuklu… Kanlıca… Çamlıca… Hünkâr… Kayışdağı… Kestane… Hamidiye…” diye!
Boğaz’ın karşılıklı iki yakası da şifalı ve gerçekten lezzetli sularıyla ün yapmıştı. Eskiler “Anadolu yakasının suları şifa, Rumeli’ninkiler ise safâ sularıdır” derlerdi ki bu, bir bakıma doğruydu. Anadolu yakasında kaynayan Taşdelen, Çamlıca, Büyükelmalı, Fıstıkdili, Tomruk suları hep şifalı sulardı. Rumeli yakasında, Sarıyer’in çevresiyle Bentler bölgesinde suların kaynadığı yerler ise o dönemlerin çok rağbet gören piknik mahalleriydi: Çırçır… Hünkâr… Kestane… Belgrat Ormanı’nın kıyısında, köşesindeki çeşitli sular. Sertliği 2–6 derece arasında değişen bu sulardan Kefeliköy suyunun böbrek taşlarını düşürdüğü, dişlere, gözlere iyi geldiği bilinirdi. Sarıyer’in Kestane suyu da, sertlik derecesi düşük olduğundan böbrekleri temizler, aynı zamanda bol da idrar söktürürdü. Eskiler anlatırlardı: Diabetliler gelip şeker yerler, arkasından su içerler, sonra da şekerlerini ölçtürürler ve kan şekerinin artmadığını görürlermiş[29].
Evet bu sular konusunu bir divertimento ile bitiriyoruz.
Divertimento
Sanayileşmeyi görememiş olan Osmanlı, bunun için gerekli her türlü beyin jimnastiği yerine, damak zevkine aşırı özen göstermeyi, bir zarafet ifadesi olarak bilmiş. Rivayet edilir ki Saray’ın kahve suyu, Eyüb’ün bilmem hangi çeşmesinden gelirmiş! Yani kahve başka su ile pişirilirse, içen bunu derhal fark edermiş!… Yine hikâye edilir ki iki paşa, hangisinin aşçısının daha iyi baklava yaptığı hususunda tartışıyormuş. Biri, “benimki o kadar ince hamur açar ki baklava tepsisi yüz yufka olur, bir altını bir karış yukardan bıraktığımızda tepsinin dibini bulur” diyormuş. Öbürü üstün çıkmış: “Senin aşçının benimki kadar lezzetli hamur açması mümkün değil, zira o mermer sende yok. Ben onu Edirne’nin filân yerinden getirttim!… Yani en iyi hamur, mermer üzerinde açılanı imiş, bu yetmeyip mermerin cinsi de işin tadına tat katıyormuş!…
***
Tababetin, özellikle halk tababetinin, büyük ölçüde gelenek ve göreneklerin ürünü olduğu bir gerçek. Kaplıca–ılıca tedavisi de bu gerçeğin dışına çıkmıyor, şöyle ki bizim kişisel gözlemlerimize göre, İstanbul romatizma doktorları, hastalarını kaplıcalara gönderme yerine bunları cortisone ve sair müstahzarlarla tedavi yolunu yeğliyorlar. Yani Kaplıca–ılıca tedavisi, geniş ölçüde halk tababetinin bir şubesi oluyor. Hal böyle olunca, halk hekimliğinin kökenlerini ne denli araştırsak azdır.
Eski Türk tıbbında hastalık telâkkisi ilkel tıbbın temel özelliklerini taşıyor. Bu telâkkiye göre hastalığın etiyolojisi:
a) İnsan ruhunun kötü ruhlar veya cinler tarafından çalınması, kaçırılması;
b) İnsanın içine kötü ruh veya cin girmesidir. Bunlar kişiyi tutarlar. Bu telâkkilerin izlerini günümüz halk hekimliğinde görebilmekteyiz. Halk arasında “çalınınca” denilen hastalığın sebebi cinlerin kötülüğü, kişinin ruhunu çalmalarıdır. Halk arasında “tutanık” da denilen epilepsi’nin (sar’anın) etiolojisi kişinin bedenine cin girip onu tutması oluyor. İnsanın içine cin girmesi veya ruhunun, bedeninin çalınması, “kara büyü” yoluyla da olabilir. Bu telâkki günümüzde de bazı akıl ve ruh hastalıklarının etiolojisini oluşturur. “Hastalığa yakalanmak” veya “tutulmak” şeklindeki söyleyişlerde bu eski Türk tıbbının izleri bulunuyor.
Halkımız, birbirinden farklı olduğu halde, semptomları aynı veya benzer hastalıkları aynı isim altında toplar. “Sıtma” ile sadece malarya değil, nöbetler şeklindeki ateş ve titremeyle seyreden diğer hastalıklar da kastedilir. Eskiden olduğu gibi, günümüz halk hekimliğinde de hastalıklar:
Semptomlarına göre – sarılık, kızıl, kızamık, alatenli; sebeplerine göre – albastı, isiliğ, kaçık, tutarık diye adlandırılır.
Eski Türk tıbbında hastalık ve sağlık durumunu belirten bazı terimler, günümüzde de halk arasında aynen yaşamaktadır. Ezcümle: “İğ”, hastalık, eski Uygur Türkçesi; “yiyig”, hastalık (Ada.). “Agrıg”, hastalık, ağrı, eski Uygur Türkçesi; “ağrı”, sızı… İglık, hasta (Uygur); “iğdir”, hasta (Or. İz. İç. Mğ.). “Sökel”, hasta, eski Oğuz Türkçesi; “sökel”, humma, ateşli bir hastalık (Çr. Gz. Kn. İç. Ant); güçsüz, düşkün (Af. Isp. Brs. Kü. Es. Ks. Çkr. Sm. Ama. Or.); tifo (Kn. İç.); zatürree, pnömoni (İç.); sakat (Çr. Ama.); öldürücü grip (Isp. Ay. Kn. Ada.); hastaya ayrılan yiyecek (Sn.).
Eski Türkler, zararından korktuklarının adını ağızlarına almazlardı. Halen “verem”in adı, “ince hastalık”tır.
Çok eski çağlardan kaynağını alan günümüz temel hastalık tedavisinin esasını, hastalığın bir başkasına veya bir başka nesneye transferi, ya da hastalık etmenini hastanın içinden çıkarmak, defetmek oluşturur. Transfer, “can yerine can verme” düşüncesini, “kurban” fikrini doğurmuş. Transfer, ya da hastanın çevresinde dolaşılıp, yani “aylanıp”, ya da temas (hastalığın ilk dokunana geçmesi prensibi) yoluyla gerçekleştirilir. Nakledilen, taş, boncuk, ağaç, mezar da olabilir. Zonguldak Uzunyayla’da “Gâvur oyunu” denilen ve ateş çevresinde halay tarzı icra edilen oyunda, hastalığın kendi bedeninden çıkarak “gâvurların” bedenine transferini amaçlıyor[30].
Dr. Çavdar, zikrettiği hastalık–tedavi prensiplerini sadece Orta Asya eski Türk toplumlarına mal etme eğiliminde görünüyor. O ise ki bu prensiplerin, başta eski Anadolu olmak üzere Mısır, Mezopotamya, Afrika, Greko Lâtin dünyasında… cari oldukları biliniyor. Bu bağlamda baskında çıkmış bazı haberleri derç ediyoruz.
Van Gölü havzasında Dilkaya höyüğündeki kazılar sırasında Anadolu’da delgi yöntemiyle beyin ameliyatı yapıldığını gösteren kafatası bulundu. M.Ö. IX. yy.a tarihlemek kafatasının üzerinde incelemeler sürerken ameliyatın, baş ağrısına neden olduğu sanılan kötü ruhları kovmak için kafatasında delikler açılarak bunun yapıldığı düşünülüyor. Arkeolog Dr. Altan Çilingiroğlu, “günümüzde delme yöntemiyle yapılan beyin ameliyatları, kafatasındaki fazla basıncı almak amacını taşıyor. Ancak, yaklaşık üç bin yıl önceki ameliyatların, baş ağrısına neden olduğu sanılan kötü ruhları kovmak için yapıldığını düşünüyoruz” dedi (Cumhuriyet 12.05.1987).
Samsun – Bafra İkiztepe’de yapılan kazılarda bulunan kafataslarında ameliyat izleri görülmüş. İkiztepe kazıları sırasında bulunan “ameliyatlı kafatasları” konusunda yapılan açıklamada “eski çağlarda ve ilkel toplumlarda baş, ruhun bedende yer aldığı en önemli bölge kabul edilir. Bu devirlerde ve topluluklarda büyü ve din her şeye egemendir. Kafatası ameliyatlarında tedavi edici amacın yanı sıra dinî–büyüsel değerler de önemli rol oynamaktadır. Kafatasında açılan delikler ile başın herhangi bir yerine yerleşmiş olan kötü ruhun dışarıya çıkarılacağına, ya da beynin işlevinde ortaya çıkan bir anormalliğin ortadan kaldırılacağına inanılırdı ve çağımızda olduğu gibi ruhî–sinirsel rahatsızlıkların nedeni başta aranırdı” görüşü savunuldu (Cumhuriyet 28.12.1992 ve Cumhuriyet DERGİ 548, 22.09.96).
Şimdi yine aynı bağlamda, günümüzün bir başka uygulamasına yer verelim.
Tokat’ın ilçesi Zile’ye 15 km uzaklıktaki “Çeltek Baba Çilehanesi” adıyla anılan yerde 60 cm çapında bir sütun bulunuyor. Aklî dengesi bozuk olan 14 yaşında bir çocuk, ana babası tarafından buraya getirilip taş sütuna bağlanıyor. İşbu “Çeltek Baba” mevkii, yüzyıllardır akıl hastaları ve felçlilerin uğrak yeri olmuş, sağaltıcı şöhreti nedeniyle.
“Çeltek Baba” adıyla anılan Şeyh Mahmud Emircidoğan, Roma döneminden kalma ve akıl hastanesi olduğu anlaşılan yörede yerleşmiş.
Taş sütuna bağlanan hasta, saatlerce veya bütün bir gece boyu bağlı tutuluyor. Yakınları tekke içerisindeki ücretli yataklarda kâh yatarak, kâh dua ederek sabahın olmasını ve hastalarının sağlığa kavuşmasını bekliyorlar, (Hürriyet 28.02.1983 ve Cumhuriyet 03.07.1987) yani cinlerin çıkıp gitmelerini bekliyorlar…
***
Yine Anadolu’da, ama bu kez güncel, bir kafatası hikâyesi. Felix von Luschan, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde (Zincirli kazıları, Likya seyahati ve antropolog olarak yaptığı binlerce kafatası ölçümleri vs.) araştırmalarıyla tanınmış bir bilim adamı olup Anadolu Yörüklerinde bebeklerin kafatasına yeni bir şekil verme âdetinin varlığına işaret etmiş ve araştırmasını ilk olarak 1886 yılında yayınlamış. Bizde süt çocuklarının kafataslarına, uzatarak, yassıltarak yeni şekiller verilmesi âdetine ilk temas eden uzman Kemal Güngör olmuş (1941): “Yörüklerde etnik bir hususiyet olarak kafa şeklini bozmanın mevcudiyetini kaydetmek icap eder. Yürükler, çocuk doğduğu günden (?) itibaren alınlarını yassıltmak maksadıyla kaş kemerleri üzerinden ve kulakların üst hizasından kafa arkasına düğümlenmek üzere bağlanan bir çeki ile çocuğun başını sıkıca çemberlerler…”.
Birçok müellif bu işin estetik amaçlı olduğunu yazıyorsa da bunun bazı sosyal temelleri olabileceğini gören Danimarkalı ünlü ethnolog Birket-Smith, işbu âdetin amacının çocuğun kafatasının sallanmalar sırasında zarar görmesini önlemek olduğunu yazıyor. Gerçekten çoğunlukla at ve deve sırtında seyahat eden Yörüklerin, çocuklarının, uzun yürüyüşler süresince, kafalarını oraya buraya vurarak zarar görmelerini önleyecek tedbirler almaları gerekir. Göçebelerinin birçok eşyalarının, örneğin testilerinin ağaçtan (bardak) yapılmış olmasının nedeni vardır. Bu surette çarpıp kırılma tehlikesi kalmaz. Testinin kırılmasını düşünen Yörüklerin, çocuklarının kafatasının da kırılabileceğini hesaba katmamaları düşünülemez. Çocuğu genişçe bir tahta üzerine sıkı sıkıya sarıp onu da bir heybe veya torba benzeri ile atın üzerine asmaları halinde, tahtanın kenarları kafanın çarpmasını önlemekte çok yararlı olabilir. Sıkı ve enli sargılarla uzun süre bağlı kalan yumuşak bir kafanın ise değişik bir şekil alması, kendiliğinden oluşabilir.
Özellikle Antalya bölgesinde anthropolojik araştırmalar yapmış olan von Luschan, bu âdetin uygulanış şeklini şöyle anlatıyor: “Ben bu prosedürü, birçok defa bizzat gördüm. Bu işe çocuğun doğumundan bir veya iki hafta sonra, yani loğusa kadın, tekrar serbestçe hareket eder hale gelince başlanır (burada Kemal Güngör’ün çocuğun doğduğu gün başlandığı hususundaki hatalı görüşünü hatırlayalım). Süt çocuğu arpa dolu bir çuvalın veya bükülüp sarılmış bir halının veya bir semerin üstüne yatırılır. Ana, el genişliğinde, katlanmış yumuşak pamuklulardan veya başörtüsü kumaşından (tülbent) oluşan sargıları çocuğun kafasına sarar ve ayağı ile gövdesini sabit tutarken iki eli sıkıca çeker, bu esnada nine veya kayınvalide gibi yaşlı bir kadın, çocuğun başını tutar ve bezlerin muntazam bağlanmasına nezaret eder. Bütün bu işlem çok tehlikeli gibi görünür ama bu esnada çocuklar normalin üstünde bir ağlama ve bağırmaya kalkışmazlar. Daha sonra da bu işlem sonucu acı çekmezler. Kafaya sarılan bezler, aylarca orada kalır ve ilk bir yıl içinde veya daha uzun sürede gevşemiş sargılar zaman zaman, aynı usulle yenilenir….
“Şahsen ben, çok sıkı şekilde bağlanan bu sargılama yüzünden çocuklar arasında en ufak bir fonksiyonel rahatsızlığa veya zarara uğramış olana rastlamadım. Anlaşılan beynin herhangi bir yönde büyüyüp gelişebilmesi yeterli olmaktadır…”
Von Luschan, bazı hallerde kafatası şeklinin yapay olarak değil de kullanılan başlıklar vb. yolla kendiliğinden oluşabileceğine de değiniyor: “Bugün (1880’ler) hâlâ Yürüklerde uygulanan bu usulün birkaç Kuşak önce Kürtlerde de mevcut olduğu söylenebilir. Nemrud Dağı ve Karakuş bölgesinde de ben aynen Yürüklerdeki gibi kafalara rastladımsa da, bunlar yapay şekilde değil, bu bölgede kafada taşınan ağır ve büyük sarıklar yüzünden olmuşlardı. 1883 yılında aşağı yukarı 80 yaşında olan, Karakuş Kürtlerinin Şeyhinin kabul ettiğine göre, onun gençliğinde kafatasına şekil verilmesi oralarda da uygulanıyormuş. Fakat diğer ahali halen böyle bir âdetin varlığın kesinlikle inkâr etmişlerdir.[31]
***
İnsanoğlu yaşam boyunca gördüğünün yararlısını kendine mal edip uygulamış. Sivas’ın Suşehri ilçesinde M. Ali Candan’ın derlemiş olduğu hekimlik bilgilerini oğlu Hüseyin Candan naklediyor:
Zehirlemelerde, ağızdan alınan zehir kana karışınca, zehirlenen kimse cıvıkça karılmış çamura gömülür. Çamur vücuttaki zehiri emer. Hasta böylece kurtulur. Kirlenen çamur çok pis kokar, ortalıkta bırakılmayıp atılır.
Bu tür zehirlenmelerde çok acele olarak bir hayvan kesilir. İçi tamamen boşaltılır. Zehirlenen kişi boşaltılan içe sokulur. Sıcak et vücuttaki zehiri çekip alır ve mosmor olur. Hasta, içinden çıkarıldıktan sonra itlerin yiyip zehirlenmemesi için deri toprağa gömülür.
Akrep ve yılan sokmalarında, yaşayan bir kara tavuk bulunup kıçı, sokulan yere iyice yapıştırılır. Kıç her açılış kapanışta vücuttaki zehiri çekip alır. Sonunda tavuk ölür ama hasta da kurtulur.
Herhangi bir kaza sonucunda vücutta ezik veya ağrı sızı olursa, hemen bir davar kesilir. Postu yüzülüp soğumadan vücuda sarılır. Buna “post çekme” denir. Deri kuruyuncaya kadar beklenir. Zaten bu arada ağrı da dinmiş olur.[32] Biz bu aynı uygulamayı, bunu bizzat yaşamış Çankırılı bir avukat dostumuzdan dinlemiştik.
***
Halis Cinlioğlu, elinde bulunan çok yıpranmış, yazarın imzası okunamayan fersude bir yazmadan söz ediyor. İki bölümden oluşan yazmanın ilk bölümü “Çeliğe cilâ, misk sabunu, çeliğe su vermek, gümüşe yaldız, ateşsiz şeker böreği, gül yağı, lâleli yağı, karanfil yağı, yasemin yağı…” ve birçok koku ve cilâlardan ibaret. İkinci gölümde ilâçlar yer alıyor. Her dert için bir veya birkaç ilâç tarif edilmiş. Bunların tamamı meyve, bitki ve çiçeklerden yapılmış olup bunlardan biraz sadeleştirilmiş birkaç örnek naklediyoruz.
“Zekeriya Hazretleri Macunu: İnsana maddî güç verir, şehveti artırır, gözü nurlandırır, su yolunu arıtır, aklını ziyade eder tabibe ihtiyaç duyurmaz, elli cariye dahi olsa hepsinin hatırını hoş eder ve yüreğinde olan yelleri çözümlediği gibi karnında olan taşları eritir. Terkibi 100 ilâ 3 dirhem arasında değişen 29 madde, bir fincan gülsuyu, birer okka nebat şekeri ile baldan toplam 32 maddeden ibaret olan bu ilâç, eczalar dövülüp, elekten geçirilip, bal kıvamına getirilip, macun edinilerek hazırlanıyor. Günde üç kez kullanılır. Yemesi 366 gün süre. 120 yaşında bile kullananın cemali (yüzü) on beş yaşında gibi ola”.
“Nefes darlığı için: Keten tohumunu tavada kaynatıp badem ve şekerle birlikte dövesin. Her biri ellişer dirhem ola. Bir kadeh güllâb ile cümlesin tavaya koyup ateşte aheste kaynatasın. Tâ ki kıvam bula. Sonra bir kaba koyup hacat vaktinde sabah ve akşam kırk gün kullanasın”.
“Dermansızlık ilâcı: Bir adam ki dermansız, iliği kesik olsa, iki okka endiz (andız) alıp, yedi okka suyla dört okka kalıncaya kadar kaynata. Dört okka suyun içine iki okka bal koyup kaynata. Kıvama gelinceye kadar ayrıca ayıklanmış iki okka fındığı elekten geçire. Bunu bala katıp karıştıra. Sonra üç dirhem darçın, üç dirhem karanfil, üç dirhem cevizi dövüp birlikte karıştıra. Macun tamamlanınca onu bir sırça kavanozda saklaya. Kırk gün sabah akşam ceviz kadar alıp kullana”.
“Erlikten kalan erlere, doğurmayan kadınlara ilâç: Arap ve Acem hekimleri birlik olup Sultan Mehmed’e bir nüsha yazıp hâzinesinde saklamışlar. Ölümünden sonra Enderûn Ağaları’ndan biri bir yolunu bulup yazmış. Taşrada bir dostuna göndermiş.”
“Faydası budur ki, bir kimse erlikten kalsa veya bir avrat doğurmasa, kırk gün sabah ve akşam altışar dirhem yiye, yirmi yaşında yiğit ola. Eğer avrat ise, on yaşında gibi ola. Tamamen hayz görünce bütün azalarında ne kadar çocuk olmayı engelleyen marazlar varsa cümlesini defede. Ömründe çocuğu olmayanın Allah’ın izniyle çocuğu ola. İlâç şudur” deyip tam yirmi maddeden oluşan terkibi veriyor.
“Bu eczaları muhkem sahk edip (iyice dövüp ezip) bal ile macun ettikten sonra kullanalar, faydalıdır… Tecrübeli olduğundan şüphe edilmeye.”[33]
Gerek “Zekeriya Hazretleri Macunu”, gerekse “dermansızlık” ve “erlikten kalma…” ilâçlarında bal önemli yer tutuyor. Son ikisinin kırkar gün süre ile tavsiye edilmesi, inançlarla ilgili gibi oluyor. Yine “dermansızlık” ilâcının başlıca maddesinin andız olması da dikkati çekiyor. Şöyle ki, andız katranı, andız ardıcının dal ve gövde parçalarının yakılmasıyla elde edilen katran olup siyah şurup kıvamında özel ve keskin kokulu bir sıvı oluyor; solunum vb idrar yolları hastalıklarına karşı tek başına, ya da çörekotu yağıyla karıştırılarak hap halinde alınır. Hayvanlardaki deri hastalıklarına karşı da dıştan sürülür. Andız kozalağı, andız ardıcının olgun meyvesi olup Toroslarda, dağ köylerinde taze kozalakların su ile kaynatılmasından “andız pekmezi” adı verilen bir özüt elde edilir. Bu özüt, içindeki şekerler ve vitaminler nedeniyle kuvvet verici ve afrodizyak olarak kullanılır. Toz haline getirilen kozalak, balla karıştırılarak yendiğinde kurt düşürücü etki gösterir.[34] Andız otu (inula) da, yine halk hekimliğinde öteden beri kullanılan bu otun kurutulmuş kökleri safra söktürücü, idrar artırıcı, öksürük kesici, göğüs yumuşatıcı, kuvvet verici ve kurt düşürücü özelliktedir. İnfüzyon halinde günde iki üç bardak içilir, ya da hap halinde alınır. Andız otunun bir başka türünün (inula dysenterica)kökleri dizanteriye karşı peklik verici olarak kullanılır (BL).
***
Bildiğimiz kavak (populus), zarafeti dışında daha önemli pratik faydalar sunuyor. Kavak merhemi basur tedavisinde ağrı dindirici ve konjeksiyon giderici olarak kullanılan bir merhem oluyor. Kurutulmuş kavak tomurcukları uçucu yağ, reçina ve glikozit içerir. Halk hekimliğinde dâhilen infüzyon halinde peklik verici, idrar artıncı, terletici, yatıştırıcı, balgam söktürücü, haricen (merhem halinde) basur ve yanıklarda ağrı dindirici ve iyileştirici olarak geniş çapta kullanılır (BL).
***
Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’da sekiz yıl boyunca araştırma yapan halk bilimi uzmanı Muhsine Helimoğlu Yavuz, doktorsuz, ilâçsız insanların tedavide nasıl doğaya sığındığını görmüş ve izlenimlerini anlatıyor.[35]
Yavuz, Dicle’nin Kocaalan köyünde, kış henüz tam çıkmadan, kara kışta çırılçıplak soyduğu bebeğini köy çeşmesinde yıkayan bir kadının üzerine atılıyor: “Ne yapıyorsun, çocuğu zatürreeden öldüreceksin!”. Sözcükleri anlamayan kadın devam ediyor yıkamaya. Çeşmenin adı “sıtmakıran”mış. Çocuk ise yüksek ateşli imiş.
Tercüman devreye giriyor. Kadın önce sessizce dinliyor, sonra da öfke ile yanıtlıyor, Yavuz’u: “Doktor vardı da gitmedik mi? İlâç vardı da almadık mı? Bırakalım bari kendi bildiğimizce, inandığımızca bir şeyler yapalım!…”.
Bilkent Üniversitesi öğretim görevlisi Muhsine Helimoğlu Yavuz, Anadolu efsaneleri ve masalları hakkında Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’da yaptığı araştırmaların içine, bu olaydan sonra, bu konuyu da sokuyor. Bu kez ortaya halk inançlarının kadın hastalıklarının tedavisine nasıl yön verdiğini sorgulayan bir araştırma ortaya çıkıyor. Yavuz, araştırmasını kısırlık, yumurtalık iltihabı, regl düzensizliği, meme başı çatlakları, meme iltihabı, gebelik lekeleri gibi kadın hastalıklarının tedavisinde hangi bitkilerin nasıl kullanıldığını ortaya çıkarmakla sınırlamayıp, sadece inanca dayalı uygulamalara da değiniyor. Bu sonuncular arasında yatır ve türbe ziyaretleri, adaklar ya da evde kadınların bir başına üstlendikleri yöntemler de yer alıyor.
Yavuz, önce inanca da dayalı olmakla birlikte halk hekimliği alanına giren uygulamalardan söz ediyor. İlk ele aldığı hastalık meme iltihapları ve meme başı çatlakları olmuş. Bunların sağaltılması ise kente, köye, hattâ mezraya göre değişiyor:
– Mercimek unu biraz suyla iyice kaynatılıyor. Hafif koyulaşmaya başlayınca, bir tülbendin üzerine serilerek şiş ve kızarmış bölgenin üstüne konuyor.
– Pekmez biraz unla karıştırılıyor. Bir parça mum, bir tutam hatmi eklenerek elde edilen karışım iyice kaynatılıyor. Lâpa haline gelince iltihaplı yere konularak iltihabın akması sağlanıyor.
– İltihaplı yer neşterle yarılarak akıtılıyor ve üzerine mürdesenkle (sarı kurşun oksit) yapılan karamerhem konuyor (mürdesenk, zeytinyağı ile karıştırılarak elde ediliyor).
– Ceviz ayıklanıp dövülüyor, sonra bir tülbende bağlanıp su buharına tutuluyor. Cevizin yağı tülbendin üstüne çıkınca, sıyrılarak alınıyor ve memedeki çatlağa sürülüyor.
Kısırlığa karşı kına:
– Yarım yemek kaşığı kına, yarım avuç karabiber, birer avuç karanfil ve mahlep, dört parça zencefil, yarım avuç tarçın, bir kaşık sarı kök, iki kaşık küşüt, iki kaşık anason, birer avuç nane, ıhlamur, turp tohumu, maydanoz tohumu, karaçörek otu, dört tane havlican, iki kaşık hardal iyice karıştırılıp toz haline getiriliyor. Bir kilo sütle kaynatılıyor, süzülüyor, her sabah bu sıvıdan bir bardak içiliyor. Bu arada bele de karasakız yakısı yapıştırılıp on-on beş gün çıkarılmıyor.
– Patlıcan haşlanarak iyice dövülür, zeytinyağı ile karıştırılıp bir beze serilerek karnın üzerine konuyor; bu işlem birkaç kez yineleniyor.
– Bir avuç havuç tohumu kaynatılarak içiliyor.
– Bir kilo kavun çekirdeği iyice dövülüyor. Toz haline gelince yine aynı oranda suyla karıştırılıyor. Sonra süzülüp bir gün soğukta bekledikten sonra, her sabah birer bardak içiliyor. Bunun ayrıca, vücuttaki tüm iltihaplara iyi geleceğine inanılıyor.
Hastalıklar bununla bitmiyor. Yumurtalık iltihabı ve soğuk algınlığı için de yöntemler var:
– Ebegümeci zeytinyağında pişiriliyor. Koyulaşınca bir bezin üzerine seriliyor ve sıcakken kasıkların üzerine konuyor. Bu işlem üç gün yineleniyor.
– Tanesi alınmış mercimek otu kaynatılıp hasta, suyun buharına oturtuluyor, su soğuyana kadar.
– Bir tüp siyah merhem (pomat ichtiyol), dört parça mesteki sakızı, biraz balmumu, bir fincan kuyruk yağı, bir miktar anzarot tozu, biraz hava cıva, bir miktar gliserin ve vazelin ile karıştırılarak pomat haline getiriliyor. Bir çay kaşığı kadar alınıp gazlı beze sarılıyor ve akşam yatarken kadının haznesine konup sabah çıkarılıyor.
– İki üç tane soğan haşlanıp iyice dövülüyor. Zeytinyağı ile karıştırılıp merhem gibi olunca bir bezin üstüne seriliyor ve kasıklara konuyor (Ayrıca bu, erkeklere uygulanırsa meninin gelmesini de sağlarmış).
– Yumurtalık sancılarında, tere otunun kaynatılıp lâpasının karnı üzerine konulmasını öngören halk inanışları, regl düzenleyici olarak da şunları öneriyor:
– Bir avuç meryemhort (Meryem otu – Tencrim polium) ile bir avuç kekik karıştırılarak iyice kaynatılıyor, sabah ve akşam aç karnına içiliyor.
– Dört beş nane yaprağı, bir çay fincan kaynar suya atılarak üzeri sıkıca örtülüyor ve beş dakika kadar bekletilip günde üç kez yemeklerden sonra içiliyor.
Sadece inancın yön verdiği tedavi yöntemleri ise umutsuzluğu ve çıkışsızlığı ortaya koyuyor. Hastane, doktor ve ilâç olanağını bulamamış yöre kadınları ya yatırlarda, ya da türbelerde çözüm arıyorlar hastalıklarına. Kısır kadınlar (ki erkeğin kısırlığı söz konusu bile olamaz) buralarda kendilerine çare arıyorlar.
***
İşin bir ucunun böylece inançlara dayanmış olması, tıbbî tedavinin sosyo-kültürel safhalarının bütünüyle incelenmesini zorunlu kılıyor. Bunu Dr. Orhan Türkdoğan, Erzurum bölgesi için yapmış olup yazdıklarından aktarıyoruz.[36]
Günümüzde sosyal bilimler ile tıp bilimi arasındaki yakınlaşmalar, “medikal sosyoloji” adını verdiğimiz yeni bir bilim dalının doğmasına yol açmıştır. Bu disiplinin temel düşüncelerine göre sağlık-hastalık yönlenmesi, bir toplumun kültür değeriyle yakından ilgilidir. Bu bakımdan hastanın tavır ve inançları, geniş ölçüde, içinde yaşadığı toplumun bir kültür ve değer sistemlerinin etkisi altında olur. Böylece de halkın modern tıbba olan tavır ve davranışları, tümüyle halk tababetine ait geleneksel düşünüş ve inançlarının etkisinde kalır.
Devam etmeden önce bazı kavramlara açıklık getirelim. Folk toplum, bir ideal tip olarak değişmeyen, öbür toplumlarla teması olmayan, okuyup yazma bilmeyen zümreler oluyor. Bu itibarla folk medicine‘i, “halk tababeti” karşılığı olarak kullanıyoruz.
Folk tıp ile modern tıp arasında, toplumun seviyesi ne olursa olsun, bazı ortak yönler mevcuttur. Bugün ilerlemiş sanayi toplumlarında bile ilmî tıbbın yanı sıra folk uygulamalarının da yaşamakta devam ettiği açıkça görülür. Bu itibarla, günümüzde kullanılan birçok ilâcın, aslında, folk tababetin Pharmacopeia’sının bir kısmını teşkil ettiği söylenebilir. Buna karşılık halk tababeti, modern tıptan birkaç şekilde ayrılıyor. Herhangi bir folk toplumda tıp, zümrenin ortaklaşa malı oluyor. Folk kültürde tıpla ilgili dar bir bilgi alanı vardır ki, burada bir kimsenin herhangi bir hastalık ve onun tedavisi hakkında bildiği şey, öbür fertler tarafından da bilinir. Halk tababeti bilgisi, bireyden bireye, kuşaktan kuşağa ağızdan aktarılır. Böyle bir toplumda bir kimse öbür kültür unsurlarını nasıl öğreniyorsa, halk tababetini de öyle öğrenir.
Bilimsel tıpla, folk tababeti arasında önemli bir ayrılık bulunuyor: Bilimsel tıp, sebep-sonuç nedensellik bağı içinde kesin bilgiye dayandığı halde, geleneksel tıpta böyle bir lojik bağ yerine inançlar ve bir takım yaşanılmış ampirik bilgiler rol oynuyor. Bu bilgi ve inançlar, içinde yaşanılan toplumun kültürünün bir kısmı olup onu yansıtır.
Erzurum ve çevresinde hastalıklarla ilgili bir kavram çiftine rastlanıyor. Bunlar sıcak-soğuk dikotomisidir. Halk hastalıkları bu iki unsura göre sıralıyor. Bunların tedavileri de yine sıcak–soğuk derecesine göre yapılıyor. Hasta, soğukla ilgili bir hastalığa yakalandığında, sıcak yiyecekler tercih ediliyor. Örneğin, soğuk algınlığı halinde soğuk su içilemez. Soğukla ilgili hastalıklar, nezle, grip, bronşit, soğuk algınlığı, sıtma ve zatürreedir. Hastanın bir an önce iyileşmesi için terlemesi, sıcak şeyler (çay, ıhlamur, çorba) içmesi gerekir. Ayağa kızgın tuğla koymak, yatağın içine mangal almak gibi tedavi şekilleri de bulunuyor. Yani, hastalığın zıddı ile tedavisi zorunludur.
Erzurum bölgesinde geleneksel tıbba ait ikinci bir kavram da “vücut sıvıları” oluyor. Bunlar kan, salya, idrar ve menidir. Folk tababette “vücut sıvıları”nın hastalıklar üzerindeki etkileri, çeşitli beslenme, bakım teknikleriyle yakından ilgili görünüyor.
Türkdoğan’ın bu söylediklerini, daha önce ayrıntılarıyla görmüş ve bu tıbbî “prensip”lerini tıp tarihinin derinliklerinden itibaren takip ederek irdelemiştik. Bin yıllara rağmen ortada değişmiş bir şey yok, “Vücut sıvılarının” türleri arasındaki farklardan başka…
***
Ünlü ethnografya uzmanımız Hâmit Zübeyr Koşay, Pulur’da ethnografya ve folklor araştırmaları yapmış. Bunları özetliyoruz.
Pulur-Sakyol, Tunceli ilinin Çemişgezek merkez ilçesine bağlı bir Sünnî köy olup burada hayvan hastalıklarından korunma ve tedavi yolları arasında dağlamanın yaygın bir uygulama olduğu görülüyor.
Halk hekimliğinde sıtma’ya karşı sülüğen (sütleğen) kanı, yani usaresi içilir. Ancak fazlası zehirlidir, öldürür. Sarılık için anuk adı verilen kekik otu kullanılır. Kanı durdurmak için de örümcek ağı ve yanmış tütün külüne başvurulur.,.
Çeşitli rahatsızlıklara karşı kullanılan bitkiler arasında ebegümeci, paga yaprağı (?), hardal tohumu, zencefil, sancı otu bulunuyor. Muzla (nezle) otu, Ağustos’ta derilip deste halinde kurutularak havanda dövülüyor, tülbentte elenerek kutulara dolduruluyor ve nezle olunca burunlara çekiliyor.[37]
***
Şimdi de Keban baraj gölü çevresinin folk tıbbını irdeleyeceğiz. Yörede zengin bir sağlık folkloru bulunuyor. Buna ait seçtiğimiz bazı örnekleri veriyoruz. İnançla ilgili tedavilerden söz etmeyeceğiz.
Çocuk hastalıklarından:
Kuvak, çocuğun başında oluşan kabuklanmalar olup tereyağı ile temizlenir.
Kulak ağrısı: Ana sütünün içine biraz tuz konularak eritilir, kulağa damlatılır.
Emel (ishal): Çocuğun altına sıcak kül konur, sarımsaklı yoğurt yedirilir.
Hoşirik: Başta ve yüzde olan sulu yaralardır. Ocaklı aileye götürülür. Ocaklı, çevrede şifalı olarak kabul edilen su ile hasta çocuğu yıkar ve suyun kaynadığındaki çamuru çocuğun başına sürer. Bu uygulama, yaralar iyileşene kadar tekrarlanır.
Loğusa hastalıkları:
Meme yarılması: Ağaç sakızı, balmumu ve tereyağı karıştırılıp sürülür. Havacıva otu‘nun dövülmüş kökü tereyağı ile karıştırılıp merhem olarak kullanılır.
Satlıcan (zatürree, zatülcenip): Kulunçlarına kupa vurulur, kan alınır. Aynca suda hafif pişirilmiş yufka çekilir.
Sarılık: Fazla korku ve heyecandan ileri gelen bir hastalık olarak bilinir. Çeşitli iyileştirme yöntemlerine başvurulur. Hasta, sarılık ocağına götürülüp yıkanır. Ya da ocaklısı, hastanın iki kaşının arasını temiz bir jilet veya ustura ucuyla hafifçe keserek kanatır. Pis kanın akması ile sarılığın geçeceğine inanılır.
Sair yöntemler de şunlar oluyor: iki burma yonca, 5-6 sitil suda kaynatılır, pekmez kıvamına gelince ateşten indirilip soğutulur, halbur’dan süzülüp yıldızlı gecede sabaha kadar bırakılır. Ertesi sabah hasta bu suda çimdirilir (yıkanır). Giysileri de bununla ıslatılır. Hastaya bildirmeden köpek kafası yedirilir, sonra kendisine söylenir, hasta tiskelenir (irkilir). Erik çir’i (furusu) sidiğe konur, üç gün ayazda bekletildikten sonra hastaya içirilir.
Göz ağrısı: Birçok sağaltma yöntemi uygulanıyor. Bazıları şöyle: Erkeklerin hazırladığı “göz suyu”, yani bağ budama sırasında çubuk uçlarından çıkan su alınıp eczaneden sağlanan bir ilâç (?) katılarak hazırlanan ve göze sürülen bir sıvı var. Bunun dışında zencefil dövülerek iki pamuk arasında göz kapaklarının arasına konuyor. Hıdut otunun (sarı çiçekli bir ot, bilimsel adı bulunamadı) kökündeki süt göze sürülüyor. Ağrıyan göze haşlanmış yumurta beyazı, yoğurt kaymağı ya da eski (ekşi) ayrana batırılmış bez bağlamak, ağrıya karşı başvurulan öbür yollardandır. Göz ağrılarında şeb (şap) ve eşek sidiği de kullanılıyor (ilâç olarak sidiğin kullanılması dikkate değer).
Gözde çıkan çıban ve yaralar eğir mumu (kışın arıların kovan deliklerini kapatmak için sıvadıkları mumlu madde) ile deşilir. Yaranın icranını (irinini) almak için üzerine dut pestili ile hamur mayası kapatılır.
Kulak ağrısı’nda kulağa elma veya nar suyu damlatılır (çocuklardaki uygulamayı yukarda gördük). Koyun gözü çiçeği (kır papatyası) bire üç oranında su ile kaynatılır, soğuduktan sonra ağrıyan kulağa damlatılır.
Bademcik iltihabına boğaz dolması denir. Eşbabiye (zerdali kurusu) haşlanıp çekilir. Harput yöresinde boğaz dolması‘na karşı kustuhindi denilen çok acı bir kökü kazır, bir fincanda suyla ezer boğaza akıtılır. Kustuhindi aktarlarda satılır ve Arabistan’dan gelirdi.
Basur‘a karşı geyik boynuzu kazınarak balla karıştırılıp yenir. Işgın (Rheum ribes, Mayıs-Haziran aylarında çiçek açan toprak altında etli bir kök sapı bulunan bir dağ bitkisi olup taze sürgünleri yenir, kökü ise kabızlığa karşı kullanılır) kökü kazınıp içmek de basura iyi gelir.
Yaralar: Yaranın üzerine insan pisliği ile karıştırılan dövülmüş cam çekilir. Yaralıya ışgın kökü de kaynatılıp içirilir. Eldeki yara ve çatlaklara, kaynatıldıktan sonra dövülüp tereyağı ile karıştırılarak merhem haline getirilen havacıva otu kökü sürülür (Hava cıva otu-Alkanla tinctoria-Harput yöresinde yerineği adı da verilen, mavi renkli çiçekler açan 10-30 cm yüksekliğinde çok yapraklı tıbbî bir bitkidir. Halk hekimliğinde olduğu gibi bugünkü tıpta da köklerinden yararlanılır. Kökler –Radix alkannae– kabız etkisinden dolayı bazı bağırsak hastalıklarında kullanılır. Ayrıca köklerinden kırmızı boya elde edilir. Bunun dışında köklerinin kırık, çıkıklarda, yara, çarpılma ve şişleri giderici olarak da kullanıldığı ve aktarlarda çok satılan bir madde olduğu saptanmış. Bergama yöresinde tüylü boya adıyla da anılan havacıva otu, zeytinyağında kaynatılarak şişlere vuruluyor).
Uçuk: Buna karşı peynir suyu sürülür.
Egzama‘yı geçirmek için yine ışgın’dan yararlanılır. Işgın kökü kaynatılıp çay gibi içilir.
Yanıklar için başvurulan en yaygın yol domates suyu veya yoğurt sürmektir. Çıban‘nın olgunlaşması için küle-gömülerek pişirilmiş soğan sarılır.
Yıl çıbanı (Şark çıbanı): Çıban üstüne pağa (yaygın adı sinirli yaprak otu-Herba plantaginis majoris-olan tıbbî bir bitki olup eskiden beri halk hekimliğinde çok yönlü kullanılmış. Yaprakları kaynatılıp suyu, solunum yolları hastalıklarında ve mide rahatsızlıklarında içilir. Ayrıca, bazı deri hastalıklarında iki taş arasında ezilip deriye sürülüyor) yaprağı yapıştırılıyor.
Çökelek kaynatılıp bir torbaya dökülüyor, torbanın süzülen suyu yeniden iyice kaynatılıp pekmez kıvamına gelince indiriliyor ve çıbanın üzerine sürülüp bağlanıyor. Bir süre böyle bıraktıktan sonra bağ hızla çekilip piçik (çıban ucu) içinden çıkıyor ve pis kan akıyor. Yılçıbanına karşı göztaşı (bakır sülfat) da kullanılıyor. Göztaşı ve çirıs, nohut ezmesi ile karıştırılıp çıbana sürülüyor. Bir süre sonra çıban kuruyor ama izi kalıyor.[38]
***
Ayşen Karadeniz, az çok her yerde olduğu gibi, Güney-Doğu Anadolu’da da halk sağaltma yöntemlerini sihri ve tecrübî olarak ayırıyor.[39] Sihri tedavi babında da büyülerin “teori”sini yapıyor ki bu, konumuzu gereksiz yere uzatacağından, ayrıntılarına girmedik.
Tecrübî (ampirik) tedavi, sihir – büyü ile ilişkisi olmayan, deneyden gelen ve rasyonel tedaviye bir geçiş basamağı oluyor. Karadeniz’in sıraladıkları arasında bazılarını zikretmekle yetiniyoruz.
Göz hastalıklarında Kilis, Urfa, Antep, Maraş, Mardin, Diyarbakır’da göz hastalıklarıyla uğraşan halk hekimlerine sıkıcı deniyor. Bunlar bazen ameliyatlar bile yapıyorlar (!) Bir zamanların özellikle Güney – Doğu illerinin bir ana derdi olup körlüğe götüren trahom için göz kapağı çevriliyor, şeker, kapaktan kan akıncaya kadar sürülüyor.
Sonra göze çiğ boya denilen, aktarlardan sağlanan kırmızı boya serpiliyor. Bu arada da katarakt ameliyatı yapılıyor (!) Bunu yapana “Kırlangıç Uşakları” adı veriliyor. Halk arasında “Aksu” tesmiye edilen kataraktın “ameliyat”ı şöyle oluyor: Kırlangıç Uşağı, bu iş için hazırlamış olduğu uzun bir dikeni, gözün saat camını andıran, gözün akı denen “Siklera” ile birleştiği yerde bir manivela ile lensi ortadan iterek gözün içine düşürüyor. Açılan yara çok ufak olduğundan gözün sarılmasına bazen gerek bile kalmıyor.
Yani bu iş, “kehhal”ların yöntemlerinin bir geleneksel ölçüsü oluyor… Karadeniz’in sıraladığı, çeşitli hastalıkların tedavi usullerinden sadece birkaçını zikrediyoruz.
Boğaz ağrısı (Dy): Bir miktar bal şerbet haline getirilir ve şapla kaynatılır. Bu karışımla gargara yapılır. Veya “bayboraç” (papatya) suyla kaynatılıp hastaya içirilir.
Ağrılar için (Dy): Hastanın ağrıyan yerine bardak içinde kâğıt yakılarak bardak yapıştırılır. Buna “hacamat” denir. (Bu sonuncu ad burada “boynuz – vantuz çekme” yerine kullanılmış. Belki de çekilen yerde belirgin kızartının hâsıl olmasından, “boynuz çekme” tabiri ise bu iş için vaktiyle cam bardak yerine düz boynuz kullanılmış olmasından ileri gelmiş olmalı).
Sarılık (Dy): Geraze (ineklerin boğazında olan bir tür beze) iyice havanda dövülür ve iki yüz elli gram balla iyice karıştırıldıktan sonra sabahları kahvaltı yerine hastaya yedirilir veya Mardin küşüdü (bir tür meyve) suda iyice kaynatıldıktan sonra üç gün ayazda bırakılır. Sabahlan erkenden bundan birer bardak içilir.
Verem tedavisi (Kilis): Kaplumbağa eti kebap edilerek hastaya yedirilir. Yedi tane sümüklü böcek bir kap içinde kaynatılıp eritilir ve bu, hastaya yedirilir. Demirhindi (temr-i hindî, Hind hurması), hövlen (?), şeker bir arada kaynatılıp üç gün aç karnına hastaya içirilir…
Boğaza kaçan sülük için (Kilis) bal yedirilir veya limon tuzu verilir. Her tür hastalık için (Gaz.): Gaziantep’in 18-20 km kuzeyinde Sülüklü Göl adında bir göl olup bunun içinde çok sayıda sülük yüzmekte. “Her hastalığın devâsı, mutlaka vücuttan kan çıkarmaktır” diye düşünen halk için bu göl sülükleri birer canlı neşter oluyor. Hasta, uzak mesafeden öle dirile göle götürülüyor, sabahleyin güneş suları ısıtmaya başladığında soyulup suya sokuluyor ve bir taş üzerine oturtuluyor. Sülükler de hasta kişinin vücuduna üşüşüyorlar ve kanını emiyorlar. Doyan sülük vücuttan kopuyor ve göle düşüyor. Eğer hastalık şifa bulmayacaksa, sülükler yapışmaz diye bir inanç var.
Karadeniz, bizim buraya almadığımız daha birçok hastalığın halk ilâcını da veriyor.
***
Gerek Karadeniz’in mezkûr ifadelerinde, gerekse daha önce irdelediklerimizde bal, önemli bir tedavi unsuru olarak beliriyor. Bu bapta Yahudi ve İslâmî kültürler arasında, aslında ikincisinin ilkinden büyük ölçüde etkilenmiş olması itibarıyla, tıbbî alanda da işbu “bal”, daima tedavide çoğu kez önde görülüyor. Ama her ikisinde de, kim kimden ne aldıysa, daha eski birtakım inançların hiçbir zaman kaybolmamış oldukları ortaya çıkıyor. Nitekim Filistin’de, Babilonya’da olduğu gibi, Tevrat’ın bir kapsamlı tefsiri olan Talmud’un yazıldığı yedi asır (M.Ö. II. yy.-M.S. V. yy.) boyunca cinlere olan halk inanışı, daima canlı kalmış. Yahudi yasasının mükerreren buna karşı çıkmış olması, bu inancın hiçbir zaman kaybolmadığının delili oluyor. Astroloji (ilm-i nücûm) bize insan hakkında bilgi veriyor. Astrolojik gökyüzünün bilgisi, insanın gökyüzünün bilgisini verecektir, şöyle ki bu iki “gökyüzü”, aynı bir semanın “tek bir öz”ün ikiye bölünmüş veçhesinden başka bir şey olmuyor. “Kitâb-ı Tekvin”de ölümle hastalık insana, ikiliğe geçtikten, elmayı yedikten sonra iyilik ve kötülüğün bilincini iktisap ettikten sonra ârız oluyor. Tevrat’ta, Henoch, Elişa gibi ölmemiş olup da bedenleriyle birlikte yukarı çekilmiş insanlardan söz ediliyor. Daha başka geleneklerde de mümasil olgulara rastlanıyor.
Böylece, ikiliğin yaratmış olduğu koşullarda hastalık ve dolayısıyla tıp, oltaya çıkıyor. Bu sonuncusu, hiç değilse başlarda varlıkları, onların gerçekleşmelerine özgü koşullara iade etmeyi amaçlamış olup bu nedenle de önceleri bir rahiplik işi olmuş.
Bütün geleneklerde tıp, Tanrının bir bağışıdır. Mısır’da Neith, Helenler’de Âthena, tıbbı insanlara öğretmişler. Ve XVI. yy.da Paracelsus şöyle yazacaktır: “Hangi bilim bize Tanrı’dan gelmiyor?… Tıp, tabipten değil, Tanrı’dan doğmuştur”.
Talmud’un yazıldığı çağlarda Babilonya cinciliğin uluslararası merkezi olmuş. Hastalıkların çoğunu, özellikle psişik marazı, cinler tevlit ediyordu (“mecnûn”, “meczup”…).
Toparlayacak olursak yıldızlar, cinler ve nazar, muhtemel hastalık sebepleri olarak görülmekteydiler.[40]
***
Talmud’da zikredilmiş meyveler arasında en önemlileri hurma ile incirdir. Ama özellikle hurma, gerçek bir besin maddesi olarak telâkki ediliyor. Birkaç yıl önce gazetelerin yazdığına göre birçok illetten muzdarip 65 yaşında bir zat, uzun süren bir hurma tüketiminden sonra tamamen iyileşmişmiş. İsrail, öyle bir diyar ki Tanrı, “buğday ve arpa, asma ve incir ve nar, zeytinyağı ve bal diyarına…”, seçmiş olduğu ulusu götürüyor (Tesniye VIII/8). Bu âyette “bal”, hurmanın yerini tutuyor.[41]
Şimdi bu bapta İslâmî koşutlara bakalım.
“Maraz ki hastalıktır, vücudun tabiî mecrasından çıkmasıdır. Tedavi de, vücudu tabiî mecrasına iadedir…”.
“İbni Abbas (R.A.): Şifâ üç şeye münhasırdır: Bal şerbeti içmek, hacamat âleti vurmak, ateşle dağlamak…”.
“Ebû Said Hudrî (R.A.)’dan rivayete göre Nebî (S.A.V)’ye bir kişi geldi. Yâ Resûlullah, kardeşimin karnı ağrıyor (ishal oldu) demişti. Resûl-i Ekrem, “Bal şerbeti içir!” Buyurdu. Sonra bu adam ikinci bir daha… geldi (ve hastalığın geçmediğini söyledi). Resûlullah yine: “Bal şerbeti içir!” Buyurdu. Sonra üçüncü bir daha geldi. Resûl-i Ekrem yine “bal şerbeti içir!” buyurdu. Sonra bu adam bir daha geldi. “İçirdim fakat ishâli, ağrısı geçmedi, arttı” dedi. Bunun üzerine Resûl- i Ekrem: “Allah sözünde doğrudur. Fakat kardeşinin karnı yalancıdır! Haydi yine bal şerbeti içir,” buyurdu. Dördüncü defa içirdi ve hastalıktan kurtuldu.[42]
Peygamber, “Allah sözünde doğrudur!” derken “Hurmaların meyvesiyle üzümlerden (hem) şarap yapar (!?), (hem) güzel güzel yiyerek beslenirsiniz… Tanrı bal arısına vahyetti ki: Dağlarda, ağaçlarda, çardak kurdukları yerlerde kovanlar yapın. Sonra bütün meyvelerden yeyin, sonra Tanrı’nın yolunda inkıyad ile yürüyün! Onların karınlarından türlü türlü renkli ve insanlar için şifalı şerbetler çıkar…” Âyetlerine (XVI/67-69) değinmiş oluyor.
Anlaşıldığı kadarıyla Anadolu’da tedavide bal geleneğinin bir ucu Galenos ise, bir ucu da “Tıbb-ı Nebevi’ye dayanıyor. Konuyu burada bırakıyoruz.[43]
***
Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesine bağlı Sıradan köyünün ilginç bir tıbbi folkloru bulunuyor. Bunlardan bazılarını veriyoruz.
Boğmaca: İnek sütü ile kavrulup havanda dövülmüş çörek otu kaynatılır, sabah akşam içilir. Ayrıca siyah pekmez, karabiber, kırmızı biber kaynatılıp aç karnına içirilir.
Zatürree, ya da yöresel şive ile “saplıcan hastalığı”: Ağrı yapan yerlere sıcak su, tuğla, şişe vurmak (vantuz çekmek), terletmekle giderilir.
Sıtma: Sütleğen sütü, ince elenmiş toprakla karıştırılıp küçük haplar yapılıp yutturulur. Ayrıca rakı içilir, soğuk suda yıkanır.
Bel ağrısı ve öteki sızılar: Kirli yün ile terletilir, karasakız eritilerek ağrıyan yere sarılır. Buna “cıbar” derler. Diz ile kollarda düşerek incinmelere kara et, kara üzüm, kırmızı biber, ocak toprağı karıştırılarak lapa halinde ağrıyan yerlere sarılır.
Göz ağrısı: Kırmızı boya göz çevresine çalınır.[44] Kız çocuğu emziren kadının sütü ile boya karıştırılarak damlatılır. Karaciğer ile hayvanların iç yağları katılarak çalınır.[45]
***
Erzurum halk tababetinde arpa, yılan ve özellikle yumurta yağından söz ediliyor. Bilindiği gibi birçok kuş yumurtası farklı oranlarda maddeler kapsamakla birlikte, terkip bakımından genel olarak birbirlerine benziyorlar.[46] Ortalama bir tavuk yumurtasında 5 gr kadar yağ ve benzeri maddeler bulunuyor.
Yağ, sadece yumurtanın sarısında bulunuyor. Çiğ veya haşlandıktan sonra ayrılan sarısı bir tavaya konuyor ve bir ağaç kaşıkla sürekli kırıştırılıyor. Mutedil ateşte sarı madde kömürleşmeye başlayınca, yağını verdiği görülüyor. Biraz daha karıştırıldıktan sonra bir yana eğilen tavanın köşesinde toplanmış yağ, bir kaba aktarılıyor.
Halk tababetinde yumurta yağı, yanıkların tedavisinde, basur memelerinin giderilmesinde, saç dökülmesinin önlenmesinde dıştan kullanıldığı saptanmış.
Bu tespitler, İbn-i Sînâ’nın “Tedbir-ül misaferîn” adlı risalesinde yer alıyor. Risalede donuklar, vuruklar… gibi birçok konular meyanında yanıklara da değiniliyor ve bunların sebeplerine göre önlemleri de zikrediliyor. Örneğin, kaynar sudan olan yanıklara tuzla zeytinyağı tavsiye edildiği halde, ateş yanıkları üzerinde durulurken şöyle deniyor: “Yumurta kırılıp, yarılıp ıslatılır ve bununla ıslatılmış bir yün parçası yanık yerin üzerine konulur. Bu, yanan yerin kabarmamasını.. temin eder ve acı hissettirmeden yanık yerini kurutur”.[47]
***
Her tekniğin, ister sihirbazınki, ister mühendisinki olsun, bir müspet yanı vardır. Bahis konusu olan, güçleri zapt ü rapt altına almaktır; bunlar mistik ya da fizik olsunlar, fark görünmez, zira en mistikleri bile daha az fizik değillerdir.
Muska, vefk, herhangi bir kişinin erişebileceği baht, ya da mutluluktur. Bir küçük eşya, bir suret, bir ifade, “hap halinde” mutlakiyet oluyor.[48]
“Tanrılar öldü, ama tılsımlar kaldı. Bunlar her türlü inançsızlığın şekillerini aştılar ve ebedî kabiliyetlerini ifşa ettiler. Sadece arabası ya da uçağının hızına iman etmiş ve tıpkı, kişiliğinden hiçbir şey bulunamadan gömüleceği bir kara uçurumun önünde gibi ölüme giden adam, arabasında, İsrail ya da Asur peygamberleri gibi çadırlarının derilerine teraphimler asmalarına benzer şekilde bir küçük bebeği sallandırıyor… Beşer, böylece zaafını, tılsım da gücünü gösteriyor ve sonuncusunun belirgin niteliği de, insanların ondan kurtulmamış olması olgusuyla beliriyor.”[49]
Muska, tılsım, her yerde, her zaman bulunuyor, hiçbir dinî şekil, hiçbir uygarlık, hiçbir toplum bundan azade olmamış. Bu, beşer ruhunun bir “an”ı oluyor.
“Tılsım” sözcüğü, belirsiz bir kökeni haiz. Araplar onu “kutsallaştırılmış nesne” demek olan Yunanca telesma’dan almışlar. Bunların müşterek kökeni de İbranî, “suret” demek olan tselem olmalıdır.[50]
Louvre’daki bir sihri tablet, ateş, sar’a ve kuduz’a karşı (Hz) Süleyman’ın korumasını diliyor. Origenes (M.S. 250’ye doğru), Yahudiler gibi Süleyman’ı cinlere karşı çağıran Hristiyanları kınıyor. Bundan daha eski olarak da Yahudi tarihçi (37-100) Flavius Josephus’un Süleyman’ın hastalıklara karşı dualar keşfetmiş olduğunu beyan eden bir metni bulunuyor. Josephus, hattâ Eleazar adlı bir Yahudi’nin, İmparator Vespasianus’un önünde, Süleyman’ın sihrî niteliklerini tanıtmış olduğu köklerden birisiyle birçok meczubu kurtarmış olduğunu anlatıyor.
Ne idi bu kök ? Belki de “Mühr-ü Süleyman”ınki, polygonatum idi. Bugün hâlâ bu kökün sar’ayı iyi ettiğine inanılır. Dioscorides bu bitkiyi polugonon tesmiye ediyor. Bu ad, altı köşeli yıldızlı şeklinden sanıldığı gibi çiçekten değil, köksap‘in (Rhizome) “yara izleri”nden geliyor. Süleyman’ın bitkilerin sihrî bilgisinin büyük ustası olarak telâkki edildiği unutulmayacak.[51]
Bitkilere, köklere atfedilen sağaltıcı niteliğe bir de bunlara sihrî güç izafe edildiği bir gerçek oluyor. Yukarda bu işin “teori”sine değindik.
***
Şu “pis kanları emen bit, yiğitte, pire de itte bulunur”du ya, buna dair Oğuz Destanından bir fıkrayı A. Zeki Velidi Togan naklediyor.
”… Qori Han beylerbeyi olunca Künce Bey’in kızını babası için istedi. Tesâdüfen bir gün toy yapmışlardı. Kış mevsimi idi. Bukra Han sarhoş olup uyumuştu. Karısı, Qori Han’ı yalnız görüp onun hoşuna gitmek maksadıyla başındaki bitleri ayıklamak istedi. Qori Han, nasıl olsa annem sayılır diye çekinmeksizin başını onun dizlerine koydu…”[52]
“Annelerin dizine baş koyup bit ayıklatmak âdeti, Anadolu’da ve Başkurtlarda da vardır. Bit olmasa da anneler tırnaklarını çıtırdatarak güya bit öldürüyormuş gibi, oğullarını uyuturlardı. Bunu kendi küçüklüğümde çok görmüştüm. Bu, eskiden Türklerde en tatlı hürmet ve muhabbet ifadesi idi.”[53]
***
“Pis kanlardan kurtulma”nın tek yolu bit değildi. Daha önce irdelemiş olduğumuz sülük de vardı, hacamat da vardı. Bu kez bu sonuncusunu İslâmî açıdan tetkik edip bazı tamamlayıcı bilgileri vereceğiz.
“Hacamat” sözcüğünün aslı Arapça hicame(t) olup “emmek” anlamındaki hacm kökünden gelir; hacamat yaptırmaya ihticâm, bu işi meslek edinen kişiye haccâm, kullandığı fanus ve bardak gibi âletlere de mihcem denir. Bu yöntemle kan almak yahut vücudun istenen yerine kan toplamak için küçük bir fanus (Resim50) ters tutularak içine süratle sokup çıkarılan (veya İçinde bir parça pamuk yakılan) bir alev vasıtasıyla havası boşaltıldıktan sonra vücuda kapatılmakta, böylece kanın, üzerindeki hava basıncının azaldığı (veya yok olduğu) o kesime hücum etmesi sağlanmaktadır. Eğer amaç sadece kan toplamak değil kılcal damarlardan kan almaksa fanus, o keskin bir bıçakla çizildikten sonra kapatılır ve bu durumda kan, iç basıncın etkiyle kolaylıkla dışarı çıkar, yani fanus tarafından emilmiş olur. Bu işlemlerdin ilkine “kuru hacamat”, öbürüne “kanlı hacamat” denir. Ancak Türkçede “hacamat” denince akla daha çok İkincisi veya atar ve toplardamarlardan fazla miktarda kan alınması gelmektedir ki bunun adı Arapçada fasd’dır. Bunu yapana da fassâd adı verilir. Türk halkı arasında kuru hacamat için “şişe çekme” (boynuz çekme) tabiri kullanılır.
Tıp tarihinde kan alma yöntemiyle tedavinin ilk kez nerede ve ne zaman başladığı konusunda kesin bilgi bulunmuyor. Ancak bugün bile bazı ilkel topluluklarda görüldüğü gibi eski Mezopotamya, Mısır ve diğer Ön Asya uygarlıklarında birçok hastalığın bedene giren cinler ve kötü ruhlar tarafından meydana getirildiğine inanıldığı ve hastalığın geçmesi için bunların sihir – büyünün yansıra kan alma yoluyla vücuttan çıkarılmasına çalışıldığı biliniyor.
Eski tababette hacamat yapmak için insan vücudunda on dört bölge, fasd yöntemiyle kan almak için otuz ile kırk üç arasında damar saptanmış. Klasik tıp kitaplarında hangi bölgeden veya damardan kan almanın ne gibi hastalıklara iyi geleceğine dair ayrıntılı bilgiler, hattâ bu iş için uygun olan mevsimlerle gün ve saatler verilmekte, örneğin eğer acil bir durum yoksa mevsimlerden ilkbaharla sonbahar tavsiye edilmekte. İbn-i Sînâ’ya göre kan almak için en uygun vakit, ayın ortasındaki gündüzün ikinci ve üçüncü saatleridir. Zehravî ise bu konuda vakit tayinine gerek olmadığını söylüyor.
***
En eski dönemlerden günümüze kadar, sebebi bilinsin veya bilinmesin, birçok rahatsızlığın tedavisinde fasd ve hacamat yöntemleriyle, ya da sülük kullanmak suretiyle hastalardan kan alınmıştır.[54]
Tıbb-ı nebevî açısından da hacamat konusu incelendiğinde, aşağıdaki hususlar beliriyor.
Hz. Muhammed zamanında da sağlığı koruma ve bir tedavi yöntemi olarak uygulandığı, bizzat kendisinin hacamat yaptırdığı hattâ bunu teşvik ettiği biliniyor. Hacamatı o dönemde en iyi tedavi metotları arasında sayan Peygamber’in ve ashabının genel olarak ağrıya ve baş ağrısına karşı, baş, omuz, boyun damarları, kalça ve ayağın üstenden hacamat yaptırdığı, hacamatın akla ye hâfızaya kuvvet verdiğini söylediği rivayet ediliyor. (Hadisler)
Bazı hadislerde pazartesi, salı veya Perşembe günleri; ay içinde de on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günler hacamat yapılması önerilmiş, ayrıca vücudun hangi bölge ve damarlarından kan alınmasının uygun olacağına ilişkin bazı bilgilere ve uygulama örneklerine yer verilmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye, hadislerde mevcut tavsiye ve bilgilerin, dönemindeki tıp âlimlerinin tevhitleriyle uyum içinde bulunduğunu, meselâ bu âlimlerin kanaatlerine göre ayın hareketine bağlı olarak kan basıncının arttığını, ay ortası ile onu takip eden haftanın hacamat için en uygun zaman olduğunu, acil durumlar hariç, bu zaman dilimi içinde hacamat yapılanın daha şifâlı olacağını söylüyor. [55]
[1] Zeki Başar. – Halk hekimliğinde ve tıp tarihinde yılan, Ank. 1978, III. Önsöz’ün başı.
[2] Muzaffer Ramazanoğlu. – Gilgameş destanı, İst. 1942, XI. Tablet, s. 96.
[3] H. Jeanmaire. – Dionysos Histoire du culte de Bacchus, Paris 1970, s. 16.
[4] ibd., s. 403.
[5] E. O. James. – The Three of Life, Leiden 1966, s. 106-107.
[6] M. M. Sadek. – Notes on the introduction and colophon of the Leiden manuscript of Dioscorides “De Materia Medica”, in IJMES, X/3, Aug. 1979, s. 353.
[7] Cumhuriyet (gaz.) 01.06.1989. Bülent Ecevit. – Şifalı Yılan Tehlikede.
[8] İrfan Unutmaz. – Kırkpınar’ın “esrarengiz yılanları”, in (Cumhuriyet) BİLİM TEKNİK 173, 07.07.1990.
[9] Ahmet Kılıç. – Yılanlı Şerife, in Hürriyet 20.06.1989.
[10] Dr. Zeki Başar. – Op. Cit, s. 26 – 34.
[11] Bkz. Kültür Kökenleri, C. II/1.
[12] Zeki Başar. – op. cit. , s. 24-25.
[13] Tuncer Bahçıvan. – Doktor balıklar, eczacı yılanlar, in Milliyet Eki, 21.09.1986.
[14] İsmet Zeki Eyüboğlu. – Anadolu halk ilâçları, İst. 1977.
[15] ibd., s. 5 – 10.
[16] ibd., s. 20 – 21.
[17] ibd., s.25-26.
[18] ibd., s.29.
[19] Lâhmacun: “Lâhm = et ve macun, yani hamur.
[20] Gerek bu bitkilerin kutsal yanları, gerekse mezar şahidelerinin ayrıntıları için bkz. Kültür Kökenleri C.II/1, passim.
[21] İsmet Zeki Eyüboğlu. – Anadolu kuvvet macunları, İst. 1976, s. 7-21.
[22] ibd., s. 30 – 31.
[23] Nihat Yörükoğlu. – Mesir macunu ve terkibine giren maddeler, Manisa 1985.
[24] ibd., s. 16-21.
[25] Zeki Başar. – Erzurum ilinde şifalı sular, Ank. 1973, s. 7-13.
[26] Nurten Özer. – Türkiye kaplıcalarının tarihçesine kısa bir bakış, in I. Türk Tıp Tarihi Kongresi.
[27] Nurten Özer. – Türkiye kaplıcalarının tarihçesine kısa bir bakış, in I. Türk Tıp Tarihi Kongresi, s. 9.
[28] Mebrure Değer. – Tarih boyunca şifalı ve kutsal sular, in Tarih ve Toplum 102, Haziran 1992.
[29] Eser Tutel. – Eski Istanbul’un safâ ve şifa suları, in Tarih ve Toplum 175, Temmuz 1998.
[30] C. Ayşenur Çavdar. – Günümüz Türk halk hekimliğinde İslâm öncesi Türk tıbbının izleri, in Coll. – I. Türk Tıp Tarihi Kongresi.
[31] Turgut Akpınar–Anadolu’da, Yörüklerde de rastlanan ilginç bir adet. Bebeklerin kafatasına yeni bir şekil verme, in Toplumsal Tarih 4, 1994.
[32] Hüseyin Candan – Su şehri folkloru. Halk hekimliği, in SF 23, Aralık 1974.
[33] Halis Cinlioğlu – Halk ilaçları, in TF93, Haziran 1991
[34] Andız pekmezi için bkz. Kültür Kökenleri I, s.513, bal içinde s.523 ve dev.
[35] (Cumhuriyet) DERGİ 471, 02.04.1995
[36] Orhan Türkdoğan – Erzurum bölgesinde tıbbi tedavinin sosyo – kültürel safhaları, in TEDXI, 1968.
[37] Hamit Zübeyr Koşay, – Pulur, Etnografya ve folklor araştırmaları, Ank. 1977.
[38] Duygu Arısan Günay – Keban baraj gölü yöresi halk bilimi araştırmaları, Ank. 1980
[39] Ayşen Karadeniz – Güneydoğu Anadolu’da majik ve ampirik halk tedavi üsulleri, in TED XXIII, 1973
[40] Samuel J. Kottek – Concepts of disease, in The Talmud, Koroth IX/1-2, 1985, Special issue. Proceedings of the second International Symposium on Medicine in Bible and Talmud, Jerusalem 1985, s. 7-15
[41] Rabbi J. Ba – God. – Dietetic and medical use of dates according to the Sages of The Talmud, in ibd.
[42] Buhari – Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih tercemesi, C.XII. Ank. 1973
[43] Ayrıntılar için bkz. B. Oğuz.-Türk ve Yahudi kültürlerine bir mukayeseli bakış, C.II, s. 868-871.
[44] Bu uygulamayı yukarda “trahom” bahsinde de görmüştük.
[45] Orhan Aydemir. – Sıradan’da hastalıkların tedavi yolları, in TFA 164, Mart 1963.
[46] 50’li yıllara kadar Marmara’da Sivri Ada, ıssız ve martıların yuva yapıp yumurta bıraktıkları yerdi. Bazı kişiler bunları toplayıp İstanbul pastacılarına satarlardı.
[47] Zeki Başar. – Yumurta yağı ve kullanıldığı hastalıklar, in TFA 262, Mayıs 1971
[48] Jean Marquѐs – Riviѐre. – Amulettes, talismans et pantacles, Paris 1972. Paul Masson-Oursel’in önsözü.
[49] Grillot de Givry. – Le musѐe des sorciѐrs, mages et alchimistes, Paris 1929. Zikreden Jean Marquѐs – Riviѐre, op. cit.
[50] Jean Marquѐs – Riviѐre, op. cit. s.7-10
[51] ibd. s.59-60 ve infra 2
[52] A. Zeki Velidi Togan – Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznamesi, tercüme ve tahlili, İst. 1972, X: 247b, s. 64-65
[53] ibd. A. Z.V.Togan’ın notu, s.106, infra 780a
[54] Abdullah Köse, – Hacamat, in YİA
[55] Mahmud Rıdvanoğlu – (Fıkıh’da) hacamat, in YİA