Yeraltı Kaynaklarımızın Yarattığı Sorunlar

Kültür Eserleri > Düşündüklerim Yazdıklarım > Yeraltı Kaynaklarımızın Yarattığı Sorunlar

Yeralti Kaynaklarimizin Yarattiği Sorunlar

Cumhuriyet, 19.09.1989

II.Dünya Savaşı sırasında Pearl Harbour baskını, Amerika’yı Pasifik’teki birçok hammadde kaynaklarından mahrum bırakmış, özellikle harp sanayii, çelikleri için değerli alaşım maddesi sıkıntısı çekmişti. Ama güçlü bilim düzeyi ve Ar-Ge’siyle Amerika, “borlu çelik”leri keşfetmekte gecikmemişti. Özellikle otomotiv sanayisinde kullanılan çelikler borlu çelikler olmuştu. Yani bor minerali, birçok değerli alaşım maddesinin yerini almıştı.

 

Ülkemiz dünyanın en büyük bor madeni yataklarına sahip olup bunları ETİBANK işletmektedir. Bunların üzerinde, dış odaklarla yerli işbirlikçilerinin çevirdikleri türlü dolaplar, gazete sütunlarımızı dolduruyor.

 

Haritalarda, Kürt ve Ermeni bölgeleri olarak bizi kızdıran bölgeler, aslında bizim çok zengin değerli maden ve özellikle petrol bölgelerimizdir. Dış odakların bütün derdi, oralarda bir Kürt (ve mümkün olabilirse de Ermeni) özerk devleti kurdurup Arap şeyhlerinin elinden aldığı gibi Kürt şeyhininkinden kolayca bu bölgelerin üzerine oturmaktır.

 

Batı, gelişmiş yeni silahlar karşısında stratejik önemini büyük ölçüde yitirmiş olan Türkiye’deki petrol ve değerli madenleri Türklere kaptırmayıp bunların tümü ile üstüne oturmaya kararlıdır. Türkler, daha doğrusu ağalar, Suudi Arabistan gibi, petrolü herhangi bir “Aramco” ile hissenin büyüğü onda olmak üzere paylaşmaya razı oldukları gün ancak Anadolu’nun ve özellikle Kürt ve Ermeni taleplerinin konusu olan bölgelerin kuyularından petrol göklere fışkıracaktır.

 

PKK’nın her gün daha etkin şekilde faaliyet göstermesi üzerine muvafığı-muhalifi artık bir kez Doğu’ya gitmenin gereğini duymuş. Siyaset sahnesinin baş aktörleri, karşılaştıkları korkunç işsizlik, sefalet, baskı ve umutsuzluklara çok şaşmışlar. Biz de onların bu şaşkınlıklarına şaşıyoruz. Dilimiz şimdilik daha başka bir şey söylemeye varmıyor, bir gazete haberine dikkati çekmenin ötesinde:

 

Sayın Ecevit Güneydoğu olaylarını değerlendirirken “ANAP iktidarı, bölge güvenliğinde aşiretleri silahlandırıp devreye sokma eğiliminde görünüyor… Türkiye aşiretler devleti değildir” demiş. Oysa aynı sayfanın hemen altında şunları okuyoruz: “Mardin, Siirt ve Hakkâri’de aşiret liderleri, askeri merkezde üst düzey komutanlarla görüşmeler yaptılar”…

 

BATI’NIN TUTUMU BİZİ UYANDIRMALI

 

NATO’nun son İstanbul toplantısının birinci açıkoturumunda, bir savaş halinde çatışmanın ağırlık merkezinin Hamburg-Prag ekseni etrafında olacağı, kesin sonucun buralarda alınacağı, bu eksenden Doğu’ya doğru gelindikçe kademe kademe bölgelerin stratejik önemini kaybettiği, bu arada Türkiye’nin de bu ateşin çok kıyısında kalacağı, Boğazlar’a karşın önemli bir stratejik konumda olmaktan çıktığı açık seçik vurgulanmıştır. Hattâ NATO’nun Sovyetler açısından ileri sürdüğü tahminler de bu doğrultuda olup Sovyetler’in ülkemizi savaş anında 12. derecede önemli gördüğü ifade edilmiştir.

 

1954-57 arasında NATO’nun finanse ettiği Van-Urfa 4. bölge telekomünikasyon (telefon) hattı döşenip kabul işlemlerine sıra geldiğinde NATO, Diyarbakır’ın doğusunda kalan kısımla ilişkisini kestiğini bildirmiş, burasını doğruca PTT’ye devredip sadece Diyarbakır-Urfa bölümünün kabulünü kendisi yapmıştı. 35 yıl önceki NATO’nun bu tutumu bizim için acı bir olay değil midir?

 

Eylül 1979’da İstanbul’da yapılan “Türkiye ve Müttefiklerinin Güvenliği” adlı seminerde konuşan Avrupa-ABD Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Albert Wohlstetter, “NATO antlaşma sahası dışındaki bu bölgeye (Basra Körfezi) bir saldırı… NATO’nun merkezine karşı girişilecek bir saldırıdan çok daha az bir riziko taşır…” demişti.[1]

 

Biz “sadık müttefik” rolümüzü oynamaya devam edelim, Batı’nın bizim Güneydoğu’ya ve bu arada Kürt sorununa ilgisi giderek artıyor, çok insancıl duygularla dolu olarak! Ünlü İngiliz sosyolog ve filozofu Bertrand Russel, kendisine özgü nükteli üslubuyla Batı’nın “uygarlık götürdüğü” sömürgelerinin bir rastlantı olarak hep zengin maden ve sair hammadde kaynaklarına sahip olduğunu yazıyor,”… “Renkli ırklar, mütecannis (bağdaşık) beyaz nüfuslu ülkelerde politik olarak mümkün olan en berbat sömürüden çok daha acımasızına mahkûm edilebilirler” diyor bizim filozof.[2]

 

Yıllar yılı Türkiye’de sanayi olmaz, burada bir şey olmaz!” sloganı dillerden düşmemişti. Çünkü ülkenin idaresini elinde tutan toprak ağaları ile bunların dış büyük ağaları, burada sanayi istemiyorlardı, tahmini kolay nedenlerle… Ama zaman hükmünü icra etti ve bir sanayileşme parodisi dönemine girildi. Bu kez slogan ağız değiştirdi: “Türkiye’de petrol yok, olanı rantabl değil, ülke madenden yana fakir v.b.”… Bu laflara bir de bilimsel çeşni vermek için bunları, Maden Fakültesi ve MTA’dan kiralanan ağızlara söyletiyorlar. Türkiye’nin dört bir yanının zengin petrol yataklarıyla çevrili olmasına karşın ne hikmetse sınırlarımıza varır varmaz jeolojik durum bıçak gibi değişiyor ve petrol birden yok oluveriyormuş!…

 

Ülkemizde petrol yok da neden her açılan kuyunun başında bir yabancı “uzman” dikiliyor, birkaç yürekli Türk mühendisinin fışkırttığı sondaj kuyuları, bu “her yerde, hazır ve nazır” uzman tarafından beton enjekte edilerek körletiliyor? Merak edilecek bir konu doğrusu.

 

Öbür yandan nasıl oluyor da Uludağ volfram madenleri sık sık yangın felâketine uğrayıp faaliyetini uzun süre tatil ediyor? Nihayet “ekonomik olmadığı” için tümden kapandığını geçenlerde gazeteler yazdı. Ya bor minerallerimizin başına gelenler? Ya doğru dürüst ferro-krom ve bikromata dönüştürülemeyen ve cevher halinde satılan krom cevherlerimiz?

 

1951 yılında Hakkâri’de görev yaparken bizden iki hafta önce bir ABD’li “turist” kafilesinin gelip, ülkede başka gezecek yer yokmuş gibi, Sümbül Dağı’na çıktığını, içlerinden bazılarının ellerinden bir çeşit çekiç ve aletin bulunduğunu, sonradan Vali’ye jeoloji eğitimi görmekte olduklarını itiraf ettiklerini anlatmışlardı. Çekiç jeolog çekici, alet de uranyum ve sair radyoaktif madde saptamaya yarayan Geiger cihazı olmalıydı. Ülkenin her tarafına dağılmış “barış gönüllüleri”nin de neler saptadıklarını Tanrı ve de Wall Street bilir.

 

Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Türk-Yunan anlaşmazlığı, Kıbrıs konusu dış odaklar tarafından sürekli olarak körüklenmektedir ve bu yolda NATO müttefiklerimiz, bir insanlık havarisi kesilmektedirler, karşımızda olanların lehine. Gerçekten yüzyılımızın ortalarına kadar sömürü ve gaddarlığın en insafsız örneklerini sergilemiş olan bu kişilerin Kültlere olan bu aşkı nereden doğuyor? Sakın, esmerliklerinden dolayı Batı bunları, Russell’in yukarıda söylediği gibi, çok daha sömürülebilecek renkli ırklardan sanmasın!… Unutmayacağız ki Kürt ve Ermeni ülkesi diye Batı’da arada bir çizilen ve bizleri kızdıran haritalarda gösterilen yerler, aslında Türkiye’nin zengin petrol yataklarının bulunduğu bölgelerdir!

 

SONUÇ

 

Batı, gelişmiş yeni silahlar karşısında stratejik önemini büyük ölçüde yitirmiş olan Türkiye’deki petrol ve değerli madenleri Türklere kaptırmayıp bunların tümü ile üstüne oturmaya kararlıdır. Türkler, daha doğrusu ağalar, Suudi Arabistan gibi, petrolü herhangi bir “Aramco” ile hissenin büyüğü onda olmak üzere paylaşmaya razı oldukları gün ancak Anadolu’nun ve özellikle Kürt ve Ermeni taleplerinin konusu olan bölgelerin kuyularından petrol göklere fışkıracaktır. Ne PKK, ne de soykırım lafı kalacaktır (bu arada bu PKK’nın bir fazla “K”sının da Batı’yı rahatsız ettiği bir gerçektir…).

 

Bunu ise yapsa yapsa bir şeriat devleti uyruğu olan “çok milliyetçi” Türk yapabilir, Profesör unvanı taşıyan ya da Dünya Bankası yetiştirmesi bazı kişiler gibi. Ama şimdilik ağalar, zinde kuvvetler karşısında bu kadar ileri gidememektedirler, petrol de yeraltında kalmaya devam etmektedir.

 

Aynı şeyler Ege’nin zengin petrol yatakları için de geçerli olup ne Türkün, ne de Yunanlının bunlardan kendi paylarına düşen alanlarda faydalanmalarına olanak bırakılmamaktadır. Düşmanlıklar bunun için körüklenmektedir.

 

Evet, Türklerin dikkat ve enerjileri başka taraflara yönlendirilecek, bunların kendi petrol ve madenlerini çıkarma ve bunları rasyonel şekilde kullanma olanakları ellerinden alınacaktır. Bu hususta Batı, içerde yardımcı bulmakta fazla güçlük çekmemektedir. Kısaca Türk-Yunan anlaşmazlığı, Kıbrıs ateşi, Kürt ve Ermeni sorunları, bu senaryonun bir bölümünden başkası değildir. Liderlerimiz de şaşadursunlar.

 

[1]              Türkiye ve Müttefiklerinin Güvenliği (Seminere sunulan tebliğler, Dış Politika Enstitüsü Yay., Ankara 1982, s. 136.

[2]              Bertrand Russell – Freedom and Organisation, Hürriyet, 19.08.89.