Yapı’nın serüveni Diyarbakır ilindeki Çayönü yerleşmesinde başlıyor. O çağın adamı, dallardan yaptığı kulübesinin dışına balçıktan bir sıva yapmayı akıl ederek geçici konutu sürekli konuta dönüştürmenin ilk adımını atıyor.
Dökme kerpiç (pisé) sistemi bugün bile Doğu Anadolu’da, az dahi olsa, uygulanmaktadır. Bundan sonraki aşama, bildiğimiz saman kırıklarıyla karıştırılarak kalıpta biçimlendirilmiş ve güneşte kurutulmuş kerpiç yapımı oluyor. Bunun da ilk örnekleri yine M.Ö. 7000-6500’lerde Çayönü’de görülüyorsa da bu kerpicin büyük boyutlarda olması dolayısıyla “tuğla” olarak nitelenemiyor. Ama ortaya ilk standart yapı malzemesi çıkmıştır.
Uygarlığın doğuşunda en “eski”ler arasında Çatalhöyük (7000-6300) görülüyor. Burada en eski seramik kaplar, aynalar, dokuma örnekleri, tahta kaplar, boyalı duvar resimlerine rastlanıyor.
“Çatalhöyük evlerinin duvarları da farklı bir mimarî geleneğin, ‘hımış’ tarzının bilinen ilk ve gelişmiş örnekleridir. Taş temelsiz kerpiç duvarlarda, kerpiçlerin arası çamur ve kemik karışığı bir harçla doldurulmuştur. Kerpiç tuğlalarının arasına ahşap hatıl ve kirişler atılarak desteklenen duvarlarda, ağaç dikmelerle çerçevelendirilmiş panolar oluşturulmuştur.”
“Çatalhöyük’te… düz duvar yüzeyleri burada iç mekânda yapıya büyük bir hareketlilik kazandıran payanda, çıkıntı, niş vs. gibi öğelerle donatılmıştır. Daha da önemlisi, duvar yüzeyleri yer yer iyice perdahlanıp düzleştirilerek, zengin boyalı bir bezemeyle kaplanmıştır. Bunlar yeryüzünün bilinen ilk duvar resimleridir.”[1]
Başgelen’in bu son cümlesini kullanırken dikkatli olunmak gerekiyor şöyle ki 20.000 yıllık mağara resimlerinin (Lascanx v.s.), kaya resimlerinin varlığını biliyoruz. Bu sonuncular özellikle Güney-Doğu Anadolu’da çokça bulunuyor.[2]
Başgelen burada muntazam bina duvarı resimlerini kastetmiş olmalı.
Derken duvarlarda taş, kerpiç ve ahşabın asırlarca sürecek birlikteliği dönemi geliyor. “İleri üretime dayalı bir yaşam düzeninin başladığı Kalkolitik… çağın en karakteristik merkezi Hacılar’dır. Burdur yakınlarında bu yerleşme(de)… M.Ö. 2 bin yıl ortalarında moloz taştan yontma taşa geçiş gerçekleşir. Örneğin Troia Tabaka VI’da oldukça düzgün bir yontma taş duvar örgüsü vardır…”[3]
“Moloz ve kaba yontulmuş taş duvar örgüleri ekonomik oluşlarından ötürü, boyut ve ölçek olarak mütevazı olan yapılarda kullanılmıştır. Bu teknikte taşlar ocaktan çıktıkları biçimde bırakılarak kum, kireç, tuğla-kiremit toz ve kırıklarından oluşan ve Osmanlıların “horasan” diye adlandırdığı bir harçla örülmüştür. Bu teknik, en erken Anadolu Selçuklu yapılarından başlayarak son dönemlere dek uygulanmıştır. Anadolu Selçuklu döneminde kullanılan harç bileşimi çoğunlukla horasandan farklıdır. İçinde tuğla-kiremit kırığı bulunmayan horasan harcı örnekleri çoğunluktadır…”
“Almaşık duvar, kuşkusuz, Bizanslılardan öğrenilmiş bir tekniktir…”
“Osmanlı almaşık duvarı da Romalıların ‘opus mixtum’u gibi çift cidarlı bir örgüdür… daima yalnızca dış cidar, düzenli yatay taş ve tuğla sıralarından oluşur. İç cidar, kaba yontulmuş taşla örülür. Bu “cidar’ların arasında kalan kesime ise taş, tuğla kırıkları horasanla birlikte düzensiz olarak doldurulur. Cidarlar oluşturan taş ve tuğla sıralarının arasındaki bağlayıcı ise yine horasandır.”[4] Buna en iyi örnek, Eğridir kalesi oluyor (Resim 83). Eski Van’da Hüsrev Paşa Camii de, düzenli almaşık yapının Doğu’daki bir örneği oluyor (Resim84a). III. Murat döneminde Köse Hüsrev Paşa tarafından Sinan’a yaptırılmış (1565). Kare planlı ve tek kubbeli olan camide Sinan geniş tromplu kubbe kullanmış. Kubbe, içten tuğla, dıştan taşla örtülmüş (ML). Resimde, caminin sağında Hüsrev Paşa türbesi görülüyor (Resim 84b). Tamamen aynı karakteri haiz Kaya Çelebi Camii de (Resim 85) öbürünün yakınında inşa edilmiş. Yine aynı çevrede, mahiyetini saptayamadığımız, güzel tuğla işçilik ve bezeme numunesi olan minare (?) kalıntılarına (Resim 86) rastlamıştık.
Ve tuğlanın hem yapı ve hem de süsleme malzemesi olarak kullanıldığına bir örnek, Kırşehir’de gördüğümüz bir minare oluyor (Resim 87). Bize orada bunun bir “Selçuklu minaresi” olduğunu halktan kişiler söylemişlerdi.
Van Gölü’nün kuzeyinde, Adilcevaz ilçesinde, kitabesi bulunmadığından tarihlenemeyen, ama XV. yy.dan öncesine ait olduğu tahmin edilen, içten dört sütunla dokuz bölüme (dokuz kubbeli) ayrılmış, kare planlı “Paşa camii” (bir rivayete göre de “Şah Abud camii”-AB)nin üst kısmı uçmuş minaresi, bu tuğla geleneğini daha erken çağlarda bozmuş, taştan inşa edilmiş (Resim 88).
“… Minare gövdelerinde, silindirik gövdenin kavsine daha kolay uyum sağlayan minare tuğlalarında, dışa bakacak olan ön yüz dışa doğru dışbükey kavisli, iki yan kenar ise arkaya doğru pahlı kesilmiş veya kalıpta biçimlendirilmiştir. Minare tuğlalarının boyutları, ön yüzleri esas alınmak üzere 23-25 cm, 21-22 cm… 18-20 cm olmak üzere… kümelenebilmektedir…”[5]
Mimarînin beşiği olan Mısır’da, inşaî unsurlardan kalıplanmış killi toprak (kerpiç), herhangi bir pişirme izi göstermez. Asurlular ise nadiren tuğlaya başvurmuşlardır. Buna karşılık bu malzeme sürekli olarak Irak’ta, Babilonya’da kullanılmış ve bu kez, bunun muntazam şekilde işlenmesini teminen, kendi yapısından farklı “harç” kavramı ortaya çıkmış.[6] Nemrut Dağı ve Kars’taki Geldanî kalıntılarında kireç harcının varlığı saptanmış.
Tarihin pişmiş tuğladan ilk kulesini (Babil Kulesi), Ahd-i Atik “Doğu’dan gelmiş” ve eski Babilonya’da bilinmeyen dilleri de beraberlerinde getirmiş kişiler tarafından inşa edildiğini kaydeder. Bu ifadeye, yakacak kıtlığı çeken bir bölgeden ateşe muhtaç bir icadın çıkamayacağı düşüncesi eklendiğinde, pişmiş tuğla imalinin Asya’dan ithal edilmiş bir teknik olduğu varsayımı kuvvet kazanır. Gerçekten, İlkçağlarda sadece Mezopotamya’da, içine İran ve Hindistan’ı da almak kaydıyla, Çin sınırına, Tibet’e uzanan şerit içinde pişmiş tuğlaya rastlanıp bunun dışında kalan ülkelerin bu malzemeyi ciddî şekilde kullandıklarına dair elde henüz delil yoktur. Tarihin daha ileri zamanlarında dahi bu malzemenin kullanılma alanı, Ön Asya (Anadolu dâhil) bölgelerine inhisar eder. Grek mimarîsinde rastlanan en eski pişmiş tuğladan inşaat, Olympia’daki Philippeum olup bu bile IV. yy.dan eski değildir. Asyalılarla yakın temasa geçtikten sonra Romalılar, ateşte sertleştirilmiş kil’in faydasını idrak etmişlerdir.
Yine, Babil’de kullanılmış olan kireç harcı dahi aynı yönde varsayıma yol açar: Bol miktarda bulunan bitümün bu amaçla kullanılabildiği ve kalker ve yakacak bakımından fakir bir ülkede böyle bir yeniliğin doğması olmayacak gibi görünmekte olup bunun da, pişmiş tuğla gibi, ateşin dâhil bulunduğu endüstrilere gün göstermiş Asya ülkelerinin malı olduğu sanılır.
DLT’de ürnğek, “kireç” karşılığında verildiğine göre (I/121) bu harç malzemesinin Asya’da bilindiğinin bir belgesi daha olmuş oluyor.
Bütün bu varsayımlara rağmen “tuğla” sözcüğünün aynı şeyi ifade eden τοῦβλον ile hem kiremit, hem de soba karşılığında olan Latin tegula ile yakınlığı dikkati çeker. Esasen BTL da, kelimenin Batı’da ortaya çıktığını ve İtalyancadan geldiğini söylüyor.
Anadolu’da “yapının serüveni”, her bölgeye özgü, biçim, inşa malzemesi ve bu sonuncusunun kullanılış tarzına göre değişen ev tiplerinde noktalanıyor. Örneğin, Cengiz Bektaş, incelemiş olduğu Güneybatı Anadolu evleri hususunda özetle şunları söylüyor: “İncelediğim evlerin belki de en önemli özellikleri doğayla savaşmadan ona uymaları. Yaşama biçiminden doğrudan oluşmaları… Bir evin yaratıcısına ‘neden böyle’ diye sorduğumda ‘yer bunu verdi’ karşılığını aldım”.
“Bu evlerin gene en önemli özelliklerinden biri, tasarlanmalarının içten başlaması, içten dışa doğru gelişmesi. Bir başka deyişle önce işlev çözümleniyor…”
“Önemli ilkelerden biri tutumsallık… Ortak kullanımlar iyi belirlenmiş… iki üç çekirdek aile, bir başka deyişle büyük aile, çamaşır yıkama, hamam, mutfak işlerini ortak çözümlüyor…”
“Yağmurun damlası bile harcanmıyor. Kimi yerlerde bacadan çıkan duman bile sıcaklığından yararlanılmadan havaya bırakılmıyor…”
“Ölçüler, insan vücudundan çıkıyor. Tahta bir parmak kalınlığında, bir karış genişliğinde, iki kulaç uzunluğunda. Kışlık kat “elim değmesin yeter” ölçüsünde yüksek yapılıyor… Örneğin, Bodrum’da pencere, üç karış genişliğinde, beş karış yükseklikte. Karışı da kendi karışı, yaptıranın ya da yapanın.”
“Antalyalı ustalar kiremit altı tahtasını bitirip çatıyı kapatınca keser oynatırlar. Keser oynatılırken de Mezopotamya güneş tanrısının adını söylerler.”[7]
Bu sonuncu ritüelin değişik bir şekline biz İstanbul’da çok kez rastladık: Karadeniz kökenli ustalar, çatı kapandığında tepeye bayrak dikiyorlar: bu, yapının sahibinden bahşiş bekleme işareti idi.
Bektaş’ın çeşitli unsurların ölçülerine dair söylediklerinde, bir orantı ile standartlaşma kavramlarının çekirdeğini görüyoruz.
Bir bütünü onun (orantının) parçaları oluşturur. Bunların kendi aralarında veya bütünü ile matematiksel ilişkisine orantı (nispet) diyoruz. Çağlar boyu, ilk uygulamalarından bu yana, hangi orantıların güzel olarak göründüğü mimarları etkilemiş ve yayınlara geçmiştir. Sözgelimi kendisine has bir mimarî yaratan Mısırlıların 3x4x5 üçgeni, 1/2, 5/8, 4/3 ve bunun gibi birçok orantıları uyguladıklarını görüyoruz. Özellikle Grek mimarîsinde çok kullanılan ve yaygınlaşan Altın Oran’ın ilk örnekleri daha o günlerde ortaya atılmıştı.”
“Güzel görünen bazı orantıların tabiatta da var olduğu… ortaya çıkmaktadır… Parçalar arasındaki orantı gerçekte, ‘denge’ denen önemli bir kavram oluşturmaktadır…”
“… Bir üçgen ile bir düşey çizgisinin veya yarım daire ile düşey çizginin uyumunu klasik camilerimizin dış çizgilerinde (siluet) görebiliriz. Bu, gerçekte, üç boyutta, piramit ile silindirin sağladığı dengedir…”
“… Modülasyonu orantı devreye sokar. Belli bir birim boy, kendisi veya katlarıyla orantıyı yaratırken, bunun yinelenmesi modülasyon kavramını oluşturur…”
“Orantı ve modül çalışmalarının, ilk çağdan beri, geometrik ve matematiksel olmak üzere iki ayrı yöntemle uygulanageldiğini görürüz… Mısır yapıtlarında Edfu’daki Horus Tapınağı’nın ön yüzü, eş boyutta yan yana iki kare olarak tasarlanmıştır. Greklerin bu modülasyon çalışmasını büyük bir düzen içine aldıklarını ve modülasyonun Rönesans döneminde evrenselleştiğini görürüz.”
“… Geniş tarih dilimi içinde ayrı medeniyetlerde bu eş zevk insanların ortak özellikleri olarak düşünülmelidir. Bunu bir etkileşim gibi dar görüşle yorumlamak haksızlık olur.”
“Eskiden beri Selçuklu taç kapılarının genellikle 2/3 orantısında olduğu söylenebilir.”[8]
“Sivas Sahip Ata Medresesi ve modülasyon için şunlar özetlenebilir. Ön yüzde tutarlı bir geometrik düzenleme vardır. Güzele bu yolla ve başarıyla ulaşılmıştır. Klasik Osmanlı mimarîsinin Sinan’a yakışır akılcı, olgun ve tutarlılığının kökleri, daha o günlerde ustaca uygulanmıştır. Böylece Anadolu Selçuklu mimarîsinin ne kadar sağlam bir kültürel mirasa oturduğunu anlamış bulunuyoruz…”[9] Bu mimarî, estetikle stabilite arasındaki ilişkiyi iyi kavramıştı (bir vazonun kaidesi ile boyu arasındaki oran…).
* * *
“Rönesans’ın en popüler kuramcılarından Luca Pacioli, De divina proportione adlı yapıtında (1479’da yazılmış, 1509’da Venedik’te basılmıştır), her şeyin ölçüsünün insan olduğunu öne sürmüştü. Pacioli, eski mabetlerin insan bedeni esas alınarak inşa edildiğini (daire, kare ve dikdörtgen), çünkü Tanrı’nın suretinde yaratılan insanın Evren’in aynası olduğunu yazıyordu. Pacioli’ye göre, İlâhî Oran, bütünün büyük parçaya olan oranını, büyük parçanın küçük parçaya olan oranına eşit kılan Altın Bölüm’ün verdiği Altın Oran’dı…”[10]
Cengiz Bektaş da “ölçüler, insan vücudundan çıkıyor…” dememiş miydi? Devam edelim Bergil’i dinlemeye.
“Bildiğimiz kadarıyla, Altın Oran’a ilişkin matematik bilgisi ilk kez Euclide’in Stoikheia (‘Öğeler’) adlı yapıtında ‘aşıt ve ortalama oran’ (extrem and mean ratio) adıyla kayda geçirilmiştir. Elimizdeki veriler, bu bilginin geçmişinin aslında Eski Mısır’da İ.Ö. III. Binyıl’a kadar dayandığını göstermektedir. Grek dünyasına da Pythagoras ve Pythagorasçılar tarafından tanıtıldığı ileri sürülür.”
“Bir AB çizgisi alalım ve bunu C noktasından iki bölüme ayıralım. C noktasının AB çizgisini AB: AC=CB orantısını verecek şekilde bölmesi halinde, C’ye AB’nin ‘Altın bölümü’, bu orantıyı oluşturan AB: AC veya AC: CB oranına… da Altın Oran deriz.”[11]
* * *
“The modulor” adlı eserinde “Le Corbusier’nin de dikkatini çeken Türk uzunluk ölçülerinin, mimarîye bir ölçülendirme yöntemi kazandırma çabalarındaki yeri…” önemle vurgulanıyor.
“Bir ölçülendirme yöntemine sahip olmadan teknolojik bir hizmeti gerçekleştirmek düşünülemez. Herhangi bir mimarî okulunun gerçekleştirdiği iş bir başka açıdan bir plastik sanat olayıdır. Bu iş ile yaratılacak iç ve dış mimarî oylum, kişiye günlük devinim ve davranışlarında bir ‘Mut’ kazandırmıyor, bir ‘Mutluluk’ yaratmıyorsa, o işin mimarlık değerine sahip olduğundan söz edilemez.”
“Elde edilmesi düşünülen bu ‘Mut’un tanımı farklı mimarlık okulları tarafından nasıl yapılırsa yapılsın, birden fazla insanda, o oylumdan yararlanan her bireyde yaratılabilmesi, bu ‘Mut’un bir değer sistemine sokulabilmesi, başka deyimle bir ölçülendirme yöntemi içinde yargılanabilmesi ile mümkündür.”[12]
Kuban da “kullanılan düzen ve biçimler bazen sınırlı gruplarca, bazen bütün toplumca benimsenir. Kullanılış yaygınlaşıp sürekli oldukça, çağ üslûpları ortaya çıkar” diyor[13] ve Birim Boyut (modül)ü tanımlıyor: “Oran uygulamasında yapının bütün boyutları için birim olarak kabul edilen bir oran anahtarının, bir modülün seçilmesi, eski çağlardan beri tanık olduğumuz bir uygulamadır. Kuramsal olarak Yunan tapınağının modülleri bir sütun çapının katlarıyla ifade olunabiliyor…”[14]
Isfahan Camii kubbesinin, o güne kadar inşa edilmiş olanlara kıyasen mükemmel matematiksel kubbeye en yakın olmasının nedenleri izah ediliyor. Binanın genel oranları, her ne kadar matematiksel şekle hassasiyetle uydurulmuşsa da, inşaî gereksinmeler, yani ekonomi ve stabilite mülâhazaları tarafından icbar edilmişlerdir. Selçuklu dönemi İranlı kubbe mimarları, dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük ustaları olarak telâkki edilebilirler. Bu iddia, hafiflikle ortaya atılmış olmayıp XI. yy.da İran kubbelerinin Sasânî seleflerinden tevarüs ettikleri hantal ve çekingen ağırlıkla mukavim kubbelerinden ebediyen vazgeçilmiş olmalarına dayanmaktadır, şöyle ki bunlar, tam manasıyla, mümkün olabildiği kadar hafif olmuşlardır.
Avrupalı kubbe mimarları hiçbir zaman bunların becerilerine yaklaşamamışlardır. Batılı mimarın, cehaletini ne denli ustaca telâfi ettiği, St. Piyer’ın kaidesi çevresindeki on zincirle St. Paul’ün kemer koltuğunu bağlayan gizlenmiş mahrutla belli olmaktadır. Ama mühendisler, Newton’un hesap üzerindeki çalışmasından önce ideal olarak hafif, tam kârgir kubbeyi tavsiye etmeyi ümit edemezlerdi. Bununla birlikte Selçuklular, işbu güçlüğü çözmüşlerdi. Bunların hesaptan haberleri yoktu; bilgileri ampirik idi. Ama yıkımların akıllıca gözlenmesiyle birlikte cesur deneyleri sayesinde XII. yy.da pratik olarak ideal kubbeyi inşa etmişlerdi ki bu, ancak XVIII. yy.da matematiğin ilerlemesiyle mümkün olabilmişti.[15]
Baştan beri söylediklerimizden, Osmanlıların, Selçukluların gerçekleştirdikleri mimarî sentezi daha da büyük boyutlara ulaştırdıklarının kesin bir olgu olduğu ortaya çıkıyor. Bu bağlamda olmak üzere özellikle XVI. yy.da inşa malzemelerinde kurumlaşmış bir standardizasyona tanık olunuyor ki bunun, bina modülleri ile bağlantısı hemen anlaşılıyor: şu tahtanın boyu şu kadardan aşağı olmayacak demek, onun belli bir açıklığa uzanması gereğini ifade ediyor ki bu açıklık, modülle bağlantılıdır.
1567 tarihli bir fermanda binalarda kullanılacak kerestelerin envaına dair hükümler yer alıyor: “İstanbul kadısına hüküm ki bina mühimmi için mahruse-i İstanbul’a kesub getürdükleri kereste, âdet-i kadime üzre kesilmeyüb eksük kesilmek ile binaya zarar geldüği ilâm olunmagin kadimden kesülegeldüği üzre direk cinsinin âlâsının tuli sekiz zirâ ve evsatının (vasatının) tuli altı ve beş zirâ ve ednasının (ortanın altındakinin) tuli dört ile üç zirâ ve taban cinsinin büyüğü onbeş zirâ ve yassılığı yedi parmak ve kalınlığı beş parmak ve orta tabanın tuli oniki ve onsekiz zirâ olub Karadeniz çubuğu (?) cinsinin tuli oniki ve onsekiz zirâ ve taslak çubuğunun tuli oniki ve on zirâ ve ayrık merteğinin tuli beş ve pare merteğin tuli dört zirâ ve baskı için konulan merteğin tuli dört zirâ ve kalınlığı arşun parmaktan eksük olmaya. Ve Ahyolu tahtasının (?) tuli dört zirâ ve kalınlığı bir parmak; ve Solikos tahtasının tuli dört zirâ ve kalınlığı bir parmak; ve deste tahtasının tuli üç zirâ; ve Silivri tahtasının tuli dört zirâ; ve uzun pedavranın tuli iki zirâ sekiz parmak ve orta pedavranın tuli birbuçuk zirâ ve kısa pedavranın tuli bir zirâ ve sekiz parmak olub eksük olmamasın emin idüb buyurdum ki…”[16]
Bu fermanda özellikle “âdet-i kadime”, “kadimden” (eskiden) ifadeleri, işbu âdetin eskiliğinin nereye kadar gittiği sorusunu ortaya çıkarıyor ki büyük ihtimalle Bizans’a kadar geri gittiği düşünülebiliyor, nitekim bazı tahtaların adları da bu varsayıma kuvvet kazandırıyor;
solikos: σανίζ = uzun tahta… – muhtemelen alıntı sözcük[17]
saligneus = söğüt tahtasına ait; salix= söğüt. Pedavra πέταυρον= kiremit altına konan ince tahta.
İz ve Zn’da pedavranın çıkarıldığı ağacın adı hanıt’dır.
Yine aynı konuda 1582 tarihinde Mimar Sinan’a yazılan hükümde “… bazı bina mühimmi için (binaya gerekli) mahrusa-i İstanbul’a kesûb getürdükleri kereste âdet-i kadime üzre kesülmeyüb eksük kesilmek ile amele (işe) yaramıyub binaya zararı lâzım geldiği ilâm olunmağın kadimden kesilü geldiği üzre Verdinar direklerinin âlâsının tuli…”[18]
Burada da çeşitli yerlerde kullanılacak değişik kereste tipleri ve boyutları ayrıntılarıyla sayılıyor. Bu “Verdinar cinsi”nin ne olduğunu saptayamadık. Celâl Esat Arseven, eskiden kullanılan kerestenin cins ve nev’iyle eb’adı ve kullanılma yerlerini gösteren cetvelde, “şimdi piyasada bulunmaz”, meşe ve kestane kerestelerinden bir “Vordina”yı zikrediyor ve yukarıdakilerle aynı mealde bir 1595 tarihli hükümden bahsediyor.[19]
Yine sırası gelmişken İstanbul’da kiremitlerin suret-i imaline dair bir hükmü de zikredelim: “Hore’den (Makri Horye-Makriköy-Bakırköy) İstanbul’a gelen kiremitlerin nizamına halel gelüb zeman-ı kalilde fena bulmağla (az zamanda bozulmakla) ümmet-i Muhammed’e gadir ve nizam verilmesi muktazi olduğundan fimabaad (bundan böyle) her bir kiremidin danesinin kadimi (eski) mimar arşuni ile onsekiz parmak, bir başının arzı (genişliği) sekiz, bir başının yedi parmak olup ve bir hoş tabh olunması (iyi pişirilmesi)…”[20]
“Kiremit”in de Rumca χεραμίζ- χέραμοζ’tan geldiğini hatırlatalım. Şimdilik bunun üzerinde durmuyoruz.
Bunların dışında Bursa İhtisab Nizamnamesi’nde (1502) “lata’ların (Eski Yüksek Almanca “Latta”; έλάτη = çam, çam tahtası) tuli iki zirâ olub yüz latada 20’den fazla budak bulunmayacaktır…” kaydı olduğu gibi[21] çivilerin de denetimi için işbu nizamnamede ayrıca kayıtlar bulunuyor.[22]
Yukarda söylediğimiz gibi inşa malzemelerini, tuğla, kerpiç, taşı, aşağıda irdeleyeceğiz; özellikle ahşap olanların boyutları üzerinde ısrarla durulması, binaların kendilerinin de ölçülendirilmelerinde bir modüler birimin varlığını telkin ediyor.
“Orantı, her durumda, binanın hem kısımları hem de bütünü için bir sabit modül almaktan ibaret olup bununla tenazur (simetri) yöntemi uygulanmaya konur” demişti Vitruvius, uzun zaman önce…[23]
Bartın’da ahşap gemi inşa edenler arasında teknenin boyutları standart keser sapı’nın (40 cm) katları olarak saptanıyor. Bu uzunluk biriminin başlarda binalarda da kullanılmış olup olmadığı bir araştırma konusudur.
Kemaliye’de (Erzincan) de geleneksel ahşap meskenler, mah diye adlandırılmış bir modüler uzunluk birimine göre boyutlandırılmaktadır; işbu mah 3-3,5 m. gelmektedir (Ermenice mahr “ana, rahim-matrix”, yani “doğuran” manasındadır).
Rize’de de, yapılarda kullanılan direkler arasındaki açıklığa armuz-armoz deniyor (DS) ki bu da, mah gibi bir modül mü oluyor?
Ya mağ-mag = evin katı (Gr, Mr) evin bölmeleri, oda (Ama, To, Gr, El, Ml, Sv, Ada); çatıdaki iki kiriş arasındaki açıklık (Ar, Ezc, Sv, Ky, To, Gr); dört arşın uzunluğunda ağaçların üstündeki tavan: şu ev üç mağ üstündedir (To, Ml)? Bu mağ, mah’ın bir varyantı olmuyor mu?
* * *
“Anadolu uygarlıkları… Bir zincirin halkaları… Bir bütün… Biri olmadan ötekini kavramak ya da anlamak olanaksız… Hele hele değerlendirmek hepten olanaksız… Birinin yonttuğu taşı öteki biçimlendirmiş, birinin pişirdiği toprağı öteki renklendirmiş… Hitit’in ana tanrıçası, Selçuk’ta hareketlenmiş, Yunan’ın bıraktığı taşı, Romalı sütununda kullanmış… Bir ötekinin bıraktığı taşın üzerine bir yenisini koymuş her yeni gelen. İşte bugün açılan serginin önemi bize bunu gösterebilmesinde. Bize bir sentez yapma olanağını vermesinde…”
“Ne diyorsunuz? Bizans olmasaydı, Sait Faik’in öykülerindeki bu tadı bulabilir miydik? Ayasofya olmasaydı, Sinan’ın dehasını, Süleymaniye’nin mükemmelliğini böylesine kavrayabilir miydik? Bu Anadolu var ya bu Anadolu…”[24]
Evet, “birinin pişirdiği toprağı öteki renklendirmiş…”. Boyalar da Anadolu’dan çıkmış, çoğunlukla. “Sinop’un Cappadocia’nın limanı olmasından ileri gelen eski ehemmiyetinden bir nişaneyi Strabo’da (sh.540) buluyoruz. Cappadocia’da bulunan kırmızı toprak (μίλτοζ) Yunanistan ve Roma’da çok kullanılırdı. Bu toprak, Milâttan evvelki son asırda Yunan-Roma devrine ait olan büyük Şark yolu ile Ephesos’a taşınır, oradan da gemilerle Garb’a sevk olunurdu. Lâkin bu ticaret yolu teşekkül etmezden önce kırmızı toprak Yunanistan’a yalnız Sinop tarikiyle gitmiş ve Yunanlılar onu ‘Sinop toprağı’ diye tanımışlardır”[25]
Bu toprak Sinop’tan sadece Yunanistan’a gitmemişti: “Museo delle Sinopie, yani ‘Sinopia’lar müzesinin bu adı almasının nedeni, burada sergilenen yapıtların Sinop’tan getirilen özel bir toprakla yapılmış olmasıdır. Bu yapıtlar ise daha sonra tamamlanacak olan fresklerin ‘eskizler’i, hazırlayıcı taslaklarıdır. Bunlar yine Piazza del Duomo’da, yani bu müzenin hemen yanındaki Camposanto’dan, 1944 yangınından sonra getirilmiştir…”
Ne olursa olsun, XIV. ve XV. yy.larda, belki de uzun sürelerce, Sinop toprağı Pisa’ya gelmiş. Traino, Taddi, Gozzoli gibi fresklerin en büyük ustalarınca kullanılmış. 1944’ten sonra değeri ortaya çıkarak bugünkü müzeye ortam hazırlamıştır.”[26]
Bu konuda Strabo’nun söyleyeceği var. Bunun yanı sıra bu ünlü tarihçi-coğrafyacının anlattıklarını da, bu vesileyle, gerek daha önce söylediklerimiz, gerekse daha sonra söyleyeceklerimizle ilgili olarak buraya naklediyoruz
“Kappadokya’da ‘Sinopi’ tesmiye edilen, İspanya’nınkinin rekabetine rağmen dünyanın en iyi kırmızı boya-toprağı çıkıyor. ‘Sinopi’ adını almış olmasının nedeni, tacirlerin Ephesus’luların Kappadokya halkına kadar nüfuz etmelerinden önce bunu Sinop’a indirme alışkanlığında idi. Keza, Archelaus (muhtemelen Malatya iline bağlı ilçe merkezi Arga/Akçadağ) madenciler tarafından Galatyalılar ülkesi yakınlarında kristal ve oniks taşı levhaları bulunduğu söyleniyor.”
“Yine, bir yer varmış ki burada fildişi gibi beyaz ve küçük bileği taşları boyunda parçalar veren taş varmış ve bu parçalardan küçük kılıçlarının kabzalarını yaparlarmış. Yine bir başka yer daha varmış ki burada da, ihraç ettikleri şeffaf taştan büyük parçalar (görünürde lapis specularis ya da pencere panosu yapmakta kullanılan mikanın bir çeşidi-çeviricinin notu) çıkarmış” (XII/2.10.11).
“Synnada (Şuhut-Afyon) büyük bir kent değildir; ama önünde zeytinlik olan bir ova varmış… Bunun arkasında bir köy, Docimaea (?) ve aynı zamanda Synnadia mermeri ocağı (Romalılar bunu böyle adlandırmışlardı, o ise ki yerliler buna Docimite mermeri diyorlardı) vardı.
Başlarda ocak sadece küçük boyutlu taşlar veriyordu ama Romalıların günümüzdeki israfına bakarak bunların büyük yekpare sütunlarını buradan aldıkları anlaşılıyor, bu sütunlar, renk çeşitleriyle, ak-su mermerine yakındır, her ne kadar bu denli ağır yükün denize nakli güçse de, boyut ve güzellikleriyle dikkati çeken sütun ve levhalar, Roma yolunu tutuyorlardı” (XII/8.14).
“Pitanê’de (Çandarlı, Aliağa ile Bergama arasında, kıyıda) tuğlaların suyun üzerinde yüzdükleri söyleniyor, Tyrrhenia’daki (Etrüsk’lerin ülkesi) bazı topraklarda olduğu gibi; şöyle ki toprak, aynı miktarda sudan hafif olarak üzerinde yüzüyor…” (XIII/1.66-67).
[1] Nezih Başgelen. – Çağlar boyunca Anadolu’da duvar, İst.1993, s.13-17
[2] Bkz. Muvaffak Uyanık. – Petroglyphs of South-Eastern Anatolia, Graz 1974
[3] Nezih Başgelen. – op.cit., s.21
[4] ibd., s.73
[5] Ömür Bakırer. – Selçuklu öncesi ve Selçuklu dönemi Anadolu mimarîsinde tuğla kullanımı, C.I, Ank.1981, s.43
[6] Sızdırmaz bir malzeme olan ve orada bolca bulunan bitüm bu amaç için çokça kullanılmıştır (A. Choisy. – op.cit., s.76)
[7] Cengiz Bektaş. – Güneybatı Anadolu yöresinde halk yapı sanatı, in Coll – Türk halk mimarîsi sempozyumu bildirileri, Konya 5-7 Mart 1990, Ank.1991, s.52-55
[8] Orhan Cezmi Tunçer – Orantı ve modül üzerine Selçuklu yapılarından bazı örnekler, in Vakıflar Dergisi XIII. Ank. 1981, s.449-451
[9] ibd., s.455
[10] L. Salerno. – “Proportions”, in Encyclopedia of World Art, London 1966. Zikreden Mehmet Suat Bergil. – Doğada, bilimde, sanatta Altın Oran, İst. 1988, s.XI
[11] Mehmet Suat Bergil. – op.cit., s.3
[12] M. Arman Güran. – Mimarî oylumları ölçülendirmede ulusal uzunluk ölçülerimizin katkısı ile bir yöntem araştırması. “Oylum hücresi” ölçü yöntemi. Edirne Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi Yay., Edirne 1979, s.4-5
[13] Doğan Kuban. – Mimarlık kavramları. Mimarlığın kuramsal sözlüğüne giriş, İst. 1980, s. 19
[14] ibd., s.52-53
[15] Nader Ardalan and Laleh Bakhtiyar, op. cit, s.133, Shape infra 3 (Eric Schroeder. – A survey of Persian Art, ed. Arthur Upham Pope, s.l008’den naklen).
[16] Ahmet Refik. – On altıncı asırda İstanbul hayatı, İst. 1935, s.60
[17] Suat Sinanoğlu. – Yunanca-Türkçe sözlük, Ank.1953
[18] Ahmet Refik. – ibd., s.64
[19] Celâl Esat Arseven. – Sanat Ansiklopedisi, C.II, İst. 1957, s. 1047
[20] Ahmet Refik. – Hicrî on ikinci asırda İstanbul hayatı, İst 1930, s.31
[21] Nicoara Beldiceanu. – Recherche sur la ville ottomane an XVe siècle. Etudes et actes, Paris 1973, s.240 ve passim.
[22] ibd., s.205, 262. Ayrıca bkz. Standart Dergisi (T.S..E. yay) 168, Aralık 1975
[23] Vitruvius. – De architecture, III/1.1., transl. F. Granger, London 1970
[24] Zeynep Oral. – Anadolu Medeniyetleri Sergisi hakkında, in Milliyet Aktüalite, Pazar 22.5.83
[25] W. M. Ramsay. – Anadolu’nun tarihî coğrafyası, çev. Mihri Pektaş, İst 1961, s.28
[26] Turhan Doyran – Pisa’da Anadolu toprağı, in Kültür ve Sanat Dergisi 30, Ank. 1996, T.İş B. yayını
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.