Cumhuriyet, 13.01.1983
Yıllar yılı yabancı sermaye gelsin diye yırtınır dururuz. Bu keyfiyet, benim hep zihnimi kurcalamış, “ırgat”ı, “işçi”ye dönüştürmemek için her türlü üretimi, sanayileşmeyi önlemeye çabalayan idarecilerimiz, işadamlarımız, nideceklerdi yabancı sermayeyi diye düşünür durmuştum. Sonunda bu soruya bir yanıt bulduğumu sanıyorum: Avrupa’da XIX. yy.da vaki halk hareketleri ve sonunda komşudaki Bolşevik İhtilâli, bu insanlarımızın beyninde, gizlemeye, bilinçaltına takmaya gayret ettikleri ciddî bir korku yaratmıştı. Kendilerinde Batı burjuvası gibi bu gibi bir hareketi göğüsleyecek gücü görmediklerinden, yabancı sermayeye, bir “body guard” olarak bakmışlar, şöyle ki buraya yatırım yaptıktan sonra herhangi bir halk hareketinde, parasını korumak için askerini de getirir, böylece onun mülklerini de korumuş olur… İdarecilerimiz ve işadamlarımız için yabancı sermayenin hangi konulara yatırım yapması önemli olmuyordu; elverir ki gelmiş. O da nerede basit tüketim malı üretilmesi ve hizmet işleri varsa, sadece oralara para harcıyor, hiçbir ciddi sanayi girişimine yanaşmıyordu, son yılların bazı işadamları dışında. Bunlar da otomotiv gibi, yine de tüketim malı sayılabilecek seri imalat işleri türünden olmuştu.
Bizim imalattan, yani sanayileşmekten vazgeçip, halılar, maroken deriler, eyerler… yapmamız gerektiğini ilk kez geçen yüzyılın ortalarında Fransız tarihçisi Ubicini söylemişti. Hâlâ aynı görüşte Batı. Ve bizde yabancı sermayeden hâlâ medet umuyoruz!
Gönlümüzce yabancı sermayenin gelmediğinden yakınıldığı şu dönemde bu sermayenin anatomisini açık seçik olarak sergilemekte yarar vardır. O, Çokuluslu Şirket (ÇUŞ) ya da banka (ÇUB) şeklinde bir ülkeye girer. Bunun, yapısı itibariyle her zaman için bir malî, ekonomik ve sosyal ihtilâf kaynağı olduğu ve karşıtlıkların, hükümet politikalarının esnekliği sayesinde alttan işleyen yara gibi bir görünürde denge halinde sürüp gittiği unutulmayacaktır.
Gerçekten devlet – ÇUŞ ilişkileri her şeyden önce toplum amaçlarıyla kapitalist hedefler arasındaki klasik aykırılık ilişkileridir. Oysa başlarda hedefler aynı imiş gibi görünür; çoğunlukla dış pazarların kapışılması konusunda çıkar ayrılıkları kendilerini gösterir. Son günlerde Fransız parfüm ve kozmetik firması ünlü Lancome’ın Türkiye’de patent anlaşması yaptığı firmanın dış pazarları ele geçirmesinden ürkerek uluslararası düzeyde aleyhte propagandaya kalkışması gibi…
* * *
Ülkemizde bugün köşe başını tutmuş şirketler, öbürleri gibi, işe önce doğruca ticaret şirketi olarak başlamışlardır. Singer, Standard Oil, General Electric, National Cash Register, International Harvester, Me Cormick, Kodak bunlardandı. Sonra da Avrupalılarınkiler Amerikalıları izlemişti: Unilever, Philips, Imperial Chemicals, Bayer, Merck…
Çıkan yüzyılın ortalarında ülkemize gelmiş olan Fransız tarihçisi Ubicini, Türklerin imalât işlerinden vazgeçip halılar, maroken deriler… eyerler yapmalı deyip buradaki madenlerin önemini ısrarla vurguluyor. Ama Renault çıktı, eyerin mertliği bozuldu!…
Bankacılık sistemimiz, yabancı sermayeli şirketlere büyük bir finansman kaynağı oluşturmaktadır. Böylece bu şirketlerin yatırım riskleri azalmakta, herhangi bir olumsuz durumda yabancı şirketler dış kaynaklara değil, yerli kredi kurumlarına borçlu kalmayı yeğlemektedirler. Kaldı ki bu şirketlerin Türkiye’de en büyük ortakları genellikle bankalarımızdır. 1977 sonu itibariyle T. İş Bankası 14, Akbank 3, Yapı ve Kredi Bankası 12, T. Ticaret Bankası 4 ve Garanti Bankası da 4 yabancı sermayeli kuruluşa ortak bulunmaktadırlar.
* * *
ÇUŞ’leri ülkemize çeken etmenlerden biri de bunlar için çıkarılmış özel yasa ve teşvik tedbirleri ve özellikle ithalatı ikameye yönelik politikadır. Türkiye’ye çeşitli nedenlerle, ihracat olanağını bulamayanlar kaleyi içerden fethetme yolunu burada montaj yaparak bulmaktadırlar. Bu sözde sanayi, büyük ölçüde dışa bağımlı olduğundan ÇUŞ istediği dışsatımın alâsını gerçekleştirmektedir. Bunu DPT 1971 programı açıkça teslim ediyor. “… Bu politika ithal gereksinmelerini devamlı olarak artırmış ve tasarruf hedefleriyle tutarlı olmayan bir üretim yapısı ortaya çıkmıştır” (S. 52). Buna en çarpıcı örnek otomotiv sanayisinden verilebilir. Sözde yerli olarak sağlanan lastik, elektrik donanımı, boya, akü… gibi öğeler aslında büyük ölçüde dışalıma dayanmaktadır. Lastikte bu, % 70 gibi bir bağımlılık ifade etmektedir!…
Hazır tüketim malı pazarlarının başında da ilaç konusu gelir. Geleneksel otlar, zamanla yerini “müstahzar”lara bırakmıştı ve bunun ülkemizde bir millî sanayiin nüvesi kurulmuştu. Ne var ki 1950 – 60 döneminin dış güçlere ağırlık veren politikası bunu baltalamış ve bu açık pazarı ÇUŞ’lere açmıştı.
ÇUŞ’ler Komisyonu’nun ilaç ilaç sanayii üzerinde 1979’da yayınladığı raporu, bugün ilaç endüstrisi işverenlerinin iddialarını kökünden çürütecek mahiyette ilginç verileri içermektedir: “… Ülkenin amaçlarıyla ÇUŞ’lerinkiler her zaman intibak etmeyebilir ve hatta çelişebilir… İlaç sanayisinde hükümet müdahalesi sürekli artmıştır. Örneğin ABD’inde… 1960’larda ilaç endüstrisinde iki temel değişme vaki oluyor. İlki, yeniliklerin azalma eğilimi, öbürü 1940, 1950 ve 1960’ların başlarında geliştirilmiş olan yaygın ilâçların patent sürelerinin dolmasıdır…
Bu yabancı şirketlerin düşük kârdan yakınmaları, yüksek tutulan hammadde fiyatlarını örtmek için olup şirketler “kâr” yerine lisans ücretlerinin transferlerini yeğlemektedirler. Örneğin, Merkez Bankası kayıtlarına göre 6,4 milyon TL. sermayeli bir ilaç şirketi, 1955 – 68 yılları arasında lisans ücreti olarak 10,4 milyon TL. transfer etmiştir. Yine 1975 yılı sonu itibariyle ekonomimizde bulunan petrol şirketlerinin sermaye miktarı 1,8 milyar TL, 1977 yılına kadar yapılan kâr, lisans ve sermaye transferi 2,5 milyar TL. ya varmıştır.
* * *
ÇUŞ’lerin bir ülkeye yerleşme yollarından biri de o ülkede mevcut olan firmaları satın almaktır. Geçen yılın son ayına ait bir haber: 2698 Türk işçisinin paralarıyla kurulan ve beş yıl garantili akü üretmeyi planlayan, ancak yıllardan beri çalışmalarını bir türlü başlatamayan (?!…) Ege Otomotiv Sanayisi, bir Amerikan firması tarafından 25 milyar liraya satın alındı.”
Şimdi, aynı doğrultuda olmak üzere, çok önemli gibi görünen iki koşut haberi yan yana verelim. İlki ülkemizden: “Bitlis’te kurulması tasarlanan Türkiye’nin ilk özel sigara fabrikasına, üretilecek sigaralara % 10 oranında yabancı tütün karıştırılması durumunda ve sadece dışsatıma yönelik üretimde bulunma koşulu ile izin verileceği bildirildi”. Meğer kurucu özel sektör yetkileri “önce içte, sonra dışta satış” üzerinde ısrar etmişlermiş (ÇUŞ’lerin bir yabancı ülkedeki tutumlarına benzer şekilde…), tekel bunu şimdilik reddetmiş. “Şimdilik” diyorum, zira Tekel yetkilileri “… Böyle bir girişime izin verilmesinin ancak yasa değişikliği ile gerçekleşebileceğini” söylemişler…
Bu kez gözümüzü Belçika’ya çevirip geçen yılın Kasım aylarına ait Financial Times’in bir haberine kulak verelim: “Amerikan tütün, gemicilik ve enerji konserni R. J. Reynolds, …Belçika’nın en eski tütün imalâtçısı Gosset firmasının çoğunluk hisselerini satın aldı… Reynolds, 15 yıldan beri sigaralarını Belçika’da Gosset kanalıyla pazarlamaktaydı ve bu kez bu ülkede filtreli Camel marka sigaralarının ulaştığı büyük başarı sonucu bu firmayı devralma olanağını sağladı…”.
Şimdi insan merak ediyor. İster misiniz Reynolds, Bruxelles’den Bitlis’e sıçrayıversin?… Hele yukarda sözü geçen yasa değişecek olursa?…
Bir yinelemede yarar var: ÇUŞ’lerin resmen ilân ettikleri kâr rakamlarına itimat edilmemelidir. Çünkü bu şirketler, dışarıdaki kazançlarını doğruca “kâr” adı altında muhasebeleştirip bu adla anavatana aktarmak zorunda değillerdir. Çok daha az vergi ödemek, yerli kamuoyunun gözüne batmamak için gerçek büyük kârı gizlemek üzere ellerinde olanak vardır: ÇUŞ’ler, dış kazançlarının bir kısmını royalty, teknik yardım ve servisi ücretleri v.s. gibi gelirler adı altında açıklayıp aktarabilirler; firma içi borçlarla ilgili faiz ödemeleri adı altında dış kazançların merkeze veya kardeş birimlere aktarılma olasılığı vardır; ÇUŞ’ler, kendi merkezlerinden ya da kardeş birimlerinden ithal ettikleri hammaddeleri aşırı fiyatlayarak bir ülkede yaratılan kârları başka bölgelere, özellikle vergi cenneti denilen ülkelere, kaydırabilirler; bu şirketler, kazançlarının önemli bir kısmını yıpranma fonları adı altında maliyet unsuru olarak göstermekte, sonra bu fonları yeni yatırımlarda kullanmaktadırlar. Gerçek kârlar böylece Maliye ve kamuoyunun gözünden kaçırılmış olmaktadır. Bu itibarla bazı yabancı şirket yetkililerinin Türkiye’deki düşük kârlardan utandıkları yolundaki sözleri kulak ardı edilmelidir.
* * *
Aktarılan teknoloji de, gelişmekte olan ülkeler için, çok tartışma kaldıran bir konudur. Çoğu, Öklid geometrisini yeni baştan öğretmeye kalkıyor… Oysaki ne ayçiçeğinden yağ çıkarmak, ne sabun, çikolata yapmak, ne motor gövdesi dökmek için kimsenin yardımına gerek vardır. Ayrıca ne ölçüde yerel koşullara uygun teknolojiler geliştirilmiş, işgücü eğitilmiş, prodüktivite artırılmıştır soruları da ortadadır. Bir yeni teknolojiyi, ÇUŞ’leri hiç karıştırmadan doğruca satın almak çoğu kez daha ucuz olmaz mı?
Türlü ayrılıkların, ÇUŞ’lerin yerleştikleri ülkenin “gelişmiş”, ya da “gelişmekte olan” ülke olmasına göre bazı temel farklar arz etmeleri de doğaldır. Bu nokta son derece önemli olup bir “gelişmiş – sanayici” ülkedeki uygulama ve sonuçlara bakarak bundan “gelişmekte olan” Türkiye’miz için varsayımda bulunmak çok yanlış olur. Bu itibarla yabancı sermaye yanlılarının bu konularda gelişmiş ülkeleri örnek olarak gösterme teranelerini teyakkuzla dinlemek gerekir.
Bir makale çerçevesine sığdırabilmek için çok özetlemek zorunda kaldığım bütün verilerden elle tutulur bir sonuç çıkarmak için fazlaca düşünmeye gerek kalmıyor: kalkınmak için yabancı sermayeden medet ummak, çıkar yol değil! Kalkınmak için kendi gücümüz yeter de artar bile.