Anadolu, Bizanslı olmadan Önce Romalı (Rûm) olmuştu. Günümüzde kutlanan çeşitli tarımsal bayramlar bize Varro’yu anımsatıyor, kitabının başında, yine bir çiftçi olan kayınbabası Gaius Fundanius’a hitabını: “… Sizin için üç tane el kitabı yazacağım; çiftçilikte belli bir durumda nasıl hareket edeceğinizi öğrenmek istediğinizde onun yapraklarını çevirebilirsiniz. Bize söylendiği üzere tanrılar kendilerine sığınanlara yardımcı olduklarına göre önce onlara başvuracağım…, on iki özellikle çiftçi koruyucusu tanrıya. Önce, gök ve yer aracılığıyla, tarımın bütün ürünlerini kapsayan Jupiter ve Tellus’a yakaracağım ve dolayısıyla bunlar evrensel akrabalar olup Jupiter “Baba” ve Tellus da “Toprak Ana” tesmiye edilirler. İkinci olarak, davranışları ekme ve biçmenin bütün hususlarında görülen Sol ile Luna (Güneş ile Ay). Üçüncü olarak Ceres ile Liber, zira bunların meyveleri yaşam için en çok gereklidir; şöyle ki bunların lûtuflarıyla yiyecek ve içecek çiftlikten gelir. Dördüncü olarak Robigus ve Flora; zira bunlar müsait olduklarında bitki pası (kınacık) taneye ve ağaca zarar vermeyecektir ve mevsimlerinde gelişmekten geri kalmayacaklardır; bundan dolayı da Robigus onuruna merasimli Robigalia bayramı ve Flora’nın onuruna da Floralia adı verilen oyunlar tesis edilmiştir. Ayni şekilde Minerva ve Venüs’e yalvarırım, biri zeytinlikleri, öbürü de bahçeyi korusun diye ve bunun onuruna rustai Vinalia tesis edilmiştir. Ve Lympha ile Bonus’a dua etmeyi ihmal etmeyeceğim şöyle ki rutubetsiz toprağın bütün mahsulü kavrulur ve başarı ve “iyi sonuç” olmadan çiftçilik değil, küskünlük olur…”[1]
Bizanslı Anadolu’yu Asya kökenli Türkmen Türk etmişti. Asya’nın bütün Türk kavimlerinin rahmi, Orta Asya bozkırlarıydı. Bunlar oradan çıktıklarında, kimi değişik ülkelerde yerleşik düzene geçti, kimi de, Anadolu’ya gelen Oğuz boyu gibi, göçebe-hayvancı üretim düzenini muhafaza etti. Yerleşik düzene geçenlerin tarım ve onun tüm tekniklerine kısa sürede ünsiyet peyda ettiklerinde şüphe yok. Buna karşılık geleneksel gezginci düzenlerini muhafaza etmiş olanlar tarımı, uygulamamış olmakla birlikte, çeşitli dostane ya da hasmane temaslarla, “kuramsal” olarak öğrenmiş olmalıydılar. Bu bağlamda Deguignes bize çok belirtici bir tarihî öyküyü anlatıyor: Milâdî 697 yılında “…Tataristan’a onun yanına gönderilen Çin sefirleri arzularını is’af etmedikleri için metalibatını artırdı. Ortos ülkesi ile civarlarında dağınık bulunan bütün Türk ailelerinden başka birçok kumaş, erzak, âlât-ı ziraîyye ile beraber Ko-e-yi-huva-çıng ülkesinin de verilmesini istiyordu. Sefirleri de nezdinde alıkoydu… Sulh taraftarları galebe çaldılar. Çin’de bulunan bütün Türkleri kırk bin ölçü hububat, birçok erzak, üçbin âlât-ı ziraiyye ve birçok demir[2] ile birlikte Büyük Han’a yolladılar. Fazla olarak da kendisine bir de Çin prensesi vaat ettiler…”[3] Li-ye-tay-Kı-su adlı bu Han’ın ülkesi hakkında herhangi bir bilgiye sahip bulunmuyorsak da onun idare ettiği toplum, ister göçebe, ister yerleşik, “üç bin tarım aleti”ne sahip oluyor!…
Gökalp de “Eski Türkler göçebe olmakla beraber, ziraattan büsbütün mahrum değildiler. ‘Tarason’ adlı içkilerini darıdan yaparlardı…”
“Eski Türkler çiftçiye ‘Tarancı’ derlerdi. Bugün Şarkî Türkistan’ın ahalisine tarancı denilmesi bu yüzdendir…”[4] diyor, yani, ilerde irdeleyeceğimiz tarığ-darı…ya bağlantıyı saptıyor.
Osmanlılar, yukarda anlattığımız gibi, Arapçaya çevrilmiş eserlerle doğruca bu dilde yazılmış olanları bilmişlerdi. Bunların dışında Şeyh Abû Zekeriyyâ Yahya b. al Avvâm’ın Kitâb al filâha’sı da 1599’da Mustafa b. Lûtfullah tarafından Türkçeye çevrilmiş. Osmanlı müelliflerinin iki eseri de meşhur olmuştu. Bunlardan el-Hâcc İbrahim b. Mehemmed’in Revnâk’i bȗstan’ı olup müellif, eserinin son bölümünde meyvelerin toplanıp muhafaza edilmelerini mütalaa ediyor. Kendisinin Edirne civarında sahip bulunduğu bir meyvelikte edindiği deneyimleri de filâha üzerine kitapların verilerine eklediğini söylüyor.[5] Şek.65’te iki sahifesi görülen kitaptan bunların içerdiklerini, bir fikir vermiş olmak için, aktaralım:
“… havadan hıfzoluna ve kalem dahi yukarı bakıp poyraz canibinden olan budaktan ola. Kaşık sapı gibi dahi yoğunca ola. Sahih dibi eski ola. Eski karışık ola. Aşılama yukarda zikrolunduğu gibi tendürüst ve meyvadâr olur. Fasl-ı rabi eşcarın emraz ve mualecesin bildirir. Bu dahi birkaç asıldır. Asl-ı evvel asma ve bağdadır. Bağ ve asma ve sair eşcara karınca ve kuıt düşse pekmezi gayetle sert sirke ile beraber edip karıştırsa bağ ve asma çubuğuna sürüp ol çubuğu ve pallut ağacın yakıp kül edip ol külü sığır sidiği ile karıştırıp asma ağacının köküne dökeler…”[6]
Yine 1637 tarihinde Kemani adlı bir zatın yazdığı Garsnâme de meyve ağaçlarını konu ediniyor. Zamanında ünlü bir pehlivan da olan Kemanî’nin bu manzum eseri dört fasıldan ibarettir. Birinci faslı topraklara, ikinci faslı ağaç ve bitkilerin dikilmesi zamanına tahsis olunmuş.
“Fasl-ı evvel oldu envâ-ı zeminin farkına
Fasl-ı sanî gars-ı eşcar ü nebatın vaktına”…
Eserin üçüncü faslında budama ve aşılamadan, dördüncüsünde de ağaçların hastalıklarından bahsedilmektedir. Toprakların envâ’ından söz edilirken
“Bir nice nev üzredir rây-ü zemîn
Birbirinden farkı vardır anı sana diyeyim”
denilmiş. Müellif, yazdıklarının tecrübe mahsulü olduğuna da işaret ediyor:
“Nice üstada mukarin ile bildiğin
Tecrübe etmişler anlar ben de anda gördüğüm
Bir kolayca bunları nazmetmeği kıldım heves
Tecrübesiz söze ta kanmaya her bülheves”…
Toprağın muayenesi için de
|
||||
|
“Kazıp evvel bir zirağ miktarı al toprağı
Şişeye koydukta yağmur suyu ile kar anı
Badehu bir ince bezden süzülüp balçık ola
Bir gece dursa ayazda balçığı ayrı kala
diyor.[7]
Şek. 65
Şek. 66
Başarılı olmayan birkaç denemeden sonra Mercimek Ahmed’in XV. yy.ın ilk yansında II. Murat’ın emriyle bir kez daha dilimize çevrilmiş Kabûsnâme[8] Padişaha öğütlerin yanı sıra tarım hususunda da öğütler içeriyor. Şek.66’da bundan bir sahife görülüyor: “Anılısarsın (anılacaksın) öget (iyi, güzel, makbul, hoş) söyle rahmetle anıl. Andan girû ahde hilaf etme… İmdi Padişah resmi ve şartı budur ki söyledim ama şöyle kim eğer sana ittifak düşüp bir iş ucuna dahi yapışmak istesen köyde kethüdalık, ekincilik bigi (gibi) veya şehristanda gayri san’at gibi her ne san’ati ki öğrenesin gerekir, ki şartını dahi saklıyan tâ ki elinde işin revnaklu ola yani öget ola ve ol san’attan assı (faide) bulasın. Kırk üçüncü bab ekincilik ve giru kalan pişelerin (mesleklerin) resmini beyan eder…”[9].
Osmanlı döneminde çiçek yetiştiriciliği hususunda sözü “Türk ziraat tarihine bir bakış” kitabına bırakıyoruz.
“Osmanlı Türklerinde çiçek zevki çok tekâmül etmişti. Muhtelif devirlerde halk Zeren, Fulye, Karanfil, Lâle, Nerkis, Gül ve sair çiçeklerin birçok nevilerini yetiştirirlerdi. Ebüssuut Efendi gibi Kanunî Süleyman ve İkinci Selim devirlerinde Şeyhülislâm olan bir zat bile Lâle, Zeren, Fulye gibi çiçeklerin envaini bizzat yetiştirmeğe çalışarak bahçıvan loncasına reis olmağı bir şeref biliyordu. Pek ziyade sevdiği Zerenlerden bizzat üç variyete elde ederek bunlara kendi adını vermişti. Güzel çiçek variyeteleri vücude getirenler ‘Sahibi tohum’ sayılarak itibar görürdü. Çiçek mütehassıslarının yetiştirdikleri nevilerin her birine şairane adlar verilir, çiçeklere dair yazılan eserlerde, şairler tarafından terennüm edilen şiirlerde bu çiçeklerin karakterleri tavsif olunuyordu. Çiçek meraklıları en uzak yerlerden büyük fedakârlıklarla çiçek tohumu, çiçek soğanı getirtirlerdi. Bilhassa Lâle devrinde çiçek zevki akıllara hayret verecek derecede ilerledi.”
“İstanbul’da peyda olan lâle yetiştirmek hemen bütün âleme intişar etti. Her taraftan İstanbul’a muhtelif cinste ve muhtelif renkte lâleler getiriliyordu. İran’ın Lâlei Duhterisine İstanbul’da ıslah edilerek Mahbup lâle namı verildi. Bir soğanı beş yüz ilâ bin altın, Rümmanî lâle de dört yüz altına satılmağa başlandı. Nihayet bu fiyat çok görüldü. Mahbup lâle için bin kuruş narh vazedildi. Daha sonra süferadan biri Taci Kayser namile bir lâle getirdi. Soğan bir müddet sonra kayboldu. Lâlenin zarafeti, rengi ve taraveti o derece nazarı rağbeti celbeyledi ki İbrahim Paşanın emrile bütün sokaklara tellâllar çıkarıldı. İstanbul’un her köşesi arandı, soğanı bulmağa bir türlü muvaffakiyet hâsıl olmadı. Lâlenin bu derece revaç bulması halk beyninde de müsabaka hissi hâsıl etti. Hemen her bahçede ayrı ayrı cins lâleler yetiştirildi, her birine şairane isimler verildi… Lâle ticareti İstanbul’a cevahircilik gibi bir san’at haline gelmişti. Lâle tacirleri taraf taraf çoğaldı. Hemen herkes, yetiştirdiği cinsi yekdiğeriyle mübadele etmeğe başladı. Bu suretle lâle envai da tezayüt etti. O derecede ki az bir zamanda İstanbul’da 839 çeşit lâle yetiştirmeğe muvaffakiyet hâsıl oldu (1762). Lâlenin fiyatı arttığı gibi, bazı esnaf da ihtikâra başladı. İbrahim Paşa, suistimalin önünü almak için her bahçede, her esnafta bulunan lâlenin cinsini ve miktarını tayin ettirmeğe mecbur oldu. Tarafı hükümetten şeyh Mehmet Lâlezarî ‘Ser Şükûfeci’ tayin ederek muayyen fiyatından fazla lâle satanları mirîden çiçeklerinin zaptı ve sahiplerinin nefyi hakkında ferman istihsaline muvaffak oldu. Damat İbrahim Paşa birçok lâle variyeteleri vücude getirdiği gibi sonradan Şeyhülislâm olan Veliddin Efendi de o devirde birçok lâle nevileri vücude getirmişti. O devrin Kaptan Paşası da kırk adet lâle nevi vücude getirdi. O devirde halk arasında güzel lâle variyetesi vücude getirenlerden Lü’leci Hacı Mustafa, Debbağ Ataullah, Yedikuleli Ahmet, Eyübî Salih, Tophaneli Hafız, Berber Üsküdarlı Hacı Baki, Eyüplü Feyzullah. Vefalı Mahmut Çavuş, Şîmkeş Mustafa, Üsküdarlı Ağaçayak İsmail Bey meşhurdur. Bunların yetiştirdiği lâleler zamanlarının şairlerine Ataullah Efendi, Şeyh Mehmet lâlezarî gibi çiçek hakkında eser yazmış çiçek mütehassıslarına mühim birer mevzu teşkil ediyordu”.
“On yedinci asını sonlarında yazılan ‘Tezkerei Şükûfeciyân’ agöre 1108 (1697) de Zeren çiçeğinin varyetelerini vücude getirenler arasında Azizî Hatun isminde bir Türk kadını da vardır. Bu nevilere sincabı Kırlangıç, Gülpeyker, Cihangir müşabihi adı verildi. Ertesi sene sonra vücude getirdiği zeren variyetesine de Azizî Süleyman adı verildi. Ciritte Fatma hatun adlı bir Türk kadını da ‘Ebirnüma’ adlı bir lâle variyetesi vücude getirmiştir.”
“Muhtelif devirlerde zeren, karanfil, nerkis gibi çiçeklerin birçok nevilerini yetiştiren Türk çiçek mütehassıslarına da tesadüf ediyoruz.”
“Çiçek yetiştirenler arasındaki ihtilâfları halletmek ve kendilerine rehberlikte bulunmak üzere aralarında devletçe bir başbuğ ve mümeyyiz tayin olunuyordu. Dördüncü Murat (1623 – 1639) devrinde ‘Zümrei Şükûfedarana mümeyyiz ve başbuğ’ tayin olunan Sarı Abdullah Efendiye verilen beratta Abdullah Efendinin çiçek meselelerindeki ihtisası parlak cümlelerle tavsif edildikten sonra Mahrûsei İstanbul ve Galata ve Üsküdar ve Eyyüp ve sair kalemrevi hükmü Hümayun olan memalikte vaki bilâd ve emsarda terbiyei riyazü ezhar ve tenmiyei hadayiku eşcar ile tekayyüt eden hünermendan ve şükûfedarana mümeyyiz ve başbuğ ve mihri ikbalini pertevi nazarı iclâlim ile pürfuruğ edip…. ammei firkai eshabı hadayık ve ezhar ve kâffei zümrei şükûfeciyanı bilâdü emsara eyyamı şita ve baharda ve cemii ezmine ve âsarda mümeyyiz ve başbuğ olup münazünfih olan hususlarında adalet ve istikametle muhakeme ve tahkik ve ezhar ve eşcara müteallik umurlarında kema yenbagî teşhis ve tetkik’ vazifesile mükellef olduğu tespit edilmektedir.”
“Dördüncü Mehmet (1647 – 1648) devrinde çiçekleri tetkike memur Meclisi Şükûfe adile bir çiçek akademisi vücude getirilmişti. Bu meclis. Çiçekçi başı Solak Zade Çelebi, Tezkereci Efendi, Defterdar zade Beyefendi, Serdar İbrahim Paşa, Arif Efendi, Zeki Ali Efendi, Eyyubî Veli Efendi, Davut Paşa zade Bey, Yıldız zade Çelebiden ve daha sair çiçek yetiştirenlerden mürekkepti. Çiçekler hakkında ‘Lâlezarı Bağı kadîm’ adlı eseri yazan Mehmet Remzi Efendi, eserinde bu mecliste bulunarak istifade ettiğini yazıyor ve ‘zaman zaman çiçek müzakereleri huşümde ve hengâmei muhavereleri gûşümde kaldı’ diyor.”
Bu meclis, yetiştirilen lâlelerin tüveyçleri arasında nokta şeklinde beneklerin bulunmasını bir kusur sayması üzerine şair Rüştü Efendi, lâle için:
‘Olmaya nüshai hüsnünde onun noktai şek’ diyor.
“Çiçekçiliğin Avrupa’ya memleketimizden geçtiği ilmî bir hakikattir.”
“1700 tarihinde Türkiye’ye seyahat ederek 1356 nevi yeni nebat bulan ve asrının en büyük nebatçılarından olan Fransız âlimi M. Pitton de Tournefort 1717’de neşrettiği seyahatnamede İstanbul’da gördüğü çiçeklerden bahsederken İstanbul bahçelerini tezyin eden çiçeklerde karanfil müstesna olmak üzere düğün çiçeği, şakayık, yasemin, sümbül, nerkis ve zanbağın, Türkiye’den Avrupa’ya nakledildiğini yazıyor.”
“Halen en büyük lâle ve soğanı ihracatçısı olan Hollanda’da, lâle istihsal merkezi olan Harlem Ziraat Mektebi müzesi ve koleksiyonları istisnasız bütün lâle soğanlarının Türkiye’den geldiğini gösteriyor. Ve hattâ hâlâ da İzmir dağlarından hudayinabit bir halde bitmiş lâle soğanları toplanarak tetkik, teksir ve yeni cinsler elde etmek için Hollanda’ya sevk olunmaktadır. Yine Harlem’deki mektep müzesindeki meşruhattan Darven denen kıymetli lâlenin aslının Dereköyden ithal edilmiş soğan olduğu da görülmektedir.”
‘Osmanlı Türkleri arasında çiçekçiliğe ve çiçekçilere ait çok değerli eser yazanlar vardır. Şehremini camii hatibi Abdullaf Efendi tarafından yazılan Tezkerei Şükûfeciyan (1688) 1100 tarihlerine doğru yetişen çiçek mütehassıslarından bahseder. Bu eserde alfabe sırasıyla Türk çiçekçilerinin adları ve yetiştirdikleri çiçek variyeteleri yazılıdır. Meselâ ‘elif’ harfinde Ebüssuut Efendi, İlyaszade, Üsküdarlı Cennet Efendinin kardeşi Ahmet Sofu, İbrahim Hanzade Mehmet Bey, İbrahim Hanzade Ali Bey, Altıparmak İbrahim Efendi ile Ambarcızadeler’den bahsediliyor. ‘B’ harfinde Behram Bey, Bostanzade Mehmet Efendi, Balcı Sağır Eyyubî, Pabuççu Mustafa Çelebi, Berber İbrahim Çelebi, Piri Paşazade Cemal Bey, Berber Abdi Çelebi gibi çiçek mütehassısları sayılıyor. Pirizadenin ‘Sahibi tohum’ olduğu söylenildikten sonra henüz Karanfilden Sürh sepit, Ayva gülü, Gülpembe, Yek al tam dört adet karanfili vardır. Pabuççu Mehmet Çelebinin buhurlarını babası Hacı Ali’den alup on bir adet buhuruna isim koymuştur’ deniliyor.
‘T’ harfinde Tezkereci Mehmet Efendi, Tacî Mustafa Çelebi, Topal İsmail Çelebiden bahsolunuyor. Bunlardan Tezkereci Mehmet Efendinin zamanının en değerli çiçek mütehassıslarından olduğu anlaşılıyor. Eserde bu zattan bahsedilirken: ‘Tuhfetülezhar, Tuhfetülmülûk, Tuhfetülcinan, nam güzide zenenler kendisinindir. Tuhfetülarus, büyük Süleymanî, küçük Süleymanî, Seramedi lâ’lin, Seramedi Süleyman, Beyaz hüdadat, Beyaz Nevbehişt, Feridicihan, Arusülezhar, Nuri Mehmet, Lâ’lin Kadah ve yüksek, Yekmerdî, Şemsicihan, Muhammedî Süleymanî, Sarı hüdadat, Bedahşî lâ’lin Beyaz Mehmedî, Beyaz tacülezhar, Nâyâp, Dadıhüdâ, Kisvedâr lâ’lin, Pesendi âlemgir, Cihangir lâ’lin, Camıcem (ebrî çiçektir), Aşüftei lâ’lin, Dilrüba Cihannârâ sarı, Yekmerdi lâ’lin, Camıcem müşabihi, Mülûkü Süleymanî, Mülûkü lâ’lin, Salih müşabihi. Müstesna beyaz, Şişhanei kadeh, Nurül-ayn, Şehnazı Süleymanî, Şehnazı lâ’lin, Âlemârâ müşabihi, Muhammedî müşabihi, Tuhfetülezhar müşabihi, Nevruziye müşabihi. Çorbacı müşabihi, Süheyli cennet, Dilfirip müşabihi, Ferhunde, Bahriye, Turfanda, Cihanpesend müşabihi. Turfanda Hacı Yusuf müşabihi, bunlardan maada isim konmadan bihat zerrenleri vardır ve bir Kehlibası vardır. Lâlei remîde, Cihantâp, Al, Âteştap, Gülrenk, Zibâ Kebir şarabî, Kızıl kabak bunlardan zuhur etmiştir ve Simtopuki, Kartopu derler, iptida bunlarda görülmüştür. Meyvelerden dahi çok eserleri vardır. 1100 (1688)de fevtrolmuştur’ deniliyor. Eserde diğer harfler sırasında da Türk çiçeklerinden ayrı ayrı bahsedilmiştir.
“On yedinci asrın ortalarına doğru yaşamış Fennî Mehmet Efendinin yazdığı ve meşhur çiçek mütehassıslarından İbrahim Hanzade Mehmet Beye ithaf ettiği Tuhfetülihvan adlı manzum eseri de çiçeğe dair yazılmış değerli eserlerdendir. Fennî Mehmet Efendi Köprülüzade’ye bir kaside takdim ederek Cizye kâtibi olmuştu. Bu zat gerek kendisinin gerek başkasının yetiştirdiği çiçekleri eserinde manzum olarak tasvir etmiş ve her birinin adını tespit eylemiştir. Kendisinin yetiştirdiği Müsellemi Âlem için:
Geldi dünyaya bağı cennetten
Nice meyletmesün ana âdem
Hak budur cümlesinden âlâdır
Namı dendi ‘Müsellemi âlem’,
‘Lâli Bedahşî’ için:
Gülüstanı cihanda hak budur kim
Olup ol cümleden mümtazü yahşi
Görüp bu rengile gevher şinasan
Dediler namına ‘Lâli Bedahşi’,
‘Kavsi Kuzah’ı için:
Hak budur bu şükûfei garra
Bakduğunca verir deruna farah
Nice levnile olmağın zâhir
Namı naınisi oldu ‘Kavsi Kuzah’,
‘Hüsnü Hasen’i için:
Saderû Kırmızı da bimanend
Bağı âlemde nadirü Kümyap
Ruhu dilber gibi olup rengin
Oldu ‘Hüsnü Hasen’le şöhretyap,
Yine kendisinin yetiştirdiği ‘Mülûkî ve Nâdir’ adlı lâle için:
Emri şahî ile şükûfeciyan
Mislin olmadı bulmağa kadir
Oldu bu lâle ‘Fennî’ye mahsus
Dendi namı ‘Mülûkî ve Nâdir’
diyor. Fennî Mehmet Çelebi başkalarının çiçekleri için de böyle kıt’alar yazmıştır.”
“On yedinci asrın ortalarında yaşayan Mehmet Remzi Efendinin ‘Lâlezarı bağı kadim’i, yine on yedinci asırda yaşayan Ali Çelebinin ‘Şükûfenâme’si Fethi Çelebinin 17. asrın sonlarına doğru yazdığı (Tuhfetülihvân)ı, Üçüncü Ahmed’in çiçekçibaşısı olup on sekizinci asrın iptidalarında yaşayan Lâlezarî Mehmet Efendinin ‘Mizanül ezhar’ı. Tabip Şeyh Mustafa Efendinin 1160 (1747)da yazdığı Risalei Feyziyesi (bir nevi ulûmu tabiiye lügati), 1193 (1779)te vefat eden tabip Mehmet Aşkî Efendinin Risalei Müfredat Miyarülezhârı, 1184 (1770) – 1190 (1776) talihlerine doğru Belgrad tercümanı olan Abdurrahman oğlu Osman Efendinin (Kitabünnebat)ı (nebatat ve havâsı tıbbiyeye dairdir), Galatalı Ruznamçeci Mahmut Efendi hafidi Abdullah Efendinin ‘Şükûfenamesi’, Şehremini camii hatibi Hacı Ahmet bin Ahmet Ubeydî Efendinin ‘Netayicülezhar’ı, Rüştüzade Remzi Efendinin on yedinci asrın sonlarında yazılan ‘Tezkerei Şükûfeciyan’ı, Abdi Efendinin on dokuzuncu asrın sonlarına doğru yazdığı ‘Şükûfename’si çiçek hakkında Osmanlı devrinde yazılan değerli eserlerdendir.”
“Çiçek hakkında verilmiş olan bu kısa malûmat üç şeyi sarahaten gösterir: Türk bahçecinin zevkini, üstünlüğünü, Türk topraklarının bu bakımdan da eşsiz kıymet ve kabiliyetini ve üçüncü olarak da fena bir idare ve fena bir devrenin büyük bir ticarî meta olmak kabiliyetinde bir branşı nasıl körletmiş ve kör zevkine alet etmiş olduğunu…”
Aşağıda yine kendisinden uzunca söz edeceğimiz İlhanlılardan Gazan Han, Olcaytu ve Ebû Said zamanlarında nezarette bulunan, “Camiüt’tevarih” adlı eserin müellifi ünlü Reşidüddin, El-Asâr ve’l ahya” adı altında yazdığı eserin muhtelif baplarında senenin, mevsimlerin, soğuk ve sıcak rüzgârların ahvali, rüzgâr ve yağmurların alâmetleri, tohum bilgisi, nasıl ekilmesinin gerektiği ve iyisi ile kötüsünün nasıl tefrik edileceği, tohum ve aşı ile yetişecek ürünler, meyve veren ve vermeyen ağaçlar, gübre, bunun türleri, faideleri, hassaları; karpuz, tahıllar, sebzeler, şeker kamışı, pamuk, susam, keten yetiştirilmesi, çekirge, fare, karınca, yılan ve akreple mücadele, güvercin, tavuk ve sair ehlî kuşlar, at, öküz, eşek ve sair ehli ve vahşî hayvanlar bilgisi, bal arısı hakkında bilgi; ağaçlara, meyvelere arız olan hastalıklar ve alınacak önlemler hakkında ayrıntılı mülâhazat serdediyor[10].
* *
Bundan böyle göreceğimiz gibi köylünün tarımsal yöntemleri tamamen gelenekler tarafından emredilmiş haldedir. Bu geleneklerin başında, buraya kadar üzerinde uzunca durduğumuz su iletme, dağıtım ve sulama şekilleri gelir. Devam etmeden önce, Antik çağlardan itibaren Anadolu’nun en iyi “su-hidrolik mühendisleri”ni barındırmış olduğunu, kişisel gözlemlerimizden gelişigüzel seçtiğimiz birkaç örnekle gösterelim.
Devam etmeden önce Vitruvius’un dersine girelim: “Şimdi köy evlerine ve kentlere su sağlanmasını anlatacağım. Bunun birinci aşaması seviyeleri saptamaktır. Bu, diopterler, yani su seviye göstergeleri, ya da chorobates’lerle yapılır. En iyisi bu ikincisidir. Chorobates, yirmi ayak kadar uzunlukta (yaklaşık 6 m) bir düz kalastır. Her iki ucunda buna dikey ayakları ve kalasla ayaklar arasında bir yandan öbür yana geçme parçalar vardır. Bunların üzerinde tam dikey olarak çizilmiş çizgiler bulunur. Çizgiler üzerine kalastan birçok şakul sarkar. Kalas pozisyonda olduğu zaman, şakuller bu çizgilere eşit olarak değerlerse kalasın tesviyede olduğu anlaşılır”.
“Ama rüzgâr buna engel olursa, kalasın üzerine beş ayak uzunluğunda, bir inç genişlik ve bir buçuk inç derinlikte bir oluk oturtulur. İçine su dökülür. Suyun oluğun dudaklarına eşit olarak dokunması halinde, tesviyenin başarılı olduğunu anlarız. Chorobates’le seviyeyi bulduktan sonra, düşme miktarını bileceğiz.”
Vitruvius bundan sonra aködükleri, kurşun ve toprak boruları anlatıyor: “Suyun sağlanması üç yöntemle olur: yapay kanallar, kurşun veya toprak borular. Kanallar durumunda, yapı çok sağlam temele oturacaktır; akıntının yatağı, 100 ayakta altı inç (parmak)ten az meyilde olmayacaktır. Suyun güneşten korunması için kanalların üstü kemerle örtülecektir. Bunlar kent duvarlarına vardıklarında, bir su haznesi yapılacaktır. Buna, suyu kabul etmek üzere üç tali hazne bitiştirilir ve üç eşit çaplı boru ana hazneyi bunlara bağlar şöyle ki ana hazneye gelen suyun fazlası bunlara akar. Ortadaki tali hazne tüm çeşme ve havuzları, İkincisi hamamları (kamu geliri sağlamak üzere), öbürü de özel evleri besler…”[11]
Halk hikâyeciliğinde ve Karagöz oyununda Ferhad ile Şirîn muaşakası Amasya’da cereyan etmektedir. Kentin Kuzey-Batı’sına tesadüf eden yüksek ve yalçın kayaya “Ferhad Kayası” ve bu kayanın Doğu’ya doğru uzanan silsilesine de “Ferhad Dağı” denmektedir. Fot. 18’de görülen kayaya oyulmuş kanal, Amasya’ya takriben 18 km mesafede bulunan Şahin Kayası önünden başlayıp ‘Ferhad Kayası” eteklerinden geçerek şehre dâhil olmaktadır. Bu arada Ferhad Kayası eteğinde bulunan bir kaya da, mukavves bir tünel şeklinde delinerek geçilmiştir.
Gerek mezkûr dağ ve kayanın adı, gerekse konunun kente su isalesi olması nedeniyle “Ferhad ile Şirîn” efsanesi Amasya’ya nakledilmiş. Bu öyküye göre mahud Şirîn’e âşık olan Ferhad, maşukasına vuslat uğuruna otuz dokuz günde (!) o büyük ve uzun su yolunu yaparken önüne çıkan kayayı da aşkla delmiş!… Bundan dolayı da buraya “Ferhad Kayası” denmiş ve bunun üstünde halen mevcut olan büyük bir mezar da Âşık Ferhad’a nisbet edilmiştir.
Şahin Kayası eteklerinden itibaren yan derelerin sularını toplayarak ve dolayısıyla kente yaklaştıkça kesiti büyüyerek Amasya’ya asırlar boyunca su akıtmış olan bu kanalın da, gerek bu şehirde, gerekse Zile’de mevcut mümasil mikyasta asar dikkat nazara alınarak Pontos krallığı zamanında, yani M.Ö. III. ilâ II. yy.lar arasında açılmış olduğu tahmin edilebilir.
“Ferhad ile Şirîn” efsanesinin menşe’inin İran olduğu, hikâyenin bu ülkede “Kesrȋ ile Şirȋn” adıyla maruf olduğu malûmdur. Hattâ İran şairlerinin bu muaşakayı Bizans imparatoru Moris’in (582, 602) kızına âşık olan Sasanî hükümdarı Hüsrev Perviz’e ithaf ettikleri mervidir. Bu itibarla öykünün İran istilâlarıyla Amasya’ya geldiği kabul edilebilir. “Kesrî”nin “Ferhat”a dönüştürülmesi hususundaki çoğu efsanevî mahiyette olan rivayetler konumuzun dışında kalır[12].
Fot. 19’da işbu Ferhad su yolunun kesiti görülür. Buradan su yolunun şehre yakın bir noktasının bu kesitinden taş kesme işinin azameti ayan olur. Başlangıç yerinden itibaren dere sularını toplaya toplaya ve dolayısıyla kesiti büyüyerek şehre varan bu kanal, çok dik olup akıtma meylini bozmadan kayaya oyulması mümkün olmayan yamaçlarda, bir tarafı harçlı taş duvar şeklinde inşa edilmiştir. Kanalın dağ tarafındaki kenarını açmak için, her iki fotoğrafta görüldüğü gibi, bazen çok yükseklere kadar kesmek gerekmiştir ki iş hacmi böylece büyük azamet kesp etmiştir. Ferhad Kayasından başka yerde tünel şekline iltifat edilmemiştir. Fot. 19’da kaba tarak izleri belirgin şekilde görülür. Fot.20, kanalın kentin içindeki ucundan bir kesimin cepheden görünüşünü verir. Üstte, Amasya’nın ünlü kaya mezarlarından biri var.
Pontos ülkesinin en eski kentlerinden olup önce Kapadokya eyaletine bağlanmış olan Amaseia, Dara I zamanında (yaklaşık M.Ö. 515) 3.Satrap’lık sınırları içine dâhil olmuştur. İlk tarihî önemini Mihridat I zamanında Pontos krallığının başkenti olmasıyla kazanmıştır (M.Ö. yakl. 300). Pompeius’un zapt etmesiyle Romalılara geçen Amasya, bu konsül tarafından serbest şehir ilân edilmiştir (M.Ö. 65). Konstantin onu, Bizans İmparatorluğu’nun Pontos eyaletinin metropolisi yapmış (323-337) ve bu dönemlerde kent, Hristiyanlığın yayılmasında önemli görevler yüklenmiştir. VIII. yy.dan itibaren de askerî thema’lardan Armeniakon (Armeniye-i kübra)un kaleleri arasında yer almıştır. Bir ara Sasanî kralı Hüsrev Perviz’in idaresine geçip (609) Heraklius’un geri aldığı şehir, Araplar tarafından da kısa aralıklarla (712 ilâ 775 arasında muhtelif tarihlerde) zapt edilmiş ise de ancak Türk istilâsından sonra kesin olarak Bizans İmparatorluğu’ndan ayrılmıştır.
Timur’a yedi ay mukavemet eden Amasya, Çelebi Mehmet (I)’in Osmanlı Devleti’ni ihya faaliyetinde, ona bir hareket noktası olmuştur. Daha sonra “şehzade şehri” olarak da ün yapmış olup Yıldırım Bayezit, Çelebi Mehmet, II. Murat, Fatih, II. Bayezit şehzadeliklerinde burada valilik etmişlerdir.
Fot.21, kalenin genel görünüşünü veriyor (ön planda, solda, Burmali Minare ve camii). İris (Yeşilırmak) vadisinin daraldığı bir yerde ve nehrin sol yakasında (Kuzey’inde) yükselen büyük kayalığın arz ettiği savunma kolaylığı nedeniyle üzerinde inşa edilmiş Akropolis’in, kentin inkişaf müvesini teşkil etmiş olması muhtemeldir.
Amasya’da doğmuş ve burasının ilk ve sahih tasvirini yapmış olan Strabon (M.Ö. 63 – M.S. 19) zamanında bu tahkimat, tepede bir kale ve bundan, biri Doğu, öbürü Kuzey-Batı yönünde nehre inen iki duvarla bunların uçlarını nehir boyunca birbirine bağlayan bir üçüncü duvardan müteşekkilmiş.
Cilanbolu Kuyusu adını taşıyan bir kuyu, yukarı kalenin tepesinden itibaren dik merdivenli olarak açılmış olup (fot.22) takriben 70-80 m. dibinde su mevcuttur. Esas amacın, yine askerî düşünce ile inşa edilmiş bir gizli yol olduğu iddia edilmişse de bu iddia varit değildir.
Açılış tarihinin meçhul olmasına rağmen büyük taş kesme işlerinin başarıldığı Helenistik-Pontos döneminde meydana getirildiği söylenebilir. Açılış yönü Güney’den Kuzey’e doğru olan bu büyük kuyunun giriş ağzı tuğla kemerle işlenmişse de aşağıya indikçe aynı ölçüleri muhafaza ederek yekpare kayadan oyulmuş olarak devam ettiği görülür. Dipteki su çok berrak ve leziz olup ağır bir devri hareketi haizdir. Ancak memba ve masıpı meçhul olan suyun, kayanın dibine rastlayan kısmı çok derindir.
Adının menşe’ine dair sahih bilgi bulunmamakla birlikte “Cilan” isminde birinin kaleyi ciddî olarak tamir ettiği zamanlarda buraya “Cilanpolis” adı verilmiş olduğu rivayet edilmektedir. Ayrıca mezkûr rivayette geçen adın, İran’ın Hazer Denizi’nin Batı’sında bulunan Gilan-Cilan eyaletininki ile benzerliği ve yine Pontos ülkelerinin İran ile tarihî münasebetleri dikkat nazara alındığında, bu kişinin oradan celp edilmiş bir usta olması muhtemeldir.
Bu kuyunun Kuzey hizasında, bir başka derin kuyu daha vardır. Doğu’dan Batı’ya doğru som taştan oyulmuş olup doksan kadar basamakla aşağıya inilir. Dibi, Güney’den Kuzey’e doğru (kalenin sağ zirvesi – fot.21-Burmalı Minare yönü takriben Kuzey-Güney yönüdür) yaklaşık 4 m eninde ve iki katına yakın yükseklikte su yolu şeklinde oyulmuş ve Cilanbolu’ya doğru giden bir geçittir. Güney tarafı ise fotoğrafta görülen çifte mezar tarafına gitmektedir. Bunun, Cilanbolu Kuyusu’ndan aşağı saraya açılan su yolu olması muhtemeldir.
Bu kuyular Osmanlı döneminde cezaevi olarak kullanılmışlardır[13].
Anadolu gezilerimizi gelişigüzel sürdürelim.
Niğde ilinde, Bor’un 8 km kadar Güney’inde bulunan Kemerhisar bucağı, eski adıyla Dianapolis, tahmin ettiğimize göre bereket ve av tanrıçası Diana adına bir mabedi haizdi ve fot.23’de bir bölümü görülen bir aködük buraya su iletiyordu.
Isparta’nın ilçesi Yalvaç, Sultan Dağları’nın Batı eteğinde, bu dağlardan inerek Eğridir Gölü’ne dökülen Darıklar Suyu üzerinde kurulu olup antikçağlardan kalma bir aködük kalıntısına da sahiptir (fot.24).
Fot.25’de, Denizli Pamukkale (Hierapolis)de bir su kanalı kalıntısı görülüyor.
Yine Denizli’nin 6 km kuzey’inde ve Plinius’a göre daha önce Diospolis ve Rhoasadlı kasabaların bulunduğu yerde kurulan Laodikeia, şimdiki adıyla Goncalar’da su yolu kalıntısı, fot.26’da görülür.
Kadirli (Ada) yöresinde ünlü bir Ortaçağ kenti olan Anazarba (günümüzde Anavarza olarak anılıyor), Arapların eline geçtiğinde bu adın ilk hecesi Ayn (kaynak) şeklinde alınmış ve kente Ayn Zarba denmiş. Burada da bir su kemeri kalıntısı (fot.27) hâlâ ayaktadır.
Ve Erzin (İskenderun yöresi), şimdiki adıyla Yeşilkent (fot.28) ve Aspendos (Belkis-Ant) aködükleri (fot.29).
Eski Selevkia (Silifke-İç) kentine su, dağlar arasında kilometrelerce uzanan ve bir parçası fot.30’da görülen aködükle gelir, fot.31’deki delikten bugün Tekirambarı adı verilen, takriben 45x23x12 ın boyutunda bir sarnıca (fot.32) dökülürdü. Fot.33, deliğin sarnıcın içinden görünüşünü veriyor. Sarnıcın içine fot.34’deki dairevî merdivenden inilip fot.35’de, sağdan görülen kapıdan giriliyor. Fot.36’da yine o yöredeki bir başka sarnıç görülür.
Yine Selevkia’da, bir binanın altında bir su haznesi olduğunun tahmin ettiğimiz bir yapıya rastlamıştık (fot.37).
Anamur Burnu’na doğru yol alalım. İlçe merkezinden 6 km kadar Batı’da eski Anemurion kenti kalıntılarına gelinir (fot.38), bunun su yolu, kent içinde münferit su haznesi (fot.39), ilgimizi çekmektedir.
Anemurion kalesi Selçuklu ve Karamanoğulları döneminde önemli ölçüde tamir görmüş olup Mamuriye kalesi adını almıştır. Burada en önemli yapı, Karamanoğlu Alâeddin Bey devrinden kaldığı söylenen Kale camii (fot.40) olup bunun solunda su haznesi görülür. Bu hazne, kaleye gelen su yolunun düşman tarafından çevrilmesi halinde kaleyi uzun süre besleyecektir.
Ve nihayet Alanya kalesinin su haznesi (fot.41) ile İznik (Nikaia)’da bir sarnıç (fot.42).
Bu kısa gezinti bize su iletilmesi ve biriktirilmesi hususunda Anadolu’da örnek alınacak sayısız yapının varlığını gösterir.
Buraya kadar olduğu gibi bundan böyle de çok sayıda ören fotoğrafı derç edeceğiz. Bu vesileyle “ören” sözcüğünün kökeni de ilginç olabilir. Bu hususta önce Kaşgarlı’ya kulak verelim: “Ören: her nesnenin kötüsü. Oğuzca. Bu kelimenin Farsçadan alınmış olduğunu sanıyorum; çünkü Farsçada harap olan şeye ‘virân’ derler. Oğuzlar Farslarla çok karışmış oldukları için birçok Türkçe kelimeleri unutmuşlar, yerine Farsça kelimeler kullanır olmuşlardır. Bu da öyledir” (1/76).
“Süheylü Nevbahar”, yani “Ferhengname-i Sâdi” çevirisi ile XIV. yy. Anadolu Türkçesinin şiir dilindeki ilk güzel örneklerini vermiş olan Hoca Mesut’un Farsçadan çevirdiği bu manzum hikâyede, “virâne, harabe” manasında “ören” sözcüğü geçiyor:
“Oranın gözetir oranın bilen
İmaretçi olur örenin bilen” (TS, s. 3115)
Osmanlı Türkçesinde sözcüğün son kullanılışını Şemseddin Sami’nin Kamus Türkî’sinde (s.200) buluyoruz: “ören, eski duvar, şehir ve kale enkazı, harabe, virâne (ihyası elzem metrukâttandır)”.
Clauson da (s.233) Farisî virân sözcüğünün, ilk ya da bozulmuş şekliyle birçok modern dillerde, ezcümle Kuzey-Orta dil grubundan Kırgız ve Kazak oyran-oyron gibi kullanıldığını ekliyor.
İlhanlılar döneminde Anadolu’da kullanılan sulama yöntemlerine ait önemli teferruat, yukarda adı geçen vezir Reşidüddin’in mektuplarında bulunuyor[14]. Biz bunlardan konumuzla ilgili olanlarını aşağıya naklediyoruz.
“… merkezî Anadolu valisi olan diğer oğlu[15] Hoca Celâleddin’e yazdığı mektubunda Tebriz’de kendi namına tesis ettiği ‘Rab’i Reşîdî’ mahallesi civarında Zenciler, Gürcüler, Habeşîler ve Qaravî denilen galiba Uzak-Doğu zencileriyle meskûn dört köyün yanında bir de Rumlarla meskûn bir köy tesis etmek niyetinde olduğunu anlatmış, bunun için Anadolu’dan 40 kadar erkek ve kadın Rum gönderilmesini emretmiştir. Bunlar kendilerine ayrılan yerleri imarla meşgul olacaklarmış. Reşideddin bir Üniversite ve hayrât müesseseleri mahallesi olan Rab’i Reşîdî’nin civarında muhtelif ırklara mensup ehaliyle iskân edilen köyler vücuda getirmişti. Reşideddin, oğlu Celûleddin’den Tebriz’de kurduğu hastaneler için Anadolu’dan Rum ilâçları istemiş, ilâçların Rumca isimlerini ve miktarlarını da yazıp bunların her sene kendi develeri ile gönderilmesini emretmiştir.”
Devam etmeden önce Reşideddin’in bu girişiminin, kitabımızın genel konusu bakımından ne denli önemli olduğunu vurgulamak yerinde olur.
Reşideddin’in Emir Ali adlı, bir oğlu da Bağdad hâkimi imiş.
“… Sivas hâkimi, nâip, kadı, seyyid, ulemâ ve eimmesine, mutasarrıf ve bitikçilerine başvezire has ‘al tamga’ ile yazdığı yazısında burada Gazan Han tarafından tesis olunan Darüssiyade’nin Kayseri, Tokat ve Arapgirdeki vakıflarından, oğlu vali Hoca Celâleddin vasıtasıyla Sivas’ta vakıf olarak güzel, havadar hamamlar, dükkânlar, fırın ve değirmenler ve bir de dört yeraltı kanalı (kâriz) bina ettirmiş olduğunu[16] ve kendisinin has parası ile yapılan bu kanallara ‘Kanavat-i Reşîdiye’ denildiğini, bütün bu vakıfların ve kanalların geliri Gazan Han’ın Darüssiyade’si masraflarına tahsis edilmiş olduğunu, dünyanın her tarafından âlimler, seyyidler gelirse bu Darüssiyade’de kalıp rahat edecek, tedris ve irşatla meşgul olacaklarını… bildirmektedir.”
“Bu eserin ihtiva ettiği vesikaların mühimlerinden biri de Reşideddin’in bir ölüm tehlikesi gününde yazdığı vasiyetnamesidir. Bunda kendisinin İran, Azerbaycan, Anadolu ve bazı komşu vilâyetlerde bulunan tekmil emlâkini saymakta, bunların çoğunu o zaman sayıları 14 olan oğulları ve 4 kızına, zamanın hükümdarı Ulcaytu Han’a, bazı âlimlere ve vakıflara tahsis etmiştir. Bütün bu emlâkin başında ‘feddan’ ile tespit edilmiş olan ziraat toprağı gelmektedir. Şayan-ı dikkat olan bir nokta da bu arazinin Reşideddin’in satın alarak imar ettiği yahut sadece iska (sulama) yoluyla elde edip ektirdiği… has emlâki olmasıdır… Bu arazinin en çoğu Gazan Han’ın ve Reşideddin’in Irak Arab’da Nehri İsâ ve Şeylâ’da açtıkları kanallarda (1000 feddan), Horasan’da (1000 feddan) ve Irak-ı Acem’de (1000 feddan), Diyarbekir ve Rabi’a’da (500 feddan), Siraz ve Kirman’da (beşer yüz feddan)[17] bulunmuştur…”
“… Şarkî Anadolu’da Van, Vastan, Bitlis, Ahlat, Siirt, Hisınkeyfa, Erzen, Khizân ve Maden Gürcistan’la birlikte sayılmış ki hepsi diğer oğlu Pir Sultan’ın idaresinde bulunmuştur. Bunlarda iska ve imar ettiği arazi toptan 300 feddan olarak gösterilmiştir. Diyaribekir ve Diyariabi’a vilâyetlerindeki erazisi 500 feddan olarak kaydedilmiş ki diğer oğlu Humam’ın idaresinde bulunmuştur. Diyaribekir vilâyetinde iska edilen[18] bu sahalar ilerde ayrıca bahis mevzuu olacaktır. Bir de Reşideddin Orta Anadolu’da ‘Kaz uvası’nda satın aldığı 300 feddanlık araziden bahseder ki Sivaslı mutemedi Mevlana İmadeddin Ahmed Sivasî’nin idaresinde bulunmuştur…”
“… Reşideddin’in Diyaribekir hâkim, nüvvâb, kadı ve mutasarrıflarına kendisinin Dicle’den açacağı kanallar hakkında (18) ve oğlu Celâleddin’e de Malatya yanında Fırat’tan Gazan Han namına açılacak kanallar hakkında gönderdiği yazıları derç edilmiş ve bu iska sahalarının plânları da eklenmiştir (şek.67)”.
“Diyaribekir ahalisine yazıları resmî yazıda Musul civarında Dicle’den ‘Nehr-i Müstacidde-i Reşîdî’ ismiyle büyük kanallar sistemi açmakla Hoca Zeki al-din Mes’ud’u tavzif ettiğini, burada açılan kanalda 14 nehir ve köy vücuda getirileceği, bunlara Diyaribekir ve Rabia, Büyük ve Küçük Ermenistan ve Rum vilâyetlerinden muhacirler getirilerek yerleştirileceği, onlara tohumluk, çift hayvanları, ziraat âletleri ve yiyecek tam olarak verileceği, Diyaribekir ahalisinin de bu iş için 2000 işçi vermesi icap ettiği, bunların ücretleri Reşideddin’in kendi cebinden verileceği anlatılmıştır. Ekli olan plâna göre bu kanal Dicleden Cezire-i İbn Omar (Cizre) yanında açılacaktır. Kanalın sağında Reşidiye, Mecdiye, İbrahimiye, Humamiye, Rukniye, Sultaniye, solunda Celaliye, Latifiye, Qarya-i Ali, Muhammediye; Ahmediye ve Şihabiye şeklinde kendisinin ve oğullarının adiyle adlandırılan köyler gösterilmiştir. Dicle’nin iki sahilinde gösterilen Musul’un garbinde ‘Musul Sahrası’nda gösterilen bu büyük kanal ve köylerin garbinde ‘Maqlub Dağına yakın Musul Sahrası’ (saxra-i Musil biqurb-i Cabal-i Maqlub) kaydi bulunmaktadır. Hâlbuki Maqlub Dağı ve bu isimdeki kasaba bugün Musul’un şarkındaki sahrada bulunmaktadır ve bu Maqlub Dağının (Yezidi aşiretinin oturduğu dağlık yerlerin) şarkında, bugün Türkmen Aşiretinin oturduğu yerlerde Dolap yanında ‘Reşidiye’ adını taşıyan kasaba vardır ki haritalarda da gösterilmiştir. Ekli olan plânın eksiklerine Muhammed Şef’i de dikkat etmiştir. Herhalde bu kanal bizzat Dicle’den değil de Habur’dan açılmış olsa gerektir. Reşidiye’de bugün bu nehir üzerinde vaki Zalru’dan Musul’a giden yol üzerinde bulunmaktadır. Reşideddin’in plânında zikredilen diğer köy ve nehir isimleri elbette ancak mahallinde tespit olunacaktır.”
Şek. 67
“Kanal açma işinin plân üzerinde kalmayıp bilfiil tahakkuk etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Reşideddin’in emlâki arasında Diyari Bekir vilâyetinde iska edilen erazisi sıfatiyle gösterilen 500 feddan da bu ‘Nehri Mustacidde-i reşidiye’ de bizzat kendisine ait çiftlik olsa gerektir.”
“Gazan Han namına oğlu Celaleddin’in idaresinde açılacak kanallar hakkında bunların Malatya’nın tam yanında Fırat’tan ayrılacağı yazılmıştır. ‘Nehri Mustacidde-i Gazani’ ismini taşıyacak olan bu kanalın plânı da Reşideddin’in yazısına eklenmiştir. Mektupta deniliyor ki Malatya Sahrasında Fırat’tan geniş kanallar çıkarıp iska olunan yerlere on kadar büyük köy (qarya-i mu’taber) tesis edeceksin. Bunun ahalesi Rum, Qinnisrin, Avasim (yani şimdiki Hatay ve İskenderun) tarafından nakledilecek. Nehrin yukarı tarafında 8 köy kurulacak; onun aşağı kısmında da biri ‘Reşidiye’, diğeri ‘Celâliye’ olmak üzere kendisi ve oğlu namına iki köy kurulacaktır. Ekli plânda yeni kanalın garbinde Gazanabad, Mahmudabad, Sultanabad, Mubarekabad, Şahabad adlarıyla beş köy; kanalın sol sahilinde Devletabad, Şaâdetabad ve Zeferabad namlarıyla üç köy gösterilmiştir. Her köyün yanında da büyük kanaldan çıkarılan ve aynı köyün adını taşıyan birer nehir, yani kanal tersim edilmiştir. Yazının sonunda bu büyük kanalın suyunun zikri geçen köyler tarafından kâmilen istifade edilmeyen bakiyesi yine dönüp Fırat’a gelecektir ve bu su artığının akacağı kanal da haritada gösterilmiştir. Kanalın her iki tarafındaki arazi hep ‘Sahra-i Malatya’ olarak işaret edilmiştir.
“Malatya’nın yanında Gazan Han zamanında yapılacak olan bu imar işlerinin bilfiil yapılmış olduğu Ulcaytu zamanında yazılan vasiyetnamede Malatya’da Reşideddin’in kendisine ait olmak üzere gösterilen 100 feddanlık çiftlik kaydından anlaşıldığı gibi, bugün Malatya’nın tam yanında ‘Aşağı Mahmudiye’ ve ‘Yukarı Mahdudiye’ isimli köylerin bulunmasıyla da sabit olmaktadır (Son teşkilât-ı mülkiyemizde köylerimizin adları, Ankara 1928, sf. 881-2). Bu mevzu Malatya’da bilhassa sicil kayıtları üzerinde tetkik edilebilir.”
Aşağıda bazı maddelerini zikredeceğimiz Osmanlı Kanunnameleri, etnografik müşahedeleri bir yönde itmam edecektir, şöyle ki bu kanunnameler, konumuzla ilgili bazı müessese ve yöntemler hakkında fikir vermektedir. Örneğin Anadolu köylüsü toprağını iki ya da üçe ayırıp bunların her birini bir veya iki yıl nadasa bırakma itiyadındaydı. Aşağıda bu hususa dair de kanun maddeleri zikredilecektir.
Bu kanunnamelerde bir mirâblık müessesesine rastlıyoruz ki bu, emȋr-i âb’dan kısaltma olmalıdır ve sulama işine devletin müdahalesini ifade eder. Görelim bunlardan bazılarını:
“3. Evâilde mirâblığı mukataaya alan kimesne bağları suvaracak (sulayacak) vakitde şehirlü ittifakile emin âdemler çıkarub su kısmetine mütevellȋ kılınurimiş her dönümde evâilde dörder akçe mirâblık resmi alınurimiş. Sonra su kısmetine âmil kendü mütevellȋ olub resminde asıl kanundan tecavüz idermiş. Ve hem bağların suvaracak vaktinde tertibleri varimiş ziyâde resim viren kişiye vaktinde nevbeti (sırası) gelmeden nevbet virürler imiş Su az olduğu yılda sonra hadis olan bağlara zarar olacağın kadîm bağlara ki şirb (su hakkı) onlarındır onlara zarar olur imiş…”
“4. Ve mirâblığı amel’e alan kimesne bazı kimesnelere bostan ekdirüb sülüs hasılın kendü alub sülüsânın bostancı olmak kavileylermiş bu sebeble bağların hakk-ı şirbi zâyi olurimiş Karaman oğullar zamanında mezkûr suyla hemen üç bostan suvarılurimiş birisi dizdâr birisi Hatun ve birisi dahi merhum Mevlanâ Celâleddin hazretlerinin türbe-i mutahharası içün ekilir imiş bâkî su bağlara ve çeşmelere ve hamamlara sarf olunur imiş ve Cem sultan kal’adan taşra bir köşk yapub asıl sudan köşküne bir mikdar da su alub köşk havalisinde bağ dahi idermiş sonra ol bahane ile köşke nazır olan kimesneler asıl sudan çok zayi idüb yolda bostanlar ihdas idüb hare iderlermiş Müslümanların hamamlarına ve çeşmelerine hayli zarar ve noksan vaki olurmuş Öyle olsa mirâb olanlar ve köşke nâzır olanlar men olınub âdet-i kadîmeden tecavüz itmeyeler eslemeyenleri kadı-i şehr olan kimesne dergâh-ı muallâya arz eyleye.”[19]
“42. Fasl-ı hakk-ı şürb: Ve livâ-i mezbûrede bazı harklar olub carî olan suyla kurâsının ziraati suvarılub intifa eyler imiş Bundan evvel vilâyet-i mezbûre kitabet olundukda kitabet iden emîn zikrolunan harkların suyunu her kariyeye ve mezre’aya mütehammil olduğu üzere eyleyüb defter-i hâkanîde kaydolunmuş ve temmuz aylarında sular az olub menziline yetişmeyüb bazı nevbetlü olan kimesnelerin hakk-ı şürbü mezkûr sudan muska olan (iska edilen) erazisine irüşdüği ecilden karib olan karyelerün ehalisine mürâdı üzere suyu ziyâde kıymete satub reayaya zulüm ve hayf iderler Zikr olan su hakk-ı şürb’dür kimesnenün mülkü değildir satılmak kanuna muhâlifdir hâkim ül-vakt olanlar men ve def eyleyeler…”[20]
“8. Ve resm-i mirâbi bundan sabık defter-i atikde on bin akçe bağlanub mirilivâya hasıl kaydolunmuş bulunub sonra husus-ı kaziyye bid’ad olduğu için dergâh-ı muallâdan şikayet olunub refine hükm-i şerif sadaka olunmuş imiş Hâliyâ ol hükm-i şerif ile bu hususin bid’ad olduğı tekrar der-i devlete arzolundukta külliyen ref olunması için emr-i âli vâki olduğı ecilden ber muceb-i emr-i şerif ref olunub defter- i pâdişâhiye hasıl kayd olunmadı.”[21]
Osmanlı idaresinin gerek tarımsal sulama, gerekse kentlerde meskenler ve sair yerlerin su ihtiyacı hususunda hassas davrandığı görülüyor. Mimar Koca Sinan’ın bile evine nizama mugayir su alması üzerine aşağıdaki hükm-ü şerif sâdır oluyor: “İstanbul kadısına hüküm ki Hâlâ nikâb-ı hümayunuma rık’a sunulub mimar başı olan Sinan için merhum ve mağfurunleh ceddim sultan Süleyman tabe serahü imaret-i âmiresi suyundan bir lüle su alub…. Buyurdum ki vusul buldukta gönderilen rik’ada mastur olan mevaddı yerlü yerinde mütevelli marifeti ile teftiş etdirüb göresin filvaki imaret-i âmire suyundan bir lüle su alınduğı vaki midir Ne temessük ile almıştır ve çeşme kurbinde bina eyledüği sanduğun imaret-i mezbure suyuna şer’an zararı var mıdır? Ve Kâğıthane suyu yerine lâğım idüb ol suyu istimal eyledüği vaki midir Niçün kesmişdir Emir ile mi kesmişdir Aslı nedir Ve sair isnad olunan hususlar vaki midir Nedir yerlü yerinde görüb her hususda aslına ve hakikatine vâkif ve muttali olub sübut bulduğu üzre mufassal yazub bildiresin “(Sahib-i saadete gönderildi)” (1577)[22]…
Keza su yollarının geçtiği yerlere “…üç zira üstü yanından ve üç zirâ altı yanından kimesneye bağ dikdirmiyüb ve ziraat dahi ettirmeyüb bağçe ve evler ve sair nesne yapdırmıyub…” mealinde fermanlara da rastlıyoruz[23].
Kanunnameler tarımla ilgili başlıca hususların kesin tarifini yapmaya özen göstermişler: “… has yerin altmış dönümi bir çiftlik itibar olunub (vasat yerden seksen doksan dönüm bir çiftlik itibar olunub) üç dönüme bir akçe ednâ yerden yüz yiğirmi dönüm be gayet ednâ’dan yüz elli dönüm bir çiftlik olur… Ve dönüm dahi alâ mâ-hüv-el-ma’rûf orta adım ile tûlen ve arzan kırk adım yerdir” mealinde maddelere[24] birçok kanunnamede rastlanıyor. Nitekim Vilâyet-i Karaman Kanunnamesi’nde, bu aynı tarif tekrar edildikten sonra “… Amma beyn-en-nâs meşhur ve ma’ruf olan çiftlik oldur ki bir çiftlik nadasına ve ekinine vefâ ide ehali-i kurâdan ekinciler dahi ana bir çiftlik dirler. Mikdarda Bursa müddile oniki müdlük yerdir Konya müddile sekiz ınüdlük olur bif’il ma’mul olan kile ile altı müdlük yer olur”[25] deniyor ki burada ayrıca “çiftlik” başına ekilecek tohum miktarı da “standart” ölçülere bağlanıyor. Aynı Kanunname’nin daha önceki bir maddesinde “bir çiftlik yer tasarruf iden raiyete Bursa müddile yılda dört müd tohum ekmek lâzımdır Ekmedüği yılda elli akçe vire. Amma Karaman müddile bir müd ekse yirmi beş akçe vire ve alâhâza ve sair umûruna dahi olunmaz” maddesini okuyoruz[26]. Yani ekilecek tohum miktarının alt sınırı zorunlu kılınmış. Aşağıdaki maddeden belli bir alandan elde edilmesi gereken asgari mahsul miktarını peşinen saptayıp ortakçıdan ona göre hesaplaşıldığı anlaşılıyor. Yani ortakçının kusuru nedeniyle ürün işbu asgari miktardan az olursa, fark ortakçı aleyhine kaydediliyor: “Ve ortakçılar ekegeldikleri tohumlarından özr-ü kavîsiz eksik ekseler ve gayrı amele mübaşeret itmekle ziraatden feragat itseler veya yerlerinin yararına öşrün verilür tohum eküb yaramazına ortak tohumun ekmekle hasıla zarar itseler kanunnamede kayd olduğu mucebce hizmetde mukassir olmayan ortakçı hasılı mıkdarı hasıl oluna. Ve gereği gibi yasak ve tehdid oluna ki nadas vaktinde ve biçin vaktinde gayrı amele mübaşeret itmeyüb ekal her ortakçıya birer müdlük üçlenmiş nadas itdirilüb buğday ekildükden sonra anıza ortak arpasile alef (ot, saman) ekile gayrı cins ekilmeye Meğer ki arpa için müstakil nadas ideler ki alefden ziyade kalan yerine her ne dilerse eke.”
“Ve ortakçılar üzerine yazılan tohumu tehdid ve istimâlet idüb emîn ve âmil olan kimesneler her yıl bîkusur ekdireler. Eğer üzerlerinde mukarrer olan tohumu ihmal idüb ekmeyecek olur ise tohumun temam eküb biçenin hasılı mikdarı anun gibilerin ilahi hasılın alalar”[27]
Doğal olarak kanun, mücazatı beraberinde getiriyor: “Ve bazı ortakçılar bir müd tohum ekilecek yere bir kaç kile tohum ekib bâkisin bel idüb ekmezler imiş Anın gibi bel’i ve telbîsi zahir olanlarun dahi kadı marifetile emîn olan gereği gibi hakkından gele.”[28]
Kanunnameler, değirmenlerden alınan resm-i âsiyâb babında bu tesisleri genel olarak üçe ayırıyor: “Ve resm-i âsiyâb bilâ mâni bir yıl temam yürümeğe kabil olan değirmenden altmış akçe ve altı ay yürümeye kabil olan değirmenden otuz akçe ve sel suyu ile yürüyen değirmenden kaç ay yürürse ayda beşer akçe alınmak kanundur.”[29]
“Resm-i âsiyâb ekser memâlikde harman vaktinde alınmak kanun olmuşdur. Temmuzun dokuzuncu günü ki eyyâm-ı bahur’un evvelidir ol gün kimin tahviline düşerse (?) ol alur ve resm-i âsiyâb dahi defterde kaydolunduğu üzre alınub ziyâde alınmaya.”[30]
Aşağıdaki belge, Konya kadısı Mevlânâ Hacı Ali’nin Konya’da su hakkına dair sicili (1519’dan sonra)nden alınmıştır: “Konya’da su hakkı (mîrâbiyye)ye dair kanunu kadim şöyledir: bir dönüm bağdan 30 akçe ve yardımcı hakkı (şâgirdâne) olarak da 2 akçe alınır. Her sulama için dönüm başına 8 akçe ödenir ve şâgird yardımıyla sulanması halinde ona 2 akçe ödenir. Ekilecek toprağın sulandırılması, tavlandırılması (gönen etmek), yani ekilmemiş ve boş bir toprağın sulanması halinde, dönüm başına 4 akçe alınır. Bir dönümde dört oluk (ark) vardır. Henüz yeşil bir dönüm tahılın sulanması için 4 akçe alınır.”[31]
Bütün bu kanunname ve sair belgelerde okunan “alınır” sözü, bunun kimin tarafından olduğu, yani tahsilâtı kimin ve ne gibi bir hakla yaptığı müphem kalıyor.
* *
“Uygarlıklar, ilkel kültürlerden dış malzemeye açık olduklarında ya da ilkel kültürün, fazla rahatsızlık vermeden imtisas edilebilecek çokça faydalı bir şeyi ikram etme durumunda olmaması halinde, yeni şeyleri benimseyebilirler” diyor bir kültüroloji uzmanı[32]. Anadolu sabanının geçirdiği evre, bu sözleri haklı çıkaracak mahiyette idi. Ya ağaçlar, çeşitli ekinler? Tarih içinde tarım gelişiyordu ve savaşların sonucu olarak yabancı ülkeler örneğin İran’ın faydalı bitkilerini öğreniyor ve bunları yetiştirmeye başlıyordu: Med savaşları, İran süvari birliklerinin yemini oluşturan kabayoncayı Helenistan’a taşımış ve oraya yerleştirmişti. Yine bu aynı savaşlar hepsi Asya kökenli kümes hayvanlarını, beyaz güvercin ve tavus kuşunu ithal etmişti.
Dara, ağaççılık – meyvecilikle şahsen ilgileniyor ve yeni türlerin yayılmasını arzu ediyordu. Satraplarından Gadatas’a bir mektubunda Doğu bitki ve ağaçlarının Küçük Asya ve Suriye’ye götürülüp oralarda dikilmesini emrediyordu: “Fırat’ın öbür kıyısından Asya’nın ilerilerine fidan nakli suretiyle ülkemi ıslah etmeni emrediyorum” diyordu mektubunda. Böylece de Şam’da İranlıların, kendi Saray’larında büyük rağbette olan bir bağ tipini dikmeye uğraştıklarını öğreniyoruz ve yine aynı dönemlerde Pontos’un ünlü fındığı[33] Helenistan’da görünmeye başlıyor. Halep’e ilk fıstığı sokan yine İranlılar oluyor. Mısır’a susamı ve Mezopotamya’ya pirinci ithal etmişlerdi; benzer bir politikayı geniş ölçüde uygulayan Helenistik krallar sadece İranlı hükümdarları taklit etmiş oluyorlardı[34]. M.Ö. III. binlerde Akad’lı Sargon’un, Doğu Anadolu’daki cevelânlarından dönerken ülkesine beraberinde birçok yeni meyve fidanını götürdüğünü görmemiş miydik?[35]
Bütün bu alışverişte Anadolu hem bir köprü, hem de bir sıçrama tahtası oluyor. Karakaya Baraj Gölü’nün altında kalacak olan tarihî eserlerin kurtarılması amacıyla kazı çalışmalarını sürdüren Fransız Prof. Covin, “dünyadaki ilk tarım denemelerinin Cafer Höyük’te yapıldığını” söylemiştir. Prof. Covin, burada yapılan kazılar sonucu ortaya çıkartılan tarihî eserlerin “dünya tarihinde büyük bir değişikliğe yol açabilecek nitelikte belgeler olduğunu ve Malatya’nın bu konuda önemli bir yer konumuna sahip olduğunu” açıklamıştır. Covin, Cafer Höyük kazılarında şimdiye kadar dünyanın hiçbir yerinde ele geçirilmemiş tarla sürme âletleri, oraklar ve çakmak taşları gibi sert taşlardan yapılmış tarım âletleri bulunduğunu belirterek “bu tarihî eserler, dünyadaki ilk tarım denemelerinin bu yöreden başlayarak yayılma gösterdiğini kanıtlamaya yeterlidir” demiş[36].
Gerçekten Doğu Anadolu’da, Erivan yöresine kadar uzanan Urartu krallığı arazisinde yapılan kazılardan metal çağına ait (yaklaşık M.Ö. 1000) çok sayıda döğen bulunmuş olup bunlar bugün dahi kullanılan, aşağıda göreceğimiz, altı çakmak taşlı ahşap levhalardan oluşmaktaydı[37]. Hal böyle olunca da yukarda ifade ettiğimiz gibi köylülerin tarımsal yöntemleri tamamen gelenek tarafından icbar edilmiş oluyor.
Gürpınar (Van) yöresinde bulunan yazıtlardan kral Menua’nın “tanrı Haldi’nin gücü ile” bu kasabada civarından başlayan bir kanal (pili) kazdırdığını öğreniyoruz. Bu kanal bugün Şamram kanalı olarak bilinmektedir. Kral Rusa da Keşiş gülünden Toprak-kale’nin eteğinde yeni başkentine bir kanal kazdırmış. Menua’nınkinde birçok bent de var. “Fırat gibi akan” kanal üzerinden sayısız hark, tarlaları suya gark ediyor. Olağanüstü her şeyin ünlü Asur kraliçesine atfedilmesi itiyadıyla Şamram kanalı adını almış olan Mennai pili, Gürpınar kasabasının bir buçuk kilometre kadar yukarısında kaynağını alıp Hoşab suyunu bir aküdükle geçiyor ve Gölbasan, Kem…. köylerinden geçip kıvrılarak Van’a varıyor. Kanalın boyu takriben 50 km.’dir.
Berkri (Muradiye) ovasını sulamak için Berkri (Bendi Mahi) suyundan itibaren bir, Malazgirt bölgesinin ihtiyacı için de üç kanal daha açtıran Menua Van gölü kıyısında kendi adına bir kent tesis ediyor.
Halefleri de bütün bu yörelerde kanallar açmışlar, bağlar (uldi), “bahçe, buğday tarlası” (zari) tesis etmişler[38].
Gördüğümüz gibi her yanda halkın tarımsal yöntemlerine yol gösteren gelenekler, çok sağlam esaslara dayanıyor. Bu geçmişin teknikleri, bize bugünküleri izah edecektir.
Anadolu’ya “Türk” damgasını vuracak öğelerin beşiği Türkistan’da Namazgâh-Tepe kazıları, 20’li yıllarda bir sulama mühendisi olan D.D. Bukinitch tarafından yürütülmüş ve bu mühendis özellikle Bronz çağında, işbu öğelerin atalarının Güney Türkistan’da mutat olan sulama yöntemlerini tetkik etmiş ve hattâ bu teknikte birbiri ardında gerçekleştirilen ıslahatın şemasını çizmeyi başarmıştır. Sulama ile yapılan en eski ekim sistemi, “haliç sulaması” ya da limân tesmiye edilen tipten olup bunda ekim, dağ sellerinin ağzına yapılıyordu; mevsim kabarmaları sırasında suya gark olmuş çamur alanları (limân) teşekkül ediyor ve tohum buralara atılıyordu. Bir ileri aşamada, ilkel bentler vasıtasıyla suyun akışı tanzim edilmişti ve nihayet gerçek sulama kanalı kazılması dönemine erişilmişti.
Yapay sulama tekniklerinin iyice geliştiği bu dönemlerde saban ve iki veya dört tekerlekli arabanın ortaya çıkmış olduğu sanılır.
Bu sulama teknikleri demirin artık mutat olarak kullanıldığı dönemde büyük ilerlemeler kaydediyor: büyük kanallar kazılıyor, bentler ve sair nafıa yapıları inşa ediliyor[39].
“Eski Sümer medeniyetini yaşatan Hurri-Saburu kültürüne vâris olan Urartu’1ar, Sümerler gibi kanal açmak hususunda pek ileri gitmişlerdi. Bu kanallar arasında Menuas’ın yaptırmış olduğu Şamram kanalı gibi çok önemlileri vardı. Bol kaynakları ve yüksek yerlerde bulunan göllerin sularını, ziraata elverişli arazi üzerine götürmek için yapılmış olan bu kanallardan, izleri bugüne kadar payidar olanlar vardır… Zımzım dağı sularının Toprakkale’ye getirilmesi için yapılan tesisat, hayrete şayan yollarından başka, her ihtimale karşı suların muhafazası için hazneleri de ihtiva etmekte idi. Bu haznelerde gayetle büyük küpler bulunmuştur…”[40]
Koçhisar’ın Tuz Gölü Batı’sındaki step köylerinde 1946 Eylül’ünde yapılan bir araştırma gezisinin sonuçlarını açıklayan ünlü Hindoloji profesörü W. Ruben bize şunları anlatıyor:
“Bazı köylerde, köy arazisinden hangi kısmın ekileceği ve nerelerinin nadasa terk edilmeleri icap ettiğini vakia köylü müşterek kararla tespit eder…”
“Beluçistan ve Kuzey-Batı Hindistan’da yaşayan Pathanlar, ta yakın maziye kadar, bir klana ait bütün bir araziyi muayyen zamanlar içerisinde yeniden taksime tâbi tutarlardı; bu âdet sonradan kaldırıldı çünkü sulama dolayısıyla girişilen türlü zahmetli mesaiden sonra bir işlenmiş ve ıslah edilmiş arazi parçasını geri vermek zor oluyordu…”
“Böyle bir âdetin Anadolu içinde de mevcut olması düşünülebilir. Zira bir defa Anadolu buğday ziraatının ana vatanı sayılmaktadır (değilse bile, ona en yakın olan bir merkezdir); sonra, Anadolu Cermenlerin, Hintlilerin ve Zencilerin ortasında bir yerdedir.”
“Bundan 35 yıl kadar önce Cizre civarında kaymakamlık yapmış olan yaşlı bir zatın anlattıklarına göre, Mardin vilâyetinin içinden akan Dicle nehrinin boyundaki Paşavir köyünde, o zamanlar, Keldanî bir dille konuşan bir takım Hristiyanlar yaşamakta idiler; bunlar her sene başında yeniden olmak üzere araziyi taksim ederlerdi. (Belki de bunlar Nasturîler idi). Arazi taksimi bir ölçü ipiyle yapılıyordu ve bütün ailelere toprak isabet etmesine dikkat edilmekteydi. Bu maksatla aileler kendilerini teşkil eden fertlerin sayısına göre gruplanırlardı (meselâ 2, 3, 4, 5 başlı aileler); aynı şekilde arazi de, meselâ 2 kişilik aile arazisi gibi, muayyen ölçüde parçalar halinde ayrılırdı. Bundan sonra her aile, kendi özel işaretini bir taş parçası üzerine çizer ve sonra bu taş parçaları bir araya toplanırdı. Bu işaretleri bilmeyen bir çocuk getirilir ve çocuk vasıtasıyla bu işaretli taş parçaları aile efradı sayısı ile uygun arazi parçası üzerine konulurdu. Bu mıntıkalarda bugün bu Hristiyanlar bulunmadıklarından bu nevi arazi taksimi âdetini artık yerinde etüt etmek imkânlarına malik bulunmuyoruz. Ve yine aynı mıntıkalarda (tabii ovalarda değil de daha ziyade dağlık arazide) olmak üzere, bazı Kürt kabileler arasında da vaktiyle böyle bir âdetin mevcudiyeti aklımıza gelmiyor değil. Bu Kültlerde de darı ziraatı mevcuttur. Yalnız 40-50 yıl öncesinden itibaren tatbik edilen arazi kanunu ile vaziyet büsbütün değişmiş bulunuyor ve Kürtlerin, bugün hüküm süren gayri müsavi toprak mülkiyetinden şikâyetli bir vaziyette olmaları ihtimal dâhilindedir.”
“Tarlaların iyi sulanabilmeleri imkânlarını aramak üzere 1937 yılında faaliyete geçen bir hey’etin tespit etmiş olduğu müşahedeleri arasında. Yeni Çay başlangıcında, ziraatla geçinen Anadolu şehirlerinde şöyle bir âdetin mevcut olduğu da vardır: Anlaşıldığına göre, vaktiyle Ahi-Şeyhleri yalnız Lonca teşkilâtı ile değil, aynı zamanda şehirler yakınında yetiştirilmekte olan bahçelerle de ilgili bulunmuşlardır. O zamanın küçük şehirleri etrafında yetiştirilen bahçelik arazi hep birarada bulunuyordu. Ve böyle bir mıntıkanın etrafı çamurdan bir duvarla çevrili bulunuyordu. Bahçe sahipleri (yani hâli vakti nispeten yerinde olan bütün vatandaş tabakası) bahçıvanlar derneğini teşkil etmekte ve bahçelik mıntıkanın etrafındaki duvarın çevrilmesini müştereken üzerlerine almaktaydılar. Bunun yanında Ahi’ler, bu bahçelere sevk edilecek olan suyun âdilâne bir şekilde taksim edilmesiyle ilgileniyorlardı; bu ise, Doğu ziraatının en eski problemlerinden biridir. Vakıa Ahi’ler arazi taksimi ile doğrudan doğruya uğraşmıyorlardı; fakat burada, çok eski bir müşterek ziraat âdetinin bakiyelerini aramamak elde değildir ve bu mümkündür. Maalesef biz bu âdetin köylerde de mevcut olup olmadığı hakkında kati malûmat sahibi değiliz. Bahsini ettiğimiz bu zamanın (1937) ziraat bakanlığını yapmış bulunan zatın kanaatine göre bu eski âdeti bugün tekrar canlandırabilirsek çok faydalı olacaktır; çünkü diyordu, böylece hükümetin sulak araziyi daima kendi elinde tutması mümkün olacak ve hükümet bu gibi yerlerde sebze ve saire ektirmek suretiyle köylüleri kurak yıllarda da himaye edebilecektir. Ahi’ler köylere kadar yayılmışlardı; fakat maalesef biz bunların buralarda nasıl tesir icra edebilmiş oldukları hakkında kesin bir şey bilmiyoruz. Akşehir ilçesinin Yahsiyan köyünde bugün bile, bir cami içerisinde halk tarafından ziyaret edilen Ahi Yakup mezarı vardır; Ahi Yakup adı, mezarın hemen yanında bir yerde camiin duvarına yazılmış bir vaziyettedir. Ve yine Akşehir’e yakın Nadir köyünde, Ahi Şekerler Tekkesi adıyla bir köşe vardır; burası küçük bir mezarlıktır ve mezarlığın ortasında Ahi’nin mezarı ve mezarın üzerinde de taş olarak ikiye bölünmüş bir sütun ve bir de su künkü parçası vardır. Mezarın 6-700 yıllık olduğu anlaşılmaktadır; bugün bile oraya gelip mezarın başında mum yakılmaktadır. Bu ermiş simalar hakkında bundan fazlasını da bilmiyoruz. İbn-i Batûta, seyahatnamesinde, uğradığı köylerde gördüğü Ahi şeyhlerinden çok bahseder. Onun zikrettiği bu Ahiler, köylerdeki Ahi gruplarını idare etmekte olan ileri gelen Ahi tipleri idi; bunların vazifeleri, köye uğrayan yolcuları karşılamak ve onları ağırlamak, büyük düğün ve bayram merasiminin âdetlere uygun bir şekilde cereyanını sağlamak v.s. gibi işlerdi. Ve diğer bir vazifeleri de bilhassa moral bakımından gençlerin iyi yetişmesine dikkat etmekti. Konya ili köylerinden bazılarında bugün bile, kendilerine has alametleri ve bir de önderleri bulunan bir takım gençlik derneklerinin yaşamakta olduğunu duyuyoruz. Bu nevi dernek örnekleri, üzerlerinde önemle durulması gereken konulardandır.”
“Ahi’lerin bu şekilde su tevziatı meselesiyle ilgili bulunduklarını nakleden zatın ilâve ettiklerine göre: Kars-Ardahan bölgesinin 1917 yılında Rus’lardan geri alındığı sıralarda Türkler buralarda şöyle bir âdetin mevcudiyetine şahit olmuşlardı: Köylerde arazi, her üç yılda bir olmak üzere, her ailenin üyeleriyle mütenasip olarak ve yeniden aileler arasında taksime tâbi tutulurdu. Arazinin mülkiyeti doğrudan doğruya hükümete aitti. Her köylü hükümete vergi yerine bir nevi kira veriyordu. Ve bu kiraya nadel dendiği için bu sistemin adı da nadel-sistemi idi. Rusların böyle bir sistemi tatbikten gayeleri herhalde Rus muhacirlerinin Türk köylüler arasında yerleşebilmelerini ve daha doğrusu onlara da toprak ve arazi verilmesini teminden başka bir şey değildi. Ve toprağın bütün olarak devlete ait olması mefhumunu da Ruslar, bu toprakları kendilerinden 1878’de aldıkları Osmanlıların daha eski olan hukuklarından öğrenmiş olmaları pek muhtemeldir. Osmanlı hukukuna göre, tarlasını üç yıl üst üste işlemeyen bir köylü, toprak üzerindeki bütün mülkiyet hakkını kaybediyordu ve bu şekilde sahipsiz kalan toprağı, vergisini devlete ödemek şartıyla, her isteyen ekebilirdi. Bu, üzerinde önemle durulması lâzım gelen bir meseledir; acaba Ruslar kendi zamanlarında yeni bir sistem mi icat etmişlerdi? Yoksa daha eski olan bir âdetin izinden mi yürüyorlardı?”
“Bir diğer taraftan işittiğimize göre. Çorum’un seyrek tesadüf edilen bazı köylerinde bugün bile köyün arazisi, köyde müşterek mal olarak kabul edilmektedir ve toprak taksimini Alevî Babası yapar. Alevîlerin haftada bir defa olmak üzere hususî bir yemekli merasim icra ettiklerini ve bu ziyafette kadınların da bulunduklarını ve şaraplar içildiğini işitmekteyiz. Bu bize çok eski bir zamanın âdetini hatırlatmaktadır. Ve arazi taksim eden, yukarıda bahsettiğimiz, Ahi Şeyhlerinin de, bu Alevî Baba’larının sonradan almış şekilleri olması pek muhtemeldir; çünkü Ahilik esasında şehirlerde kurulmuş bir teşkilâttı ve köylülerle değil, daha ziyade şehirlerde yaşayan zanaat sahibi kimselerle alışverişi vardı. Kırşehir de bulunduğumuz sıralarda bize anlatıldığına göre, şehirlerde kurulan Ahi teşkilâtına mukabil olarak köylerin de Bektaşileri vardı ve hakikaten de, umumiyetle epiküriyen şahıslar olmaları bakımından Bektaşîler Alevîlere daha çok yakındırlar.”
“Bu kısa izahat bile, bize, burada üzerinde durulması gereken önemli bir noktanın mevcut olduğunu göstermektedir. Ve haklı olarak şunu umarız ki bir gün gelecek elimize daha iyi malzeme geçecek ve biz de çok eski ekicilik devirlerinden kaynak alan ve Nasturî, Alevî, Bektaşî tarikatlarında ve Ahi lonca teşkilâtı içerisinde muhafaza edilmek suretiyle günümüze kadar intikal edebilmiş olan bu nevi âdetlerin daha emin bir izahını yapabileceğiz.”[41]
Sulama işlerinin Türkistan’da eskiden beri büyük ölçüde uygulanmış olduğunu görüyoruz. Ama Derya (Ceyhun) ırmağının üzerinde bulunan Zamm kentinden itibaren sol kıyıda ırmağın suları yapay sulamada kullanılmaya başlamış; sol kıyıda yeknesak olarak ekili bölge Amul’dan başlıyor. Amul, ırmaktan bir fersah mesafede olup Horasan’dan Maverraünnehr’e giden ana yol üzerinde bulunması itibariyle o denli bir önem kazanmıştır ki bu küçük kentin adı tüm ırmağa verilmiş. (Sağ kıyıda, yine bir fersah mesafede, ünlü Fârâbî’nin doğum yeri olan Fârâb kasabası bulunuyor).
Horasan’dan Maverraünnehr’e ana yol, bugün de olduğu gibi, Amul ve Fârâb’dan geçiyor ve Zarafşan suyu burada Ceyhun’a yaklaşıyor. Zarafşan adı XVIII. yy. öncesi eserlerde bulunmuyor. Çin “Na-mi” transkripsiyonuna dayanarak suyun eski Ârî adının Namik olduğu sanılıyor. Waragsar (harfiyen “bend başı”) nahiyesinde, Semerkand’dan dört fersah mesafede bir bend inşa edilmiş olup akarsu birkaç kola ayrılmış. Bunlardan en uzunu, Barş suyu, Semerkand’ın öbür tarafından akıp muhtemelen bugünün Dargham arık’nın kendisi idi; bundan kent arıkları iştikak ediyordu (“arık” tabiri Türkistan’da özellikle sulama kanalları için kullanılıyor). Bunun Güney’inde Bârmiş ve Başmin arıkları bulunuyordu. Waragsar halkı bendin bakımı ile mükellef olup buna karşılık haraçtan bağışık idiler. Mezkûr kent günümüzün Rabat-ı Hoca’sına tekabül ediyor. Üç kanal da sonradan Dargham, Abbas ve Karaunas (şimdi Dargham, Yangı-Arık ve Kazan-Arık) tesmiye edilmiş. Waragsar’ın karşısında, Gubar nahiyesinden üç arık çıkıp Semerkand’ın Kuzey nahiyelerini suluyordu.
Genel hatlarıyla bu sulama sistemi hiç şüphesiz İslâm’dan önce mevcuttu. Vüsat ve nüfus itibariyle Semerkand, Sâmûnîler zamanında Buhara’nın başkent olduğu çağda bile, Maverrnünnehr’in birinci şehri olmuştu. Önemi, başlıca, kentin Hindistan (Belh üzerinden), İran (Merv üzerinden) ve Türk ülkelerinden ana ticaret yollarının kavşağında bulunmasıyla izah ediliyor. Çevresinin fevkalâde bitekliği burada kalabalık bir nüfusun toplanmasını sağlamıştı.
Ortaçağ’da X ilâ XIII. yy.lar arasında, İran’da her suyolunun suyu seng[43] ile ölçülüyormuş. Bir seng, bir değirmeni çalıştırabilmek için gerekli olan su miktarı (debisi) olup tediye işbu seng’ın bir saat süreyle akması halinde temsil ettiği miktar başına yapılıyormuş. Bunun için de, zamanı ölçmek üzere bir pangân kullanılıyormuş; bu, ölçüleri ve ağırlığı standartlaştırılmış, dibinde çok ince bir deliği bulunan bir bakır kap olup bir gerdelin içinde yüzdürülürmüş. Kap, tam bir saatte dolar ve batarmış, hemen çıkarılır ve yeniden başlanılırmış. Mutat olarak da belli bir tarlanın belli bir ekin için gerektirdiği su miktarı bilinirmiş[44]. Bu arada “pâni”nin “su” demek olduğunu belirtelim[45].
Arapça cedvel (çog. cadâvil) eskiden “dere, akar su”[46], “cetvel” de yine “ark, su kanalı”[47] anlamlarına geliyordu.
[1] George Sarton.- A. history of science, vol. 2, s. 390-1
[2] Tarafımızdan belirtildi.
[3] Deguignes.-Hunların, Türklerin, Moğolların ve daha sair Tatarların tarih-i umumisi II. terc. Hüseyin Cahid, İst. 1923, s. 395
[4] Ziya Gökalp.- Türk medeniyeti tarihi 2. İst. 1974. s. 376
[5] H. İnalcık.- Filâha (Ottoman Empire), in EI
[6] Türk ziraat tarihine bir bakıştan (bkz. s.43)
[7] ibd. s.43
[8] Ayrıntıları için bkz. Burhan Oğuz. C.II/2. s.881-2
[9]Türk ziraat tarihine bir bakıştan
[10] ibd., s.26
[11]Vitruvius VIII/5. 1-3; VIII/6-1-2
[12] Bu rivayetler için Bkz. Hüseyin Hüsameddin-Amasya tarihi, C.1.İst.1330, s.34-41
[13] ibd., s.71-3
[14] Zeki Velidi Togan-Reşideddin’in mektuplarında Anadolu’nun iktisadî ve medenî hayatına ait kayıtlar, in İktisat Fakültesi Mecmuası XV/1-4. Ekim 1953- Tem. 1954 s.33-50
[15] Öbür oğlu Hoca Sadeddin Tarsus. Sus, Avasim (şimdiki Hatay), Kınnisrin ve Fırat sahillerinde vali idi.
[16] Tarafımızdan belirtildi
[17] I eski feddan = 59.3 ar = 5930 m2~6 dönüm
[18] Tarafımızdan belirtiliyor.
[19] Karaman vilâyeti kanunnamesi. Ömer Lûtli Barkan.- XV ve XVI. asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda ziraî ekonominin hukukî ve malî esasları. C.I, Kanunlar, İst. 1943, s. 42
[20] Erzurum vilâyeti kanunu, in ibd.. s.70
[21] Malatya livası kanunu, in ibd.. s. 113. Ayrıca bkz. İsmet Miroğlu.- XVI. yüzyılda Bayburt Sancağı, İst. 1975. s. 172
[22] Ahmet Refik.- On altıncı asınla İstanbul hayatı (1553-1591), 1st. 1935, s. 26
[23] ibd.. s. 17
[24] Ömer Lutfi Barkan.- Kanunlar, s. 25
[25] ibd., s. 47
[26] ibd., s. 46
[27] İstanbul hasları kanunu. ibd. s. 91
[28] ibd.. s. 92
[29] İç il livâsı kanunu. ibd., s. 50
[30] Erzurum Vilâyeti kanunu, ibd., s. 67
[31] Nicoarâ Beldiceanu et Irène Beldiceanu – Steinherr.- Recherches sur la province de Qaroman au XVIe siécle. Etude et actes. Leiden I968. s. 40
[32] Matthew Melko.- The interaction of civilisations: an essay, in JWH X1/4. 1969. s. 577
[33] Bu hususta bkz. C.I. s. 491-2
[34] R. Ghirshman.- İran, from the earliest times to the Islamic conquest; Middlesex 1961, s. 182-3
[35] B. Oğuz C.I. s. 470-3
[36] Milliyet (gazete) 13.8.1982
[37] Nicolas Adontz.- Histoire d’Arménie. Paris 1946. s. 9
[38] ibd.. s. 155, 232-43 ve Arif Müfit Mansel.- Urartu tarihi ve medeniyeti, in V. Üniversite Haftası: VAN. 7.8.44 – 12.8.44. İst. Ün. Yay. No. 241. 1945, s. 117. 121 ve B.B. Piotrovsky.- L’Ourartou, trad. du russe par A. Belkind. Paris 1954. s. 16, 20
[39] Aléxandre Belenitsky.- Asie Centrale (Archaeologia Mundi), Genève 1968, s. 30-1, 45-6, 60
[40] M. Şemsettin Günaltay.- Yakın Şark II – Anadolu. Ank. 1946, s. 324.
[41] W. Ruben.- Anadolu’nun yerleşme tarihi ile ilgili görüşler. in A.Ü.D. T. C. F. Dergisi V /4. 1947 Eylül – Ekim
[42] W. Barthold.-Turkestan down to the Mongol invasion. E.J.W.Gibb Memorial Trust yay., 1977, s.81-5
[43] Farsça “taş”, burada “değirmen taşı”
[44] Aly Mazaheri – La vie quotidienne des Musulmans au Moyen Age, Xe.au XIIIe. siecle, Hachette 1951, s.229
[45] GG
[46] E.Graefe.- Cedvel. Cadval, in İA
[47] DS