Kültür Eserleri > THKK 2/C - Tarım Teknikleri > VI – İslam Dünyası Tarımı

VI – İslam Dünyası Tarımı

“Çiftçi ekmezse, yapıcı inşa etmez ve dokumacı dokumaz” diyerek İbn Vahşiye, al-Falâha al-nabatîya’sında, tarımın ekonominin temelini oluşturduğunu vurgulamış oluyor. 

  1. yy.dan itibaren Arap coğrafyacılar, çiftçilik el kitaplarının müellefleri ve sair yazarlar, kırların eski zamanlara nazaran önemli şekilde değiştiğini ifade ediyorlar, bunlar özellikle İslâm öncesi dönemlerde hiç bilinmeyen ya da az bilinmiş olan birçok bitkinin artık yetiştirilir olduğunu kaydediyorlar. Bu bitkilerden bazıları büyük iktisadî önemi haiz oluyorlar.

 Bu yeni mahsuller başlıca meyve ağaçları, tahıllar ve sebzelerden oluşuyordu; ama kaynaklar ayrıca elyaf membaı yeni bitkiler, baharat, meşrubat, ilâçlar, uyuşturucular, zehirler, boyalar, kozmetikler, ceviz, fındık vs. tahta ve yemlerden de söz ediyorlar. Keza bu yazarların tasvir ettikleri bahçelerde birçok yeni çiçek ve süs bitkisi görünür oluyor. Yeni yaramaz otlar da bunlara katılıyor. Bu yeniliklerin tüketim alışkanlıklarında ve toprağın kullanım şekillerinde değişmeler meydana getirdikleri şüphesizdir.

 Ortaya çıkan görünüm, üç veya dört asır ve bazı yerlerde daha da uzun süre boyunca bir geniş tevhit edilmiş bölgenin her yeni şeye müstesna bir kabullenme kabiliyet ve heves arz etmesi keyfiyetidir. Ama bunun yanı sıra da bu yeni müktesebatını yaymakta gösterdiği müstesna kabiliyet de zikredilecektir. Davranışlar, sosyal doku, müesseseler, altyapı, bilimsel terakki ve iktisadî gelişme, hep birlikte işbu yayma ortamının yaratılmasında rol almışlardır. Bu imtisas ve intikal ettirme kabiliyeti, sadece tarımı değil, ekonominin sair alanlarını ve hattâ ekonomi dışında kalan yaşamın birçok alanını etkilemişti. Bu ortamın devam edegelmiş işlemi sonucunda, dünyanın bir büyük bölümünde, yenilik görünümünde olup büyük ölçüde eski unsurlar tarafından şekillendirilmiş bir uygarlığın ortaya çıkışına tanık olunuyor.

 Bu ortam içine yayılmış ürünler, daha verimli bir tarımın gelişmesinde esas rolü oynamış olup ekonomide geniş ölçüde önemli değişmelere sıkıca bağlıdır. Tarımsal alanın ve bazen de tarım işçiliğinin prodüktivitesi, daha yüksek verimli yeni ürünlerin ve eski ürünlerin daha üstün türlerinin ithali, daha uzmanlaşmış toprak kullanımı, yeni ürünlerin imkân verdiği daha sık rotasyonlar, bunlara koşut olarak gelişen sulama, yeni tarım alanlarının açılması ve nihayet daha işçi-yoğun çiftçilik tekniklerinin geliştirilmesiyle artmış. İşbu tarımsal değişme de bu kez ekonominin sair sektörlerindeki değişmelere bağlı olmuş: ticarî faaliyetlerin artışı ve para ekonomisinin genişlemesi, nüfus artışı ve her an artan kentleşme…[1]

 Devam etmeden önce, “İslâm dünyası” ile “Arap” âlemi arasındaki farkı tebellür ettirmemiz gerekir. “Arapların, tagallüp yolu ile ele geçirdikleri memleketler, hızla harap olmaya yüz tutar. Bunun sebebi şudur: Araplar, vahşî bir millettir; vahşilikle ilgili âdetleri, bunun sebep ve vasıtaları, iliklerine işlemiştir… Fakat bu tabiat ümrana aykırıdır ve ona terstir…”

 “Arapların, ta insanlığın başlangıcından beri malik oldukları ve tagallüple ele geçirdikleri topraklara bakınız! Buranın ümranı nasıl harap, sakinleri nasıl perişan olmuş, bu topraklar nasıl tanınmaz memleketler haline gelmiştir. Karargâhları olan Yemen’i ele alalım, birkaç şehir müstesna, tamamen harap olmuştur. Arap Irak’ı da bu akıbete uğramış. İranlıların buradaki ümranı tamamen harap olmuştur. Çağımızda Suriye’nin durumu da böyledir…” diyordu İbn Haldun, “Mukaddime”sinde[2].

 Bu itibarla İslam’ın ilk yüzyıllarındaki tarımsal başarı aslında, katkıları farklı yollarla bir araya gelmiş çeşitli ulusların işi oluyordu. İslam’ın başardığı iş aslında büyüktü. “Gözlerimizin önüne düşünülemez bir eşsizlikle somut bir olgu olarak aniden serilen bu ananevî güç, bir müteâl ana öğeden iştikak ettirilemez” diyecekti Leopold von Ranke[3].

 Arabistan’ın ticaret tarihi, bu yarımadanın tarımsal faaliyetine ışık tutmaktadır. Ancak bunda, bazı saplantılardan kurtulunmasının gerektiğini hemen vurgulayalım. Gerçekten Mekke’nin Peygamber zamanında bir uzun menzilli ticaret imparatorluğunun merkezi olduğu sanılır ve bütün standart orthodox İslam tarihleri bunu böyle kaydeder. O ise ki gerçek böyle değildir ve bir sorun olarak yatmaktadır.

 Mekke ticaretinin klasik öyküsü bir basit soruda düğümleniyor: bu denli umut vermez bir yörenin halkına bu denli geniş ölçüde ticarî faaliyette bulunma olanağını veren mal ya da mallar hangileridir? Gerçi ayni çoraklıkta olup da ticarî merkez haline gelmiş Arabistan’ın başka kentleri ezcümle Aden, vardı. Ama Aden ve Güney Arabistan’ın öbür sahil kentleri varlıklarını, Mukaddisî’nin kaydettiği gibi, denize borçluydular; o ise ki Mekkez denizden uzaktı ve sadece küçük bir limana, Şuayba’ya sahipti (W.Barthold, Der Koran mut das Meer’de, Peygamber’in deniz seyahati yaptığına ve hatta denize yaklaştığına dair hiçbir kayıt bulunmamasına rağmen Kur’an’ın denizin mucizevî şekilde seyrüsefere müsait olmasından uzunca bahsetmesini hayretle kaydediyor)[4].

 Öbür yandan Mekkeliler ne ağaca, ne de gemiye sahiptiler ve Müslümanların ablukası sırasında bu limanı kullanamamışlardı ve hadîslerde denizin üzerinde durulmamaktaydı.

 Keza “…(Mekke’nin) konumu genellikle bir ticarî merkezin gelişmesi için doğal olarak tarif edilirse de hiçbir şey gerçekten bu denli uzak olamaz. O, ciddi mal ithali olmadan kalabalık ahaliyi beslemesi mümkün olmayan çorak bir vadide bulunmakta ve ancak son derece zorlanmış bir harita okumada bir Kuzey-Güney ve Doğu-Batı yolu üzerinde bir kavşak olarak tasvir edilebilir…”[5]

 Gerçekten Güney Arabistan ile Suriye arasında yarı-yolda bulunması, buhur (günlük) yolu üzerinde bir doğal yeri olması için yeterli bir neden olmamaktadır şöyle ki bu yolda giden kervanlar, seyahatleri boyunca en az altmış beş mola vermekteydiler ve sadece yolun az çok ortasında diye Mekke’de durmak zorunda değillerdi. Ayrıca, çorak mahaller, hele bir yeşilliği ile ünlü çevrelerden yakın mesafede bulunmaları halinde, hiçbir surette bir doğal durak yeri teşkil etmezler. Niçin kervanlar, Taif’te konaklamak varken Mekke’nin çıplak dik yokuşunu ineceklerdi? Gerçi Mekke hem kuyu, hem de bir kutsal ibadet yerine sahipti ama Taif’te de bunlar vardı ve bu sonuncusunda, fazladan erzak stoku bulunuyordu.

 Bulliet’e göre Mekke’nin büyük bir ticaret merkezi halinde gelişmesinin tek sebebi, “ticareti kendi kontrolü altında zorlamaya her nedense muktedir oluşu” idi[6]. Arabistan’da hangi mata’ vardı ki bu denli uzun mesafeye, bu kadar barınılmaz çevre içinden taşınabilir ve yine de her türlü doğal kaynaktan yoksun bir ortamda bir kentin gelişmesini desteklemeye yetecek kadar yüksek bir kazançla satılabilir? Her halükârda bu mata’ nadir, çok aranan, nispeten hafif ve fevkalâde pahalı olmalıydı.

Her aydının beyninde Arabistan buhur, baharat ve mümasil emtia silinmez şekilde nakşedilmiş bulunduğundan bütün İslam tarihi uzmanları Mekkelilerin bunların ticaretini yaptıklarını ileri sürerek soruna kolay çözüm aramış olmalıdırlar. İş, beylik bir takım kalıplara dökülmüş.

 Daha M.Ö. III. binde, Güney Arabistanlılar buhur ticareti, daha sonraları da yabancı mallarınkiyle meşguldüler; gerçekten Akdeniz ile Hint Okyanusu çevresindeki ülkelerle en eski ticarî ve kültürel temaslar bu buhur karayolu ile tesis edilmişti. Her halükârda yaklaşık M.Ö. 900’lerde, Sabâ melikesi Belkıs’ın Süleyman’ı ziyaret ettiği ve Arapların Hindistan deniz yolunu kontrol ettikleri dönemde bu ticaretin iyice gelişmiş olduğunda şüphe bulunmuyor ve bunların Mısır’a Hint baharatı, dokumaları ve değerli taşları, yine bu tarihlerde, taşıdıkları kesin olarak biliniyor. Ortaya bir başka gerçek daha çıkıyor ki o da buhur ve baharatta Güney Arabistan ticaretinin genel olarak sanıldığı kadar eski olmadığı ve bahis konusu emtianın değişmez şekilde Kuzey’e kervanla nakledilmediğidir: bu transit ticaretinin, başından beri, deniz yoluyla yapıldığı meydana çıkıyor. Gerçekten ne buhur, ne de transit ticareti, bunları Mekkelilerin tevarüs edebilecekleri kadar uzun sürmemişti ve buhur, baharat ve yabancı lüks eşyasında Mekke ticareti diye bir şey yoktu; bunları Mekkelilerden satın aldıkları iddia edilen Helenler, Mekke’nin adını bile duymamışlardı[7].

 Osmanlı döneminde Yemen doğruca bir tarımsal ülke olup başlıca ürünleri kahve, darı (durra), mısır, pamuk, susam, mercimek, endigo (çivit), sinameki (müshil elde edilen bitki) ve mürrisâfi (çeşitli belsem ağaçlarından elde edilen ve kokusu dolayısıyla İlkçağlardan beri kullanılan, kaşıntı giderici ve uyarıcı nitelikte reçine sakızı)dir.

 Durra, Tehama bölgesinin başlıca gıdası olup yılda üç ilâ dört mahsul alınabilirdi. Yemen kahvesi, “Mokha” adı altında kokusu ve kalitesi itibariyle dünyada ün salmış olup dağlık bölgelerde, teras halinde yamaçlarda yetiştirilirdi. Genellikle yılda bir mahsul alınırsa da bazı bölgelerde bu, ikiye de çıkabilirdi.

 En iyi kahve ekim alanları Lahoya civarında olup Sultan Abdülhamid II tarafından tesahup edilirdi[8].

 Dünyanın beşinci önemli tahıl ürünü olan süpürge darısı (sorghum)nın Arapça durra ve jâwar hindî adları, Türkçe “darı” ile işbu “durra”nın ilişkili olabileceğini akla getiriyor. BTL, sözcüğün “Garp”, kökenli olduğunu yazıyor. Azerî Türkçesinde de aynen bulunuyor. Çağataycada, Farisî “darû” muharrefi olarak “ilâç, deva ve barut” manalarına geliyor. Keza Kazan Türkçesinde de “barut” karşılığı oluyor.

“Seferdanı bilmiyor cehl-i mürekkebdir hakîm

Bir avuç darı döğüp havanda darû koymuş ad” (Sürurî-Hezliyat)

 Darı, birçok deyimde de yer alacak kadar önem kazanmış olmalı:

 “Dibine darı ekmek” = bitirmek, sonunu getirmek

“Darısı başınıza!”       = size de nasip ve müyesser olsun!…

İsmet Zeki Eyüboğlu “darı” sözcüğünü “tarığ”dan iştikak ettiriyor[9].

 “Darı ile ilgili sözler Türkçede ve Hint-Avrupa dillerinde müşterektir: Çağatay tarığ ‘millet’, Osmanlı darı, Tatarca taragan ‘die Hirse’. Çuvaş tire ‘sowings, corn, grain’ Mongol tariyan ‘aynı’; Burgat taria. Mançu tari ‘to plough and sow’. Kore tırida ‘to break up land’, Macar dara Türkçeden iare söz.”

 “Türkçede ummak ‘to sow’ manasına gelir. Tarla ‘Saat Feld’.”

 “Eski Hind durva, …”

 “İngilizce tare ‘Unkrant’.” (burçak)

 “Grek Tessalya daratos, Delph darata ‘Brot’…”

 “Türkçede Divanü lûgati’t-Türk ewin = tane. Teleut ebin = tane (I/77,84). Bu söz yine Hint-Avrupa dilleri ile müşterektir”: Eski Hint yava ‘Getreide (buğday), gerste (arpa), Hirse’ (darı). Avesta yava ‘getreide’. Yeni Farisî yav ‘gerste’… Avesta yevin ‘getreide Feld’…”

 İbn Butlan (ölm 1066) ve İbn el-Baytar (1197-1248), darının birçok tıbbî kullanım şeklini kaydediyorlar ki bu, “darû-darı” etimolojik ilişkisine ışık tutabilir.

 

“Dil hastaların bilmedi sıhhat neye derler

Dûru-yi inayetle ifakat neye derler” (Ragıp Paşa)

 

Ekilen çok sayıda darı türünün aslı Afrika’nın yaban darılarına kadar geri götürülebiliyor. Bunların ekimi Milâttan çok öncelerinden itibaren başlıyor. Ancak, Hindistan’da daha çok erken çağlardan itibaren ıslah edilmiş yeni darı nevilerinin zuhuru, Afrika türlerinin bu kıtada olduğu gibi Hindistan’da da melez çeşitlerinin meydana getirilmiş olduğunu ortaya koyuyor. Afrika darısı Hindistan’a, M.Ö. II. binin ortalarında varmış olmalıydı.

 Darı, Hindistan’dan İslâm öncesi dönemlerde birbirinden iyice uzak bölgelere yayılmış olmalıdır. En eski girdiği ülkenin Çin olduğu sanılır.

 Süpürge darısının (sorghum) Hindistan’dan Mezopotamya’ya M.Ö. I. binde gelmiş olması mümkündür. Herodotus (1/193), bu sonuncu ülkede darının inanılmayacak boyda yetiştiğini anlatmamış mıydı?

 Gerçekten Orta-Doğu, Kuzey Afrika ve Avrupa, süpürge darısını Hindistan’dan almışlardı. Araplar bu tahıla jȃwar hindî adını bu nedenle vermiş olmalıdırlar. Buna İran’da gâvar hindȋ denmiştir. 

  1. yy.ın anonim Hudûd el-âlam’ına göre jâwar (muhtemelen süpürge darısı) İran’da Kirman bölgesinin başlıca besin maddesi olmuş. Yine aynı yüzyılda İbn Vahsîya, tarım kitabında, bunun Irak’ta yaygın olduğunu bildiriyor.

Darı türlerinin Hindistan’dan itibaren Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile Avrupa’ya yayılma işinde Arapların önemli rol oynamış olmaları melhuzdur. İbn Butlan’ın Takvim el-sıhha’sı Latinceye Tacuinum sanitatis adıyla çevriliyor. Bunda süpürge darısı melita tesmiye edilmiş olup (darının Latincesi miliıum’dır) bunun tababette kullanılışı tafsil edilmektedir[10].

 Bu karakteristik misalden sonra dönelim doğruca Arap alanına.

 “Bölmek, yarmak, ayırmak ve kesmek” fiillerini ifade eden falh sözcüğü toprağa uygulandığında “tarlayı sürüp ekmek, zer’etmek amacıyla parçalamak” yahut “sabanlar toprağı işlemek” manasına bürünür: Fellah, “saban süren, rençper”; filâha da “saban sürmek”tir. Ancak daha İslâm öncesi devirlerden beri filâha daha geniş mana iktisap etmiş olup çiftçilik, ziraatla meşguliyeti ifade eder olmuştur. Bu anlamda zira’a’nın müteradifi olmakta ise de eskiler filâha’yı tercih etmişler, tarım kitapları Kitâb al-filâha tesmiye etmişlerdir.

 Arap ülkelerinde tarım, iki farklı iklim türünün etkisindedir: Arap yarımadasının Güney’inde (Yemen, Hadramud ve Uman) ve Sudan’da, Hint muson rüzgârı, yaz aylarında bol yağmur getirip çeşitli tropikal bitkilerin (kahve, hurma, Hint ayvası, mango, muz vs.) yetişmesine imkân verir. Arap dünyasının gerisinde ise Akdeniz iklimi hâkimdir: soğuk ratıp kış ve uzun, sıcak ve yağmursuz yaz. Akdeniz kıyılarından uzaklaşıldıkça yağmur miktarı azalarak gider ve bazı kızgın Arabistan çölleri ve Afrika Sahra’sında tamamen kesilir. Bu temel iklim sistemi Arap bölgelerini iki belirgin kategoriye ayırır; birincisinde yağmurun miktar ve dağılımı, çeşitli ürünlerin ekonomik olarak yetiştirilmesine imkân verir. İkinci kategoride kış yağmurları, ekonomik tarıma olanak sağlamazsa da bazı ot, özlü kök ve halophytic (tuzlu topraklarda yetişebilen) bitkilerin doğal olarak bitmesine müsaade eder. Araplar, hem tarımsal toprak hem de bozkırlarından faydalanmak amacıyla her zaman için iki çeşit yaşam sürdürmüşlerdir: kırsal ve kentsel yerleşik düzenle hayvancı göçebe topluluklar.

 İbn-i Haldun, Mukaddime’sinin yukarda zikrettiğimiz bahsinde Arap ve Türk hayvancı göçebelerini kıyaslıyor ve birinciler sadece deve yetiştirirlerken öbürlerinin at, sığır, davar da güttüklerini vurguluyor.

 Ortaçağlarda Araplar bugün Arap dünyasında bilinen ve çoğu yetiştirilen tarımsal bitkilerin çoğuna ünsiyet peyda etmişlerdi. Sevilla portakalını ve limonu Hindistan’dan Uman’a ve buradan da Basra, Mısır ve Suriye ve Filistin kıyılarına onlar ithal etmişlerdi. Yine Endülüs ve Sicilya’dan bütün Akdeniz havzasına pamuk, şeker kamışı, kayısı, şeftali, pirinç, kavun, patlıcan vs.nin yetiştirilmesini yaymışlardı.

 Bilinen en eski Arap tarım kitabı, mezkûr İbn Vahşiye’nin al-Filâha al-nabatiyya’sı (Nabatî tarımı) olup 904’de yazılmış ya da Nabatîceden çevrilmişti. Biraz sonra da al-Filȃha al-rȗmiyya (Grek ya da Bizans tarımı) adlı bir eser ortaya çıkmıştı. Müellifi Kustûs al-Rumî olup Grekçeden Arapçaya Sards al-Rumî tarafından çevrilmişti. Bu her iki kitapta tarım uygulamalarına ait hayli bilginin yanı sıra bâtıl öneriler de bulunuyor.

 Mısır’da da, Eyyubîler zamanından itibaren birkaç tarım kitabı intişar etmiş olup genel olarak eski Arap tarım eserleri aşağıdaki konuları işlemekteydiler: tarımsal toprak türleri ve toprak seçimi; çeşitli gübreler; ekip biçme âlet ve çalışma şekilleri; kuyular, pınarlar, sulama kanalları; bitkiler ve bakımları; meyve ağaçlarının dikimi, budanması ve aşılanması; tahıllar, baklagiller, sebzeler, çiçekler, soğanlar (tüberküllü bitkiler), ıtriyat bitkileri; zehirli bitki ve hayvanlar; meyvelerin muhafazası; ve bazen de hayvancılık (zootekni).

 Bu arada, yukarda üzerinde durduğumuz, edebiyatçı, matematikçi, astronom Dinavarî’nin (ölm. 895) al-nabât’ını hatırlatmamız gerekir; bunun başlıca amacı bir bitkiler sözlüğü olup bitkiler ve bunların yaşamı hakkında bütün yazılı ve sözlü gelenekleri toplamaktan ibaret olmuştur[11].

 Bütün bu eserlerin yazarlarının birçok klasik olmayan tabir kullandıkları ve toprağı güçlendiren-gübreleyen bitkilerle (bakliyat) onu zayıflatanları (tahıllar vs.) tefrik ettikleri kaydedilecektir.

 Kuru tarımın başlıca ilkeleri bunların meçhulü olmayıp aynı şekilde ürün değişimi ve rotasyonuna da aşina idiler. Endülüs’te bazı Arap agronomistler, içinde yerli ve yabancı bitkilerle deney yaptıkları, aşılama yöntemlerini denedikleri ve yeni meyve çiçek türü yaratmaya uğraştıkları botanik bahçeleri ve deneme alanlarına sahiptiler.

 Arap dili, tarımsal tabir, özellikle hurma, üzüm (asma), tahıllar ve çöl bitkilerine dair olanlardan yana çok zengin olup şairlerin muhayyilesi çiçekler, meyveler, sebze ve bakliyat, tahıllarla insanoğlu arasında manzum irtibat kurmuştur[12].

 İslâm tarımsal teknikler tarihinde tuttuğu yerin önemine binaen İbn Vahşiye’nin eseri üzerinde biraz yayılacağız.

 Ortaçağ Müslüman uluslarının ticarî faaliyet ile kentsel uygarlığının Ortaçağ’dan beri tarihçiler nezdinde haiz olduğu itibar, burada, bu çağın her toplumunda olduğu gibi, tek zenginlik kaynağının toprak ve hayvancılık eklentisi ile tarım olduğu gerçeğini unutturma eğilimine yol açmıştır. Gerçi, kültürel yaşamın kesinlikle kentlere münhasır olması ve Hükümet’in ve ekonomik yaşamın dizginlerini ellerinde tutanların kentte oturmaları dolayısıyla Ortaçağ Yakın Doğu’sunun ve bunun Magrip-İspanya uzantısının kırsal yaşamı hakkında bilgi fıkdanı olmakla birlikte tarım ve hiç değilse köylülerin yaşamı, bunların kentli efendilerine karşı yükümlü oldukları vergi ve sair hususlardan bir kent ya da ilin methiyesi (fazail) yazarlarıyla birlikte coğrafyacılarda, hukukçu, idareci, botanikçi, ansiklopediciler ve hattâ şairlerde haylice bilgi bulunuyor.

 Müslüman İspanya’da önemli bir tarımsal yazının varlığı ve Hristiyan ülkelerdeki muahhar eserler üzerindeki etkisi bilinen ve saptanmış bir vakıadır. Ancak İspanya dışında ve yer yer de ondan önce en az İspanya’daki kadar övgüye değer bir tarımsal yazının varlığı da unutulmayacak olup İspanyol tarımsal yazınının bir özerk ürün olmadığı da teslim edilecektir. Nasıl olmasın ki bu ürün sahipleri ünlü haleflerine borçlu olduklarını açıkça ifade etmişlerdir.

 Simya ve zehirler üzerinde de eserleri bulunan İbn Vahşiye, özellikle al-filâha an nabatiyya’sı ile ün yapmıştır. Araplar genel olarak Irak’ın yerli halkını “nabatî” tesmiye ederlerdi. İbh Vahşiye işbu eserinde, yeni gelenler ve kentsel kültürün gelişmesine karşın ulusunun kırsal uygarlığının bir bilançosunu sermek istemiştir, iddiasına göre bunu “geldanice”den tercüme etmiş (bu tabirden ne anladığını iyice bilmek gerekir); bu izlenim pekişmiştir şöyle ki doğruca müspet tarım bilgilerine, uzatmaktan ve üslûp abartmalarından kaçınmadan sihrî ve necmî (astroloji) inanç ve uygulamalar vs.yi de ekliyor. İbn Vahşiye’nin, seleflerinden az çok esinlenmiş olduğu şüphe götürmüyor.

 Bu sonuncuların tam anlamıyla “Geldanî” olmadıkları bir gerçek olmakla birlikte bu doğruca tarımsal olmayan bilgiler bazen çok uzak bir geçmişe dayanıyor ve yazarımızın günlerinde kendilerini devam ettiriyorlar: Irak-Mezopotamya köylüleri, tarla çalışmalarına bizim bugün sihrȋ olarak tanımladığımız uygulamaları ayrılmaz şekilde karıştırıyorlar[13].

İbn Vahşiye’nin Kitâb iflâh el-arz ve islâh es-zar ve -s-sagar ve -t- timar ve def el- âfât anha (toprağı iyileştirme ve ekinin ve sınırın ıslahı ve bakımı ve afetlerin defi) adını verdiği tercümesinin esas yazarının Kûtâme olduğu sanılıyor[14]. Gerçekten eser, Kûtâme’nin nihaî elden geçirmesinde son şeklini almadan önce iki önemli ilâve görüyor. Bunlardan ilki “Nebatî tarım”ın en eski esasını müellifi olduğu sanılan Sagrît’inki olup ikinci ilâve Yanbûshâd tarafından yapılıyor. Kûtâme, seleflerinin mirasını istinsah, tahkik ve artırdığını söyleyerek keyfiyeti doğruluyor. Bütün bu müellifler Babilonya bölgesi doğumlu olup kitabın Milâdî III. – IV. yy.larda gün gördüğü tahmin ediliyor[15].

 İbn Vahşiye’nin verdiği bilgiler sadece kitabî kaynaklara değil, aynı zamanda çağdaşlarının, hattâ belki de bizzat kendi deneyimlerine dayanıyor.

 Arâmî ya da Pehlevî aracılarla İbn Vahşiye kısmen Grek veya Grek-Roma tarım kitapları ailesine bağlanıyor; bununla birlikte, yerel geleneklere de bağlandığını söylüyor ve kitabın dili ve açıklanmış geçmişleri nedeniyle, Müslüman çağlarda bu eser, keza bilinen bir Grek-Roma geleneğinin karşıt çıktığı bir Mezopotamya geleneğini ifade ettiği şeklinde algılanmış.

 Bu Grek-Roma geleneği, şu anda irdelediğimiz çağda, Bizans toprağında İmparator Constantin Porphyrogénète tarafından X. yy.ın ortasında tedvin edilen, Geoponika’lar denilen mecmuada toplanmıştır; bu geleneklerin başlıca müdevvini Cassianus Bassus’un bir çevirisi, Sarcis bin Hilya Rumî tarafından el-filâhat er-Rûmiyya adı altındaki ve aşağı Antikçağın bir başka tarımcısı Beyrutlu Analolios’dan yine bir çeviri, bazı bakımlardan, “Nabatî” tarımın bir “Rûmî” tarıma bir yanıtı olup olmadığını düşündürebilir. Her ne hal ise Doğu Akdeniz’de bir “rûmî” tarımın geleneği, yaşamaktaydı[16].

 Ortaçağ’ın ikinci yarısında, topraklarının işletilmesi için askerî aristokrasinin çıkarlarına hiç şüphesiz tercüman olan bir tarımsal yazının gelişmesine her yerde tanık olunuyor[17].

 Bütün bu Arap müverrih veya mütercimlerinin “Grek-Rûmî” “kökenleri” olarak önce Milâdi I. yy.da Columella’nın kullandığı Demokritos’u zikredelim. Bütün bu hikâye içinde Aristo, kendiliğinden geliyor. Theophrastus’tan yeterince söz etmiştik.

 Yukarda mezkûr Berytos’lu[18] Vindanios Anatolios, IV. ya da V. yy.da yaşamış olup tarım üzerine geniş kapsamlı bir Yunanca eser bırakmış, bu dahi, Psendo-Demokritus, Pamphilus, Apuleius, Diophanes, Africanus, Florentinus, Valens, Tarentinus, Leontinus gibi seleflerden fikirlerin eklenmesiyle kendi malzemesinden oluşmuştu.

 Tyana’lı[19] Apollonius, Arap simyasında Balînâs el-Hakîm adı altında büyük rol oynamış olmakla birlikte bir tarım kitabı bırakıyor. İbn Askûrîskina (yani Σχολασ-τικος), Cassianus Bassus Scholasticus Bizans adıyla aynı ve VI. yy.da yaşamış olup Arap yazınında al-Filâha ar-Rûmîyya olarak bilinen eseri, bunun orijinalinin yine bir Suriye çevirisinden yada bir VII., VIII. veya X. yy.da tedvin edilmiş Anatolios ve Didymos kökenli bir yapıttan istiare edilmiş olduğu biliniyor. Cassanius’un bu eseri, doğruca Helenceden ve öbür yandan Pehlevî Varznâme’den Sarcîs bin Hilîya er-Rûmî tarafından 212/827’de Arapçaya çevriliyor[20].

 Böylece de Arap tarımsal eserlerine kaynak oluşturmuş Grek-Roma yazarlarını da özetle irdelemiş olduk.

 İbn Vahşiye’nin çağdaşı Dînavarî’yi (ölm.895) zikretmeden geçemeyiz. İyi bir dilcilik ve matematik tahsili yapmış, hey’et rasatları için İsfahan’da oturmuş ve gözlemlerini Kitâb al-rasad adı altında kâğıda dökmüş. Câhiz ile çok kez kıyaslandırılan Dînavarî, eserlerini didaktik amaçlı olarak kaleme almakla birlikte bunların zevkle okunmalarını sağlamak üzere de gerekli üslûba özen göstermiştir. Bunların arasında umumî tarihin gelenek sayesinde ayrıntılı olarak anlatılabilen kısımlarını içeren Kitâb al-ahbar al-tivâl adlı kitabı, tam olarak ele geçen tek eseridir. Bu, edebî ve âlimane niteliklerine rağmen Arapça konuşan dünyada fazla rağbet görmemiş şöyle ki müellif, tarihçi olarak kabul edilmemiş: Tarih, bir İranlı gözüyle yazılmış; böylece de Peygamber, Anûşirvân’ın öyküsünde âdeta bir haşiyede zikredilmiş. İslâm ve Araplar, İran’ı istilâ ettikleri zaman sahneye giriyor, Emevîlerden sadece İslâm’ın Doğu tarafını istilzam eden dinî ve siyasî hareketler vesilesiyle söz ediliyor…

 Biri Hint aritmetiği (Kitâb al-bahs hısâb ul-Hind), diğeri de cebir (K. el-cebr ve’l mukâbala) üzerine kitaplarından elimize hiçbir şey varmamış.

 Muahhar müellifler Dînavarî’yi özellikle Kitâb al-nabat’ın yazarı olarak bilmektedirler. Bunun başlıca amacı leksikografik olup bitkiler alanında ve bitki yaşamında şiir mısraları veya bedevî diyalektleri üzerindeki uzmanlardan belgelenmiş ad ve terminolojileri, elde edilebilen tüm sözlü ve yazılı gelenekleri tedvin etmek olmuş. Bu alanda filolojistler arasında selefleri de var olup Dînavarî bunların malzemesini toplayıp buna kendi öz gözlemlerini eklemiş. Kitabın aslı kaybolmuştur; ancak özellikle lugatçilerden İbn Sîda ve bir de İbn Baytâr’ın eserlerinde birçok parçaları iktibas edilmiş bulunmaktadır. Gerçekten bu eser, Ebû Zeyd ve Asma’î’nin günümüze kadar gelen aynı addaki eserleri gibi, ama onlardan daha kısaltılmış olarak, eski şairlerin yazılarının tetkikinden meydana gelme filolojik bir risale olup bu şairlerin zikrettikleri birçok bitkinin kolayca anlaşılmasını sağlamak amacıyla kaleme alınmış. Böylece yazarımız aslı Arabistan’da yetişenleri ele almakla birlikte yabancı ülkelerden getirilerek burada yetiştirilen bitkileri de ihmal etmemiş. Bir bölümü daha eski eserlerden alınmış olan açık ve seçik tasvir ve nitelendirmeleri, kişisel gözlemlerine dayanmayıp gerek kendisi, gerekse kendisinden önce gelenler tarafından sorguya çekilen çöl Araplarının anlattıklarına dayanmaktadır. Aslında bedeviler, çok dikkatli gözlemlerde bulunmak ve etraflarında bulunan her şeyi çok doğru şekilde betimlemek kabiliyetinde idiler. Bunun dışında onlar, bitkiler ve bunların kısımlarına dair bilimsel denebilecek mahiyette ıstılahlara malik bulunuyorlardı.

 Kitap, Arabistan’ın çeşitli ülkeleri ve türlü cins arazisi, iklimi, suları ve nebatların yetişmesine değgin genel koşullar hakkında mufassal bir tasvirle başlamıştı. Bundan sonra nebatların genel sınıflandırmasından ve çeşitli bitkilerin morfolojik teşekküllerinden söz ediliyordu. Ve nihayet eserin asıl kısmında bitkiler üçe ayrılıyordu: 1. ekilen besin bitkileri, 2. yabani bitkiler, 3. meyveleri yenen bitkiler. İkinci gruba ait bitkiler, önce bitme yerleri ve sonra genel teşekkülleri ve kısmen bunların sanayide kullanılmaları bakımından tetkik ediliyorlardı[21].

 Bir botanik ansiklopedisinin birçok veçhesi vardır: bir sözlüktür, tıp mesleği ve insanoğlu ile hayvanların beslenmesi için bir hammadde ve nihayet doğruca botanik bilimi için bir çalışmadır. Dînavarî’nin eseri de bir botanik ansiklopedisi olduğuna göre, bunun her dalında yazarımızın halefleri sayılabilir. Ancak biz bunlar üzerinde yayılmayacağız[22].

 

* *

 

İmparatorluklar, gerçekten güçlerini topraktan alıyorlardı. Toprak veriminin azalması ya da tümden yok olmasıyla devletlerin güç kaybettiklerine ve de tarih sahnesinden silindiklerine dair Mezopotamya’dan çarpıcı örnekler verelim. Bu arada da o çağın tarım uzmanlarının (İbn Vahşiye gibi), keyfiyetin nasıl bilincinde olduklarını, ancak önlem almada nakıs kaldıklarını göreceğiz.

 Irak topraklarının tuzluluğu, ellili yılların sonuna doğru hem ekoloji (çevrebilim) hem de eski tarih sorunlarını ortaya çıkarmıştır. Bir araştırıcılar grubu, arkeolojik ve epigrafik malzemenin yorumundan yola çıkarak Mezopotamya uygarlıklarının ve özellikle Sümer uygarlığının sukutunda tuzluluğun tarihî sorumluluğunu ispata yönelmiş ve ortaya bir pedolojik (toprakbilime değgin) determinizm (icabiye) tezi çıkmıştır.

 Tezin içeriğine dalmadan önce işbu toprakların tuzlanması olgusuna değinelim: sulama suları, Kuzey dağlarının erozyonundan gelen az çok önemli miktarda tuzla yükleniyor. Yarı kurak iklim ve bundan hâsıl olan kuvvetli buharlaşma, Güney Irak topraklarını tuz çökeltilerinin yoğunlaşmasına maruz bırakmış. Birikerek bu çökeltiler toprağın zehirliliğini artırmış, sonunda da bitki örtüsünü boğmuş.

 Irak Güney’inin drenajı kolaylaştırmayan topografik yapısı dolayısıyla tuzlu su, sızma ile yeraltı tabakalarına varıyor. Bu sularla beslenen kuyu suyu tabakası, şariyetle (kapilarite ile) yükselmeye başlıyor. Nihayet üst yüzeye varıyor ve geriye bir beyaz tabaka bırakarak, buharlaşıyor. Zamanla bu tuzlu topraklar bitekliklerini kaybedip ekilmemiş olarak kalıyorlar.

 Bu ekolojik facianın tetkiki için Chicago Üniversitesi’nde oluşturulan bir kurul, toprakların tuzluluğu sorununa ağırlık vererek sulama ve drenaj hususunda eski uygulamaları ele almış. Yazılı kaynakların derleştirilmesi dört bin yıla yakın bir süreyi (M.Ö. 2600 – M.S. 1400) kapsamış ve şu sonuçlara varmış: Mezopotamya’nın Güney’inde, M.Ö. 2400 ile 1700 arasında, sulama sisteminin yaygınlaştırılması, tuzluluk koşullarını geliştirmiştir. Tapınakların tarımsal sicilleri, 2400’de, tuzlu olmayan topraklar kategorisi arasından sayımı yapılmış parsellerin, üç asır sonra, tuzcul topraklara dönüştüğünü gösteriyor.

 Ekim türlerinin seçimi de tuzluluk olgusundan etkilenmiş ve zamanla buğdayın yerini, tuzun etkisine daha dayanıklı olan arpa almış.

 Bu nedenlere dayalı olarak, verimlilik azalması: M.Ö. 2400’de hektar başına 2537 litre olan ürün miktarı M.Ö. 2100’de 1460 l/ha’a, M.Ö.1700’de de 897 l/ha’a düşmüş.

 Uzmanlara göre bu verimlilik azalması, Sümer sitelerine felâketli şekilde yansımış şöyle ki kırsal olmayan sınıflar ancak köylülerin elde ettikleri tarımsal artıkla yaşabiliyorlardı. Birçok Sümer kenti köye dönüşmüş veya yıkıntı haline gelmiş, politik ve kültürel yetke kaçınılmaz olarak yer değiştirmiş. Böylece de M.Ö. XVIII. yy.da Babilon’un yükselişi vaki olmuş. Uzmanlara göre Sümer uygarlığının sukutunda toprağın artan tuzlulaşması kesin rol oynamış. “İki bin yıl içinde Sümer sulama teknikleri toprağı o denli ağır şekilde tahrip etmiştir ki bu toprak bugün bile yeniden bitek hale gelmemiştir” diye ekliyor uzmanlar.

 İleri sürülen bu görüşler itirazsız kabul edilmiş değillerdir şöyle ki sorun sosyo-politik ve tarihî açıdan ele alınmamıştır. Bu mülâhazaya bir başka temel açıklama da eklenecektir: Abbasî çağında (X. yy.) İbn Vahşiye’nin çevirisi sayesinde Araplara aktarılmış tüm İslâm öncesi Mezopotamya tarımsal mirasını bu araştırıcılar görmemişlerdir.

 Al-filâha an-nabatiyya kitabının toprakbilim öğretisi, İslâm öncesi Irak’ın ekonomik ve tarım teknikleri bilgisi mecmuasını temsil edip bize Mezopotamyalıların tarımı aşırı bir sömürü değil, yapıcı bir kullanım içinde olmuş olduklarını bildiriyor. Gerçekten Irak’ta tuzluluk sorununun bilimsel etüdü yeni olmayıp Babilonya tarımsal öğretisi içinde geniş tartışına konusunu oluşturmuş. Daha Antikçağın sonundan itibaren Iraklı tarım uzmanları toprakların tuzluluk olgusunun kökenini bilimsel olarak anlamaya çalışmakla kalmamışlar, aynı zamanda bu sorunun çözümü yolunda da ilerlemişler.

 Mezopotamyalı tarım bilimcileri tuzlu toprakların tedavisinden önce tuzun kökeninin bir tahlilinin gerektiği görüşündeler. Niçin?

 “Zira, diyor Kȗtâme, okuyucu genel ıslaha tuzluluğun menşeinin bilgisini ekleyecek olursa, işbu kötülüğün ifnası sanatında bir uzman (fakih) olur.

 Tuz nereden geliyor?

 Kûtâme toprağın, doğası itibariyle soğuk ve kuru olduğunu düşünüyor. Onu mümbitleştirecek olan unsurlar hava ile sudur. “Ama diye ekliyor, bu rutubet her zaman sulu (rutûba mâ’iyya) değildir. Çoğu kez, herhangi bir rutubet bahis konusudur. Zeminin terlemesinden (min arak el-arz) ileri gelmiş olabilir. Güneşin ısısı onu toprağın karnından (batnel-arz) yüzeye çeker. Böyle sürüp giderek onu yakar ve aynı şekilde onun kaldığı toprağı da yakar…”

 Bu bölümden şariyetin (kapilaritenin) sezgisi kaydedilebiliyor.

 Sonra Kȗtâme ve Mase s-Sûrânî tat üzerinde yayılıyorlar.

 Gerçekten İslâm öncesi, Iraklı tarım bilimciler, toprakların tuzluluğunun menşei üzerinde bütün bir kuramsal düşünce sistemini meydana koymuşlar, bunu kapiler yukarı çıkış, tatların değişmesi ve güneşin yakması gibi doğal olaylara atfetmişler. İş kalıyor şimdi bir toprağın tuzlu olup olmadığının nasıl saptanacağına.

 Al-filâha an-nabatiyya’da toprakların tuz tarafından bozulmasını gösteren birçok belirtiye işaret ediliyor. Yayılmıyoruz Kûtâme’nin bu yolda da söylediklerine. Ama onun tuzlu toprakların geri alınması programı bizce önemli görünüyor. Teklif ettiği hareket şekli, alkali toprakların bitkisel ve hayvansal gübrelerle suları kullanarak ıslahı yoluyla yeniden yapılanmasını hedef alıyor.

 Kûtâme’ye göre mutat yöntem, toprağı-iki kez, biri tişrîn-i evvel (Ekim), tercihan ilk yağmurlardan sonra, öbürü tişrîn-i sanȋ (Kasım)da sürmekten ibarettir. Müellif toprağı küçük saban demirleriyle çevirmeyi öneriyor. Böylece işlenmiş zemine, geçen yılın ürününden kalan bakla sapları saçılacaktır. Sonra ya tamamı, ya da, tarla çok vâsî ise bir kısmı sulanır.

 Bu ilk hizmete, samanı tuzlu toprakların ıslahında kullanılan bütün bir bitki çeşidi eklenir. Başta baklaların sapları zikrediliyor. Arkadan, bitekleştirme gücü sırasına göre arpa ve has buğday samanları, böğürtlen dalları ve hatmi yaprakları sayılıyor.

 Ama en iyi nitelikte olan samanlar, baklalardan ve arpanınkilerden oluyor. Özellikle bunların tuzlu toprak üzerinde, bir kat toprak, bir kat saman… şeklinde yayılmaları, Kûtâme’ye göre, çok iyi bir ıslah etkeni oluyor. Keza Yanbûshâd asma; ceviz, badem, yer fıstığı, fındık, hintyağı ve sair yağlı meyve ağaçlarının yapraklarının da tuzun bozduğu toprakları ıslahta etkin olduğunu düşünüyor.

 Bir başka yöntem de tuzlu toprak üzerine zeytin küspesini serip toprağı sürmek ve bunu iki üç kez tekrarlamaktan ibarettir. Daha sonra inek gübresi eklenir ve küçük saban uçlarıyla, izleri derinleştirmeden, sürülür. Böylece ıslah edilmiş toprakta pazı, nohut yetiştirilip buraya hurma dikilebilir ve bunlar iyi ürün verebilirler.

 Ve at, eşek gübreleri…

 Tuzdan başka herhangi nedenlerle bozulmuş topraklar gibi tuzlu topraklar da milli balçıklı su altında uzun süre bırakılarak ıslah edilir. Bu su, toprağı düzelten bol bir çökelti bırakır. Tarlaların milli su altında bırakılmasının kırk gün süreyle bulutlu bir gökyüzüne rastlaması halinde biteklendirme büyük oluyormuş, Kûtâme’ye göre.

 Bu yöntemle, iki yarar sağlanıyor: zeminin yıkanması ve mil katkısı. Bunlara “yıkama yağmuru” (al-matar al-gassâl) da ekleniyor. Böylece su kökenli ıslah sayesinde asma gibi tuza hassas ekinler de elverişli olarak yetiştirilebilirler. Yanbûshâd buralara sinirotu, fesleğen, baklalar, arpa ve sair mümasil bitkiler gibi helmeli türlerin (lu’âbiyya) de ekilmesini öneriyor şöyle ki mezkûr türler, toprakta bozuk olan ne varsa temizleme veya içine çekme niteliğini haizdirler.

 Evet, Mezopotamya köylüsü, tuzlanma olgusuna karşı öyle sanıldığı gibi aciz kalmamış[23].

 

*  *

Bu ürünlerin her bölgede ilk bilinen meydana çıkış tarihleri çoğu kez işbu yeni ürünlerin yayılma yollarına ışık tutar. Her ne kadar bunlar çeşitli menşe’li iseler de, İslâm dünyasına doğru yol aldıklarında, bunların çoğu Hindistan’dan geçmiş ve çoğu kez de orada “soylulaştırılmış”tır. Bu bitkiler bu ülkeden Doğu ve Batı’ya, M.Ö. I. binde yayılmış olup delil olarak da, Batı’ya doğru yollarında, arkalarından birçok bitki adı zinciri bırakmışlardır. Bu liuguistik zincirin ilk halkası Sanskrit veya Vedik sözcüklerle başlar, Farsçadan geçip Arapçaya varır, oradan da Avrupa ve Afrika’ya doğru yol alır. Vatingana – patingân – badincan – patlıcan zinciri[24] bunun güzel bir örneği oluyor.

 Bu hareket, İslâm, öncesi dönemde başlamış ise de çok uzağa gitmemiştir. Bazı ürünlerin V., VI. ve VII. yy.larda Sasanî İran’a girmiş olması muhtemeldir. Bunlar arasında şeker kamışı, süpürge darısı, patlıcan, ıspanak, muz, pirinç zikredilebilir. Bu sonuncusu ile pamuk Sasanî İmparatorluğunda yetiştirilmemiştir.

 İslâm’ın yükseliş ve yayılmasından sonra bu Doğu’dan Batı’ya hareket hız kazanıyor. Tahmin edildiği üzere mahsullerden bazıları Müslümanların eline, çökmüş Sasanî İran’ında geçmiş olup bunlar vasıtasıyla Batı’ya yollanmışlardır. Bu arada Uman’ın bir sıçrama tahtası teşkil etmiş olması muhtemeldir[25].

 Ancak bütün bu olguların henüz aydınlanmamış yanları da var: yeni ürünleri İslâm dünyasına kim sokmuştu? Hükümdarlar mı bunları bahçelerini süslemek ya da sofralarını zenginleştirmek için uzaklardan getirtmişlerdi? Yoksa büyük toprak sahipleri ve sair zengin kişiler bunu ticarî amaçla mı yapmışlardı? Veya basit köylüler mi, Batı’ya doğru göçleri sırasında yetiştirmeye alışık oldukları ürünleri beraberlerinde taşımışlardı? Kaynaklar bu hususlarda fazla bir şey söylemiyorsa da bu sonuncu ihtimal ağır basıyor gibidir. Gerçekten zengin tabakaların süpürge darısına yan baktıkları dönemlerde bu tahıl Müslüman köylünün mutat yiyeceği olmuştu.

 Öbür yandan ilk İslâm dünyasının fazla alıcı görünmeyen çevresinde ancak zorlukla yetişebilecek bu yabancı bitkilerin ithalini yine köylüler sağlamış olmalıydılar. Batıya göç eden Hintliler, İranlılar, Yemenliler, Hicazlı ve Suriyeliler sadece yeni bitki değil, bunları yetiştirmek için başlıca çetin teknikleri de beraberinde getirmiş olmalıydılar. Gerçekten, sınaî teknolojilerden bildiğimize göre, zor beceriler onlara sahip olanların hicreti sırasında birlikte taşınır. Bu yolda deneyimli bir köylü sınıfının gerekliliği şöylece ayan olmaktadır: Müslüman tacirlerin Çin’le deniz ve karadan birçok temasının bulunmasına rağmen klasik İslâm döneminde çok az faydalı bitki Çin’den Batı’ya yayılmıştır; bir zamanlar Kanton’da önemli bir Arap cemaati bile yaşamıştır ve Çin’de yetiştirilmesi güç olmayan çok geniş bir meyve ve sebze dizisi bulunuyordu[26].

 İlk bitki ithali hususunda kral ve sair idarecilerin rolleri abartılmışsa da bunların bu yoldaki etkinlikleri de bir vakıadır: Halife el-Mehdî’nin (775-85) bir veziri Hindistan’a adam göndererek tıbbî ve sair bitkileri tetkik ettiriyor, adam bunlardan birçoğunu Bağdat’a getiriyor. Mısır’ın Abdallâvi kavununun, vali Abdullah İbn Tahir tarafından 825 yılında Horasan’dan getirtildiği rivayet ediliyor.

 * * * 

Arap-İslâm dünyasında kullanılan başlıca tarım aleti sabanın öyküsü ilginç olmaktadır. Mihrâs (çoğ. mahâris), günümüzde bu aleti ifade etmekte kullanılmasıyla birlikte bu sözcük, Ortaçağ yazınında, şek. 69B’de görülen, ancak bundaki kulak’ları olmayan, bir tipi tarif etmiş oluyor. Her ne kadar bu tip en eski Antikçağlara kadar geri gidebiliyorsa da, günümüzde hâlâ kullanılmaktadır. Bunda ön teker, bıçak da bulunmayıp, silb (ok), dacr (ökçe-evek), sikka-sınn-na’l (demir-bunda “nal”, dikkati çekiyor şöyle ki bu tabir, nalın icadından sonraya ait olmalı), kunnâha (kılıç), mikvam (tutak-eğek) ve sayfan (tutak’a geçmiş, iki eli kullandırmak üzere yatay ahşap çubuk) bulunuyor.

 Demir’in ökçe’ye bağlantısı iyân adlı bir demir çemberle sağlanıyor. Ökçe için kullanılan dacr sözcüğü bazen ikili dacrân şeklinde geçiyor şöyle ki bu, ikili olup birbirlerine bir iyân ve/veya bir kaytan (fatil) ile bağlanıyor. Bu bağlantı şekilleri, “bağlanma”dan “geçme” irtibat şekline henüz intikal edilememiş olduğunu gösteriyor.

 Her ne kadar Kur’an’da geçmeyen mihrâs, klasik sözlüklerde “küskü, ocak süngüsü” ya da mecazî olarak “savaş kışkırtıcısı” olarak görünüyorsa da bunu tarım bilimciler biliyorlardı ve özellikle Andalusia’nınkiler sözcüğü, daha çok konuşma diline ait olarak görme eğilimindeydiler[27].

 Aşağıdaki ünlü hadîs, eski Arabistan’da mihrâs’ın varlığına delâlet ediyor: “Ebû Ümâmete’l-Bâhilî (Suday İbn-i Aclân) r.a.’dan rivayet olunduğuna göre, müşarünileyh bir kere demir bir saban ve ziraat âletlerinden bir şey görerek Resûlullah s.a.v.: ‘Bu âlet (vatanı muhafazaya memur) bir ailenin (huduttaki) evine girmez, ancak Allah o eve (kıyamete kadar içinden çıkmaz) bir horluk, bakirlik idhal eder, buyurdu’ demiştir”[28].

 O ise ki daha önce bir başka hadîste, tarımın fazileti ifade edilmişti. Çelişkinin tartışmasına girmiyoruz[29]. Bu hadîsten bahisle İbn Haldun da çiftçiliğin, zayıfların ve rızk temin etmek için uğraşan bedevilerin geçim yolu olduğunu söylüyor: “Şunun için: Çiftçiliğin kökü tabiattadır ve (istihsaldeki) usulü de basittir. Bunun için de umumiyetle ne hadarîlerden (hazarîlerden – kasabada yaşayan uygar kişilerden) ne de refah içinde bulunanlardan hiçbir kimsenin onu meslek edinmedikleri görülmektedir. Onu meslek edinenlerin hususiyeti de mezellet ve meskenet olmuştur. Ensara ait evlerin birinde saban demirini gören Hz. Peygamber (s.a.v.), ‘Bir kavimin evine (ve ülkesine) bu âlet girerse mutlaka oraya zillet de girer’ demişlerdi: Buharî bu ifadeyi ‘çiftçilikle fazla uğraşmak’ şeklinde izah eder ve bu konuyu şu başlık altında zikreder: ‘Ziraat âletleriyle meşgul olmanın akıbetlerinden veya (çiftçilikle meşguliyet konusunda riayet edilmesi) emr olunan sınırı tecavüz etmekten sakındırılmaya dair hadîslerin nakledildiği bölüm’…”

 “En doğrusunu Allah bilir ama bunun sebebi bu âletin peşinden gelen ve (çiftçilerden) alınan vergiler olsa gerektir. Çünkü vergi tahakküme ve başkasının idaresi altına girmeye (sömürülmeye ve ezilmeye) yol açar. Bu yüzden, kahir ve üstün bir elin hükmü altına girmeleri sebebiyle vergi mükellefleri zelil ve yoksul hale gelirler…”[30]

 Bütün bunlardan tarımın Peygamber dönemi Arap beyninde fazla revaçta olmadığını istidlâl edebilir miyiz?…

 Devam edelim Ch. Pellat’yı dinlemeye.

 Şartların zoruyla Ortaçağ dilcileri kaçınılmaz şekilde işbu mihras tipi sabanla ilgilenip buna ait terminolojiyi kaydetmişlerdir; ancak, kırsal kesimden gerçekten kopuk olarak ve hiç şüphesiz çeşitli bölgelerde saptanmış tabirlerin tenevvüünden rahatsız olmuş ve belki de mezkûr hadîs tarafından kısıtlanmış olarak, her şeye rağmen ihmal edemeyecekleri bir âletin yapısı ve işlevi hakkında sarih bir fikre sahip olamamış olmalıdırlar. “Lisanü’l Arab” ve İbn Sîduh ayrıca, bir çift takımına (yani saban, boyunduruk, öküzler…) ait ayrıntıların adlarını da veriyorlar. Bu kaynaklar bundan hemen sonra da, sürülmüş ve ekilmiş toprağı düzleyip tohumu tamamen gömmek üzere, rençperin üzerine çıktığı bir genişçe levhadan oluşan ve iki öküz tarafından çekilen sürgüyü (mâlak veya mimlaka) betimliyorlar.

 Uzmanların dikkati çektikleri gibi, klasik leksikografların eserlerinde kaydettikleri terminoloji muhtemelen bir miktar yanlışlığı içermektedir şöyle ki bu terminoloji tekdüze olmamakla kalmayıp tarım köle ve yabancı unsurlara bırakılmış olduğundan, karışıklığı artırma olasılığını ortaya çıkaran ariyet sözcükler saptanmıştır. Kaldı ki Arap dünyasında farklı tipten de sabanlar vardı[31].

 

* *

 İran’da Tarım 

İran’da tarım daha ilk zamanlardan itibaren ülke refahının esas temeli olarak görülmüştü. Keza yine ilk zamanlardan beri halkın tarımsal ve hayvancı kesimleri arasında bir karşıtlık mevcut olmuştur. Avesta, köylünün yerleşik düzende bulunanların tarımla uğraşması gerektiği hususunda hiç şüpheye yer vermeyecek beyanları içeriyor. Hükümdarların genellikle tarımı, hazinenin bir vazgeçilmez unsuru olduğunu bundan önceki bölümde (1988) görmüştük. Ancak savaşların, istilâlar, idare âmirlerinin istismarının hep tarımın aleyhine işlediği de bir vakıadır.

 Sulamanın önemi de her zaman idrak edilmiş olup bu konuyu aşağıda ayrıca irdeleyeceğiz.

 İran’da kullanılan saban (kiş) çengel – çapa tipi (şek. 5C) olup iri yada küçük bir demir’i haizdir. Ok boyunduruğa halat bağı ile raptedilmiştir. Bunda kulak bulunmaz ve toprak açık, iri kesekli oluk halinde yarılır. Çeşitli bölgelere göre saban bazı ufak farklar arz eder. Tohum, elle saçılır.

 Sabana ek olarak bir tür sürgü (mâla) kullanılır ki bu da, bölgelere göre bazı küçük farklar gösterir. Yine iki çeşit tesviye tapanı olup bunlardan biri nispeten geniştir ve hayvanla çekilir. Öbürü sulama seti yapımında kullanılan küçük tablalı olanıdır. Bu sonuncusu merkezî İran’da katar tesmiye edilir ve biri iten, öbürü çeken iki kişi tarafından kullanılır.

 Türkçemizde “mala”, Farisî kökenli olarak “harç sürmeye yarayan, çoğu üçgen biçiminde, yassı, demirden, tahta saplı, duvarcı ve sıvacı aracı” olup ayrıca “sürgü” karşılığında da kullanılıyor (TS).

 İran’da üç çeşit bel’e rastlanıyor: birinde bir arzanî ahşap kol bulunur (Fars); bir diğeri yukarı dönük ayak dayağını haizdir (merkezî İran); üçüncüsünün dişleri, ayrıca geçirilmiş hadde ürünü çubuklardan müteşekkil olup Azerbaycan’da kullanılır S.B. Tırpan Kuzey Azerbaycan’a XIX. yy.ın sonunda Rusya’dan ithal edilmiş olup taneler genellikle orakla (dâs) biçilir. Ot, yonca vs. de bir küçük dişli orakla kesilir S.B. Ekinler demet halinde bağlanıp kurumaya bırakılır veya doğruca harman yerine (harmangâh) taşınır. Bezelye, fasulye, keten tohumu gibi kabuklu ürünler başlıca çubuklarla döğülerek kabuk ve saplardan ayrılır. Çeki hayvanının nadir olduğu bölgelerde, buğday dahi bu yolla döğülür. Döğen, çakmak taşlı tipten olup boyunduruğa iple bağlıdır, üstünde bir adam ayakta durur. Özellikle Kuzey-Doğu, merkezî ve Güney İran’da bir döğen arabası (çûn-çân) kullanılır. Bu, kızağa benzer bir araba olup genellikle bir çift öküz tarafından çekilir ve iki sıra makarayı haizdir; bunlar, döğen demetler üzerinde kaydıkça dönerler ve donatılmış oldukları keskin ağızlı çelik bıçak veya dişlerle taneleri kesip ayırırlar. Makaralardan birinin bu bıçak veya dişleri eksene paralelken öbüründekiler buna dikey yönde olur. Bu tarif şek. 40’da görülene uymaktadır. Azerbaycan’ın bazı yerlerinde bu döğen arabası-kızağı ahşap teker parmaklıklarını haizdir. Harman döğmenin bir üçüncü yolu da harman yerinde öküz, eşek veya at dizilerini gezdirmektir.

 Koyun ve keçiler mutat olarak biçilmiş, anızlı tarlalarda otlattırılır, toprak böylece bunların gübresinden hafifçe, faydalanır. Bununla birlikte hayvan dışkısı çoğunlukla yakacak olarak kullanılır. Bazı kuru tarım alanlarında, hayvan gübresi kullanılsa bile, bunu yakacak yeterli yağmur düşmez. Eski duvar ve harap binalardan toprak kazılıp tarlalara serpilir. Toprakla karıştırılmış ev lâğım pislikleri de bazı bölgelerde gübre olarak kullanılırsa da bu uygulama daha çok kentsel merkezlere yakın yerlere özgüdür.

 Sebze ve meyve bahçeleri tarlalara göre daha muntazam gübrelenir ve her yıl işlenir. İsfahan nahiyesinde güvercin gübresi, bu kuşlar için yapılmış özel kulelerden toplanır ve kavun tarlalarıyla armutluklarda kullanılır. Kirman’da da balık, yer fıstığı tarlalarını gübrelemekte kullanılır.

 

Nadasa terk etme, bu arada tarlayı olduğu gibi veya sürüp bırakma keyfiyeti ve ürün rotasyonu, bölgelere göre çok değişik görünüm arz eder. Sulanmayan topraklar uzun süre nadasa bırakılır. Sulama genellikle tarlaya su salmak suretiyle yapılır. Bağ, kavun tarlası ve sebze bahçelerinde ise su, sulama, hendekleriyle sevk edilir. Aşağıda anlatacağımız kanât’larla sulanan topraklarda eğilim, su kaybından kaçınmak için kanât’ın ağzına yakın toprakları daha yoğunlukla ekip biçme yönünde olup kanât’ın sonuna tesadüf eden yerler daha nadir işlenir.

 İran’ın birçok yerinde gece bekçileri tarlaları yaban domuzu ve mümasil hayvanların tahribatından korur. Bostan korkuluklarına da çok yerde rastlanır[32].

 

* *

 

Sulama tesisleri

Doğruca talebin artması kendi başına yayılmayı sağlaması her zaman mümkün olamamaktadır şöyle ki bazı hallerde yeni mahsullerin ithalini çok pahalı kılan engeller ortaya çıkmaktadır. Arap fütuhatını takip eden dört asır, İslâm dünyasının kırlarında birçok değişmeye tanık olup bu değişmelerden biri sulamada olmuştur.

 Yeni ürünlerin birçoğunun ilk İslâm dünyası topraklarında yetiştirilmesi, sulamada ciddi ilerlemeleri gerektirmiştir şöyle ki bunların çoğu, bir yoğun yağmur mevsimini haiz tropikal ya da yarı-tropikal iklim kökenli olduklarından yağmurun az olmakla kalmayıp güvenilmez durumda olduğu Orta – Doğu ve Akdeniz bölgelerinde ancak güçlükle yetiştirilebilir. Kaldı ki bu bölgelerde işbu ürünlerin ithal edildikleri alanlarda hafif yağmur, çoğunlukla yılın yanlış zamanında yağmaktadır, meselâ yaz yerine kışın. Bu itibarla yapay sulama yaz ayları için uzun süre gerekli olmaktadır.

 Arapların istilâ ettikleri bütün topraklar ve hattâ Arap yarımadasının bir bölümü dahi uzun süreden beri sulu tarıma aşina bulunuyorlardı: Yemen, Hadramut, Mısır, Doğu Mezopotamya, İran ve Maverrâünnehr’in bazı bölgeleri. Kuzey Afrika ve İspanya, en eski antik devirlere dayanan sulama tesisleri, meydana getirmişlerdi. Bunların çoğu ilk Milâdî yıllarda gelişmişlerdi. ‘Ancak İslâm’ın yükselmesine götüren yüzyıllarda işbu antik dönemlerin sulama sistemleri, çok çeşitli sebeplerle gözle görünür şekilde zeval bulmuşlardı. Kanal, tünel, mecra ve suyollarının (aködük) çamurla dolmasına göz yumulmuş her yerde çiftçi de hicret etmiş, nüfus azalmıştı.

 Kaldı ki Arapların tevarüs etmiş oldukları sulama tesisleri yeni ürünler için yetersiz kalmışlardı, ezcümle yaz sulamasına. İslâm öncesi sulama başlıca, belli zamanlarda yağmur suları ya da dere taşkınlarını yakalayıp bunları cazibe (yerçekimi) ile tarlaya salmaktan ibaretti. Böylece de bu işlem, bir mevsim ve cazibe ile sulanabilecek tarlalara münhasır kalıyordu. Tabii bunun istisnaları vardı: bir makaranın üstünden geçen bir iple çekilen gerdel (dalw), seren (şaduf), Arşimed spirali (tanbur) ve bazı tip bostan kuyu tesisleri (nâ’ȗra). Bunlar I. ciltte ayrıntılarıyla irdelenmişlerdi. Ancak bunların hepsi büyük ölçüde insan gücüyle çalışıyordu ve buna karşılık suyu ancak sınırlı mesafelere nakledebiliyorlardı. Dolayısıyla da yeni ürünleri ekonomik kılacak mahiyette değillerdi. Bunların en verimli tesisi, bostan kuyusu tesisi, nâ’ûra, İslâm öncesi dönemlerde geniş ölçüde kullanılmamıştı ve hayvanla tahrik edilen türü, daha sonra çok yaygın hale gelmişti. Benzer şekilde, kısa-süreli depolama bazı su toplayan bentlerle sağlanıyordu; daimî depolama havuz, sarnıç ve mümasili haznelerle temin ediliyorduysa da bu, başlıca ev ihtiyaçlarını karşılıyordu. Yine uzun süre ve bazen bütün yıl boyunca su akışı, kuyu ya da kanât veya kâriz’lerden elde ediliyordu. Kuyular sadece az miktarda su sağlayıp bunun çekilmesi için etkin çıkarma tertiplerine gerek gösterirken kanât, uygun çevrede çok daha faydalı bir tekniği temsil edip başlıca İran, Mezopotamya ve Doğu Arabistan’ın tarımında kullanılmaktaydı.

 Kısaca, İslâm’ın fecrinde eski dünyanın sulama sistemi genelinde yeni ürünleri, hiç değilse geniş ölçüde kabullenmeye hazır değildi.

 Bir yeni ürünün intibakının gerektirdiği köklü değişiklikler, ezcümle sulanan tarla alanında genişleme, yılın belli bir döneminde tarlaya varan su miktarının artışı, mümkünse bütün yılı kapsayacak şekilde sulama mevsiminin uzatılması, kısa sürede gerçekleşmişti. Her ne kadar Arap fütuhatını takip eden ilk on yıllar boyunca sulu tarımın gerilediğine dair elde belgeler varsa da süreç daha sonra tersine dönmüştür. Herkes, idareci, toprak sahibi, köylü, eski ve yeni kentlerin gelişmenin, buna koşut besin maddesi ve su temini artışına bağlı olduğunun az çok farkına varmıştı. Bunun yanı sıra da kentlere su sağlayan hidrolik inşaat çoğu kez tarıma daha sıkı bağlı oluyordu şöyle ki kentlere su taşıyan tesisler, kırları da sulamakta kullanılıyordu.

 Ancak sulu tarım sadece eski tesislerin tamiri ve yenilerinin inşasıyla değil, aynı zamanda suyu toplamak, mecraya aktarmak, depolamak ve gereğinde terfi ettirmek için bir geniş teknikler dizisinin kullanılmasıyla teşvik edilebilirdi. Yağmur suyu, tepe eteklerinden ya da dağ boğazlarından aşağıya, ovalara akarken hendeklerde tutulur, sair yüzey suyu pınarlar, dereler ve vahalardan alınırdı; yeraltı suyu da yeni pınarlar yaratarak, aquifer’lere (su tutmuş kaya ya da tabaka) kanallar (mecralar) açmak ve çeşitli türden kuyu kazmak suretiyle çıkarılırdı. Böylece elde edilen su, sağlam kayaya açılmış yeraltı tünelleri boyunca, çoğu kez kilometrelerce uzağa sevk edilirdi. Bu kanallar toprak üstünde de olurdu ve çoğu kez de bunların yolları üzerinde, arazinin topografyası gereği aqueduc’ler (suyolları) bulunurdu.

 Bütün bunların içinde “yeni” olanı azdı ve İslâm’ın getirdiği yeni tertiplerin icadından çok, o günlere kadar sınırlı alanlarda sınırlı ölçüde kullanılmış olanların geniş ölçülerde yaygınlaştırılması olmuştu. Örneğin kanât’ın tarih içindeki varlığı ve gelişmesi, şek. 55’de gösterilmiştir: bunun icat edilmiş olduğu sanılan İran’dan kanât İslâm öncesi dönemde yavaş yavaş dışarıya yayılmış. İslâm’ın yükselişinden sonra bu kez her yana dağılma çok daha hızlı olmuştur. Şek. 56’da da Kirman civarlarında üç kanât’ın kesiti görülür. Kalın çizgiler, hafifçe meyilli yeraltı kanallarını gösterir. Bunlar yeraltı suyunu üç farklı seviyede toplarlar. Düşey kalın çizgiler de bu kanallara ulaşma kuyularıdır.[33]

 

Şek. 55. – Kanât’ın yayılması (Watson’dan)

 

Kanât (çoğ. Kanavât, kuni akniya), Arapçada kanal manasına gelmekle birlikte mızrak ve asaya da delâlet eder. Bu iki mana, ilk medlulü olan “kamış”tan türemiştir. Bunun Batı Samî dillerinden Âsurcadan veya Akadcada olduğu gibi kamış veya saz anlamına gelen kânû sözcüğünden geldiği kabul edilmektedir. Sözcük bundan sonra İbranî dilinde kanâ, Aramî kanya olmuş ve bu vasıtayla da Arapçaya geçmiştir. Suriye ve Mısır halk lehçelerinde kanâya, kanâyât şeklini alır. Grek ve Latinler bu Samî sözcüğü καννα, (κάνη), canna şeklinde almışlardır ki ayrıca canalis kelimesinde de, Arapçada olduğu gibi bir mana değişikliği vukua gelmiştir: “kamış şeklinde”, “su yolu” ve “kanal” olmuş. Kanât sözcüğü bugün de İran dilinde “su yolları ve yeraltı kanalları” anlamında kullanılıyor.

 Bu türlü kanallar için asıl Farsça kelime kârêz, eski şekliyle kahrêz olup Doğu Anadolu, özellikle Van bölgesinde, bu türlü yeraltı kanallarına kehriz-kariz adı verilir[34]

 Döneceğiz, konuya.

 

Şek. 56.- Kiman (İran) civarlarında üç kanât’ın kesiti (Watson’dan)

 

Kanât, İranlıların hidroliğe yaptıktan en büyük katkı olarak görülür. Bu yeraltı mecraları İran yaylasının bir özgül veçhesi olup jeolojik koşullar bu ülkede yeraltı su birikintilerinin takviye ve zenginleştirilmesine elverişlidir.

 Bir kanât’ın inşasında ilk adım, bir deneme bacası (gamâna) kazmak olup bununla yeraltı suyu düzeyinin varlık ve derinliği saptanır. Bu deneme bacası yerinin seçiminde arazinin meyli, genel topografik koşullar, bitki örtüsünde değişmeler, sulanacak arazinin ya da içme suyu sağlanacak iskân mahallinin mevkii tarafından etkilenir.

 Baca kazılıp suya varıldığında, bu işin ustası mukannî, bu suyun geçirgen olmayan tabakada sürekli akışa sahip (âb-ı kahrî) olup olmadığını saptar. Sonucun olumlu olması halinde kanât’ın bu ana kuyu (mâder çâh) durumuna gelen bacasından itibaren, sulanacak arazinin üstünde yüzeye çıkacağı nokta arasında hizalama (alinyeman) ve meyil saptanır. Gradienin fazla dik olması halinde su çok hızlı akıp cidarları aşındıracak ve tünel çökecektir.

 İnşa çalışmasına genellikle alçak uçtan yani kanât’ın suyunun yüzeye çıkacağı yerden başlanır. Mukannî, bir küçük sivri kazma ve kürekle geriye doğru kazarak gider. Onun en zor sorunlarından biri, mecranın su hazne’sine (birikme yeri) varıldığında suyun hücumu olup bunun için deneme bacasından bir yarma yapılır.

 Düşey bacalar zeminin yüzeyinden tünele her 20-140 m.de bir açılır veya bunlar önce açılır sonra araları tünelle birleştirilir (şek. 56). Bu sonuncusunun kesiti genellikle eliptik olup yüksekliği yaklaşık 1.20 m, genişliği de 0,75-0,90 m. kadardır. Mutat olarak takviye kaplaması yapılmaz; ancak yumuşak toprağa rastlandığında, pişmiş kilden kemer (kaval, nây, tanbusha) örülür. Düşey bacalar yaklaşık 0,75 m. çapında olup üst kısımları çamur veya taş kaplamayla takviye edilmiştir. Bunların amacı havalandırmayı ve kazıdan çıkanların çıkrık ve kovalarla dışarı alınmasını sağlamaktır. Her bacanın çevresinde bir toprak halkası oluşur ve kanat havadan bir küçük kraterler dizisi gibi görünür. Tümüyle, bu tesisin bol bulunduğu İran’ın çeşitli bölgeleriyle Belucistan ve Afganistan’da koşullar, mukanni’ler tarafından kullanılan yöntem ve âletlerle kuyu ve galerilerin kazılmasına elverişlidir. Zemini geniş ölçüde oluşturan kumlu çakıl, patlayıcı kullanımına ve aşırı bir çabaya gerek göstermeden sivri uçlu kazmayla kolayca ufalanmaktadır. Mukanni’ler havalandırmayı denemek için hintyağı lambası taşırlar; alev sönecek olursa bir başka baca daha açılır. Bazı bölgelerin adamları, özellikle Yezd’inkiler, bu işte elyak olmaktadır ve ustalık babadan oğla geçer. Kanât’ın gradieni (meyli), 8-10 m. uzunlukta bir ipe asılmış bir ispirtolu tesviye ruhu ile tespit edilir ve kısa kanât’larda 1/ 1000 ilâ 1/1500 olur; uzunları ise neredeyse ufkîdir.

 Abȗ Bekr Muhammed b. el-Hasîb el-Karacî tarafından V./XI. yy.da kaleme alınmış Anbât al-miyâ el-hafiyya, 1966’da İstihrâc-i âbhaî panhânî adıyla Farsça’ya çevrilmiş olup bu san’atın bütün inceliklerini açıklamaktadır. Buna göre mukanni’lerin kullandıkları teknik doğruca madencilik tekniği oluyor. Kitaptan üç tür tesviye âletinin bulunduğunu, bir dördüncüsünün de yazan tarafından icat edilmiş bulunduğunu öğreniyoruz. El-Karacî’ye göre meyil, fersah (6 km.) başına bir zira’ (0,54 m.den 0,95 m. arasında değişen “arşın” muadili-halen İran’da 1,04 m.dir) olmalıdır ki mutat uygulamadan az görünmektedir. Bu suyollarının uzunluğu yerine göre değişik olup bazıları kısadır; ama çoğu 5-10 mil uzunlukta ise de Kirman ve Yezd’de çoğunun olduğu gibi 20 mil veya daha uzun boydadır.

 Ana kuyunun derinliği de çok değişiktir: sığ olanlar 7,5 m.den az olabilir, ama birçoğu 40 ile 100 m. arasında olur. Bunların bilinen en derini, Doğu İran’da Günâbâd’daki olup 300 m.dir.

 Kanât’ların su verimi (debisi) yeraltı suyu karakteristiklerine, zeminin tabiatına ve mevsimine göre değişir. Sürekli su tutan kayaya açılmış olanlarınki bütün yıl boyunca sabit kalma eğiliminde olur; buna karşılık kanât müstakar bir yeraltı suyu membaına açılmamışsa veya zemin mesamî ise akış, yaz aylarında ya da bir kuru yılda sıfıra inebilir. Bu sonuncu tür kanât’ların suyu âb-i rû’î tesmiye edilir. Bazı kanât’ların suyu dakikada 400 galon (1800 litre)yi bulursa da çoğu daha az su verir: dakikada 30 galon (160 litre) veya daha az.

 İran’da ekili arazinin tahminen yarısı kanât’larla sulanmakta, yaylada uygulanan kuru tarım da ancak yine bir kanât sayesinde köylerin o civarda kurulmasıyla mümkün olmuştur. Bu tesislerin sayısı 40-50 bin arasında tahmin edilmektedir.

 Gerçekten kanât’lar tarım dışında, yerleşim merkezlerinin mevki ve tabiatına fevkalâde tesirde bulunmuşlardır. Hamadan, Kazvin, Tahran, Nişapur, Kirman, Yezd mevcudiyetlerini bu tesislere borçlu olup 1930’a kadar Tahran’ın suyu, on iki kanât’tan sağlanmaktaydı.

 Bir kanât suyunun dağıtımı zaman esasına göre yapılmaktadır. Sıralama dönemi kanât’tan kanât’a değişmekte, çeşitli parsellerin su almadaki sırası bazen değişmez, bazen de her yıl kur’a ile baştan düzenlenir. Mutat olarak yüksekteki topraklar, alçaktakilerden önce su hakkına sahiptir. Bir kanât’ın debisinin fazla ve su alıcısının çok olması halinde, mîrâb tesmiye edilen bir memur dağıtım işini tanzim eder. Memuru su alıcılar seçer, mirî (hâlisa) kanât’ta ise hükümet atar.

 Bazı kanât’ların suyunun talî kanallarla tevzii oldukça eskiye dayanır: Ardistan’da bulunan bir tanesi Moğol dönemine çıkmasıyla ün yapmıştır[35].

 İranî kahrêz-karez sözcüğü, kanât bunun yerini almazdan önce, yeraltı sulama sistemlerine alem olmuş olup Arapçaya sihrîc-suhâric şeklinde geçmiş ve genellikle bir sarnıcı ifade etmiştir.

 Yeraltı su borusu tesislerine eski Şam-Palmyra yolu üzerinde Karyatayn’da ve yine Şam yöresinde Carûd’da 8-10 km. uzunlukta, 10 ilâ 12 m. derinliğe gömülü drenaj sistemlerine rastlanmıştır. Bu sonuncular bazen bir yeraltı deposunda nihayet bulmakta, su buradan bostan (dolaplarıyla) çekilmekteydi.

 Yeraltı isale yöntemleri İran’dan Yemen’e, oradan da Hicaz’a yayılmış, bu sonuncu yerde işbu mecralar kizâma (çoğ. kazâ’im) tesmiye edilmişlerdir. Çeşitli manaları arasında bu tabir, el-Asmaî’ye göre özellikle, araları bir galeri (kanât) ile bağlı, birbirlerinden belli bir mesafede açılmış bir kuyu dizisini ifade etmiş olup galeri, yeraltı suyunu delmeyecek bir seviyede açılıyordu. Bu yöntemle sağlanmış su, beslediği iskân mahalline doğru tatlıca akardı. Suyun, çıkışı fakir (çoğ.fukur) olarak bilinirdi.

 El-Asmaî’nin tasviri, yeraltı suyunu, onun giriş noktasının üstünde bir noktadan, birer galeriyle birbirlerine bağlı bir kuyu dizisiyle delme yöntemine tekabül ediyor (galerinin yüksekliği, eğilmiş bir insanın geçebileceği kadar, 1-1,20 m. kadardı). Böyle bir teknik, kuyu suyunu herhangi bir tertibe gerek kalmadan zemin seviyesine çıkarmak, buharlaşma yoluyla vaki kayıpları azaltmak, sızıntı suları yakalamak gibi yararlar sağlamaktadır.

 Romalıların böyle bir tekniğe aşina olmuş oldukları, Tunus’ta Kayravan yöresinde bulunmuş kalıntılarla sabit olmaktadır. Ancak bu eserin Arap kökeni de şüphesizdir.

 Cezayir vahalarında uygulanan yöntem foggara< fahhara (fakîr kökünden gelmiş olmalı) adını alır[36].

 

* *

 

Çöller ve bozkırlar insanoğlunun, yeraltı galeri şebekeleri kazarak asırlardan beri yararlanmayı öğrendiği su tabakalarını yeraltında saklarlar; bu bayındırlık işleri, yer yer onlarca kilometre uzunluğa varan gerçek hidrolik inşaat şaheserleri olmaktadırlar. Şöyle ki bu yatay galerilerine verilecek meyli (% 1 ilâ 2) tutturmak, herhangi bir topografya âletinin bulunmadığı bir çağda, başlı başına bir hüner olmaktadır. Meylin daha az olması halinde alüvyonlanmayı kolaylaştırır; daha çoğu da hattȋ (lineer) erozyonu artırır.

 Bir çorak bölgede işin çapraşıklığı ne olursa olsun, böyle bir yeraltı altyapısının yerine oturtulması, üç temel unsuru kesin bir dakiklikle saptayabilen gerçek uzmanların işbirliğini gerektirir. Bu unsurlar, drenajı yapılacak su seviyesinin yer ve derinliği, sulanacak mahal, birini öbürüne bağlayan galerinin çizim ve meylidir. İnşaatın kendisi dahi, tehlikelerden (göçük, soluk tıkanımı) vareste olmayan uzun bir çabanın ürünü bir işlem olmaktadır. Bu ancak, işçiliğin hem bol hem de ucuz olduğu bir sosyal çerçevede düşünülebilir ki bu çerçeve çoğu kez köleci ya da feodal büyük toprak kapitalizmi şeklini alınıştır. Bunun anlamı, bu galerilerin çoğunun bir zamanını doldurmuş çağın mirası, ancak bakımı ile yetinilen gerçek yaşayan fosiller olduklarıdır. Bu bakım ise, sadece bir temizlemeden ibaret olduğunda nispeten kolay, ama çökmüş bir galeriyi yeniden biçimlendirmek ya da su tabakasının alçalması halinde bunu geldiği yönde uzatmak bahis konusu olduğunda güç ve pahalı bir işlem olmaktadır.

 Günümüzde dünyada işler halde bulunan yeraltı galerilerinin sayısı otuz bin kadar tahmin edilmektedir. Bunların toplam uzunluğu 100.000 km.den fazla olup bu rakam, yeryüzünün çevresinin iki buçuk katından fazlasını ifade eder.

 Yukarda sözünü ettiğimiz Mohammed el-Karacî’nin, adından Medlerin başkenti ve ilk Ahmenîlerin yazlık makarları olan antik Ecbatane’lı olduğu anlaşılıyor ki Hemedan’ın 100 km. kadar Güney-Doğu’sundaki bu bölge, işbu sulama tekniğinin beşiği ve yayılma merkezi olmuştu.

 Gerçekten bu teknik Urmiye gölü civarında, Urartu krallığında M.Ö. I. binin başında görülüyor. Başlarda hiç şüphesiz, yeraltı su seviyesinin içine giren maden galerisini basmakla tehdit eden sızıntı suları tahliye etmek üzere tasarlanmış bir basit terfi tekniği olmuş olmalıydı. Urartuluların dehası, işbu adi madenci tekniğinin, özgül olarak, sulama amacıyla bir tabakanın tarımsal kaptaj tekniğine dönüştürülmüş olmasındadır.

 Bu tekniğin bir tali yayılma odağı olarak İspanya, karez tarihinde yerini alır[37].

 

* *

 

Bîr (çoğ. bi’ âr, ab’ ur, âbâr ), kuyu için en anlamlı Arabî sözcük olmakta ve bir müşterek Sâmî kökenden iştikak etmektedir: Akkadça berû, İbranî be’ êr, Aramî bêrâ. Aslında kelime daha geniş bir kapsamı haiz olmalı, ezcümle sarnıç veya su deposunu ve genel olarak da, su içersin veya içermesin, zemine kazılmış herhangi bir delik ya da oyuğu ifade etmelidir. Kuyu, moloz taşı, tayy, ile işlenip takviye edilirdi. Bu arada, Buharî’ye göre Cehennem de matviyyatun katayyi’l – bi’ ri olarak tasvir edilir[38]

 

* *

 

Orta Asya’da dikkate değer bir sulama şebekesiyle karşılaşılıyor. Burada bulunan kanalların inşası Timur’a atfediliyorsa da daha eski oldukları ve hiç değilse ilk inşa aşamalarının Ortaçağ’ın başlarına çıktığında şüphe yoktur. Burada kanallara arık adı verilip işbu kanalları idareye memur kişiye arık-aksakal denilir[39].

 

*  *

 

Yapay sulama daha geç neolithik zamanlardan beri mevcut olmuş olmalıdır. Ahmenî’ler döneminde İran, geniş bir kanât şebekesine sahip bulunuyordu ve bu sayede de tarım gelişmekteydi. İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde drenaj çalışmalarının da yürütülmüş olması muhtemeldir. Daha sonra Selefkî’ler, drenajla birlikte yeni sulama teknikleri uygulayarak tarım alanlarını genişletmişlerdi.

 Sasanî’ler döneminde Karha, Diz ve Kârûn çaylarının suları, inceden inceye tasarlanmış bir barajlar, tüneller, ters sifonlar, terfi tertipleri ve kanallar sistemiyle kullanılmıştır. Hububat, şeker kamışı, pirinç ve hurma bol miktarda üretiliyordu.

 Band (Türkçede “bend-bent) bağlamak, raptetmek, kapatmak veya sınırlandırmak anlamlarına gelen bir Farsça sözlük olup Arapça ve Türkçeye de geçmiştir. Ama özellikle sulama amacıyla inşa edilmiş barajı (band-i âb) ifade etmiştir; örneğin Şuştan’da Kârûn suyu üzerinde Band-i Kaysar, Sasanî kralı Şâpur I’in (III. yy.) emriyle inşa edilmiştir. Yine Kârûn’un bir yan kolu üzerinde inşa edilmiş Band-ı Gargar’ın hafriyatı Sasanî döneminde yapılmıştır. Band-ı Miyân da aynı zamanların ürünü olmuştur…

  1. yy.da Buveyhî Sülâlesi döneminde de emîr Adud al-Dawla’nın emriyle Siraz’ın 80 km. kadar Kuzey’inde Kurr suyu üzerinde Band-ı Amîr ya da Band-ı Adudî inşa edilmişti. Aynı su üzerinde Band-i Râmcird ile Band-i Kassâr inşa edilmiş, sonuncusu Selçuklu dönemi Fars Atabek’i Fahrü’ddevle Çavlî tarafından tamir ettirilmişti[40].

Mezkûr Band-i Kaysar, 500 m. uzunluğunda olup suyu Şuştan kentinin seviyesine yükseltiyordu ve kısmen Şâpur I’in 260’da Valerian üzerindeki zaferi sırasında alınmış Romalı esirlerce inşa edilmişti. Su kireci harcıyla işlenmiş moloz taşı çekirdek gövde üzerine geniş kesme kaplama taşları döşenmiş, bunlar hem harç (sârûc), hem de kurşunla tespit edilmiş demir kenetlerle yerlerine tutturulmuştur. Üzerine birçok dolu savağı açılmış olan bend, üç yılda tamamlanmış, bu arada Kârûn suyu iki derivasyon kanalına sevk edilmiştir.

 Band-ı Amîr’in de daha eski, muhtemelen Ahmenî’ler zamanında atılmış temeller üzerine inşa edildiği sanılmaktadır. İlhanlılar döneminde de (XIII. – XIV. yy.) İran’da çok sayıda bend inşa edilmiş olup bunlar genellikle kemerli tiptendi[41].

 Aslında uzun olan İran bendlerinin öyküsünü, bunlardan bir bölümünü zikrederek özetledik.

 Sarnıç ve havuzlar, su tağdiyesinin kıt olduğu bölgelerde, özellikle merkezî çölün kenarındaki nahiyelerde bulunur. Bunlar kanât, yeraltı pınarları veya yağmur sularıyla beslenirler. Bunların bazıları taş ya da tuğladan olup hayli büyük olur, örneğin Kâşân’ın bütün köyleri birer küçük sarnıç (istahr)a sahip olup Niyâsar’daki 100x50x2,5 zira ebadında imiş. Bunların amacı şöyle izah ediliyor: bir yerin sulanması sırası gelip de su az olduğunda tarlaya giren suyu toprak çektiğinden tarla suya gark edilemiyor ve böylece de tarlayı suya doyurma işlemi uzun sürüyor. Onun için su sarnıçta biriktiriliyor. Bazen bu köyün suyu, ilk sıra için yeterli olur ama suyun uzakta bulunan bir arazi parçasına (daşt) ya da tarla (mazari’)lara sevk edilmesi istenir ve su, kanât’ın ağzı ile sulanacak toprak arasında kaybedilir ve toprak da suya boğulamaz. Bu ve buna benzer durumlarda bir sarnıç elzem olmaktadır.

 Suyun birçok kullanıcı arasında taksimi çeşitli mekanik âletler, dağıtıcılar veya belli ebatta savaklar ya da belli sabit süre tahsisleriyle yapılırdı. Zaman birimi bir nevi kum saati ile ölçülür, birim, dibinde bir deliği olan bir küçük bakır kabın dolup başka bir geniş çanağa batması için geçen süre olmaktadır[42].

 Orta Asya, sulu tarımı çok eski dönemlerden beri bilmişti. Günümüzde, çalışacak kol fıkdanı sebebiyle, sadece Hindukush’dan inen dere vadilerinin çıkış yerlerinin bitekleştirilmesine olanak sağlamaktadır; Afgan Türkistanı’nın kentleri buralarda kurulmuşlardır: Kunduz, Taş-Kurgan, Mazar-ı Şerif; daha Batı’da, Horasan’ın kenarlarında, vahalar, suyun tabahhur etmesini önleyen yeraltı kanallarıyla beslenirler. Kuzey’de, Pamir’den Semıreçiye’ye kadar dağ ayağında bulunan bölge, sadece kanallar yardımıyla toprağı işlemektedir ve nihayet Çin Türkistanı, Kaşgar’dan itibaren Kansu’nun Doğu ucuna kadar, sadece sulu tarımı bilmektedir. Böylece de işbu sulama tekniğinin Orta ve Yukarı Asya’nın yerleşik uygarlıklarının gelişmesindeki önemi ayan oluyor.

 Eski Doğu’da olduğu gibi, antik Sogdian ve Hvarezm’i oluşturan, Amu Derya (Oxus-Ceyhun) ile Sir Derya (Sihun) ırmakları arasındaki bölgede sulama, daha çok erken dönemlerden itibaren uygulanmıştı; muhtemelen M.Ö. II. binden itibaren vahalarda teşekkül etmiş küçük yerleşme yerleri, akarsuların yakınındaki bölgelerin kullanılması sayesinde bir tedricî inkişaf kaydetmişlerdi; bunlar sonunda cesim sistemler teşkil etmiş sulama kanalları şebekesinin tesisi suretiyle ekili alanlarını artırmışlardı; bu kanallar daha M.Ö. I. binin yarısından itibaren ortaya çıkmışlardır. Merv vahasında bir şebeke M.Ö. VII.-VI. yy.lardan itibaren mevcut olmuş olmalıydı. Aynı şey, biraz daha sonra Fergana’da vaki olacaktı. Daha aşağı bir dönemde daha başka sulama merkezleri Sir Derya’nın Kuzey’inde, Taşkent bölgesinde ortaya çıkmıştı. Ceyhun deltasının kollarının uyarlanması ve önemli alanları sulamaya imkân veren akıllıca yapılmış alımlar yardımıyla bu ırmağın orta bölümünün kullanılması, Hvarezm’in teşekkülüne götürecekti; sulama sistemi, M.Ö. I. binin ilk yarısının son yıllarında meydana getirilmiş olmalıydı; sistemin önemi, işletmeye alınmasının yüzyılları gerektirdiğini gösteriyor.

 Fergana ve Taşkent’in Kuzey-Doğu’sunda bulunan bölgelerde sulama sisteminin örgütlenmesi milâdî yıllar civarında, Semireçiye, “yedi dereler ülkesi” adıyla bilinen bölgede Sogd genişlemesi sonucunda vaki olmuş olmalıydı. Buna karşılık Kaşgar’dan Çin sınırlarına kadar yayılan yerleşik Yüksek Asya’da halklar erken çağlardan itibaren kanallar ve suyun dağıtımını düzenlemişlerdir; her vahanın yukarısında östang; tesmiye edilen bir veya daha çok ana arter, çok dikkatli şekilde bağlanmış küçük harklar (arık) ile tarlaların sulanmasını sağlıyorlar [43].

 Yine Hun çağının Altay bölgesi kanalları, V. yy.da Tötö ırmağından kayalık arazide açılan 10 km.lik Ak-Tura kanalı ve yine aynı devirlerde inşa edilmiş Piçakçi-Tepe’de Aris nehrinden açılmış kanallar zikre şayandır. Ak-Tura kanalı 1935’de nitelemektedirler[44].

Hidrolik mekanik tertipler

İslâm dünyasının önemli bir bölümünün Roma İmparatorluğu’ndan tevarüs edilmiş olması itibariyle konuya Vitruvius’un yazdıklarıyla gireceğiz.

 “Suyu terfi ettirmek için tertipler ve önce tympanum”

“… Önce tympanum’dan söz edeceğim (şek. 57). Bu, suyu çok yükseğe çıkarmaz ama kısa sürede büyük miktarı sevk eder. Ekseni tornada şekillendirilmiş veya elle yuvarlatılmış olup uçları demir çemberlerle çevrilmiştir. Orta kısmının çevresinde birbirine alıştırılmış tahtadan bir fıçıcığı haizdir; demirle çerçevelenmiş sütunlar üzerine, eksenin uçlarından, oturtulmuştur. Fıçıcığın içine, eksenden fıçının dış çevresine varan sekiz eksenel parça, eşit aralıklarla yerleştirilmiştir. Fıçı çerçevesinin çevresine, suya almak için 15 cm.lik birçok delikli tahtalar tespit edilmiştir. Daha ötede, eksen boyunca, her biri bir bölme için, delikler açılmıştır. Gemilerde olduğu gibi ziftlenip (mahkûmların çevirdikleri) ayak değirmeni üzerinde döndürülür. Fıçının dışındaki pencerelerden sevk edilen su böylece eksenin ötesindeki deliklerden bir ona bitişik ahşap yalağa dökülür. Böylece de bahçeleri sulamak veya tuz kuyularında tuzu sulandırmak için bol su sağlamış olur.”

“Bununla birlikte, suyun daha yükseğe çıkartılması gerektiğinde, benzer bir yöntem kullanılır… Çarkın çevresine dört köşe kovalar tespit edilir. Bunlar zift ve balmumu ile gergin tutulur. Böylece de çark insanlar tarafından çevrildiğinde kovalar dolu olarak yükselir, dönüşlerinde, yükselttikleri suyu bir mecraya boşaltırlar…”

 Vitruvius’un burada “daha yükseğe çıkartmak”tan maksadının, suyun hemen kullanım yerindeki işlevine dair olduğu belli oluyor. Devam edelim onu dinlemeye.

 “Ancak, su sevkiyatının daha fazla bir yükseklikte olması istendiğinde, işbu aynı çarkın ekseni üzerinde dönen çift demir zinciri yapılır… bunlara beheri (yakl.) 3,5 litre alan bronz kovalar asılır…”[45]

 Bundan sonra Vitruvius, Anadolu suları üzerinde görmeye alışık olduğumuz değirmen çarkını betimliyor ve geçiyor Arşimed spiraline.

 “Büyük miktarda su sevk eden ama onu önceki çark kadar yükseğe çıkartmayan vidanın şöyle bir uygulaması vardır. Tertip, aşağıdaki gibidir. Kaç ayak uzunlukta ise o kadar parmak kalınlıkta[46] bir kiriş alınır ve tam bir daire haline yuvarlatılır. Uçlarda çevre pergelle dört ve sekize bölünür ve diyagonaller o şekilde çizilir ki kiriş ufkî olduğu zaman çizgiler her iki uçta tam olarak tekabül eder. Bütün uzunluk, muhitin (çevrenin) sekizde birine eşit aralıklarla işaretlenir. Yine, kiriş ufkî olarak yatırılır ve tesviye âletinin yardımıyla bir uçtan öbür uca çizgiler çizilir. Böylece hem kirişin etrafında, hem de boyunca eşit bölmeler meydana gelecektir. Uzunlamasına çizgilerin çizildiği yerde bunlar arzanî çizgileri kesecek ve bu kesişme noktaları işaretlenecektir.”

TYMPANUM

  1. Eksen C. Dikme
  2. Tympanum D. Pencere

Şek.- 57 (Vitruvius’tan)

“Bundan sonra ince bir söğüt şeridi alınır ve sıvı zifte bulanıp ilk kesişme noktasına tespit edilir. Sonra mail olarak müteakip uzunlamasına ve dairesel çizgi kesişme noktalarına götürülür. Böylece sırası gelen müteakip noktalardan geçip bunları çepçevre sarıyor ve birçok kesişme noktasında tespit ediliyor. Böylece birinciden sekizinci noktaya geri gelerek, birinci kısmın tespit edilmiş olduğu çizgiye varır ve buraya tespit edilir… Aynı şekilde bütün boy ve çevrenin mesafesi baştanbaşa ahşap şeritler mail olarak tespit edilir… ve böylece bir şeytan minaresinin sadık ve doğal taklidi meydana gelir.”

 “Sonra bu iz boyunca, tüm kalınlık uzunluğun sekizde biri olana kadar şeritler birbiri üzerine sıvı ziftle tespit edilir. Şeritlerin üzerine çepçevre uzun tahtalar konur ve saran şeritleri kaplamak üzere tespit edilir. Sonra tahtalar demir çemberlerle birbirine tutturulur ve suyun etkisinden korunmak için zifte batırılır. Tahtanın uçları demirle kaplanır. Vidanın sağ ve solunda, uçlara kirişler konur, her iki yanda orta parçaları bulunur. Bunlarda, vidaların muylularının geçtiği demir manşonlar bulunur şöyle ki vida bir ayak değirmeniyle, döndürülür. Vidanın tespiti öyle bir meyille yapılır ki Pythagoras’ın dik açı üçgeni görülür; yani uzunluk beş kısma bölünür, vidanın başı üç bölüm kadar yukarı kaldırılır; böylece de dikme ile alt ağız arasında dört bölümlük mesafe olur[47]…”[48]

SU VİDASI

  1. Vida b. Vidanın içinde döndüğü dikme

 

Şek.- 58 (Vitruvius’tan)

Bundan sonra Vitruvius Ctesibius’un yükseğe su çıkartan makinesini, yine su ile çalışan yürüyen otomatını (şek. 59) -bunda bebekler hareket edip su içiyor- ve su saatini (şek. 60) anlatıyor[49], su orglarını da tasvir etmekten kendini alamıyor.

 İslam dünyasını oluşturan bütün alanlarda, aşağıda sayacağımız ve çoğunu I. cildimizde gördüğümüz başlıca hidrolik tertiplerin İslâm öncesi zamanlarda yaygın olarak kullanılmış bulunduklarına çok sayıda yazılı ve arkeolojik kaynak tanıklık ediyor. Şadȗf – seren, eski zamanlardan beri biliniyordu. Bostan dolabı[50]– noria – sâkiya Romalılarca biliniyordu ve bunu Vitruvius, hiçbir yenilik iddiasında bulunmadan, bize anlatmıştı[51]. Yatay, kanatlı değirmen çarkının kökeni, karanlığını muhafaza ediyor. M.Ö. I. yy.da bir Grek yazarın bundan bahsetmiş olduğu sanılıyor. Bundan, muhtemelen VII. yy.a ait, sadece bir Arapça nüshası baki bir Bizans eserinde söz ediliyor. Elle çalışan güç pompaları Grek ve Romalılarca kullanılmıştır. Bunlar, Vitruvius’un yukarda bahsini ettiğimiz tertipler olup, emme boruları olmayan, doğruca suya oturtulmuş tek silindiri haiz idiler (Vitruvius’un iktibas ettiği Ctesibius, M.Ö. 200’lerde yaşamıştı). Bu tertiplerin kökeni ve yayılması sorunu henüz çözüme bağlanmamış ise de bunlar, şu andaki ilgimiz çerçevesi içinde, VII. yy.da biliniyorlardı[52].

 

Şek. – 59 (Vitruvius’tan)                          Şek. – 60 (Vitruvius’tan)

 

“Câhiz’in (ölm. 869) ‘irfan şu üçüne nüzul etmiştir: Bizanslının beyni, Çinlinin elleri ve Arap’ın dili’ vecizesine bakarak Abbasî’lerin büyük çağında Halife’nin tebaasının teknolojiye özel bir ilgi duymadığı sanılır. Ama daha sonra, XIII. yy.da. Yuan China Müslüman mühendislerden tahsil ediyordu. Arada geçmiş olan dört yüzyıl boyunca İslâm’da bir teknolojik ilerleme mi olmuştu? Eğer olmuşsa, bunun ne kadarı içerde tevlit edilmiş, ne kadarı Çin, Güney Asya, Ortaçağ Grek ve Franklarından alınmıştı? Mekanik san’atların hangileri yeşermiş, hangileri ihmal edilmişti ve her iki halde de, neden? Mühendislik İslâm kültürüyle ne denli bütünleşmişti ya da bundan tecrit edilmişti?”

 “Konu, muamma ile dolu. Neden, meselâ, Çinliden kâğıt imalini aldıktan sonra İslâm, hububat öğütmek için su gücünü kullanmasına rağmen, kâğıdın yapıldığı paçavraları parçalayıp hamur haline getirmede Batı’nın kullandığı su gücünü kabullenmedi? Dünyanın ilk işleyen hava değirmenini Sicistan’da icat ettikten sonra bunu yaymada İslâm niçin geri kaldı?…”[53]

 Asya Türk alanında tarım ve hayvancılığa dair yazılmış eserleri özetle verelim.

 El-Birunȋ’ den sonra, Ebûlhasan (ölm. 819), Kitûbü’ l ecnas ve’ s sıfat adlı eserinin 5. cüz’ünü ziraata tahsis etmiş. Bunda tebeddülât-ı havaiye, bulut, yağmur, toprak bilgisi, tohum ekmek ve fidan dikmek usulü, ağaç yetiştirme usulü, hububat yetiştirme usulü, üzüm bağlarıyla incir ve sair meyve ağaçlarının muhafazası hakkında fasıllar vardır. Bu külliyatın diğer bölümleri de hayvanlar ve atlara tahsis edilmiştir.

 Ebû Ubeydet’ üt- temimî’nin (ölm. 824) Kitâbü’ zzer’inde tarımın çeşitli sorunlarına değinilmiş. Bu zatın ayrıca at, deve, güvercin gibi hayvanlar hakkında eserleri de bulunuyor.

 Ebû Zeyd Said (ölm. 830), Kitûbü’l matar, Kitâbü’l meyalı ve Kitabü’l filâha ve’ zzer adlı eserleri ve hayvanlar hakkındaki eseriyle ün yapmıştı.

 Ebû Abdullah Mehmet bini Zeyyad (ölm. 844), bal arısı, tarım ve bitkiler ile at hakkında eserler vermiş.

 Ebû Yusuf Yakup (ölm. 858), riyaziye dışında ağaç, nebat ve hayvanlara dair kitapları var.

 Ebû Hanifetüddin (ölm. 894) ve Ebû Hûtem Sehl ibn Mehmet (ölm. 1105), tarım hakkında eserler vermişlerdir.

 Bu arada, daha önce adı geçmiş olan Ebû Bekir Ahmet bini Vahşiye’nin (ölm. 908) ünlü Kitâbü’l filâha’sını zikredelim.

 Muvaffakıddin’in (ölm. 1231) Kitâbü’n nebat ve Kitâbü’l meyah’ı da meşhur olmuştur[54].

 Prof. Lynn White’ın, İbn el- Razzâz el- Cezirî’nin Kitâb fi ma’rifat al-hiyal al – handasiyya (Hünerli bendesi (mihanikî) tertipler bilgisi kitabı)nın önsözünde bahsettiği “İslâm”ın, Çin’e kadar uzanmış, içine Ön Asya’yı, İran’ı almış, Bizans’la türlü sıkı temas halinde ve çoktan bir Arap devleti olmaktan çıkmış bir İslâm olduğunu vurgulamakta yarar görürüz. Gerçekten, “Bedi’ül – zamân (çağın harikası)” lâkabını almış Cezirî, adının da işaret ettiği gibi el-Cezire, yani Diyarbakır yaylası ile Bağdat arasında, Mezopotamya’nın Kuzey ve Orta kısmını içine alan bölgeden olup kitabını yazdığı sıralarda Diyarbakır Artukî emîri Nâsirûddin’in hizmetinde bulunuyordu. Eserin giriş kısmındaki kendi ifadesine göre 1181-82’den başlamak üzere bu Artukî ailenin hizmetinde yirmi beş yıl kalmış. Nâsirûddin’den önce kardeşi Kutbuddin ve babaları Nureddin Muhammed’in emrinde olmuş.

 Bilindiği gibi Artukoğulları XI. yy.da Selçuklu sultanı Melikşah’ın emirlerinden Artuk’un ahfadı olan bir Türkmen sülâlesi olup Artuk’un iki oğlu, İlgazi ile Sukmân’dan gelen başlıca iki kola ayrılmışlardı. Cezirî’nin efendisi bu sonuncu kola mensup oluyordu. Artukoğulları Diyarbakır’da Selçuklular, Bizanslılar ve Haçlılar gibi güçlü komşuların arasında kararsız bir özerkliğe sahipken Selâhaddin (Eyyubî)nin zuhuriyle bu özerklik sona ermişti. Cezirî’nin efendilerinin ilki olan Nureddin Muhammed Selâhaddin’le anlaşıyor, o da ona Âmid (Diyarbakır) kentini iktâ olarak veriyor (1181). Cezirî’nin, kitabının VI. bölüm I. bahsinde çizdiği kapı “Âmid kentinde emîrin sarayı için dökme pirinçten yapılmış…” tı[55].

 Sarton’a göre Helenistik mekaniğinin Müslüman uygulamaları için bu kitap en iyi Arapça eser oluyor ve aşağıda mütalâa edeceğimiz Banû Mȗsa (IX. yy.ın ilk yarısı) ile başlayan Müslüman geleneğinin en yüksek derecesini temsil ediyordu. Eser, saf ilmî açıdan çok teknik açısından ilginçti[56].

 Cezirî eserine şöyle başlıyor: “… (şükür ve dua) Eski bilgin ve daha sonraki san’at erbabı, hünerli tertiplerin ustaları eserlerini, hava ile işleyenler gibi hareketler ve sabit ve şemsî saatler için su makinelerini ve doğal duruşlarından başka yerlere intikalleriyle birlikte tetkik ve mütalâa ettim. İnzivada ve kalabalıkta delillerin mazmunlarını mülâhaza ettim…”

 “Zamanımın emȋrleri ve çağımın feylosofları bana ilgi gösterdiler ve bundan inancımın fidesi meyvesini verdi… Âlim ve akillerin bazılarının cihazlar yapıp bunları tasvir ettiklerini gördüm…”

 “Diyarbakır emîri el-Sâlih Nasiruddin Ebü’l feth Mahmûd bin Muhammed bin Kara Arslan bin Davûd ibn Sukmân bin Artuk’un hizmetindeyim…”

 “Bir gün huzurundaydım ve bana yapmamı emretmiş olduğu bir şeyi takdim etmiştim. Bana ve yaptığım şeye baktı ve üzerinde düşündü… Dedi ki ‘eşsiz cihazlar yapmışsın…; üzerinde yorulduğun şeyi kaybetme ve onu tam olarak imal et. Benim için ayrı ayrı meydana getirdiklerini ve münferit kalem ve şekillerden seçmeleri bir araya getiren bir kitap terkip etmeni istiyorum’…”[57]

 Bu ifadelerden Anadolu’nun Müslüman kesimindeki fikir hayatı belirgin oluyor. Cezirî’nin faydalanabildiği “eski bilginler, san’at erbabı, çağının feylosofları, âlim ve akiller” var burada ve sultanlar da ilgi gösteriyor bunlara…

 Gerçekten “Birkaç yıl önce, Aya Sofya kütüphanesinde ağır tahribata uğramış Memlûk yazmasında kalan muhteşem minyatürleri görmek için İstanbul’a gittim. Batılı bilginler konik valf (musluk-ventil)ların ilk olarak Leonardo’nun resimlerinde görüldüğünü sanmışlardı; o ise ki Cezirî’ninkilerde bunlar mevcuttur. Keza daire parçası halinde dişli çarklar ilk kez Cezirî’de görülüyor; Batı’da bunlar Giovanni de Dondi’nin 1364’de bitmiş astronomik saatinde ortaya çıkıyor. Büyük Sienalı mühendis Francesco di Giorgio (ölm. 1501) ile bu kısmî çarklar Avrupa makine tasarımının genel lügatçesine dahil oluyor. Ve yine özellikle önemli olan, kapalı kalıp kutuları (dereceler) içinde doğal döküm kumuyla metal dökümünün ilk kez iltibassız (açık seçik) tasviri olup bu yöntem Batı’da on beşinci yy.ın sonuna kadar kullanılmamıştı. Bu misaller ve daha başkaları Batı’ya Helenistik, Uzak Doğu ve gerçekten Müslüman icatlarının intikalini akla getiriyor…” diyor Prof. Lynn White, mezkûr önsözünde ve bu arada da yakınıyor: “Ortaçağ Avrupa teknolojisi üzerinde kendi araştırmalarımda, kıyaslanabilecek Orta Doğu faaliyetleri üzerine bilimsel malzeme kıtlığıyla sürekli şekilde engellendim. İslâm hakkında bu denli az sağlam malûmat varken herhangi bir şeyin Batı’ya özgü olduğundan nasıl emin olunabilir?…”

 Mütercim D. R. Hill de buna katılıyor ve “Arap teknolojisi” üzerine çok az çalışmanın bulunduğundan şikâyet ediyor[58].

 Cezirî’nin kitabının Avrupa’nın çeşitli kentlerine dağılmış yazma nüshalarından başka, vaktiyle İstanbul’da bulunup dağılmış olan H. 715 / 1315 tarihli bir yazmayı M. Ağaoğlu tarif etmiş ve bunun Suriye mahreçli olduğunu belirtmiş. H. 756 / 1354 tarihli bir başkasının kalıntıları halen Topkapı Sarayı’nda 3606 No. ile mukayyet olup bunun Mısır’da istinsah edilmiş olduğu saptanmıştır.

 Topkapı Sarayı kitaplığındaki yazma ise, istinsah edilmiş nüshaların en eskisi olup XII. yy.ın ilk yarısına aittir. Böylece de Osmanlıların bu teknolojilere aşina oldukları tebeyyün ediyor.

 Cezirî’nin eserinin kısa tahlilinden sonra onun teknolojinin gelişmesinde selefleriyle muhtemel ilişkisini irdeleyeceğiz. Şimdilik eserleri bizce bilinen birkaç önemli teknologistten özetle söz edeceğiz. Ancak bunlardan Banû Musa’ bin Şakir’i sonradan yine, bu kez daha etraflı olarak, ele alacağız.

 Banû Musa’ b. Şakir (Musa’ b. Şakir’in oğulları)

Bu üç zatın adları Abû Cafer Muhammed, Abü’l Kasım Ahmed ve el-Hasan olup bunlar Üç Kardeşler olarak Halife Mamûn (813-833) zamanında marȗf babalarının ölümü üzerine bunlar mezkûr Halifenin himayesinde yetişmişler ve eserlerinin çoğunu onun halefleri döneminde vermişlerdir. Matematikçi, astronom ve bilimlerin mürevvici ve hamisi olarak servetlerinin büyük bölümünü Grek yazmalarının sağlanıp tercüme ettirilmesine hasretmişler. Bunların kullandıkları mütercimler arasında Hunain ibn İshak ile Sâbit ibn Kurra zikredilir. Birçok matematik, astronomik ve mekanik yazısı bunlara atfedilip bunlar arasında en önemlisi Terazi (farastûn) Kitabı ile kürenin ölçümü, açının üçe bölünmesi ve verilmiş iki miktar atasında iki ortalama oran Kitabıdır (bu Kitap Gherardo da Cremona tarafından “Liber triun fratrum de geometria – Üç kardeşin hendese kitabı” adı altında Latinceye çevrilecekti). Ayrıca açının sinematik sülüsünün alınması; elipsin (“bahçıvan tersimi”) odaklara bağlı bir iple çizilmesi zikredilir.

 Kardeşlerin her birinin oynadığı rolü tefrik etmek güçtür; bunlardan Öklid ve “Almagest” (Ptolemaios-Batlamyus tarafından, Antonius Pius zamanında yazılan ve İlkçağ’ın matematik bilgilerini özetleyen astronomi kitabı olup Araplarca Kitab-al-Macisti adıyla çevrilmiştir) hakkında araştırıcı ve mantıkçı olan Abû Cafer Muhammed (ölm.872-3) en önemlisi gibi görünmektedir; Ahmed özellikle mekanik, Hasan da hendeseyle ilgilenmişlerdir[59].

 Aşağıda bunların Kitâb al-Hiyal’i tafsil edilecektir.

 “Arşimedes”

Bu ilginç ve önemli eserin çeşitli müze kitaplıklarına dağılmış üç tam, bir de kısmî yazması bulunuyor. “Arşimedes”in saati’nin biri şüphesiz Philon, öbürü de muhtemelen Heron olan birkaç kaynaktan ayrıntıları bir araya getirmiş olan bir Müslüman mucidin eseri olduğu sonucuna varılıyor. Bu saatte mezkûr yazarların cihazları arasındaki birçok benzerlik bu hususta şüphe bırakmıyor. Kaldı ki kendisinden aşağıda söz edeceğimiz Rıdvan ile Cezirȋnin kendi sabit akışlı saatlerinin “Arşimedes”inkinden müştak olduğunu kabul etmeleri, klasik yazarlarla daha sonraki İslâm san’at erbabı arasında önemli bir bilgi intikaline delil oluyor.

 Kitabın tarihlendirilmesinde güçlük mevcutsa da şamandıra kabında şamandıranın tepesindeki konik valf tipinin Heron ve Philon’dan daha sonraki zamanlara ait olup Vitruvius’da görülmemesi bir ipucu sayılabilir. “Arşimedes”de betimlenmiş bu valfın ayrıntılarına girmeden kitabın VIII. yy.ın sonlarına doğru yazılmış çok eski bir Müslüman eseri olduğu söylenebilir. Bu takdirde de gerçek konik valf IX. yy.ın ilk yarısında geliştirilmiş olmalıdır şöyle ki Banû Mûsa’nın kullandıkları, tezgâhta dikkatle işlenmiş parçalardan oluşmaktadır[60].

 Devam etmeden önce bu üç kardeşin babaları Mûsa’ bin Şakir’in “Müneccim” olarak anıldığı ancak gençliğinde Horasan yollarının emniyetini selp eden bir becerikli eşkıya olduğu Bar Hebraeus (1226-1286) tarafından kaydediliyor. Nasıl olmuşsa sonradan herkesçe onun mümtaz bir heyetşinas ve 813’de Halife olmadan önce Merv (Horasan)’da mütemekkin Ma’mun’un karîni olduğu kabul ediliyor. Ölürken çocuklarını Ma’mun’a emanet ediyor[61].

 Yani bu çocuklar da doğruca Arap alanının dışından oluyorlar. Bundan önceki Bölüm’de ısrarla belirttiğimiz gibi bu işlere Arap sadece dilini vermiş, Arapça, Nil-Maverraünnehr alanının lingua fıanca’sı olmuş. Devam edelim.

 Abu Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Yûsuf al-Kâtib al-Hwârizmî Mafâtîh al-ulûm (Bilimlerin anahtarları)

Bu eser 975 ile 991 yılları arasında yazılmış olup teknolojik malûmatı içeren neşredilmiş az sayıda eserden biridir. Esas itibariyle en geniş anlamında kullanılmış bilimlerde geçen terimlerin bir lûgatçesi olmakta ve linguistik, şiir, musiki ve de tıp ile tabii ilimler gibi konuları içermektedir. Bizi burada ilgilendiren mekanizmalar (hiyal) olup bu da su makinelerinde kullanılan manivela, muhasara teçhizatı ve aksamını içermektedir. Her aksamın açık ve kısa bir betimlemesi, bazı etimolojik bilgilerle birlikte yapılmış. Eser, el-Cezirî’nin kullandığı parçaların birçoğunu tarif etmesi ve özellikle X. yy.ın sonunda teknolojik gelişmenin durumu hakkında bilgiler vermesi itibariyle büyük değer taşımaktadır[62]. Adından da anlaşıldığı gibi Hwarzimî de Arap kökenli değildir. Rıdvan ibn Muhammed ibn Ali, Fahreddin ibn al – Sââtî

Makineci ve tabip olan Rıdvân Şam’da doğmuş ve yine bu kentte ölmüş (1223- 1233 arası) olup burada al-Âdil Seyfeddin’in oğulları, Eyyubî emîrleri al-Fâiz İbrahim ile al-Muazzam İsa’nın hizmetine giriyor. İbn-i Sina’nın “Kanûn”una bir şerh ile yine onun kulunçlar üzerindeki risalesine bir zeyil yazıyor.

 Babası Muhammed ibn Ali ibn Rüstem al-Horasanî al-Sââtî 1146 ile 1169 arasında, Şam büyük camiinin Bâb-ı Cayrûn üzerindeki saati, Nureddin Mahmûd b. Zengi (1146 – 1173) zamanında imal etmiş ve ölümünden sonra tamir görememiş olan saat nihayet oğlu Rıdvân tarafından yeniden işler hale getirilmiş. Saati tasvir eden eser de 1203’de tamamlanmış.

 Elde bulunan tek nüsha Gotha Forschungsbibliothek de bulunup 1554’de İstanbul’da istinsah edilmiş olduğuna göre eser Osmanlılarca biliniyordu.

 Bu eser, Cezirî’nin çağdaş risalesinden sonra İslâm saatleri üzerinde en önemlisi olmaktadır. Saate mütedair en eski Arapça bilgi Cahiz’in Kitâb al-hayavan’ında (IX. yy. in ikinci yarısı), bulunuyor[63].

 Rıdvan’ın da Horasan kökenli olduğu babasının adından tebellür ediyor. O, bir tabip ve ayrıca da mantık ve felsefe bilgini bir kalem erbabı olarak tanınmış. Teknik bilgiden yoksun oluşu onun kitabındaki takdim şeklinden belli oluyor. Matematiği de iptidaî gibi görünüyor: π için 3 değerini veriyor, o ise ki Araplar 22/7 değerini kullanıyorlardı[64].

 Grek ve Bizanslı yazarların Arapçaya tercüme edilmiş eserleri arasında Heron’un mihaniki, 864’de Kustâ b. Lûkâ tarafından çevriliyor. Çeviri tarihi ile çevirmenin adı bilinmiyorsa da Philon’un Pneumatica’leri (havalı cihazları) elimize Arapça olarak geçiyor. Al-Kindî ye göre Heron coğrafya ve havalı cihazlar üzerine yazmış, ayrıca zamanın ölçümü için saatler ve sair alât imal etmiştir. Philon için de Kindî su çarkları (dolapları), değirmenler ve hünerli tertipler (hiyal) imalinde mahir olduğunu söylüyor. Aslında Banû Musa’nın tertiplerinin tetkiki, bunların doğruca Heron ve Philon’un işlerinden müştak olduklarını gösteriyor. Cezirî de kaynaklarından biri olarak Banû Musa’yı zikrettiğine göre, intikal zinciri, hiç değilse hünerli kaplar için, tamamlanmış oluyor.

 Bir mihanikî musiki âletinin imali üzerine Apollonius’a atfedilen risale, “Neccar, mühendis (hendeseci) Apollonius tarafından yazılmış Flâvta (flüt) çalgıcı makinesinin imali” adını taşıyordu. Cezirî, IV. Kategori’nin 7. Bahis’inde işbu tertibe atıf yapıyor ve mucidini “Hindî Neccar Apollonius olarak adlandırıyor. Buradaki “Hindî”, herhalde “Handasî” olacaktı.

 Wiedemann’a göre bu yazar, M.Ö. II. yy.ın sonlarında kendini göstermiş hendeseci Perge’li Apollonius idi. Hiç şüphesiz, bunun hendese üzerine eserleri elimize Arapça tercümelerinden geçtiğine göre, bu kişi Araplarca iyi biliniyordu; ancak o, bir san’at erbabı değil, bir matematikçiydi. Ayrıca bahis konusu risale, klasik kökenli olmaktan çok, her haliyle Bizanslı damgasını taşıyor. Yazar Bizans değirmenlerini (Rûmî) zikrediyor ve kendi menteşeli supaplarını, Bizans’ın neft fırlatıcısının (Bâb al – midfá) supapları gibi olduklarını anlatıyor. Bu itibarla bahis konusu kişi, Bizans’ta çalışan ve risalesi tercüme suretiyle Araplara intikal etmiş olan bir san’at erbabı olmalıdır[65].

 “Bunu elli numune içeren bir kitapta (mukaddima) topladım ve bu, altı kategoriye taksim edilmiştir. Tasvir ve belli parçalarda kusursuz oldum. Yazdıklarımda daha önceki kişilerde geçen yabancı isimleri kullandım ve bugüne kadar devam etmiş olanlara sarıldım; bazen başka tabirler gerekli oldu. Şöyle ki her çağın kendi öz dili ve her bilim adamı topluluğunun kendilerince anlaşılan teknik tabirleri ve alışmış oldukları teamülleri vardır. Her numune (şekl) için bir resim çizdim ve bunu, yol göstermek için harflerle işaretledim ve de bu harfler için alternatifler de vazettim.”

 “Kategori I     Saatlerin imaline dair olup bunlardan sabit ve şemsî saatlere geçiş ifade edilebilir

10 Bahis (eşkal).

 Kategori II      İçki içtimalarına uygun kap ve şekillerin imaline dair – 10 Bahis.

 Kategori III    Kan alma (phlebotomy) ve abdest için testi ve leğenlerin imaline dair – 10 Bahis.

 Kategori IV    Şekillerini değiştiren çeşme havuzları ve daimî flâvtalar için tertibata dair – 10 Bahis.

 Kategori V      Sakin ve derin olmayan sudan ve akan dereden su terfii için tertiplerin imaline dair

5 Bahis.

 Kategori VI    Farklı, birbirine benzemeyen şeylerin imali – 5 Bahis”

 Böyle söylüyor Cezirî, kitabının başında[66].

 Kitabın ayrıntıları bizim buradaki esas konumuzun dışında kalıyor. Ancak örneğin bir “hidrolik saat”le bir değirmen su çarkının ya da bostan dolabının mihaniki açıdan bağıntısı, ilgi çerçevemizin içinde kalıyor. Eski terminoloji ile günümüzün sözlük (lügat) ve/veya halk dili arasındaki ilişki de yine tekniklerin kökenlerine ışık tutacaktır.

 Cezirî’nin ilk iki saati açıkça “Arşimides”de betimlenmiş olandan doğruca iştikak etmiş olup keyfiyet Cezirî tarafından saklanmamaktadır. Şam’daki Cami-i Kebîr’in Bâb-ı Cayrûn’u üzerindeki mezkûr saat de, Rıdvân tarafından zikredilen “Arşimedes”inkine müşabihtir.

 Drachmann, “Arşimedes”in, birçok kaynaktan ayrıntıları biraraya getirmiş bir Müslüman mucidin eseri olduğu fikrini ileri sürmüştü; kaynaklardan biri şüphesiz Philon, öbürü de muhtemelen Heron idi. Vitruvius özellikle Ctesibios’un saatlerini intikal ettirmiş olmasıyla, kaynaklardan biri olmalıydı[67].

 Su terfi tertiplerine gelince şaduf- seren, hiç şüphesiz çok eskilere çıkar. Sâkiya, ya da sonsuz kepçe zinciri (bostan dolabı), Cezirî’nin çağından çok öncelerinden itibaren kullanılmaktaydı. Bir su çarkının tahrik ettiği bir dolap (noria), yaklaşık M.Ö. 210’da Philon tarafından tasvir edilmiş, M.Ö. 30’larda yazan Vitruvius da, âleti açıkça zikrediyor. Helenistik çağda bu tertip hızla bütün Ortadoğu’ya yayılıyor. Ancak Cezirî nin bundan “Sindî çark” olarak söz etmesi, bunun Kuzey-Batı Hindistan menşe’li olabileceğini akla getiriyor.

 Ana muharrik olarak su çarkı (dolabı)nın öyküsü hususunda önce Cezirî ve seleflerinin beyanlarından neler öğrenilebileceğine bakmakta fayda var. Bu yazar üç tür su çarkı kullanıyor: kepçeli çark (dȗllâb zû kaffât), yatay kanatlı çark (dûlâb zû rîshât), dikey kanatlı çark (dûlâb zû acniha). Bunların hepsi sudan enerji alıp bunu başka mekanizmalara intikal ettirmek için olup su terfiinde kullanılmamaktadırlar. Bu sonuncu amaç için kullanılan tek çark, mezkûr “Sindî” çark olmaktadır.

 Belki de en anlamlı cümle Cezirî’nin kendi küçük yatay su çarkının tasvirinde geçiyor: “kanatlar bir surn al – arhâ şeklini alacak gibi birbirlerinden ayrılmışlardır”. Mafâtih al-Ulûm’da şu tarifi buluyoruz: “surn al-rahâ, suyun çarptığı ve dönen rotor (davvâra); barkâr al-surn, bunun kanatlarıdır (acniha); barkâr da bir Farisî kelimenin muarrebidir”. Böylece de rahâ (çoğ. arhâ), “değirmen”in Arapça karşılığı olmaktadır. Hem Cezirî, hem de Mafâtîh al – Ulûm’da surn, su çarkının karşılığı gibidir. Banû Mûsa’da ufkî kanatlı çarklardan kendi iki çeşmelerinde söz ediyorlar.

 İşbu sergilenen az çok bölük pörçük kanıtlardan Cezirî’nin zamanında kullanılmakta olan değirmen çarkları hakkında açık bir fikir edinmek kolay olmamaktadır. Cezirî’nin en yakından ülfet ettiği Bizans değirmeninin yatay kanatlı çarkı haiz olduğu sanılır. Hwârzimî’nin bahsettiği kanatlı çarkın dikey mi, yatay mı olduğunu bilmiyoruz. Yatay idiyse, Ortadoğu’da gün görmüş olabilen ve “Norse tipi” denilen tüden olması gerekir; bu tür, geç Ortaçağ’a kadar rağbette olmuştu.

 Cezirî’nin sudan enerji almak için kullandığı kepçeli çark daha genel olarak ters yönde, yani bir su terfi cihazında suya hareket vermede kullanılmıştı. Cezirî kullandığı anlamda bu, bir ilkel Pelton türbini olmalıydı ki bu da, verimli olabilmek için yüksek bir su düşme mesafesini gerektirir. Ayrıca da suyun hassas olarak uygun bir profilin verildiği kepçelere yönlendirilmiş olması gerekir. Bu koşullarda Cezirî’nin herhangi türlü şekilde tasarlanmış ve alçak su düşme mesafesiyle çalışan kepçeleri ancak oyuncak şekillerin hareketine yarayabilirdi. Cezirî’nin işbu kepçeli çarkları noria prensibinden çıkartmış olması akla yakın düşmektedir. Bu çark tipi çoktan beri Hindistan ve Ortadoğu’ya yerleşmişti. Âsi ırmağı (Orontes) üzerinde Hama’daki büyük noria Cezirî’nin çağından az sonra inşa edilmiş olmakla birlikte, tasarım ve imalinin mükemmelliği uzun bir gelişme tarihini tazammun eder.

 Tek boğazlı kuyu makarasının çok eski bir âlet olduğunu vurgulamaya gerek yok şöyle ki M.Ö. VIII. yy.da Asur’da biliniyordu; Heron’un “Mihanik”inde çok boğazlı makara dizilerinden örnekler mevcuttur. Cezirî bunun için bakra sözcüğünü kullanıyor[68] ki bunu Kustâ b. Lûkâ’nin Heron çevirisinde ve “Arşimedes”de buluyoruz[69].

 Konumuz itibariyle su çarklarının tarihçesi üzerinde biraz daha duracağız.

Uygun koşum takımı ve cer hayvanlarının tırnaklarını etkin şekilde koruyacak vasatın bulunmaması nedeniyle, su değirmeni ortaya çıkana kadar muharrik olarak insan gücüne başvurulmuş. Böyle bir değirmenden ilk olarak Selanikli Antipater’in (M.Ö. I. yy.) bir şiirinde söz ediliyor. Strabo da (ölm. M.S. 21) “Mihridat’ın sarayı ve de su değirmeni Cabeira’da inşa edilmişti; burada hayvanat bahçeleri ve yakınında da av alanları ve madenler vardı” diyor[70] ve biraz aşağıda da “Pompey’in bir kente tahvil edip Diospolis (“Zeus’un Kenti”) tesmiye ettiği Cabeira daha sonra Pythodoris tarafından süslendi ve adı Sebaste’ye değiştirildi ve burasını kral ikametgâhı olarak kullandı” diye ekliyor[71].

Bunlar, hububatın öğütülmesi için en eski su değirmenleri oluyorlar.

En ilkel su değirmeni Grek türü olup çoğu kez yukarda bahsedildiği gibi Norse değirmeni tesmiye edilirdi (şek.- 61 A).

Şek. 61.- (A) Bir “yatay” su değirmeni, çark yataydır. Şaftın üst ucu üst değirmen taşına merbuttur. Küçük ama hızlı bir akım, düşme ile çarka tevcih edilir. (B) bir “dikey” değirmen, çark dikeydir. Bu, alttan, üstten veya ortadan (“göğüsten”) beslenir (şek. 62’ye bkz.) ve tahrik değirmen taşlarına dişliler vasıtasıyla intikal ettirilir.

Şek. 62.- (A) alttan beslemeli; (B) üstten beslemeli ve (C) göğüsten beslemeli çark diyagramı

Bu basit su değirmeninin kökeni bilinmiyorsa da daima dağlık bölgelerde sınırlı kalmış bu aygıtların bir köylü kültürünün ürünü olduğu söylenebilir. Bunlar çoğu kez bir su oluğu (mecrası) ve bunun ucundan bir düşme ile daha verimli kılınmaktadır. Bunların alçak verimi ticarî ölçüde un üretimine uygun olmayıp her değirmen tek bir çiftçinin sınırlı gereksinmesini karşılamış olmalıydı. Taşlar küçük olup yavaş dönüyordu, her devri, çarkın bir devrine tekabül ediyordu. Norse muhtemelen Orta-Doğu’nun dağlık bölgelerinde güngörmüştü şöyle ki Mısır ve Mezopotamya’da nehirlerin büyük yükseliş ve alçalışları bunların kullanılmasını olanaksız kılıyordu.

 Grek değirmeni, M.Ö. I. yy.da bir Romalı mühendise ilham kaynağı olmamış olsa idi, evlerin öğütme işini mekanize etmiş olmasına rağmen, fazla bir şey ifade etmeyecekti: Vitruvius, bildiğimiz gibi, daha verimli dikey değirmeni imal etmişti ve bunun için de dişli çarklar hakkındaki kendi iptidaî bilgisine Helenistik mihanikî maharetini eklemişti (şek. 61 B). Şek. 63’de bir Roma çarkının aslına uygun bir resmi görülür[72].

 Aks (şaft) ve yataklar gibi aksamdan da söz etmekte fayda mülâhaza ederiz şöyle ki bu vesileyle gerek bu bölüm, gerekse bundan sonraki ciltlerde geçecek konstrüktif ayrıntıların kökenlerine ışık tutabilir.

 Yatak kavramı çok eski antik çağlara dayanır; M.Ö. IV. binde aşağı Mezopotamya’da çömlekçi tornasında kullanılmış. Metal metale yataklar Grek ve Romalılarca mutat olarak kullanılmış olup Heron, Mihanik’inde, uçlarına bakır kılıf geçilmiş muyluların bakırla kaplı yataklarda döndüklerini anlatıyor. Roma yakınlarında Nemi Gölü’nde suyun altında bulunan ve tahminen M.S. 40’lara ait bir yatak parçası, muylularında bronz bilyeleri haizdi ve bunlar, bir küçük heykeli taşımış olabilen bir diski taşımaktaydılar. Çin’de, nakil araçlarının aks muylu ve yatakları, Chou ve Han Sülâleleri zamanında bronz veya demirdendi. M.Ö. II. yy. Çin’inde bilyeli yatağın varlığı saptanmıştır.

 Yağlama kavramı da yine eskidir. Mısır savaş arabaları greslenmiş ve kuma karşı korunmak için meşinle kapalı yatakları haiz bulunuyordu. Batı’da ise Ortaçağlarda bir gerileme olmuş ve doğruca ahşap yataklar kullanılmış. Demir yatak ve muylular XIV. yy.dan itibaren kule saatleri ve sair teçhizatta kullanılır olmuş.

Şek. 63.- Cassino civarında Venafro (İtalya)dan bir alttan beslemeli Roma su çarkının modeli. Üstüne akmış lava çıkan izden tersim edilmiş. Ölçek: 1/30 (History of technology’den)

 Cezirî’nin çeşitli yataklar için kullandığı tabirler de ilginç olabilir. Küçük eksen (şaft)lar için yataklar haraza tesmiye edilmekte. Devam etmeden önce hemen belirtelim: haraza-hareze, Ml, Mr, Gaz’de “kuyuların ağzına geçirilen oymalı taştan yapılmış çember, kuyu bileziği”; harazan (harazan daşşağı), “pulluğun önünde bulunan tekerlek (Ar, Kr), sabanı ya da pulluk terleklerini boyunduruğa bağlayan ağaç”tır, halk dilinde[73]… Yani hem “çember” olarak “yatak”ı, hem de “ağaç” olarak “aks”ı ifade ediyor… Kaldı ki “bu sözcük (haraza) bir oniks (Hacıbektaş taşı) parçaya açılmış bir delik için de kullanılır; halk arasında bunun adı caz’a’dır”[74].

 İşbu caz, “İnşa teknikleri” cildimizde karşımıza çıkacak. Şimdiden özetleyelim. “Ctesibios’un (saate mütedair) icadı bu hızı tanzim edip ona geçen zamanı takip etme imkânını vermekten ibaretti. Hadsî olarak sukbeden çıkışın ancak kapıdaki su seviyesinin sabit tutulması ve sukbe çapının aynı kalmasıyla mümkün olabileceğini fark etmişti. Delik, pislikle tıkanabilirdi ya da erozyonla büyüyebilirdi; pislik, berrak su kullanarak, erozyon da sukbeyi altın veya oniks gibi sert taştan yaparak önlenirdi. Arap yazarlar sukbeyi caz’ tesmiye ediyorlar; bunun manası oniks veya akiktir” diye anlatıyor Sarton[75].

 Günümüzde caz, Siirt’ in geleneksel tipte ev ve sair inşaatında kullanan ve bir alçı taşından yapılan harç-bağlayıcı malzemenin adıdır. Devam edelim.

 Cezirî akslarını, yapacağı işe göre tahta, bakır veya demirden imal ediyordu ve bunları mihvar tesmiye ediyordu. Davison’a göre tam ahşap yataklar Batı’da XIV. yy.a kadar kullanılmıştır. Eğer böyle idiyse, bütün yatakları metal üstüne metal olan Cezirî bu bapta Avrupa teknolojisinden ileri oluyordu. Kağnı teker askı ve bunun üstüne yataklanan araba gövdesinin de ahşap olduğunu, karakteristik gıcırtının bundan ileri geldiğini hatırlayalım. “Münakale teknikleri” bahsinde konunun ayrıntılarına gireceğiz.

 Suyun terfi ve isalesinde kullanılan borular, mecralar, sifonlar hususunda Heron ve Philon, eserlerinde bunların imaline dair ayrıntılara girmiyorlar, çok miktarda kullandıkları borular muhtemelen bakırdan yapılmıştı. Vitruvius, su için kurşun ve toprak boruların çeşitli işlerde şartnamelerini veriyor[76].

 Rıdvan bize boruların bakır levhayı kıvırıp kenarları lehimlemek suretiyle imal edildiğini anlatıyor. Başların bir tarafı şişiriliyor, öbür borunun ucu buna geçiyor (şimdiki “ambuatmanlı” borular gibi). Şişirilen uca “dişi”, dar uca da “erkek” deniyor. Bazen de borular pirinçten yapılıyormuş. Borular bükülecekleri zaman (dirsek vs. imali için) içlerine önce kurşun dolduruluyor, büküldükten sonra kurşun eritilerek alınıyor (günümüzde bu aynı iş, borunun içine ince kum doldurularak yapılıyor).

 Valf (şupap) ve musluklar üzerinde eğlenmeyeceğiz.

 Philon’un Arapça yazmasında bir eğilen kaşık-kepçe bulunmaktadır ki bu “Arşimedes”tekine çok benzemektedir. Eğilebilen kovanın “Arşimedes”in eğilebilen kaşığından iştikak etmiş olabileceğini görmüştük. Cezirî bunu tekâmül ettirmiş olmalıydı.

 Kap ve şamandıralar döğme bakırdan yapılıp parçalar bindirmeli olarak birleştirilir ve lehimlenir. Cezirî ile Rıdvan bunların suyla temas eden kısımlarının kalaylanmasında ısrar ediyorlar. Hazneler, Cezirî, “Arşimedes” ve Rıdvan’da hizana olarak geçiyor ki[77]; Günümüzde hızan-hızman-hınzan, bağ evi (Mş, Dy, El, Ada, Ar, Ezc, Ank); hızna-hizan da kiler (El, Ml) karşılığında halk dilinde kullanılıyor ve sözcüklerin hepsi, “hazne” gibi, bir istiap kavramı ile ilişkili oluyor.

 Kökenleri hususunda başlarda kısaca bilgi verdiğimiz Banû Musa’nın yaşam öyküsü de konumuz bakımından ilginç olmaktadır. Söylemiş olduğumuz gibi babaları Musa, oğulları Muhammed, Ahmed ve Hasan’ı Ma’mun’a emanet etmişti. O da bunlara bakıcı olarak İshak b. İbrahim al-Musa’bî’yi tayin ediyor. İshak da bunları, eğitimlerini tamamlamaları için bayt al-hikma (irfan evi)ya veriyor. Genel olarak bunlar hendese, hünerli cihazlar – tertipler (hiyal), musiki ve hey’et (astronomi)de mahir olarak ün yapıyorlar. Kardeşlerin en nüfuzlusu olan büyükleri Muhammed hendese ve hey’ette uzmanlaşmış ve ortanca Ahmed’den, hiyal dışında bütün bilimlerde üstün olmuş. Hasan ise hiç açık vermez hafıza ve büyük bir istidlal kabiliyeti sahibi parlak bir hendeseci olarak biliniyor. Bir gün bir rakibi, onu Halife’nin gözünden düşürmek için onu Öklid’in Elementler kitabının on üç bahsinden sadece altısını okumuş olduğunu ileri sürüyor. O da bunun kendisi için gereksiz bulunduğunu zira Öklid’in herhangi bir problemine istidlâlle yanıt bulabileceği cevabını veriyor. Ma’mun, Hasan’ın kabiliyetini kabul etmekle birlikte onu affetmiyor ve “tembellik seni kitabın tümünü okumaktan alıkoymuş, bunlar elif, be, te, she dilde ne ise, hendesede odur” şeklinde azarlıyor.

 Kardeşler bayt al-hikma’ya girdikleri zaman fakir ve ihtiyaç içindeydiler, ama Ma’ınun’un halefleri dönemlerinde varlıklı ve nüfuzlu oluyorlar. Varlıklarının ve çalışmalarının büyük kısmını eski yazarların eserlerinin araştırılmasına vakfediyorlar, Bizantium’a bu tür malzeme arayıp bunu Bağdad’a getirmeleri için hey’etler gönderiyorlar. Muhammed’in de bizzat Bizantium’a gittiği rivayet ediliyor. Ünlü mütercim Sabit b. Kurra, Bağdad’a dönüşü sırasında Muhammed’e refakat ediyor ve çalışmalarına onun evinde başlıyor. Kardeşler her ay, bayt al-hikma’da çalışan bir mütercim grubuna yaklaşık beş yüz dinar ödüyorlar. Bu mütercimlerin en mümtazları Sabit b. Kurra ile Hunayn b. İshak olup bunların her ikisi de Grekçe, Süryanîce ve Arapçaya bihakkın vâkıf bulunuyorlardı. Bunlar çok sayıda eseri Arapçaya çevirmekle kalmayıp önemli ölçüde yeni eserler de veriyorlar. Muhammed bu kişilerle, özellikle Hunayn ile dostane ilişkiler içinde olup o da hamisinin isteği üzerine kitaplar çevirip telif ediyordu. Bu eserlerin birçoğu tıbbî konular üzerine idi ki bu da kardeşlerin ilgisinin fizikî bilimlerle sınırlı olmadığını gösteriyor. Gerçekten Sâbit b. Kurrâ, kendisinin de Banû Mûsa ile birlikte müşahede ettiği bir atmosferik olay üzerine bir takrir kaleme alıyor.

 Bilim adamı ve bilim adamı hamisi rollerinin dışında kardeşler, özellikle Muhammed, Halifeler tarafından çeşitli girişimlerde kullanılıyorlar ve Bağdad’ın hareketli siyasî yaşamına dâhil oluyorlar. al-Mâ’mûn’un emriyle ilk yerine getirdikleri görev, yer küresinin muhitinin eski yazarlarca gösterilmiş olan 24 000 mil uzunluğu kontrol etmek oluyor. Bunun için, bir rasıt grubu ile birlikte Kuzey Irak’ta müstevi al-Sıncar çölüne gidiyorlar. Bir esas nokta tespit edip buradan Kutub Yıldızı’nın irtifaını ölçüyorlar ve yollarını bir iple ölçüp kazıklarla işaretleyerek düz bir hat üzerinde, Kutub Yıldızı’nın irtifaı bir derece artana kadar yürüyorlar. Bundan sonra bu aynı süreci Güney’e doğru tekrar ediyorlar ve daha sonra da Güney Irak’ta Kûfa nahiyesine giderek benzer ölçümleri burada icra ediyorlar. Vardıkları değer, bir enlem derecesi başına 66 2/3 mil olup bu da yer küresinin muhiti olarak 24 000 mil ediyor.

 Muhammed ile Ahmed daha sonra nafıa işleriyle görevlendiriliyorlar. Halife al-Mutavakkil için yeni al-Ca’farî kentini inşa etmekten sorumlu yirmi kişilik gruba dâhil oluyorlar ve Basra ile Vâsit arasında bir kanalın hafir işini idare ettikleri zikrediliyor. Bu alanlarda, daha başkalarında da olduğu gibi, rakiplerine hilm ile yaklaşmıyorlar ve kendilerine ilimde rakip olarak gördükleri kişilerin aleyhine dolap çevirdikleri rivayet ediliyor. Meşhur feylosof al-Kindî’ye düşman oluyorlar ve onu Mutavakkil’in gözünden düşürüyorlar. Halife feylesofun kamçılanmasını emrediyor ve kardeşlere adamın kütüphanesine el koyma müsaadesini veriyor. Bunlar iyi bir mühendis ve al-Kindî’nin dostu olan Sanad b. Ali’yi de Halife’nin gözünden düşürüyorlar. Halife, kardeşleri Ca’feriyye kanalının hafri ile görevlendirdiğinde bunlar işin taşeronluğunu “hiçbir zaman bir işi bitirmemiş olduğundan, bilgisi başarısından büyük olan” Ahmed bin Kasîr al-Firganî’ye veriyorlar. al-Ferganî nivelmanda ciddi bir hata yapıyor, şöyle ki kanal istenilen derinlikte dolmayacaktı. Bu söylenti Mutavakkil’in kulağına gittiğinde Muhammed ile Ahmed’i, bunun doğru çıkması halinde kanalın kenarında çarmığa gerdirmekle tehdit ediyor. Ümitsizlik içinde bunlar Sanad b. Ali’ye başvuruyorlar; o da, al-Kindî’nin kitaplarının kendisine iade edilmesi şartıyla yardım vaat ediyor. Bu yapıldıktan sonra Sanad Halife’ye hata olmadığını söyleyecektir; zira Dicle en üst seviyesinde olduğundan hata dört ay müddetle tespit edilemeyecektir; bu arada müneccimler Mutavakkil’in bu sürenin dolmasından önce öleceğini haber veriyorlar. İki ay içinde Halife katlediliyor ve suikastçılar mücazattan kurtuluyorlar.

 Son yıllarında Muhammed, Türk emirlerin devletin fiilî murakabesini ellerine geçildikleri dönemde saray politikasına derinlemesine dalmıştı. al-Muntasir’in ölümünden sonra, al-Kindî’nin dostu olan Ahmed b. al-Mu’tasim’e tercihan al-Musta’in’in halifeliğe getirilmesi hususunda başarılı çaba harcamıştı. Bundan sonra Halife ile ona başkaldıran kardeşi arasındaki iç savaşta arabuluculuk rollerini üstleniyor.

 Banû Musa’nın mütercim ve bilim adamlarının çalışmalarını teşvik edip beslemesi hiçbir zaman abartılmış olamazsa da bunların bizatihi bilimsel başarıları da büyük önem taşımaktadır. Bîrûnî bunların şemsî yılın uzunluğunu ölçtüklerini zikrediyor. Kardeşlerin eserlerini İbn al-Nedîm ile İbn al-Kiftî yirmi kalemde sıralamışlar. Bunların arasında Kitâb al-Hiyal, en önemlisi oluyor [78].

 Birçok Helenistik site arasında en güzel numune, Küçük Asya’da muhteşem bir mevkide inşa edilmiş Bergama olmuştu. Üç çay bu noktada birleşiyor ve lâtif vadilerin yakınında dik bir tepe yükseliyordu. Buranın hükümdarları tepeye, bölgeye hâkim olabilecek bir akropol inşa etmişlerdi. Aşağı kent tedricen meydana gelmişse de onun altın çağı, İskenderiye’den bir asır sonra, ikinci yy. olmuştu. Ancak en tehlikeli rakipleri, Goluaları (ya da Galatialıları) bozduktan sonra ekonomik ve kültürel gelişmeleri ciddî olarak başlayabilmişti. Galatialılar ilk olarak Suriye’nin Selefkî kralı Antiokos I Sôter tarafından M.Ö. 276’da, sonra da yine Attalos I Sôter tarafından M.Ö. 235’de mağlup edilmişlerdi; bu sonuncu kral bir müddet sonra Bergama Kralı unvanını alacak, Selefkî krallığından önemli bir parçayı kendisininkine ekleyip Roma ile tehlikeli flörtüne başlayacaktı. Siyasî içgüdüsü zayıf olmakla birlikte san’at ve edebiyatın büyük hamisi olarak kendini ispat etmişti. Bergama’nın İskenderiye’ye rakip olmasını istemişti ve başkentinin inşasını bir Grek mimara tevdi etmişti; o da, yamaçta değişik düzeylerde inşa edilen kamu binalarının bütün ihtişamıyla belirmelerini sağlamıştı.

 Bergama Rönesans’ı Attalos I (M.Ö. 241-197) zamanında başlayıp oğlu ve halefi Eumenes II (M.Ö. 197-60) zamanında doruğa erişti. Bergama, Helenistik dünyanın en güzel sitelerinden biri oldu. Onun son derecede önemli veçhelerinden biri de özenle planlanmış su isale ve dağıtım sistemi olmuştu. Su, Madaras’ın ucundan alınıp mecralar onu vadilerin arasından neredeyse akropolün deniz seviyesinden 332 m. yükseklikteki tepesine taşımışlardı. Su isale hattı ve şebekesi son derecede uzundu ve içindeki basınç da 16 ilâ 20 atmosfer kadar yüksek olmalıydı. Boruların içinden geçtikleri delik taşlar bulunmuşsa da, yerinde boruya rastlanmamıştır. Bunlar kurşundan mı, yoksa pirinçten mi idiler? Bazı seramik borular ele geçmişseler de bunların Bergama yapısı mı, yoksa M.Ö. 133’de başlayan Roma hâkimiyet dönemine mi ait oldukları bilinmiyor. Bu sonuncuların çapı 6 ilâ 9 cm., uzunlukları da 48 cm.dir[79].

 Pamukkale (Dz) yolu üzerinde bulunan Eskihisar köyü yakınındaki Laodikya antik kentine[80] su getiren sistem, son derece ilginç olup kendi türünde nadir örneklerdendir. Kent M.Ö. 281-253 yılları arasında kurulmuş, su sistemi bu dönemde inşa edilmiş.

 Laodikyalıların kente su getirme çabaları, önlerine çıkan derin vadi ve bunların iki yanlarındaki tepeler tarafından zorlanmış, bunları aşmak için gerekli aködüklerin birkaç katlı olmasını gerektirmiştir. Bunun türlü nedenlerle (deprem, inşa zorluğu) olumsuzluğu karşısında soruna yeni bir çözüm getirilmiş: derin vadi, sıvıların “bileşik kaplar” özelliğinden faydalanılarak geçilmiş (şek. 63a). Bunun için 80 cm3lük dikdörtgen prizma biçiminde kalker blokları kullanılmış, bunlara 40 cm. kadar çapında delikler açılarak bloklar bütün yamaçlar boyunca yan yana dizilmiş ama araya herhangi bir harç konmamış. Bundan Laodikyalıların isale ettikleri suyun kimyasal niteliklerini de bildikleri anlaşılıyor şöyle ki karstik özellikli olan bu su, blokların ve deliklerin arasından bir süre akıp gittikten sonra bir traverten çöküntü bırakarak aralıkları tıkamış (ve bittabi 40 cm.lik isale deliğinin çapı da zamanla küçülmüş)[81].

 İlerde, “İspençiyarȋ teknikler” bahsinde ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi en eski Grek Tıbbî eserleri, iyi suyun sağlık için esas olduğunu yazıyorlar. Ve “iyi” suya kavuşmak için Helenler rahatlıkla Yakın-Doğu’da uygulanan yöntemleri benimsemişlerdi: Atina’da, Pentelicus dağından su getiren su yolu (aködük) kanât tipindendi ve yeraltı mecrası her 15 m.de bir hava bacasına sahipti.

Şek. 63a. – Laodikya su yolunun kesiti (İ. Unutmaz’dan).

 Eski Helenistan’da yine çok yaygın bir ikinci tip de taşlarla taşınan pipe-line’dı; bu, rahatlıkla membaından vadiler arası ve tünellerle en kısa yolu takip edebiliyordu. Bunun en eski örneği Samos su yoluydu (muhtemelen M.Ö. VI. yy.).

 Yukarda söylediğimiz gibi Bergama’da çok cüretli bir yeni hidrolik tertibi, sifon, ithal edilmişti ve böylece de pahalı tünel inşası ya da cazibe ile isalenin gerektirdiği uzun ve dolambaçlı mecradan kaçınılmış oluyordu (şek. 64).

Şek. 64.- Bergama su yolunun, iki vadiyi ve araya girmiş sırtı aşıp az çok düz bir hat üzerinde akropole yükselen kesiti (M.Ö. 180) (A History of technology’den)

 Romalılar, sifonu, daha güvenilir olduğu için bir aködük sistemiyle değiştirmişlerdi. Bunlar vadiler üzerine köprü kurup sadece tepenin ayağındaki sitenin yeni kısımlarına su getirmişlerdi. Eski borular da herhalde o zaman sökülmüş olmalılar.[82]

 

* *

Hindistan’ da yağmur suyu kuyu, hazne ve kanallardan yapay sulama ile takviye edilirdi. Babür bizim için iki en mutat kuyudan su çekme yöntemini anlatıyor. Bunlardan biri, öküzlerin makara üzerinden çektikleri meşin kovalarla (çaras) olup rahat veya arhat, yani noria oluyor. Bir de ağırlıkların kullanılması esasına dayanan denkli var. Sulama amacıyla akar suların önleri bentlerle kesilip büyük su hazneleri meydana getiriliyor. Firuz Şah’ın (1351-88) bunlardan birkaç tane yaptırdığı söyleniyor. XVI. yy.da inşa edilmiş bentle meydana gelmiş Udaypur gölünün başlarda muhiti 40 mile varmış. İnsan gücüyle açılmış kanallardan Firuz Şah’ın Batı Jamunâ kanalı, Şahcihan tarafından ihya edilmiş. XVI. ile XVIII. yy.lar arasında da birçok önemli kanal, Hindistan tarımına yardımcı olmuş.[83]

 Böylece gerek “İslâm imparatorluğu, gerekse de bu dinin sonradan egemen olduğu alanlarda (Anadolu) tarım tekniklerinin yanı sıra bu ana faaliyet dalının vazgeçilmez bir rüknü olan sulama için gerekli tertipleri kısaca gözden geçilmiş olduk. Bunların günümüzdeki tarım tekniklerine etkileri sırası geldikçe belirtilecektir.

 

[1] Andrew M. Watson.- op. cit., s-1.

[2] İbn Haldun.-Mukaddime I. Haz. Süleyman Uludağ. İst. 1982. s. 470-2

[3] Zikreden G. E. von Grunebaum.- The sources of Islamic civilisation, in The Cambridge History of Islam, Vol. 2B. Cambridge 1977, s. 469.

[4] Patricia Crone-Meccan trade and the rise of Islam. Princeton University Press. 1987, s. 4-5 ve infra 7.

[5] Richard W.Bulliet.-The camel and the wheel. Harvard University Press, Massachussetts, 1975, s. 105.

[6] ibd.

[7] Patricia Crone.- op.cit., s. 8-10.

[8] Sinan Küneralp.- Some notes on the economy of Ottoman Yemen (1870-1918), in Studies on Turkish-Arab Relations. Annual 3. İst. 1988.

İsmet Zeki Eyüboğlu.-Türk dilinin etimoloji sözlüğü. İst. 1988, s.74-5.

[9] Hamit Zübeyir Koşay.-Türkiye halkının maddî kültürüne dair araştırmalar I. çiftçilik, in TED I, 1956 s.9

[10] Andrew M.Watson.-. op. cit., s. 9-14.

[11] B. Lewin.-al-Dinawarî. Abû Hanifa, in EI.

[12] Mustafa al-Shihabi.- Filâha (Middle East). in EI.

[13] Claude Cahen.-Notes pour une histoire de l’agriculture dans les pays musulmans médiévaux, I. Coup d’oeil sur la littérature agronomique musulmane hors d’Espagne, in JESHO XIV/1, April 1971, s. 63- 65.

[14] Fuat Sezgin.-Geschichte des arabischen Schrifttums, B. IV. Alchimie-Chemie – Botanik – Agricultur bis ca. 430 H., Leiden 1971. s. 318-9.

[15] Muhammad El Faiz.-Salinité et histoire de I’Irak pré-islamique, in JESHO XXXIII/1, Febr. 1990, s. 114-5. infra 2

[16] Claude Cahen.- op. cit., s. 65-66.

[17] ibd., s. 67.

[18] Akdeniz kıyısında bir Finike kenti. XX. sülâleden itibaren Mısır ile devamlı ilişkileri oldu. M.Ö. 140’da yıkılıp Romalılar tarafından yeniden kuruldu. Berytos, İmparatorluk çağında hukuk okuluyla ün saldı. Kalıntıları Beyrut yakınında (ML).

[19] Anadolu’da. Kapadokya bölgesinde bir kent

[20] Fuat Sezgin.- op. cit. s. 310-318.

[21] C. Brockelmann -Dîneverî. in İ. A. ve B. Lewin.- al-Dînawarî. in EI.

[22] Bkz. Muhammad Hamidullah.- Dinawariy’s Encyclopaedia Botanica (Kitâb an-Nabât) in the light of fragments in Turkish libraries, in Fuat Köprülü Armağanı, s. 115-206.

[23] Mohammed el Faiz.,- op.cit. s. 103-113.

[24] DELT.  s.89 ve B.Oğuz.- C.I. s.434.

[25] Andrew M. Watson.- op. cit. . s. 77-81.

[26] ibd., s.87-8 ve infra 2. s. 185.

[27] Ch. Pellat – Mihrâth. in EI.

[28] 1045 No.lu hadîs. Sahîh-i Buhârî muhtasarı. Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, C. VII., Ank. 1974. s. 126.

[29] Bkz. ibd. s. 117-126.

[30] İbn Haldun.- Mukaddime, (haz. Süleyman Uludağ). C. II., s. 929.

[31] Ch. Pellat.- op. cit.

[32] A.K.S. Lambton.- Filâha (Persia), in EI.

[33] Andrew M. Watson – op. cit., s.103-111.

[34] M.Streck.- Kanât, in İA.

[35] A.K.S. Lambton.- Kanât (in İran ), in EI.

[36] Coll. Kanât (in Arab countries ) in ibd.

[37] Daniel Balland.- Les eaux cachées des oasis, in Le Courrier de l’UNESCO,  janvier 1994,  s. 30-3.

[38] J. Kraemer.- Bi’ r, in IE.

[39]  M. Streck.- op. cit.

[40] Cl. Huart – (H. Massé).- Band, in EI

[41] A.K.S. Lambton.- Ma’ (irrigation in Persia), in EI.

[42] ibd.

[43] Louis Hambis.- Irrigation (Extrême – Orient), in DAT.

[44] Bahaettin Ögel.- İslamiyet’ten önce Türk kültür tarihi. Ank. 1962, s. 42, 89. 164, 336.

[45]Vitruvius.- op. cit. X / IV. I -4

[46] yani kalınlık/uzunluk oranı=1/12

[47] “3-4-5 kaidesi”.

[48] Vitruvius X / VI, 1 -4.

[49] ibd. X /VII, 1-5.

[50] Bkz. C.I, s. 325-8. 339-41 ve fot. 3, 4, 5, 12, 13, 14.

[51] op. cit., II, s. 303-7.

[52] D.R. Hill.- Ma’ (hydraulic machines ), in EI.

[53] Lynn White. Jr.- Foreword, el Cezirî’nin ” The book of knowledge of ingenious mechanical devices” (Transl. by Donald R. Hill) kitabının önsözünden.

[54] İhsan Şungu vc Ragıp Ziya Mağden. (derl.) Türk ziraat tarihine bir bakış. Birinci köy ve ziraat kalkınma kongresi yayını. İst. 1938. s. 25.

[55]ibd. s. 191.

[56] George Sarton.- Introduction to the history of science, Vol. II. Part II. Baltimore 1953, s. 632.

[57] İbn al-Razzaz al- Jazarî.- op. cit., s. 15.

[58] ibd.. s. 8.

[59] George Sarton.- op. cit., Vol. I., s. 560-1.

[60] al – Jazarî.- op. cit. s. 10. Giriş (D. R. Hill)

[61] Banû Mûsa’ bin Şâkir.- The book of  ingenious devices (Kitâb al-hiyal), trans. Donald R. Hill, Dordrecht ( Holland ) 1979, s. 3.

[62] al-Jazarî., op. cit., s. 10-11.

[63] G. Sarton.- op. cit. II / 2, s. 631-2.

[64] al – Jazarî.- op. cit., s. 11.

[65] ibd., s. 11-2

[66] ibd., s. 16

[67] ibd., s. 271

[68] Bkz. Burhan Oğuz., C. I.. s. 331-2 ve fot. 8 ve 9

[69] al – Jazarî.- op. cit., s. 275

[70] Strabo.- The Geography XII. 3.30 Loeb classics, transl. H. L. Jones. Vol. V., Book XII., London 1969

[71] ibd. XII. 3.31. Sebaste, Selçuklar, Sivaslı ve Pınarbaşı civarında-Bkz. W.M. Ramsay Anadolu’nun tarihî coğrafyası, çev. Mihri Pektaş, İst. 1961. s. 148

[72] Coll.- A history of technology, ed. Charles Singer ami all., Vol II, Oxford 1972, s. 593-8

[73] DS VII., s. 2286

[74] al-Jazanî.- op. cit., s. 276

[75]George Sarton.- A history of science, vol. 2, N.Y. 1970, s. 344 ve infra 7

[76] Vitruvius VIII /6

[77] al – Jazarî.- op. cit., s. 275-7

[78] Banû Mûsa bin Shâkir.- The Book of ingenious devices (Kitâb al-Hiyal) transl. Donald R. Hill, Dordrecht (Holland) 1979, s. 4-6

[79] George Sarton.- A history of science, vol. 2, N. Y. 1970, s. 362-3

[80]  Bkz. Burhan Oğuz.- Türk ve Yahudi kültürlerine bir mukayeseli bakış, İst. 1990  C.2, Fot. 101 a-b. ve bu kitapla Fot. 26

[81]  İrfan Unutmaz.- Laodikya antik su yolu. Anadolu’da 2 bin yıllık mühendislik harikası, in (Cumhuriyet Gaz.) BİLİM TEKNİK 165. 12.05.90

[82] A. History of technology, s. 667-9

[83] İrfan Habib.- Filâha (India), in EI