Artık Anadolu Beylikleri’nden geçerek Osmanlı alanına ayak atmanın zamanı geldi. Ama tarihin bu dev uzviyetinin teşrihine girişmeden önce, buraya kadar kullanmış olduğumuz bazı temel ıstılahatı tam sıhhate (precision) kavuşturmamız gerekir. Dememiş miydik, Selçuklu ve onun halefi Osmanlı Devletleri esas itibariyle birer Türk-İslâm Devleti’dir diye? O halde işbu Türk-İslâm alaşımındaki oranlar nedir? Hangi koşullarda bu alaşım optimum oranlarını bulmuş? Alaşımın “İslâm” öğesinin kendisi, ne dereceye kadar “saf”?… Bu sorulara kesin yanıt vermeden mikroskobumuzun merceklerinin mihraklarını tam olarak ayarlamamız beklenemez.
Gerçekten “On asırdan fazla bir zamandan beri Türkler, İslâm âlemi dediğimiz dinî ve kültürel camia’nın (communauté) içinde, onun en mühim unsurlardan biri olarak bulunmuş… Kültür tarihi bakımından Türklerin İslâm medeniyetinin teşekkülündeki rollerinin mahiyeti daha anlaşılmamış yahut yeni yeni anlaşılmaya başlamıştır. Müesseseler tarihi ve bilhassa… hukukî müesseseler tarihine gelince, bu hususta orta zaman Müslüman hukukçuların dar ve şematik nazariyelerinden dışarı çıkılmamış, yani Türkler dâhil olmak üzere bütün Müslüman kavimlerde müşterek ve menşeini dinden aldığı cihetle, değişmez bir İslâm hukuku telâkkisinden ileri gidilememiştir. Bu dogmatik telakki çerçevesinden çıkmayanlar için, İslâm hukuku dairesinde fakat ondan ayrı bir Orta zaman Türk Hukuku’ndan bahsetmeye, Türk hukukî vicdanının doğurduğu hukukî-müesseselerin mevcudiyetini kabul etmeye imkân yoktur. İşte hukukçularımız arasında şu son senelere kadar hâkim olan kanaat, bundan ibaretti…”
“Türklerin İslâm kültürü çerçevesinde kendilerine has bir âmme hukuku yaratıp yaratmadıkları meselesinin tetkikine girişmeden evvel, ona takaddüm eden diğer bir meselenin aydınlatılması zarurîdir: Türkler İslâmiyet’i kabul etmezden evvel, kendilerine has hukukî müesseselere malik değiller miydi?… Türkler gibi eski zamanlardan beri büyük siyasî heyetler kurmuş bir milletin ise, yalnız hususî hukuk değil, bilhassa âmme hukuku bakımından da kendisine has müesseseler vücuda getirmiş olması gayet tabiidir…”
“…Hayat tarzları itibariyle Orta zamanda göçebe ve yarı-göçebe Türk zümreleri de mevcut olmakla beraber, nomadisme’i, İslâmiyet’ten evvelki Türk cemiyetleri için esasî bir karakter gibi telakki etmeye imkân yoktur. Mamafih… birbirinden çok farklı şekilleri bulunan nomadisme’in, içtimaî tekâmül bakımından, geri bir safha olduğunu ve göçebe kavimlerin maddî ve manevî yüksek bir kültürden ve hukukî teşkilâttan mahrum bulunduklarını zannetmemelidir. Tarih ve sosyoloji tetkiklerinin bugünkü neticeleri, bu yaşayış tarzında da yüksek bir kültür seviyesine erişmek mümkün olduğunu meydana koymuş, hatta Yukarı-Orta zaman’da Avrupa’nın yerleşmiş halkının kültür bakımından, Eurasia’nın göçebe kavimlerinden ne gibi iktibaslarda bulunduğunu göstermiştir… bazı göçebe Türk zümrelerinin; bu fatih ve istilâcı adlı göçebelerin, dahilî teşkilât yani idarî ve siyasî müesseseler bakımından da ileri derecede olmaları gayet tabiidir…”
“Daha eski zamanlardan beri teşkilâtçılıkla ve devlet kuruculukla tanınmış olan Türklerin vücuda getirdikleri bu devletlerin hukukî müesseseleri birbirleriyle mukayese edilince, aralarında birçok benzeyişler, hatta ayniyetler olduğu derhal görülüyor: âmme hukukuna ait bir satım conception’lar ve onlarla bağlı bir takım hukukî şekiller, sonra bir takım rütbe (dignité) veya memuriyet (fonction publique) isimleri, bazen asırlarca fasıla ile birbirinden çok uzak sahalardaki Türk devletlerinde göze çarpıyor… Küçük, fakat çok dikkate lâyık bir iki misal ile bunu göz önüne koyalım:”
“Hiong-nu teşkilâtında on ikisi sağ, on ikisi sol olmak üzere yirmi dört büyük memuriyet vardı; memuriyetlerin böyle sağ ve sol diye ikiye ayrılışını Tu-kiularda gördüğümüz gibi, sonradan meselâ Oğuzların içtimai teşkilatında,[1] Moğollarda, Harzemşahlarda, Memlûklerde, Akkoyunlularda, Safevîlerde de görüyoruz… Bir rütbe veya memuriyet ifade eden Türk unvanlarını da aynı suretle birbirinden çok uzak sahalarda teşekkül etmiş Türk devletlerinde asırlarca fasıla ile müşahede etmek kabildir. XI. asırda Müslüman Karahanlılar devletinde, XII-XIII. asırda da Hindistan Türk devletlerinde mevcut olan yugrus unvanını Avarlar’da görüyoruz… Tu-Kiularda ve Uygurlardaki bazı protocolaire unvanlara Karahanlılar, Selçuklar, Artuklar, İlhanlılar gibi muahhar sülâlelerde tesadüf edilmesi de âmme hukuku sahasında eski ananelerin devamına bir delildir…”
“…Bir sual kendiliğinden hatıra gelir: hukuk tarihinin mütearifelerindendir ki iktibaslar ve taklitler hususî hukuktan ziyade âmme hukukunda daha fazla göze çarpar… birbiriyle temasta bulunan kavimler, kültür seviyeleri ne kadar yüksek olursa olsun, diğer sahalarda olduğu gibi hukuk ve bilhassa âmme hukuku sahasında da birbirlerinden daima iktibaslarda bulunmuşlardır, bu itibarla, Orta zaman’da birbirlerinden çok uzak coğrafî muhitlerde, çok farklı maddî ve manevî şartlar içinde tekamül eden Türk hukukî müesseselerinin, Türklerle münasebette bulunan muhtelif kavimlerin mümasil müesseseleriyle karşılıklı tesir ve aksi tesirlerde bulunmaları pek tabiidir…”[2]
Cengiz’in idaresi altında birleşmiş Türk-Mogol kavimlerinin o görkemli örgütlenmesi, bir örgüt geleneği olmadan gerçekleştirilemezdi. Gerçekten Moğolların “Orta Asya göçebelerinin geleneksel silâh ve tabiyesine bağlı kalmakla beraber geliştirdikleri askerî teşkilât ancak II. Dünya Savaşı’nın olanaklarıyla geçilebilecek” demiştik, daha önce.[3] Daha 1934’de Dr. Curt Alinge Leipzig’de “Mongolische Gesetze, Darstellung des geschiebenen mongolischen Rechts” adıyla Moğol kanunlarını bir araya getirmişti.[4] “Giriş” kısmında da “Bu dış eksikliklere bir de hiç olmazsa Roma ve Alman hukuku içinde yetişmiş olanlar için, bir iç eksiklik eklenmektedir: Roma hukukçularının birçok katlı yüksek ve şaşaalı binası yanında fakir bir kulübe gibi gözükmesi gereken göçebe hukukunun iptidailiği. Ancak her ikisinin de yetiştiği toprak aynıdır: burada da, orada da, kusur ve mesuliyet, mülkiyetin korunması, ölenlerin terekesinin ne olacağı düşüncelerini, suç karşılığı olarak cezayı, haleldar olan menfaatlerin önceden belli şekiller içinde ileri sürülmesini görüyoruz. Üstelik ele geçen materyalin çok boşluklu olmasına rağmen, bir göçebe milletteki hukukî ihtiyaçların hususiyetlerini ve hukukun meydana getirilmesini, başka hiçbir yerde, Moğol hukukunda olduğu kadar keskin bir şekilde ortaya koymak hemen hemen mümkün değildir…” diyor. Çevirici Dr. Üçok da, “Önsöz”ünde “Orta Asyalı göçebe bir milletin hukuku olmak bakımından Moğol hukukunun eski Türk hukuku ile müşterek birçok noktaları olduğu muhakkaktır. Ayrıca Cengiz’in kurmuş olduğu büyük imparatorluğun sınırları içinde birçok Türk boyları ve devletleri de kalmış olduğundan bu hukuk bundan sonraki Türk hukukuna doğrudan doğruya tesir de etmiştir…” diye ekliyor.
Devam edelim Köprülü’yü dinlemeye.
“…Türklerle komşu yaşamış muhtelif kavimlerin âmme hukuku, üzerindeki Türk nüfuzunu zikredebiliriz. Rusların, Sırpların, Macarların siyasî ve hukukî tarihleri hakkında tetkikatta bulunan âlimler, bunu açıkça göstermişlerdir… Türkler İslâmiyet dairesine girdikleri zaman eski ve kuvvetli bir hukukî kültüre maliktiler.”
“…Türkler, İslâmiyet’i kabulden sonra Müslüman hukuku esasları üzerinde muhtelif devletler kurdular. Acaba bunların âmme müesseseleri, umumiyetle iddia edildiği gibi, münhasıran İslâm âmme hukuku esasları üzerine mi dayanmaktadır? Diğer bir ifade ile bu Türk devletleri kendilerinden evvelki veya muasırları olan İslâm devletlerinin mümasil müesseselerini sadece taklit ile mi iktifa etmişlerdir? Bu sualin cevabını verebilmek için iptida İslâm hukukî müesseselerinin ve bilhassa İslâm âmme hukukunun mahiyet ve inkişafına tarihî bakımdan süratli bir göz atmak zarurîdir.”
“Fıkıh denilen İslâm hukuk sistemi, menşeini dinden almakla beraber, İslâmiyet’in yayıldığı ve yerleştiği yeni sahalardaki mahallî hukuk ananelerinin de tesirleri altında muhitin içtimai-iktisadî zaruretlerine tetabuk ederek teşekkül etmiştir. Emevîler zamanında başlayan bu nazarî orthodox sistematizasyon, bilhassa Abbasîler zamanında, onların Sünnî mezhebini kuvvetlendirmeyi istihdaf eden siyasî gayelerle yaptıkları teşvikler ve onu nazarî sahadan adlî tatbikat sahasına geçirmeleri sayesinde tamamlandı. Âmme hukuku sahasında da, fiilî vaziyeti dinî esaslara bağlamak gayretiyle, ilk nazarî construction’lar yine bu zamanda vücuda getirildi…”
“…Menşeini Kitap ve Sünnet’ten, yani iptidaî Arap örfüyle Muhammed’in kanun koyucu şahsiyetinden almakla beraber bu hukuk, muhtelif yabancı hukuk sistemlerinden müteessir olmuş ve bilhassa Jurisprudence’ın yaratıcı faaliyeti İslâm hukukundaki tabiriyle içtihat sayesinde, o devirlerin iktisadî ve içtimaî zaruretlerini karşılayan geniş bir sistem halini almıştır. Bu sistemi vücuda getiren unsurlar içinde Kitap ve Sünnet’in hissesi… ancak yüzde birdir.[5] Buna rağmen, nazarî sistem olarak fıkıh, dinî mahiyetini asla kaybetmemiştir. Tatbikata gelince… bu nazarî ve ideal sistem hiçbir zaman tam olarak tatbik edilememiş, Emevî ve Abbasî hükümdarları birçok defalar devletçe görülen zaruret karşısında Peygamber’in vazettiği ahkâma mugayir hükümler isdarına mecbur kalmışlardır… Emevî hükümdarları… hareketlerini din ahkâmıyla telif etmeyi hiç düşünmemişlerdir ve fıkıh, onların devrinde asla bir müspet hukuk (droit positif) kıymetini alamayarak da fazla theolojik bir spekülasyon mahiyetinde kalmıştır. Açıktan açığa theokratik bir ruh ile mücehhez olan Abbasî devrindedir ki bu nazarî hukuk, yavaş yavaş genişleyerek ve muhitin şartlarına tetabuk ederek, resmen ‘hukukî hayat kaidesi’ olarak tanınmıştır. Fakat bu devrede bile, sistematik fıkıh kitaplarında gördüğümüz bütün ahkâmın fiilen tatbik olunduğu zannına düşmemelidir. İçtimaî ve iktisadî zaruretler, iki türlü juridiction’un teşekkülünü icap ettirmişti: İslâm hukukunu tatbik ile mükellef ve devletçe mansup kadıların şer’î kazâ’sından (juridiction eclésiastique ou religieuse) başka, yine devletçe mansup salâhiyettar memurların örfî kazâ’sı (juridiction laïque’) vardı ki, devletin yüksek otoritesinden çıkıyordu…”
“…Sukutuna kadar tribal mahiyetini muhafaza eden bu devlet (İslâm devleti), merkezî idaresini Suriye’deki Bizans hukukî ananelerine göre tanzim etmiş, daha doğrusu, eski idare makinesini aynen alıp kullanmıştı. Mısır, Mezopotamya, İran gibi eski bir kültüre malik sahalarda da, İslâm fütuhatından evvelki müesseseler devam ediyordu. Meselâ vergiler, mahallî idare teşkilâtı, fetihten evvelki gibi idi… Bağdat sarayı, Sasanî ve Bizans sarayları örnek tutularak… hukukî sembolleriyle teessüs ediyor. İslâm dinî hukukunun, tabii Sünnî şeklinin, sistematizasyonu ile hem zaman olan bu lejislasyon faaliyeti Abbasi hükümdarlarını, onlara meşruiyet verdirmek, âmme müesseselerini hiç olmazsa nazarî olarak dinî hukuk ile telif etmek için hukukçuları teşvike sevk ediyordu… Abbasî hükümdarlarının bu gayretini tabii görmek icap eder, çünkü onlar kendilerini yalnız bir imparatorluğun cismanî hükümdarı değil, İslâm ümmetinin (Eglise) ruhanî reisi, yani bir Souverain – pontife addetmektedirler ki, asıl İslâm zihniyetine yabancı olan çifte hâkimiyet mefhumunun Bizans ve İran müesseselerinden şuursuz bir şekilde alındığını[6] G. Demombynes haklı olarak söylemiştir…”
Sanki Osmanoğlu’nun kaderini seyrediyoruz… Şu farkla ki o, bütün bunları, “şuurlu” bir şekilde yapmıştı. Devam edelim.
“…Mamafih, menşei ne olursa olsun, bu büyük imparatorluğun âmme müesseseleri mühim bir inkişaf göstermiş ve ondan ayrılan parçalar üzerinde kurulan muhtelif devletler için de bir iptidaî kadro vazifesi görmüştür.
“İslâm hukuku ve bilhassa âmme müesseseleri hakkındaki bu umumî mülâhazalardan sonra, Müslüman Türk devletlerinin şer’î hukuk haricindeki législatif faaliyetleri ve bilhassa, siyasî ve idarî müesseselerini kurarken Müslümanlıktan evvelki hukukî ananelerden ne dereceye kadar müteessir olduklarını en umumî hatlarıyla araştırabiliriz. Abbasîler ilk devirlerinde imparatorluğun en yüksek mevkilerine yükselen bazı Türk şeflerinin ve daha sonra Türk emir-ül-ümeralarının, şer’î hukuktan ziyade devletin hâkim otoritesinden doğan lâyık hukuka kıymet verdiklerini gösteren bazı deliller, vardır: Mısır’da Tulunlar sülâlesinin müessisi olan Ahmet bin Tulun zamanında, cismanî mahkemeler, ikame edilen davaları o kadar âdilâne hallederlerdi ki, kadıya hiç kimse müracaat etmezdi; bu suretle; Mısır’a yedi sene kadı tayin olunmamıştı…”
“Gaznelilere gelince, iptida Sâmânîlere tâbi bir devlet olarak kurulmakla beraber, vaktiyle asırlarca Eptalit İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında kalmış kesif Türk unsurlarıyla meskûn sahaları da kendisine ilhak suretiyle inkişaf eden bu imparatorlukta, Türk hükümet ananelerinin tesirlerini daha kuvvetli olarak görmek mümkündür. Gerçi, mutaassıp bir Sünnîlik siyaseti takip eden ve Bağdat sarayıyla çok samimî münasebetlerde bulunan bu devlet, âmme müesseselerini Âbbasî-Sâmânî modeline göre tanzim etmekle beraber, ordu teşkilâtında, rütbe ve memuriyet adlarında, bilhassa kendisinin Türk kabileleriyle olan hukukî münasebetlerinde, Kök-Türk ve Eftalit hukukî ananelerinden de müteessir olmuştur… Gaznevi hükümdarlarının, İslâm siyasetlerine rağmen, devlet otoritesini ve legislatif kuvvetlerini daima kullandıkları, malî siyasetlerinde fıkhın tahdidi hükümlerine hiç aldırmayarak örfî tekâlif koydukları, kadıların dinî juridiction’u haricinde devlet organlarının örfî juridiction’larının mevcudiyeti, Türk kabileleri arasında şerî değil örfî hukukun hâkim olduğu,[7] hülâsa, nazarî İslâm hukukunun hiçbir suretle tecviz edemeyeceği birçok şeylerin Gaznevî imparatorluğunda kuvvetle yaşadığı muhakkaktır. Birkaç misal: Gaznevilere ait Farisî metinlerde birtakım memuriyet isimlerinin basında geçen buzurg kelimesi, Türk unvanlarında çok geçen ulug tabirinin karşılığıdır; yine Farsça sipehsâlâr, Türkçe Sû-başı mukabilidir…” hani Osmanlı Dersaadet’inin sokaklarını “hizaya getiren” sûbaşı!… Devam edelim.
“…Bu muğlâk meseleler hakkında şimdiden katî hükümler kabil olmamakla beraber Selçuk müesseselerinin muhtelif menşelerden geldiği muhakkaktır[8]; Gaznevîler teşkilâtı vasıtasıyla intikal eden Abbasî-Sâsânî ananeleri Gaznevîler ve Karahanlılardan intikal eden Eftalit, Kök-Türk ve Uygur ananeleri ve nihayet imparatorluğun asıl kurucusu olan Oğuzların kabile ananeleri; işte bütün bu muhtelif hukukî unsurların birbirleriyle karışmasıdır ki, Selçuk müesseseleri dediğimiz complexus’u vücuda getirmişti… Şimdiden söyleyebiliriz ki Selçuk İmparatorluğu’nun ilk devirlerinde Türk hususiyetleri pek barizdir; hâkimiyet telakkisinde ve sembollerinde, hükümdar tarafından verilmesi mutat umumî ziyafetler gibi… hukukî bir mahiyet almış bazı âdetlerde, rütbe ve memuriyet isimlerinde, askerî teşkilâtta Karahanlılarda gördüğümüz hükümet ananeleriyle, tribal mahiyette Oğuz Ananeleri çok açık görünür: yabgu, inal, inanç, kutlug, tekin, sübaşı gibi eski Türk unvanları, gerek bunlarda, gerekse Selçuk ananesini devam ettiren muahhar Türk devletlerinde daima mevcuttur…”
“…Bütün bu izahlardan anlaşılıyor ki, geniş ve kuvvetli nüfuzu muahhar asırlardaki siyasî teşekküller üzerinde de devam eden Selçuk müesseselerinde Türk âmme hukukunun hissesi büyüktür…”[9]
[1] Bkz. C. I. s. 248-250.
[2] M. Fuat Köprülü.- Ortazaman Türk hukukî müesseseleri, in TTKg, II, s. 383-93.
[3] C. I., s. 186. D. Sinor.- Les relations entre les Mongols et l’Europe jusqu’à la mort d’Arghun et de Bela IV in CHM III/1, 1956.
[4] C. Alinge.- Moğol kanunları, Çev. C. Üçok, Ankara 1967.
[5] Tarafımızdan belirtildi.
[6] Tarafımızdan belirtildi.
[7] Tarafımızdan belirtildi.
[8] Tarafımızdan belirtildi.
[9] M. F. Köprülü.- op. cit., s. 394-412.