Üretimde Kadının Rolü

Kültür Eserleri > THKK 2/C - Tarım Teknikleri > Üretimde Kadının Rolü

Üretimde Kadinin Rolü

Geleneksel tarımcı – hayvancı bir Anadolu kadınının üretimdeki rolünün tetkiki belki de dayının aile içindeki mümtaz mevkiinin izahına yardımcı olacaktır. Bu araştırma konumuz tam bir anthropolojik yaklaşımı aşacaktır şöyle ki emek ana konusuna, bilinçaltının deneyimini hesaba katan eşsiz bir uygulama olarak yaklaşacaktır. Özellikle sosyal bir olgu olma niteliği ile emek, bilinçaltının gerçeğini bir ortak plan üzerinde ortaya koyuyor. Şu kadar ki emek “sosyolojinin bir anahtar kategorisi” ise, aslında yanlış olarak “besbelli” bir sorunun, cinsiyetlerin farkının, açıklayıcısı oluyor demektir. Emek theması sosyoloji içinde kalamıyorsa bunun nedeni tarihselle yapısalın buluştukları noktada bulunmasıdır. Bu buluşma gözlerimizin önünde yavaş ama şaşırtıcı şekilde gerçekleşiyor ve bunda kadın “artık kendini simgeleştirmeyen gerçek içinde bir şeyin… aksak işleyişinin belirgisi, yani görünür tezahürü oluyor”.

Tanrı kavramı, daha başından itibaren bilinçaltında ve toplumsal yaşamda bir eril baba suretini yerleştirmiş olup işbu yapısal gereksinim, sosyal ve tarihsel gerçekte hiçbir yerde, yetkenin kadınların elinde bulunduğu anaerki bulunmamış olduğunu izah eder gibidir. “Toprağın mülkiyeti, servetin intikali, siyasî yetkeler (köy ölçüsünde ya da daha geniş politik yetkeler) erkeklere aittir”, ve de kadınlar aile ocağını özel mekânı lehine kamu mekânından dışlanmışlardır. Kadınların itilmeleri, hâkimiyet altında bulunmaları ve bağımlılıkları evrensel olgusu, hiçbir zaman yadsınmamış cinsiyetlerin bütünleyicilik tarzına dayalı olarak işleyen bir geleneksel dünyanın mantığına aittir.

Gizli pazarlıkların konusu, mübadele akçesi olan kadın, tıpkı çocuk gibi, çalışma ile ne söz hakkına ne de kimliğe kavuşuyor[1].

Bu mülâhazalar Cuisenier’ninkilere tetabuk ediyorsa da tarihte bunlardan sapmaların birçok örneği mukayyettir.

Nitekim aşağıda bunların aksini, kadının ekonomik yaşamda önemli rol aldığını göreceğiz.

Gelip geçmiş Asianiklerin varlığından çok, yaşayanların, arkaik aşamalarındaki âdetleri, tarihçiyi ilgilendirir. Makul görünen yüksek ihtimalli tek faraziye, işbu ulusların çoğunun bir maderşahî-anaerkil rejim altında yaşadıklarıdır. Helenistan’da, Mezopotamya’da, Hint’te, ailelerin, bazen de devletlerin başat olarak kadının otoritesini tanıdıkları eski bir dönemin hatırası hukuk, efsaneler ve kültlerde kendini muhafaza etmiştir. Tanrısalın her tür eril şeklinden çok daha eski Büyük Tanrıça, Toprak Ana’nın yetkesi, Antikçağ boyunca çok çeşitli şekillerde tamamen tarihî bir olgu olarak karşımızda duruyor: Mısır’da, Suriye’de, Phrygia’da, Mezopotamya’da; öbür yandan, Uzak-Doğu’da, Türk-Moğollarda, çeşitli göstergeler ilk şamanların cadı kadınlar olduğuna işaret ediyor şöyle ki kâhin tabip (medicine men)’lerde kadın kılığına girmek gelenek halindeydi. Tarımsal uygarlıkla anaerkil rejim arasında bağlantı, geniş ölçüde saptanmış olmaktadır.

Ama iş metalürjiye, silâh imaline geldiğinde, bu ağır uzmanlık dalı, değerlerin altüst olmasına götürecekti. Buna girişen erkek “lonca”ları, hiç şüphesiz, bir “feminist” rejimde sivrilmişler ve bu rejimin son bulmasına yardımcı olmuşlardı[2].

Sümerlerin Asianik tabiatı hâlâ kadınların ellerinde tuttukları dinî ve siyasî önemde belli oluyor ki bu, sonuncuların üstün mevkii haiz oldukları bir dönemin anısı oluyordu. Her sitenin tanrıçası, gerçek kraliçe, müvellid ailevî ve siyasî intikallerin ve de tarımsal verimin sorumluluğunu yükleniyor. Kadın burada, kız kardeşleriyle evlenip böylece özünü güçlendiren bir Mısır sülâle kurucusunun hanesinde olduğu gibi efendinin eşi değildi; aksine, tanrının izdivacı onun tanrısallığını sağlayacaktı. Gerçekten, Mezopotamya tarihinin en iyi bilinen çağlarında, hierogami (kutsal izdivaç) her zaman, “mysterion”ların en kesini olarak görülecektir[3].

“Lysyalılar aslen, eski zamanlarda Grek olmayan ulusların oturduğu Girit’ten gelmişler… Âdetleri itibariyle Giritlilere, bazen de Kanalılara benzerler ama âdetlerinin birinde, babanınki yerine ananın adını alma hususunda tekdirler. Bir Lysyalıya kim olduğunu sorunuz, size kendi adını ve anasının adını, sonra da büyük anasının ve nenesinin adını ve ilâh, sayarak cevap verir…” diye anlatıyor Herodotus (I / 173)

“Geleneksel dünyanın mantığı” bağlamında yukarda irdelediğimiz “başlık” konusuna kısaca dönelim.

Kuzey Mezopotamya’da, şimdiki Kerkük yakınlarındaki eski Nuzi sitesi kazılarında çıkan çok sayıda tablet – belgede, evlenmelere dair ayrıntılar görülüyor. Kaide olarak bir izdivaç aktinde iki ödeme şekli geçiyor: başlık ve trahoma. Başlık, kızı veren aile ile kızı alan aile arasında bir muamele olmak itibariyle, izdivaç akitnamesinde çoğu kez zikrediliyor. Başlığın miktarı, çoğunlukla zaman içine yayılmış taksitlerle birlikte ödeme koşulları saptanıyor. Birçok belgede de canlı hayvan, gümüş vs. gibi menkul değerlerin devri bahis konusu oluyor ki bu “filânca kız için para” tesmiye ediliyor. Her ne kadar burada “başlık” lafı geçmiyorsa da bu doğruca bunu ifade ediyor. Birçok toplumda, Hindistan’da ve Çin’de, Anadolu’da olduğu gibi başlık en alt sınıflarca uygulanıyor. “Hiç şüphesiz ekonomik veçhesi bulunan bu muamelenin, bir eşya ya da canlı hayvan satın alınması anlamına gelmesi şöyle dursun, başlık uygulamasının bulunduğu toplumlarda böyle bir yorum doğruca haysiyet kırıcı olarak telakki ediliyor. Bazı toplumlarda başlık, sadece, toplum içinde tedavüle giren muayyen eşyalarla ödeniyor ve aileden aileye el değiştiriyor. Başlık emtiasının işbu tedavülü, intikalin fevkalade kuvvetli ritüel veçhelerinin bulunduğunu gösteriyor ve bu husus, ekonomik veçhelerinin lehine olarak, gözden uzak tutulamaz.”[4]

“Nuzi’de (bu noktada Mezopotamya’nın gerisinde olduğu gibi) başlığın bu çizgide mütalâa edilmesi gerektiğine inanıyorum. Başlığın ekonomik veçhelerini yadsımak istemiyorum. Ama bunları satış-alım yerine ritüelin âlemine yerleştirmenin daha önemli olduğunu düşünüyorum. İçinde satış-alım terminolojisinin aşikâr şekilde bulunmadığı başlık akitnamelerinin ifade tarzı bu iddiamı doğruluyor.”[5]

Bu doğrultuda olmak üzere, başlığın bazen paradan başka emtia ile tesviye edilmesi, paranın “değeri” üzerinde düşünmeye sevk ediyor. “Anadolu halklarının sosyal tarihinde, çok daha büyüleyici Grek sitesinin veya Hitit imparatorluğununkinde olduğu gibi, her şey paranın bir hesap aleti işlevini gördüğünü ama bu araçla hesaplanan kazançların azamiye vardırılması, varlığın erekliliklerinde, çok daha yüksek değerlere bağımlı olduğunu gösteriyor.”

Paranın kullanılması, ekonomik faaliyet amacının parasal ifadelerle değerlendirilmiş bir kazanç olduğunu hiçbir surette göstermiyor. Böyle olunca da başka uygun göstergeler aranacaktır: üretim birimlerinin teşekkülünde, birim başına toplam üretimde hayvansal üretim ve genel olarak ekonomik faaliyetlerin yönlendirilmesinde pazarda akrabalığın sırasıyla sahip olduğu pay. Köy içinde ekonomik birimler arasındaki ilişkiler başlıca akrabalık tarafından ayarlanmaktadır[6]. Başlık alışverişi de yeni akrabalıkların teessüsünü sağlamıyor mu?

* * *

Tarihin beşiği Sümer’de site idarecilerinin karıları tanrıça Bau’nun mabedinin idaresini üstleniyorlardı. Bu küçük bir iş değildi şöyle ki başlarda en azından elli kişi istihdam ediliyordu ve zamanla bu sayı artmıştı, şu kadar ki bazı metinler buraya bağlı bin beş yüz erkekten söz ediyorlar ve bu “ev halkı”, Bau’nun mabedi ya da ev halkı tesmiye edilmişti.

İdarî işlerin büyük bölümü tarımla ilgiliydi ve bu faaliyetin bütün veçheleri vali karılarının ev halkının denetimindeydi: Sebze ve meyve bahçeleri de faaliyet alanı içindeydi ve denetim ekme, hasat etme ve ambarlama, kanalların bakımı ve teçhizat sağlanmasını kapsıyordu. Ev halkı büyük-küçükbaş hayvan, domuza sahip olup yüz kadar balıkçı da istihdam ediliyordu. Dokuma işleri gibi bazı sınaî girişimler de ev halkının faaliyetleri arasına girmiş olmalıydı. İşgücü geniş bir erkek kadrosunun yanında, daha çok kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Ve bütün bu çalışanlar arpa, ekmek, süt, malt ve yün tayını ile tediye ediliyorlardı.

III. binin sonlarının arşivleri, kadının rolünü de belirtiyor. Sargon dönemi Umma’dan bir Ur-Shara ve Ama-e çiftine ait bir arşive sahibiz. Koca, hayvancılık üzerinde uzmanlaşmışken karısı, Ama-e, büyük topraklara tesahup ediyordu ve hasat ve tohum masraflarının mukayyet olduğu metinlerde adı geçiyordu. Ayrıca yün ve metal işleri yaptığı da sanılıyor. Keza Sargon dönemi resmî belgelerinde kadın hür olarak hareket edebilmekte olup ev alıp sattığı, başkasına kefil olduğu ve mahkeme usullerinde yer aldığı görülüyor. Ve bunun dışında daha nice festival idaresi ve resmî ve ciddi ekonomik görevlerde karşımıza çıkıyor, Sümerli kadın.

Ama Sümer’de kadın sadece idari işlerde faal olmakla kalmayıp işgücünün büyük bölümünü de oluşturuyor. İlk Girsu Sülâle bilgilerinden kadının rençperlik ettiği, tayın cetvellerinden anlaşılıyor. Onun dokumada geniş ölçüde istihdam edilmiş olması keyfiyeti, konumuz dışında kalıyor. Umma’da tarım, savunma, tane taşıma ve aktarma, çalı ve diken sökme ve saban oluklarından keseklerin kaldırılması işinde faal olarak görülüyor.

Ama her şeye rağmen de idari işlerin anahtarı erkeklerin elinde bulunuyor ve bu hususta zikrettiklerimiz istisnaî halleri ifade ediyor. Ekonomik gücün çoğunluğunun erkeklerin elinde bulunduğu aşikâr oluyor. Buna karşılık da bağımlı rençper olarak işgücünde kadının rolü açıktır. Erkekler gibi çalışmakla birlikte tayınları daha azdır.[7]

Bütün veriler eski Mezopotamya’da kadının toplumun her düzeyinde rol oynadığını gösteriyor. Girsu’da prensin karısı e’-munus, yani geniş bir tarımsal ve ticarî müessese ve atölyeyi işletiyor. Kish’de, Sümer Kraliyet Kral Çizelgesi’ne göre, bir eski meyhaneci kadın, Ku.bawa, bir süre tahta çıkıp hüküm sürüyor ve tarihte mukayyet ilk kadın hükümdar oluyor. Sosyal basamakların öbür ucunda kadınlar hizmetkâr olup genellikle “köle” olarak tercüme edilen geme generik (cinse değgin) ifade ile gösteriliyorlar. Aslında bu, bir yetke ilişkisine, bir grup ya da bir bireyin bir diğerine bağımlı bir statüsünü ima ediyor. Bu iki uç arasında kadınlar her yerde vardırlar; rahibeler, atölye yöneticileri veya posta başıları vs.

Görebildiğimiz kadarıyla, çeşitli idari ve dinî işleve sahip olanlar Lagash toplumunda üç büyük gruptan seçiliyorlardı. Bu üç grup mensupları benzer işlev ve memuriyette bulunurlar, aynı kazanç ve imtiyazlara sahip olup ellerinin altında geçim ve tayın için tarlalar vardı, bazı festival günlerinde özel yün, dokuma veya besin maddesi payı alırlardı. Bütün bu gruplar, göz önünde cinsiyetlerinin ötesinde hiçbir fark arz etmeyen hem erkek, hem kadınlardan oluşuyordu. Kısaca, III. Bin Mezopotamya toplumunda kadınlar, sosyal statüleri ne olursa olsun erkeklerle aynı şekilde davranıp eşit koşullarda bulunurlar, aynı görevleri üstlenirler ve aynı imtiyazlara sahip olurlardı.

Mamafih, erkek mukabillerinden daha az tayın alan atölyelerde hizmetkârlar istisnasını bir yana bırakıp işin esasına baktığınızda kadınların başlıca dam, “zevce”, ama, “ana”, nin “kız kardeş” veya dumu, “kız evlât” olarak nitelendirildiklerini görürüz. Başka deyimle bunlar bir başkasına ait olup sırasıyla kocalarına, babalarına ve çocuklarına bağımlı olarak belirirler. Keyfiyet, kâtiplerin mutat olarak kadının öz adını atlayıp “filâncanın karısı” diye yazmalarından açıkça görülür.

Bu itibarla kadınlar erkek akrabalarının mertebelerine sahipseler de bu, onların gölgesinde yaşadıkları anlamına gelmiyor ve bu keyfiyet kesin olarak zamanın özel veçhelerinden biri oluyor. Aşağıdaki üç örnek kadınların yüksek bir bağımsızlık derecesi ile kamu yaşamında payları olduğunu gösterir:

1- Örfî olarak bazı töresel vesilelerde, ileri gelenler hükümdara armağanlar, takdim ederlerdi. Burada kocaların ve karılarının, hediyelerini ayrı ayrı sunduklarını görüyoruz.

2- İdareci Subur’un karısı olan bir kadın, kocasının sağlığında e’-munus’un kademeleriyle, kocasının müdahalesi olmadan, doğrudan ilgilenmektedir; kamış demetleri teslim etmiş ve bir toprak parselinin kullanılma hakkını almıştır.

3-  Bir evli kadın kocasının müdahalesi olmadan birine kefil olabiliyor veya gayrimenkul mal satın alabiliyor.

Bunlardan birkaç sonuç çıkarabiliriz: 1. Ev halkı işlerinde kadın mutat ve daimî olarak erkek akrabalarıyla birliktedir. Sümer toplumu nispeten eşitçi gibi görünmektedir.Bununla birlikte kadın sadece koca satışta ortaksa onunla aynı düzeyde olur. Öbür yandan koca, satıcılardan biri ise, bu takdirde kadın çocuklarıyla aynı düzeyde olur. 2. Aile etrafı arasında bir satışa ortak damat ya da gelin varsa, ortaya sorun çıkıyor. Üç şecerî kola, babanın ya da erkek kardeşin, kocanın ve nihayet oğlunkine bağlı bulunan kadın, bu şecerî kolların kesişme noktasında bulunmasıyla, emvalin intikalinin aracı mı oluyor?[8]

Sümer’de Sargon dönemi arşivlerinde Me-ság malikânesi müstahdemleri hakkında ayrıntılı bilgi bulunuyor.

“Ev halkı grubu”, 172 kişiden ibaret. Bunların arasında erkekler, neredeyse dört katı kadar kadınlardan kalabalık ve bilinen çocukların %68,4’ü erkek. Bu kayıtlarda zikredilen kadınların yaklaşık üçte biri meslekî unvana sahip, ezcümle sag-apin (burada “sabanın kölesi”, yani özgül bir tarımsal hesap birimine bağlı), nu-kiri “bahçevan”, şu-ha “balıkçı”. Ev halkı kayıtlarında sözü edilen ev halkı dışı grup 151 kişiden ibaret olup bunların %4’ü kadın.

Aslında büyük ev halkları müstahdemlerinin aileleri mutat olarak ev halkı kayıtlarında görünmüyor. Dolayısıyla bu kayıtlarda görülen kadın ve çocuklar, erkek ya da aile korumasından yoksun olarak kabul edilecekler. Bir bütün olarak malikânenin istatistiği ele alındığında çekirdek ailenin kuramsal olduğu farz edilebilir. Gerçekten daha başka kayıtlarla birlikte her şey, III. binin Sümer’inde çekirdek aile hayatının canlılığı ve önemini gösteriyor. Nitekim ünlü Maniştusu obeliski erkek soyu üzerinden hesaplanmış genişlemiş ailenin önemine, hiç değilse kırsal Akkad’da toprak mülkiyeti açısından önemine tanıklık ediyor[9].

Eski Mezopotamya’da aile mülkünün parçalanmaktan korunması için ilginç bir uygulama ile karşılaşıyoruz. Soy sorunu babında bir kadının çocukları, genelde kocasının soyuna ait olur ve eğer erkek kardeşi yoksa kadının soyu kendisi ile biter. Bu soruna iki farklı çözüm bulunmuş. Kız evlât evlenmişse, babası damadı evlât ediniyor ve bu yolla da torunlarını kendi soyuna bağlamış oluyor. Evlât edinilmiş damat, aile mülkünden herhangi bir parçayı ferağ veya temlik etmekten, çocuklarını mirastan mahrum etmekten, onları köle olarak satmaktan men edilmiştir; aksi halde her türlü miras hakkını kaybederdi. Onun yetkisi böylece, kayın babanın ölümünden sonra da böyle sınırlı kalırdı.

Kız evlâdın çocuklarını onun öz soyuna bağlamanın ikinci yolu da, ona tam oğul statüsünü, aile tanrılarını tevarüs hakkını vermekti. Birçok belgede erkekler baba adıyla değil, ana adıyla anılıyorlar. Bunların statüleri öbür erkeklerinki gibi olup örneğin tanık olarak dinlenebilmekte ve herhangi bir akitte taraf olabilmekte olmaları itibariyle bunlar bahis konusu kadınların gayri meşru çocukları olamazlardı. Bunlar büyük ihtimalle, erkek evlât yerine konmuş kadınların oğullarıydılar. Benzer uygulamaya Hindistan’da da rastlanıyor.

Nuzi’de rastlanan bir grup vasiyetnamede, bunları tanzim eden erkekler eşlerini çocuklar ve mülkler üzerinde vasi tayin ediyorlar. Vesayet statüsü karısının ölümüne kadar sürüyor ve emlâk ve ev halkı efradı üzerinde az çok tam denetimi kapsıyor. Burada son derce önemli olan husus, sadece kadınların vasi tayini edilebildikleridir. O ise ki vasiyeti yapan erkeğin erkek kardeşleri olduğu da arşivlerden belli oluyor. Bu erkek kardeşler kendiliğinden çocuklar ve emlâk üzerinde vasi olmuyorlar. Belki de kadının vasi tayin edilmesi, kocanın erkek akrabalarının herhangi bir müdahalesinden kaçınmak içindi. Bir adamın karısı, çocukların çıkarlarını koruma babında, erkek kardeşlerden daha emin bir seçim oluyordu.

Ama bütün bunlar, kadın haklarının her yerde erkeğinkilerle aynı olduğunu göstermiyor. Kadınlar babalarının yetkesi altında doğuyorlar, sonra da kocanınkinin altına geçiyorlar. Ancak başlarda bunların durumları erkek kardeşlerininkinden daha fena olmadığı unutulmayacaktır. Baba sağ olduğu sürece bütün çocukların hakları sınırlandırılmıştır: o, oğul ve kızlarının evlenmelerini tertip ediyor ve bütün ailenin özel mülkü üzerinde mutlak hâkimiyete sahip bulunuyor. Babanın ölümünde oğulların ve kızların durumu tamamen değişiyor şöyle ki oğullar, hiç değilse ergin olanlar kendilerine tümden hâkim olabilirken kızlarda durum böyle olmuyor. Çıkarlarını gözetecek birilerine ihtiyaç duyuyorlar ve buna doğal namzet erkek kardeşleri oluyor. Nuzi belgeleri, bununla birlikte, erkek kardeşlerin kız kardeşler üzerindeki yetkelerinin babanınkiler gibi olmadığını belirtiyorlar. Nitekim erkek kardeşler kız kardeşlerinin evlenmelerini düzenlediklerinde kızın açık seçik rızası gerekli oluyor. Erkek kardeşler muhtemelen evlenmemiş kız kardeşlerinin mülklerini de idare ediyorlardı. Ancak bu husustaki yetke dereceleri bilinmiyor. Herhalde bu yetke, mülkün türüne bağlı oluyordu şöyle ki sürülmesi gereken veya buna benzer gayrimenkuller durumunda, bu iş için gerekli işgücünü sağlamaları halinde erkek kardeşlerin otoritelerinin tam olmuş olduğu düşünülebilir. Keza girişimci ve enerjik kadınların bu yolda daha büyük serbestî elde etmiş oldukları da mümkündür.

Kadınlar kendi başlarına hareket edemedikleri tek alan, bunların evlenme müzakereleriydi. Kadınların kendileri için evlenmelerini düzenleyecek kişileri (bunlar “erkek kardeş” tesmiye ediliyorlar) tayin ettikleri hemşirelik adı verilen birçok akit, bu durumda bir aracının gerekli olduğunu açıkça gösteriyor. Kaide olarak işbu atanmış erkek kardeşlerden beklenen tek görev evlenme müzakereleri oluyordu. Vurgulanması gereken bir husus da bu erkek kardeş tesmiye edilen kişilerin herhangi bir kişi tarafından değil, doğruca kadınların kendileri tarafından atandıklarıdır. Bu itibarla hiç değilse yetişkin kadınlar (veya belki sadece dullar) durumunda, bunların üzerinde otomatik olarak yetke kuracak baba ve erkek kardeşlerin dışında akraba bulunmuyor gibidir. Keza, kendi bekçilerini tayin edecek hiç bir resmî otorite de yoktu.

Annelerin kendi kız ve oğullarının evlenmelerini tanzim ettiklerine dair kesin bilgiler bulunuyor. Bu annelerin bekçi statüsünde olanlar olduğunda şüphe yok. Böylece, kadınlar kendi öz evlenmelerini müzakere edemezken, bunu başkalarının hesabına yapabiliyorlardı. Herhalde mülk meselesi kadının kendi evlenmesi müzakeresine girmesini men ediyordu.

Sonuç olarak denilebilir ki kadının faal iştirakçi olmadığı tek bir ekonomik ya da resmî belge yoktur.[10]

Geç Babilonya döneminde varlıklı ailelerde bir kadının yaşamı fevkalâde sınırlandırılmış olmalıydı; ancak vâris ve trahoma sahibi olarak kadınların önemi, mülk sahibi olarak başat rol oynadıkları manasını tazammun ediyor; bununla birlikte kadın mülkünün faal işleticisinin yine de koca olduğu görülüyor. Bu keyfiyet, sadece trahomanın dışında bütün kadın mülkünün, ne ölçüde her bakım ve amaçla başlıca kocaların çıkarlarına çalışan bir aile kaynağı olduğu sorusunu ortaya çıkarıyor. Biz burada bu konu üzerinde yayılmayacağız. Ancak bütün bunlardan aile yapısı- mülkiyet ilişkilerinin bir vakıa olduğunu bir kez daha vurgulayarak Mezopotamya alanında kalmaya devam edelim.

Yeni Babilonya döneminde örneğin Nebuchadnezzar’dan Dara’ya kadar (M.Ö. 604- 485) olan zamanlarda, “kadın bir miktar yasal bağımsızlığa sahip olup kendi öz varlıklarına serbestçe tesahup edebiliyordu, yani bunları verebiliyor, satabiliyor, değiş tokuş edebiliyor, kiralayabiliyor…du. Kocasının ölümünden sonra, çocuğu olmasa bile dul kadının, yasaya göre, müteveffanın mülkünün bir bölümü üzerinde hakkı oluyordu. Ama bir kadın bir mukavelenamede tanık olamıyordu. Kendi rızasıyla kocası, oğlu veya başka bir akrabası tarafından bir kadının mülkünün ferağı bahis konusu olduğunda, kadın çoğu kez intikal işlemi sırasında hazır bulunuyor ve böylece muameleye (sessiz) rızasını göstermiş oluyordu…”[11]

İlk İsrail toplumunda kadının yerini saptamak için önce o tarihlerde İsrail çevre ve teknolojisinin tabiatını tetkik etmemiz gerekir şöyle ki bunlar cinsiyetlerin rollerini etkilemiş olmalıdırlar. Gerçekten eski İsrail, hiçbir kolaylık arz etmeyen ve işlenmesi büyük emek gücünü gerektiren topraklar üzerinde kurulacaktı. Öbür yandan Doğu Akdeniz’de büyük bir nüfus azalması yaşanıyordu. Bu iki etkenin, kadının yaşamında önemli damgası bulunacaktı. Bütün çiftçi ailelerinde olduğu gibi İsrail ailelerinin işgücü gereksinimi, geniş aile kavramının, dolayısıyla da kadının doğurganlığının önemini ortaya çıkarıyor. Yüksek işgücü talebi, kadının tarımsal çalışmaya faal iştiraki anlamını taşıyor. Kaldı ki erkeklerin evden ayrılmalarını gerektiren askerî zorunluluklar kadınları daha da çok günlük tarımsal işlere bağlıyor.

“Bu itibarla kadının, çocukları ve kendilerinkiyle işgücü sağlayarak geniş ekonomik role sahip bulunduğu bir düzende aile efradının mutattan daha kalabalık ve daha çapraşık bir manzara arz ettiğini görüyoruz.”

“Bu veri, kabilevî İsrail’de, onda nispî sosyal, politik ve ekonomik silsile yokluğundan güç merkezi sosyal yapının tabanında, yani aile halkında bulunduğunu gösterir (daha sonra, monarşi ve merkezî dokunun yükselmesiyle, güç tabanı tepeye taşınmış).”[12]

* * *

Günümüz Anadolu’suna Hititlerden geçerek geleceğiz.

Kan davası âdetinin Hitit toplumunda cari olduğunu, bir kişinin günahının bütün ailesini istilzam ettiğini, bütün aile efradının cezalandırılmaya tâbi olduğunu görüyoruz. Kralın emrine itaat etmeme durumunda da, suçlunun bütün aile halkı töhmet altında kalıyordu.

Hitit kanunlarına göre aile örgütlenmesi mutat babaerkil tiptendi. Ancak Küçük Asya’nın bazı bölgelerinde, özellikle Lysialılar arasında anaerkil düzenin Herodotus zamanında cari olduğu biliniyor. Hititlerde kadınların sahip bulundukları bazı imtiyazların bu daha ilkel düzenin kalıntılarını temsil etmesi muhtemeldir. Hititlerin evlenme âdetleri, Babilonya’dakilere yakından benziyor gibidir. Birinci aşama, damattan bazı armağan türlerinin takip ettiği nişandı. Ancak nişanın hiçbir bağlayıcı hükmü yoktu şöyle ki genç kız hâlâ, ana babasının rızası olsun ya da olmasın, başka bir adamla evlenme hürriyetine sahipti. Böyle bir durumda damada, verdiği hediyeler iade edilirdi. Evlenmeye, damadın kızın ailesine bir simgesel armağanı (Hititçe kusata) eşlik ederdi ki bu, Babilonya’nın terhatu’suna tamamen tekabül ederdi. Burada da bu armağan, her ne kadar başlarda Hitit ve Babilonya evlenmesi “satın alma suretiyle evlenme” olarak bilinen türden olmuşsa da, “gelin bedeli” sayılmıyordu. Ayrıca gelin, babasından bir trahoma (iwaru) da alıyordu.

Hitit kanunu, yakın akrabalar arasında evliliği men eden ayrıntılı nizamlar içeriyordu. Bir adam anası veya kızı; karısının anası, kız kardeşi veya (önceki evliliğinden) kızı ile veya yaşadıkları sürece babasının veya erkek kardeşinin karısıyla cinsel ilişkiye giremezdi. Bu nizamların ortasında 193. paragrafta, bir adam öldüğünde dulunun önce erkek kardeşiyle, sonra (yani herhalde erkek kardeş ölünce) babasıyla ve sonra, baba ölecek olursa, yeğeni ile evlendirileceği beyan ediliyor. Bu yasa, Yahudi levirate evlilik yasasıyla dikkate değer derecede aynı olup bu sonuncusunda bir adamın çocuksuz olarak ölmesi halinde onun erkek kardeşinin, olmazsa babasının veya en yakın yaşayan akrabasının dul kadını almasını emrediyor; bu birleşmeden olan çocuklar, ölen adamın ad ve mirasını alıyor. Bundan amaç ölen adamın ailesini devam ettirmek ve adının “İsrail’den silinmesini önlemek” (Tesniye XXV/6) olmalıydı. Babilonya ve Asurlular, levirate’e başvurmadan başka yollarla bu sonuncu amaca ulaşıyorlardı. Ama paragraf 193, bu âdetin Hititlerde varlığını gösteriyor; paragraf 190’da da babanın ölümünden sonra üvey anne ile cinsel ilişkiye girmenin cezayı müstelzim olmadığı beyan ediliyor. Bu, yine, eski uluslar arasında yaygın olan oğulların babalarının karılarını (öz analar dışında) tevarüs etme âdetinin varlığına delil ediyor[13]. “Bu geleneğin Anadolu’ya M.Ö. 2. binyılının başlarında Asurlu tüccarlarla geldiği görüşüne katılıyoruz.”[14]

“Yasalarda, tarafların isteği üzerine boşanmanın var olduğu ve çocuklardan birinin kadına verildiğini belgeleyen bir madde vardır… Böylece, Hitit kadınına tanınmış olan ‘boşanma özgürlüğü’, o çağın toplum düzeni içinde kadını ikinci sınıf bir yaratık, erkeğin tutsağı olmadığının bir kanıtı sayılmalıdır.”[15]

M.Ö. 2. binin başlarında Orta Anadolu geniş toprağa ve insan topluluklarına sahip “küçük krallık” veya “beylikler”e bölünmüş olup kârum, pazar yerleri ile çok faal bir ticaret toplumunu yansıtan “kent devletleri” niteliğindeki krallıkların başında egemen yöneticiler, rubaum-kral’lar vardı ve bunların eşlerine rubatum-kraliçe denirdi. Yazılı belgeler rubatum’ların, çağın ticarî işlemlerine ve devlet yönetimine katıldıklarını bildiriyorlar.

Orta Anadolu’da Asur ticaret kolonisi çağında hür kadınların sadece ev kadını olmayıp çeşitli alanlarda, özellikle ticaret işlerinde erkek gibi çalıştıklarını ve erkeklerle bu bapta aynı hak ve mükellefiyetlere sahip bulunduklarını görüyoruz[16].

[1] Anne Juranville.- Travail et difference des sexes, in Cahiers de Sociologie Economique et Culturelle. Ethnopsychologie 19, Le Havre, Juin 1993, s. 16-8

[2] Paul Masson- Oursel.- La pensée en Orient, Paris 1949, s. 18-9

[3] ibd., s.27

[4] Tarafımızdan belirtildi.

[5] Katarzna Grosz.- Somes aspects of the position of women in Nuzi, in Women’s easliest records from Ancient Egypt and Western Asia, s. 167- 171

[6] J. Cuisenier.- op. cit., s. 16-1

[7] Marc Van De Mieerop.- Women in the economy of Sumer, in Women’s earliest records, s. 53-66

[8] Jean- Jacques Glassner.- Women, hospitality and the honor of the family, in Women’s earliest s. 71-85

[9] Benjamin R. Foster.- Notes on women in Sargonic society, in femme dans le Proche-Orient asiatique, s.54-5

[10] Katarzyua Grosz.- op. cit. Ayrıca bkz. aynı yazar – Daughters adopted as sons in Nuzi and Emar, in La femme dans le Proche Orient asiatique, s.81-6

[11] Jonas C. Greenfield.- Some Noe-Babylonian women, in La femme dans le Proche- Orient asiatique, s.76

[12] Carol Meyers.- Women in the domestic economy of early Israel, in Women’s earliest records, s.275. Tarafımızdan belirtildi.

[13] O. R. Gurney.- The Hittites, s.99-102 ve Muhibbe Darga- Eski Anadolu’da Kadın, İst. 1976, s.64-6

[14] Muhibbe Darga- op.cit., s.103

[15] ibd, s.l02

[16] ibd., s.5-8