Türkiye’de Faaliyet Gösteren Alman Vakıfları

Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler – Cilt 2 > Türkiye’de Faaliyet Gösteren Alman Vakıfları

Türkiye’de Faaliyet Gösteren Alman Vakıfları

Cumhuriyet tarihçisi Dr. Necip Hablemitoğlu, Avrupa Parlamentosu’nun A4-0432/98 sayılı kararından sonra AB ülkelerinin neden Bergama’daki altın üretimiyle ilgilendiklerini araştırmış[1]. Araştırma sonunda bu kararın arkasındaki ülke ortaya çıkmış: Almanya… Sonra Bergama’da, Havran’da, Sivrihisar’da, Uşak’ta ve daha pek çok altın yatağına sahip yerleşim merkezinde Alman vakıfları ve örgütleriyle karşılaşmış. Türkiye’de her türlü etnik dinî – mezhebî ajitasyonu gerçekleştiren, toplumsal, siyasî, ekonomik ve hattâ genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren, yerel basında, yerel yönetimlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde ‘etki ajanı’ ve ‘Alman sempatizanı’ yetiştiren, şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasî partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye’ye, Atatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyet’in tüm değerlerine karşı olan, ulus – devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek veren, bu ülkeyi alttan oyan bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye’de vakıf temsilcisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye’deki sivil toplum örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanmakta[2].

 

Avrupa Parlamentosu’nda 1998 yılında kabul edilen “Türkiye Hakkında Avrupa Stratejisi” başlıklı kararda (A4-0432/98), Türkiye’ye yönelik şu istemler yer alıyordu: 

 

“Özellikle Kürtlerin maruz kaldıkları zulüm, hapis ve işkenceye son verilmesi; Leylâ Zana’nın serbest bırakılması; Kürt halkının temsilcilerini de içeren toplum güçleri arasında diyalog kurulması; Türkiye’deki her kesime ana dilleriyle eğitim hakkı ile Kürt dilinde yayın ve kendini anlatma özgürlüğü verilmesi; TBMM’de Kürtlerin temsil edilmesi; Siyasî Partiler Yasası’nın değiştirilmesi, seçimlerde % 10 barajının kaldırılması ve anti – terör yasasının iptali; Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde olağanüstü halin kaldırılması ve köy korucuları sisteminin tasfiyesi; PKK’nın tek taraflı ateşkesinin kabul edilmesi ve Kürt hedeflerine saldırının hemen durdurulması; mahkeme kararlarının, özellikle üç termik santral ve Bergama’daki Euro Gold Şirketi’ne ilişkin Danıştay kararlarının uygulanması; Kuzey Kıbrıs’ta devam eden işgal durumunun ve AB’ne aday bir diğer ülkenin (Kıbrıs Rum Kesimi) erişim sürecini engelleyici tutumu nedeniyle Kıbrıs’ta siyasî çözüme gidilmesi; komşuları, özellikle Yunanistan ile ilişkilerini düzeltmesi vs. vs…”.

 

AB ülkelerinin Türkiye’ye yönelik niyetlerini ortaya koyan bu karar belgesinin yaşama geçirilmesi ile Türkiye’de ulus-devletin ortadan kalkması; Yugoslavya örneği bir sürece girilmesi, kaçınılmaz bir sonuç oluyor. İşte bu sonuç öngörüldüğü içindir ki, yukarıdaki istemler ülkemize ‘dayatılıyor’. Siyasî istemler arasına sokuşturulmuş ekonomik istemler (üç termik santral ve Bergama’daki Eurogold Şirketi’ne ilişkin Danıştay kararlarının uygulanması) ise, en az diğerleri kadar Türkiye açısından kabul edilemez nitelik taşıyor.

 

Hablemitoğlu, Türkiye’de Cumhuriyet’e, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğine, lâik hukuk sistemine karşı nerede bir hareket, başkaldırı varsa, orada mutlaka bir ya da birkaç Alman NGO’sunun (Non Govermemental Organisation) bulunduğunu saptamış. Halk deyimi ile her taşın altında Almanların NGO’ları çıkmakta.

 

Almanya’nın kendi sınırları ve hattâ AB sınırları içinde yaşayan Türk vatandaşlarına yönelik olarak etnik ve dinî bölücülük stratejileri geliştirdiği bilinmektedir. AB ülkelerinde yaşayan yaklaşık 3,5 milyon vatandaşımızın önemli bir bölümünü etkileyen Almanya, şimdi de, kendi ülkemiz içinde aynı senaryoları yaşama geçirmeye çalışmaktadır. Konrad Adenauer Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı gibi sözde NGO’lar, 1980’li yılların başlarından itibaren, Türk yasalarının izin vermemesine karşın, sırf gelmiş geçmiş ülke yöneticilerinin basiretsizlikleri yüzünden, resmen ve de alenen yıkıcı faaliyetlerini sürdürmeye devam etmektedirler.

 

Bu araştırmanın ortaya koyduğu en önemli sonuç, Almanya’nın bizi bizden iyi tanıdığı gerçeği oluyor. Bergama’da etken güç olarak Alevî inançlı üç köyün halkını gösteren; üretim yapacak şirket dolayısıyla ‘anti-emperyalist’, ‘sosyalist’ ve ‘ulusalcı’ söylemleri ve sloganları öneren Almanya, tüm gücü ile 10 yıllık bir süreçte altın üretimini yaptırmamayı başarmıştır. Bergama’da altın üretiminin yapılmaması, Türkiye’deki yüzlerce altın yatağında üretimin yapılmaması demektir ki, bu ülke, bu konuda önemli mesafeler almış. Türkiye ise, üstünde oturduğu zengin altın, bor gibi stratejik madenlerin fakir bekçisi konumunda, birkaç milyar dolar kredi için bağımsızlığından ödün verir bir duruma gelmiştir. Üretim yapamayan – yaptırılmayan bir Türkiye, sömürgeleşmeye doğru sürüklenmektedir (S. 5-7, Önsöz’den).

 

Küreselleşme sürecinde, uluslararası sermayenin serbest dolaşımının önünde en büyük engel oluşturan ulus – devletlerin zayıflatılması ve mümkünse yıkılması doğrultusunda ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkeler ile AB, NGO’lara, yani hükümet dışı sivil toplum örgütlerine aşağıdaki görev ve sorumlulukları öngörmektedir:

 

(a) Yerel kültürlerin yaşatılması kapsamında alt kültür kimliklerinin siyasîleştirilmesi ve etnik karşıtlıkların belirginleştirilmesi;

 

(b) Misyoner faaliyetlerine karşı toplumsal reaksiyonu törpüleyecek sürecin başlatılması ve geliştirilmesi;

 

(c) Dinî özgürlükler kapsamında dinler arası diyalog ve hoşgörü söylemlerinin kullanılmasıyla, tarikat – cemaat ve benzeri yapılanmaların farklı hukuklarının yaşama geçirilmesi ve eğitim – öğretim birliğine son veren girişimlerin desteklenmesi;

 

(d) Hükümet politikalarını ve kamuoyunu önemli ölçüde yönlendirme gücüne sahip siyasî partilerin, meslek odalarının, medya kuruluşlarının, sendikaların, birliklerin, vakıfların, derneklerin, tarikat ve cemaatlerin ve de illegal örgütlerin, rejim – devlet aleyhine, farklı siyasî kamplarda yer alsalar da, asgarî müştereklerde buluşturulmaları ve kullanılmaları;

 

(e) Demokratik kitle örgütlerinin süratle NGO’laştırılmaları ve ‘sivil itaatsizlik’ çağrılarıyla kitlelerde kamu düzeni – devlet otoritesi aleyhine başkaldırı refleksinin oluşturulması;

 

(f) ‘Sivil denetim’ stratejisi ile devlet kurum ve kuruluşlarının denetlenmesi ve hedeflenen gizli bilgilere doğrudan ulaşılması;

 

(g) Bağlı NGO’ların baskı grubu olarak kullanılmasıyla hükümetlerin siyasî, toplumsal, hukukî ve de ekonomik politikalarının doğrudan ya da dolaylı etkilenmesi;

 

(h) Resmî ideoloji – sivil ideoloji ayrımı ile mevcut sistemden hoşnut olmayan, ezildiğine, sömürüldüğüne inanan kitlelerin toplumsal dayanışma bağlamında yönlendirilmesi ve resmî ideolojiyi temsil eden tüm kurum ve kuruluşlara, değerlere, resmî politikalara düşmanlaştırılması;

 

(i) Etnik ve dinî amaçlarla yerel yönetimlerin ön plana çıkarılması;

 

(j) ‘Küresel vatandaşlık’ kavramının ‘etki ajanlığı’ ile istismar edilmesi, hedef ülkedeki etki ajanlığı potansiyelinin böylece geliştirilip güçlendirilmesi vs…

 

 

Küreselleşmeci NGO’ları, ulusal düzeydeki demokratik kitle örgütlerinden ayıran en önemli kriterler ise şöyle belirlenmektedir: Küreselleşmeci NGO’lar, hiçbir surette hükümetten, yani resmî makamlardan yardım almayacaklardır. Bu bağlayıcı özellik, onların devlet tarafından teslim alınmalarının ve de kullanılmalarının önüne geçecektir. Ancak, aynı NGO’ların dış ülkelerden yardım almalarında ve yönlendirilmelerinde – kullanılmalarında ise hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Bir başka ifade ile yasal demokratik kitle örgütleri (dernekler, vakıflar, meslek odaları ve birlikleri, sendikalar vd…) ne kadar ulusal görüntüye ve niteliğe sahiplerse, küreselleşmeci NGO’lar da o ölçüde ulusallık karşıtı – işbirlikçi (agent) görüntü ve niteliğe sahiptirler (S.13-14).

 

Türkiye’ye baktığımızda, en etkin Avrupalı NGO’lar arasında, özellikle Almanların başı çektikleri gözleniyor. Türkiye’de faaliyet gösteren Alman Kültür Merkezleri’nin yanı sıra, Beyrut merkezli ‘Morgenlaendische Gesellschaft’a bağlı Orient Institüt’un İstanbul Şubesi ve Goethe Enstitüsü, Alman NGO’ların Türkiye’deki ilk sıçrama noktaları olarak kabul ediliyor.

 

Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi BND’nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçe’den karşılanan ‘taşeron’ NGO’lardır. İşin ilginç tarafı, hemen her vakfın, rejime entegre sorunu olmayan mevcut siyasî partilerin birer yan kuruluşu olmasıdır. Örneğin CDU, Konrad Adenauer Vakfına, Yeşiller ise Heinrich Böll Vakfı’na sahiptir. SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı, Hür Demokrat Parti – FDP’nin Friedrich Naumann Vakfı da aynı statü içindeki vakıflar arasında yer almaktadır. Alman Parlamentosu’nda grubu bulunan partilerin bünyesi içindeki bu vakıfların tamamı, iktidar – muhalefet ayrımı yapılmaksızın, Federal Hükümet’in “Politik Eğitim Fonu”ndan finanse edilmektedir. Bu vakıfların yurtdışı faaliyet giderleri de tamamıyla Federal Hükümet tarafından karşılanmaktadır (S.19-20).

 

Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe ile Türkiye’nin zaaf boyutlarındaki etnik – dinî – ekonomik siyasî ve de toplumsal sorunların çok iyi bilen iki servis elemanı tarafından yönetilen Konrad Adenauer Vakfı, 1984’ten bu yana ülkemizde faaliyet göstermektedir. Vakıf faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden dolayı, Türk Demokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçevesinde kamufle etmeye çalışmaktadır.

 

Konrad Adenauer Vakfı ile en yoğun ilişki içinde olan Türk Demokrasi Vakfı’nın yönetiminde, Bülent Akarcalı, Yılmaz Karakoyunlu, Emre Kocaoğlu gibi ANAP mensubu milletvekilleri yer almaktadır. Aynı binadaki bu iki vakıf arasındaki koordinasyonu, Proje Koordinatörü Zuhal Yeşilyurt sağlamaktadır (S. 23 ve infra 12).

 

Bir yazısında Dr. Wulf Schönbohm, Ardahan’daki gözlemlerini anlatıyor. Bu yazdıkları dev bir gerçeğin yansıması oluyor. Alman vakıfçıları, deyim yerinde ise, ellerini kollarını sallayarak Türkiye’nin hemen her yerine rahatça girebilmekte, faaliyet gösterebilmektedirler. Diğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ardahan ve Rize illerine olan ilgilerinin geçmişi 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Wolfgang Feuerstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (Doğu bilimcisi) bu yıllarda bölgede çalışmış ve sonuçta “Kaybolan Laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına, özel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların bölgedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Türkiye’deki 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki Laz örgütünün yanı sıra, üniversitelerde kürsüler oluşmuşlardır. Önceleri Almanya’da basılan Laz alfabesiyle yazılmış kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren bu istihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde örgütsel faaliyetlerini alenen yürütmektedirler, hem de konaklamalarını orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak…

 

Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle’nin ilişki kurmadığı, kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya da resmî kurum ve kuruluş neredeyse söz konusu değildir. Örneğin, sadece Türk Belediyecilik Derneği değil, tabelası ardında faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Arı Hareketi, TİSK, TOSYÖV, KA-DER ve daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün yanı sıra, üniversiteler ile de Konrad Adenauer Vakfı, müşterek etkinlikler düzenlemişlerdir (S.23-25).

 

Vakıf, bu etkinliklerle ulaşmak istediği hedefi ise şu cümlelerle ifade etmektedir: “Partnerimiz TDV sayesinde, Ankara’daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen ‘Almanya’nın birleşmesinin 10. Yılı’ konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından inceleyen Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz kazanılabilmiştir”.  Mesut Yılmaz, Konrad Adenauer Vakfı tarafından 25 Haziran 1997’de Almanya’ya Bonn’a götürülmüştür. Mesut Yılmaz’ın Alman Vakıfları tarafından kaç kere davet edildiği bilinmemekle birlikte, Almanya’da vakıflarca ağırlanan ilk ve tek parti lideri olduğu kesin. Kendisi, aynı zamanda Alman parlamenterlerin rahatça ziyaret edebildikleri bir isim. Mesut Yılmaz’ın Almanya’nın Türkiye’deki etnik ve dinî farklılıklara yönelik emperyalist politikalarının yanı sıra, Alman politikacılarının bu yoldaki saldırgan tavır ve söylemlerini eleştiren ya da Almanya’daki Türk toplumuna uygulanan ayrımcı ve baskıcı uygulamalara karşı çıkan söylemleri hiç olmuş mudur? Arşiv taramasında böyle bir bulguya rastlanamamıştır (S.29 ve infra 20).

 

Konrad Adenauer Vakfı’nın Güneydoğu’ya ilgisi, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt’in daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsilcilik Resepsiyonu’na katılması, Diyarbakır’da “biji Apo”, “kürdara azadi” pankartları ve sloganları altında şehir içme suyu tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar (!) Türk istihbarat kurumlarının engin hoşgörüsü (!) altında yeni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (S.30 ve infra 22).

 

KAV’nın tüm bu etkinlikleri gerçekleştirmedeki niyet ve emellerini bir kenara bırakıp sadece otel, kokteyl, yemek, çay gibi organizasyon masraflarını hesaplamaya kalktığımızda bile, bu vakfın ve de vakfın arkasındaki Alman Devleti’nin Türkiye’yi ne kadar sevdiği (!) ve düşündüğü (!) ortaya çıkacaktır… Ama daha da düşündürücü olan gerçeği, KAV’nın Türkiye’deki en önemli “iş birlik partneri” olan Türk Demokrasi Vakfı’nın başkanı Bülent Akarcalı’nın aşağıdaki sözlerinde bulmak mümkündür: “… sorun, başkalarının ülkemizde ne yaptığı değildir. Kaldı ki gittikçe bütünleşen dünyada bu kaçınılmazdır. Esas sorun, bizim niye dışarıda hiç ama hiçbir şey yapmadığımızdır. Tembelliğin mazereti yabancıya kızmak olmamalıdır” (S.34-35 ve infra 30).

 

Alman Yeşiller Partisi’ne bağlı Heinrich Böll Vakfı, Federal İstihbarat Servisi BND’nin espiyonaj faaliyetleri kapsamında en çok kullandığı vakıf olarak dikkati çekmektedir. Türkiye’de son yıllarda gerçekleştirilen rejim karşıtı pek çok etkinliğin ardında Böll Vakfı yer almaktadır. Yurdumuzda en aşırı sağdan en aşırı soluna, ikinci cumhuriyetçilerden etnik bölücülere uzanan çizgide, ortak paydası Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı olan tüm birey ve örgütleri bir araya getirme, ortak platformlar oluşturma çabası içinde görünen vakıf, Türk istihbarat kuruluşları nezdinde dikkat çekmemek için de özellikle espiyonaj faaliyetleri dışında tutulan normal bir Türk vatandaşını Temsilci olarak göstermektedir.

 

1988’de Berlin’de kurulan Heinrich Böll Vakfı’nın, tıpkı diğer vakıflar gibi, Alman iç politikasına karışması yasaktır. Hükümetin öngördüğü sınırlar içinde, misyonunun gereğini yerine getirmede ise, tıpkı diğer vakıflar gibi, oldukça özgürdür. Vakfın Almanya faaliyetleri, iki bölümden oluşmaktadır: Gerçek Almanlara yönelik faaliyetler; ‘yabancılar’a yönelik faaliyetler. Birinci bölüme yönelik faaliyetler, apolitik çevre projelerinden ibarettir. İkinci bölümdeki faaliyetlerin ağırlık noktasını ise Türkler oluşturmaktadır. Böll Vakfı, bu kapsamda, Türkiye karşıtı tüm etnik, ideolojik ve dinsel yapılanmaların (PKK, Ermeniler, Süryanîler, Pontusçular, Keldaniler, Yezidîler, Millî Görüşçüler, Kaplancılar, Fethullahçılar, Süleymancılar, Nizam-ı Âlemciler, DHKP-C ve Tikkocular vd…) yanı sıra, Federal Anayasa’yı Koruma Teşkilâtı, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı, Protestan ve Katolik Kilise Akademileriyle yine bunlara bağlı haber ajansları ve diğer medya kuruluşları ile koordineli organik ilişki içindedir. Vakfın Almanya faaliyetlerinin finansmanı, İçişleri Bakanlığı’nın ‘global fonları’ ve değişik bakanlıkların proje güdümlü kaynaklarından karşılanmaktadır ki, 1999 yılı için – sadece Almanya içi faaliyetlere devletten alınan yardım tutarı 67 milyon marktır. Böll Vakfı’nın asıl faaliyet alanı, Almanya için stratejik öneme sahip olan, başta Türkiye olmak üzere, “arka bahçe” ülkeleridir. Yurtdışı faaliyetlerinin tamamı, Federal Dışişleri Bakanlığı ve Federal İstihbarat Servisi’nin (BND) “örtülü fonları”ndan karşılanmaktadır.

 

Böll Vakfı, Türkiye’de uzmanlaştığı başlıca üç konuda faaliyet göstermektedir: Birincisi, “insan hakları” konusu ki, en yoğun işbirliği yaptıkları Türk sivil toplum kuruluşları arasında İstanbul Barosu, İnsan Hakları Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, KOMKAR, Düşünce Suçuna Karşı Girişim, Alternatif Toplum Merkezi, Mazlum-Der, Türkiye İnsan Hakları Vakfı vd… bulunmaktadır. Bu kuruluşlarla müşterek panel, sempozyum, atölye çalışmaları ve benzeri etkinliklerde, Yücel Sayman, Hüsnü Öndül, Hasip Kaplan, Murat Bozlak, Şanar Yurdatapan gibi isimlerin yanı sıra, Claudia Roth, Angelika Graf, Jonathan Sugden gibi Türkiye karşıtı olarak tanınan Avrupalı parlamenterlere, gazetecilere vd… rastlamak genellikle olanaklıdır. Bu etkinliklerin birinde, davetlilere dağıtılan “kendi devletini ihbar anketi”, içeriği itibariyle suç boyutu taşımasına rağmen, sıradan bir belgeymişçesine kamuoyunda tartışılmamış; Cumhuriyet Savcıları da işlem yapmamıştır. Benzeri bir ihbar hattı da Mazlum-Der tarafından yaşama geçirilmiştir. Vakıf, ayrıca kadın hakları ile ilgili etkinliklere de ilgi göstermektedir. Vakıf broşürlerinde Türkiye, Mali, Sudan ve Mısır’ın yanında “kadın haklarının ezildiği ülkeler” listesinde yer almaktadır. Ayrıca, vakfın İstanbul’da “Pazartesi” adlı feminist ve ordu düşmanı bir periyodiği finanse ettiği kaydedilmektedir. Kaldı ki, Yeşiller Partisi’nin yayın organı olan “TAZ”ın “Perşembe” adlı ekinin içeriği de, aşağı yukarı aynıdır. Vakıf, AB ve Kopenhag Kriterleri çerçevesinde Türkiye’deki insan hakları – azınlık hakları konusunu sık sık gündeme getirmektedir. Son olarak, İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Azınlık Hakları Çalışma Grubu’nun Heinrich Böll Vakfı işbirliğiyle 8-9 Haziran 2001’de İstanbul’da gerçekleştirdiği etkinliklerden biri olan “Ulusal, Ulusal üstü ve Uluslararası Hukukta AZINLIK HAKLARI (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması)” konulu sempozyum, gerek zamanlama, gerek katılımcılar ve gerekse tebliğ konuları itibariyle oldukça dikkat çekmektedir.

 

Ayrıca, vakfın işbirliği içinde olduğu diğer dış kuruluşlar arasında, Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) İstanbul Ofisi ve özellikle de Almanya Şubesi, İstanbul Orient Institut, Konrad Adenauer Vakfı ve diğerleri (Kurdish Human Rights Projects, ERNK, International Commitee of the Red Cross, International Centre for Human Rights and Democratic Development) başı çekmektedir.

 

Vakfın ikinci faaliyet konusu, “çevre sorunları” üzerinedir. Vakfın bu konudaki hedefi, Türkiye’de sanayileşmenin, madenciliğin ve enerji kapsamında hidroelektrik santrallerin karşısında, bilimsel ve akıllı bir çevrecilik yerine, salt tepkisel ve duygusal boyutlarda bir çevrecilik hareketine dinamizm kazandırmak ve oluşturulan bu dinamik güçleri, Almanya’nın çıkarları lehinde, Türkiye’ye karşı koz diye kullanmak olarak özetlenebilir. Bu bağlamda, İstanbul Çevre Konseyi, Doğu Akdeniz Çevrecileri, Batı Akdeniz Çevre Platformu, Karadeniz Çevre Platformu, Karadeniz Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Forumu ile yakın ilişkiler kurmuştur ve amaca uygun etkinlikler düzenlenmektedir. Böll Vakfı, Almanya’nın ekonomik çıkarları doğrultusunda çifte standart esasına göre faaliyet gösteren sözde çevreci FIAN örgütü ile paslaşmaktadır. Merkezî Almanya, Heidelberg’te bulunan ve Birleşmiş Milletler Örgütü’ne akredite olması nedeniyle BND tarafından ekonomik “taşeron” olarak kullanılan FIAN kuruluşu, Bergama’da altın üretimini engelleme programında Böll Vakfı’nı partner olarak kullanmaktadır.

 

Vakfın üçüncü uzmanlık konusu ise, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarını, süratle küreselleşmeci NGO çizgisine çekmektir (S.35-40 ve infra 39).

 

Böll Vakfı gibi ilgi ve sorumluluk yelpazesi hayli geniş olan Alman vakıflarından bir diğeri, SPD’ye bağlı, merkezi Bonn’da bulunan Friedrich Ebert Vakfı oluyor. Yurtdışı faaliyetlerinin tamamı Alman Dışişleri Bakanlığı’nın fonlarında karşılanan Ebert Vakfı’nın 1997 bütçesi 200 milyon mark olarak açıklanmıştı. Vakfın aslî görevlerinden biri, Almanya’daki Türklerin arasında yürütülen çalışmaların yanı sıra, Türkiye’deki faaliyetlerin bilimsel sonuçlarının raporlaştırılarak Alman Hükümeti’ne sunulmasıdır. Bu raporlara bakıldığında, Ebert Vakfı’nın Alman emperyalizmine mi, Yoksa Türk halkına mı hizmet sunmakta olduğu açıkça görülmektedir. Alman Hükümeti’nin en büyük ortağı SPD tarafından kendisine bağlı olan Friedrich Ebert Vakfı’na hazırlattığı ve Alman arşivlerine “devlet raporu” olarak geçen “Almanya’da İslâmî Örgütler” başlıklı rapora göre: “DİTİB – Diyanet İşleri Türk – İslâm Birliği” en büyük Türk – İslâm örgütüdür ve T.C.’nin kontrolündedir. Eğer Almanya’da bir caminin lokalinde Atatürk resmi varsa, o cami DİTİB’e bağlıdır. DİTİB’in imamları maaşlarını T.C.’nden almakta, anadili Türkçe olmayan Müslümanlara yardım edememektedir. DİTİB’in varlığı öbür Müslümanların aleyhinedir. DİTİB’le ilişkilerde mesafeli olunmalıdır… İslâmî örgütler bir güç faktörüdür. Alman Devleti, adı istihbarat raporlarında geçen İGMS ve Süleymancı örgütlerle diyalog kurmalıdır. Diyalog, örgütlerin merkezleriyle değil, yerel şubeleriyle kurulmalıdır. Haklarında istihbarat kaynaklı uyarılar var diye Millî Görüşçülerle diyaloga girmemek hatadır. Bu tür örgütlerle diyaloga girmemek, Alman tarafı için ‘bumerang’a dönüşebilir. Yerel yönetimler, İslâmî örgütlerin ihtiyaçları konusunda işbirliği yapmalıdır…”.

 

Raporda, Nurculuk, Süleymancılık ve Millî Görüş gibi irticaî oluşumlar övülürken, Almanya’daki vatandaşlarımızın Türk kimliğinden uzaklaşması amacıyla din eksenli alternatif entegrasyon modeli öngörülmektedir[3]. Buna göre, Müslümanların giysilerine karışılmayacak; kurban kesim, İslâmî mezarlık, İslâmî defin, cami yapımı, ezan, İslâmî okul, Almanca din dersi gibi haklar tanınacaktır. Modelde ayrıca İslâmcı Şeriatçı örgütlere imam nikâhı kıyma hakkı verilmesi ve bu nikâhın Alman resmî makamlarınca da tanınması yer almaktadır: Müslüman Türkler ulusal kimlik ve kültürlerinden uzaklaştırılmalıdır. Bu insanlara temel sorunlarının dinî ihtiyaçları ve talepleri olduğu aşılanmalı ve gündemde tutulmalıdır[4] (S.41 ve infra 43).

 

Vakfın Türkiye’deki faaliyet alanı, çalışma ekonomisi ve sendikalar üzerinedir: Türkiye’de iç göç, işçiler, sendikalar, toplumsal ve ekonomik değişim, sendikalarda kadın eğitimi, sendikal eğitim teknikleri, endüstri ilişkileri, işsizlik ve eksik işgücü sorunları, üniversiteler ve sendikalar arasındaki ilişkiler, sosyal demokrat istihdam politikaları, parti içi demokrasiye katkı, sivil itaatsizlik, sivil toplum gibi konu başlıklarını içeren çok sayıda bilimsel toplantı düzenlenmiştir. Ebert Vakfı, Türkiye’deki siyasî partiler içinde en çok CHP ile ilişki içindedir[5].

 

Ebert Vakfı’nın bilinmeyen faaliyetleri, istihbarat niteliği ağır bastığından, bilinenlerin çok çok üzerindedir. Örneğin, 24 Haziran 2001’de, Türkiye’ye gelen Almanya Adalet Bakanı Herta Daubler – Gmelin ile on ‘özel’ Türk vatandaşı arasındaki ‘özel enformasyon’ görüşmesini Friedrich Ebert Vakfı’nın Türkiye temsilcisi Hans Schumacher organize etmiştir. Alman Konsolosluğu’na ait Tarabya’daki yazlık binada gerçekleştirilen bu görüşmeyi tesadüfen öğrenen Ulusal TV, konuyu özel bir program halinde kamuoyuna duyurmuştur. Davetliler arasında, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Av. Eren Keskin, DİSK Genel Koordinatörü Ahmet Asena, Tarih Vakfı Genel Sekreteri Orhan Silier, TÜSES Genel Sekreteri ve CHP Beşiktaş İlçe Örgütü üyesi Nilüfer Mete, Sosyal Demokrasi Vakfı yöneticisi Deniz Kavukçuoğlu, KA-DER Başkanı Zülal Kılıç, Prof. Dr. Rona Aybay gibi isimler dikkat çekmiştir (S.41-42).

 

Körber Vakfı ve Georg Ecker Enstitüsü, Türkiye’deki 47 ayrı etnik halk söylemini yaşama geçirmeye yönelik olan farklılıkların ortaya çıkarılması ve mevcut farkların derinleştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Özellikle Tarih Vakfı’nın projelerine verilen desteğin yanı sıra, Türkiye’deki kimlik ve normların değişimi konusu, özellikle Körber Vakfı’nın ilgi alanına girmektedir. Körber Vakfı, Türk – Alman ilişkilerinin geliştirilmesi yolunda, Türkiye’de lise düzeyinden itibaren Alman sempatizan bir nesil yaratmak için geniş vizyonlu (!) bir misyona da sahiptir.

 

Friedrich Naumann Vakfı ise, Türkiye’yi etnik ve dinî açıdan paramparça federal bir yapılanmaya götürecek stratejinin taşeronluğunu üstlenmiştir. Yerel yönetimlerin merkezî hükümet aleyhine güçlendirilmesi, merkezden kopmak isteyen halkların kendi kaderlerini tayin hakkının ifadesi olarak yerel yönetimleri kullanması, ormancılık, kobiler, çalışan çocuklar, demokratikleşme, insan hakları gibi konular, Naumann Vakfı’nın etkinlik konuları arasında yer almaktadır. Gerek Almanya’daki ve gerekse Türkiye’deki etnik bölücü yapılanmalara Alman Devleti’nin tüm olanaklarını dolaylı olarak sunan bir başka merkez ise, Tehdit altındaki halklar derneği’dir. Merkezi Almanya – Göttingen’de bulunan bu dernek, BND’nin örtülü fonlarından finanse edilen ve kadrolu elemanlarından oluşan bir örgüt olup rüştünü Yugoslavya’da ispatlamıştır. Tilman Zülek, Tessa Hoffmann, Klaus Peter Volkman gibi azılı Türk düşmanı Alman istihbaratçılarını bünyesinde barındıran bu örgüt, Türk Silâhlı Kuvvetleri aleyhine, PKK – ERNK başta olmak üzere tüm bölücü etnik yapılanmaların lojistik desteklenmesinden ve aralarındaki koordinasyondan doğrudan sorumludur (S.43-44 ve infra 48).

 

Ayrıca, Türkiye’de misyonerlik faaliyeti yürüten Alman merkezleri de mevcuttur. Örneğin BND kadrolu rahiplerin en ünlüsü olan Wolfgang Jungheim’in temsilciliğini yaptığı Uluslararası Katolik Barış Hareketi, Alman Protestan Kilisesi Konseyi ise, ülke sınırları içinde PKK ile özdeşleştirilen Türk ve Türkiye düşmanı Alevîlik hareketinin yanı sıra, başta Süleymancılar, Fethullahçılar ve Millî Görüşçüler olmak üzere “Alman İslâm’ı yaratma projesi doğrultusunda tüm Sünnî ve Şafiî yapılanmalara lojistik destek sağlamaktadır.

 

“Katolik ve Protestan kiliseleri Almanya’da, ruhanî konuların çok uzağında, devlet politikasının bütün konularında aktif rol oynar ve kamuoyunu en çok etkileyen bir altyapıya sahiptir. Bu kiliseler, kendi bünyelerinde kurdukları akademi ve seminerlerde iç, dış ve ekonomik politikaların her alanında çalışmalar yaparlar. Bu seminerlerde Almanya’nın yakın geleceğe ilişkin politikalarının temelleri atılır, ideolojileri geliştirilir, literatürü oluşturulur ve hattâ görevlendirilecek kişiler tespit edilerek ilerdeki görevlerine hazırlanır. Çocuk bahçelerinde başlayıp okul, hastane, yetim ve bakımevleri, huzur evleri işleten kiliseler, bütün bu kuruluşlarına dağıttıkları özel yayın organlarına da sahiptirler ve bu kuruluşların da kamuoyu monopolüne sahip oldukları söylenebilir. Kiliseler bu monopollerini garantiye almak için yukarda sayılan kuruluşlarda, değil başka dilden, başka mezhepten dahi insan çalıştırmazlar. Örneğin, tamamen devlet veya hastalık sigortaları tarafından işletilen bir hastanede, Alman vatandaşı olsa bile, bir Türk doktor veya bahçıvan çalışamaz”.

 

“Kılcal damar gibi topluma yayılan bu enformasyon ağına ek olarak, Kiliseler küçük ‘haber ajansları’na da sahiptirler. Almanya’daki haber ajanslarının % 50’si Kilisenin malı olup diğer haber ajanslarından ucuz oldukları için, hemen bütün Alman medyasınca kullanılır” (Dr. Yavuz Dedegil – Almanya’da kamuoyu oluşumu ve yabancılaşma, in Teori, Ocak 2001, S.73-76. Zikreden Hablemeitoğlu). Alman kiliseleri, gerek Almanya’daki Türk toplumu ve gerekse Türkiye’ye yönelik devlet politikalarının oluşturulmasında ve yaşama geçirilmesinde aktif biçimde rol oynamaktadırlar. Amaç, Türk toplumunu ulusal kimlikten koparmak ve Türkiye’yi parçalamak olduğunda, kiliseler hiçbir ayrım yapmamaktadırlar. Kaplancılardan Süleymancılara, Nakşibendîlerden Fethullahçılara kadar tüm köktendinci yapılanmalara lojistik destek sağlayan kiliselerin girişimlerinden biri, geçtiğimiz yıl, TCK312. Maddeye göre bir yıllık hapis cezası kesinleşen Necmettin Erbakan için kampanya başlatmalarıdır. Örneğin, Uluslararası Katolik Barış Hareketi Almanya sorumlusu rahip Wolfgang Jungheim, 01.08.2000 tarihli bir basın bildirisi ile Erbakan’ın yanı sıra, aynı yurtseverlik (!) çizgisinde yer alan dava arkadaşları Akın Birdal, Leylâ Zana, Tayyip Erdoğan ve İsmail Beşikçi’ye özgürlük talep etmiş; ardından Heinrich Böll Vakfı’nın sponsorluğunda düzenlenen “Düşünce Özgürlüğü için 2. İstanbul Buluşması”nın katılımcısı olarak, 20.11.2000’de Erbakan’ı Ankara Balgat’taki evinde ziyaret etmiştir. Son bir gelişme olarak, BND ve Kiliseler, Fethullahçılara lojistik destek konusunda görüş birliğine varmışlardır. Buna göre Fethullahçıların Almanya’da ve AB sınırları içinde örgütlenmelerine, himmet parası toplamalarına, şirketleşmelerine ve okul açmalarına izin verilecek, karşılığında da Fethullahçılar Balkanlar’da, Türkiye’de, Kafkasya’da ve Orta Asya’da Alman dilinde eğitim veren okullar açacaklardır (S.44 ve infra 49).

 

Türkiye’deki Alman kökenli etnik bölücülüğün en önemli lojistik merkezlerinden biri olarak kabul edilen Orient (Doğu) Enstitüsü, 1961’de Beyrut’ta kurulmuştur. Enstitü’nün tüm masrafları Federal Hükümet (Eğitim ve Araştırma Bakanlığı) tarafından finanse edilmektedir. Almanya’nın Türkiye dâhil Ortadoğu’da gözü – kulağı olan ve BND’nin kadrolu elemanlarına ‘bilim adamı’ kamuflajı sağlayan; 1987’de Lübnan’daki iç savaş nedeniyle tüm ajan kadrosunu İstanbul’a nakleden Enstitü, 1994’ten itibaren tekrar Beyrut’a taşınmıştır. Alman Dışişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Ebenhausen Bilim ve Politika Vakfı’nın yanı sıra, Volkswagen Vakfı, Fritz – Thyssen Vakfı gibi BND ile koordineli ilgili Alman Vakıfları, söz konusu Enstitüye ek kaynak oluşturmaktadırlar. Türkiye’de Cumhuriyet karşıtı tüm bölücü unsurların ‘entelektüel’ düzeyindeki yazar, sanatçı ve gazetecileri, Enstitü’nün İstanbul şubesi tarafından desteklenmekte, sevk ve idare edilmektedir. Enstitü, ayrıca, Tarih Vakfı’na, amaçları doğrultusunda proje desteği de sunmaktadır. Türkiye’nin etnik ve dinî yapısını en iyi bilen yabancı istihbaratçı olarak nitelendirilen Dr. Günter Seufert’in yönetimindeki Enstitü Şubesi, kimi projelerin finansmanında ve gerçekleştirilmesinde, İstanbul’daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ve AB organları arasındaki koordinasyonu da üslenmektedir (S.45-46).

 

Alman vakıf, enstitü ve sair kuruluşlar, buraya kadar zikrettiklerimizle sınırlı olmaktan uzak. Dr. Hablemitoğlu, daha nicelerinin, aslında hep aynı amaçlara yönelik ‘nice marifetleri’ni sergiliyor. Bunların ayrıntılarına girmedik.

 

.

. .

 

Almanya’nın mezkûr ‘toprak üstü’ faaliyetlerinden geçiyoruz şimdi ‘toprak altı’ faaliyetlerinin öyküsüne. Bu öykü, burada tekrarlamayacağımız arkeolojik yağmacılıkla başlamış, sonra da tüm Türkiye’nin madenlerine, enerji kaynaklarına el koyma hevesi ile devam ediyor.

 

Alman ırkçı – arkeolog – tarihçilerinin iddiasına göre Anadolu, oldum olası bir aryenler vatanı idi. Almanlar da üstün aryen ırkına mensup olduklarından, buralara el atma hakkını kendilerinde görmekle, davranışlarının meşruluğunu ispata çalışmaktadırlar. Ama simsiyah saçlı, kara gözlü Ermenilerle benzer tipolojiye sahip Kürtler, hiç de açık tenli, sarışın, mavi gözlü, uzun kafalı, uzun boylu ideal Aryen tipolojisine hiç mi hiç uymuyor. Ama megalomaninin sınırı yok ki. Doğa bilimci Tamer Bacinoğlu’nun deyimiyle (zikreden Hablemitoğlu) “Anadolu’nun ‘Aryen’ yurdu olduğunu belgeleyecek kazılara devam. Döviz sağlayacak madenciliğe, toprağın ‘Aryen’ katmanlarını ıslatacak barajlara hayır!” İşte Ilısu Barajı ve GAP kapsamındaki diğer barajlara karşı artık kanıksadığımız Alman tepkisi ve engelleme girişimlerinin altında yatan, salt PKK desteği dışındaki nedenler!… (S.57-59).

 

“Bergama Dosyası”, Almanya’nın Türkiye’de neler yapmaya muktedir olduğunu gösteren bilgi ve belgeleri içeren bir çalışma oluyor. Almanya’nın Bergama’da asıl ilgilendiği konu, artık alışılageldiği üzere etnik, dinî – mezhebî ya da arkeolojik değil, biraz farklı olarak bu defa ‘altın’ konusudur. Bergama’da altın üretimi yapılmakta mıdır? Yanıt çok net, hayır!… O halde sorulması gereken soru şu oluyor: 

 

“Almanya, neden tüm kaynakları ve olanca gücü ile Bergama’yla özel surette ilgilenmeye devam etmektedir?”

 

İşte bu sorunun tek başına yanıtı bile, Türkiye’ye yönelik Alman emperyalizminin farklı boyutlarını teşhire yeterlidir. Ancak, esas yanıtı, Haziran 1997’nin ilk haftasında Bergama’yı ‘denetleyen’ Alman Yeşiller Partisi’nin Hassen örgütü sözcülerinden milletvekili Reimer Hamman şu cümlelerle vermektedir: 

 

“Bugün Almanya’da 90.000 ton altın stoku bulunuyor. Bunun yanında 17 yıldır altın fiyatları sürekli düşüyor… Yani reel anlamda altın fiyatları düştükçe, madenlerin işletilmesine gerek yok…” (‘Alman çevreciler Bergama’da’, Cumhuriyet 04.06.1997). Kısaca, Almanların övündüğü bu altın stokunda kan, gözyaşı, acı, ölüm, bir başka ifadeyle milyonlarca insanın âhı var.

 

Ulusal çıkarlarının hesabında ekonomik ve siyasî dengeleri gözeten Almanya, artan üretiminin artmaması yolunda ‘diş geçirebildiği’ dört ülkeyi gözüne kestirmiştir: Türkiye, Peru, Gana ve Hindistan. Almanya bu dört ülkede iki önemli avantaja sahiptir: Birincisi, bu ülkelerin yönetiminde, medyasında, bürokrasisinde, sivil toplum örgütlerinde harekete geçirebileceği yeterli sayıda ‘etki ajanı’na sahiptir (kaldı ki gelir dağılımında ciddî bozuklukların olduğu bu dört ülkede, karar tercihini Almanya’dan yana yapacak etki ajanı bulmak hiç de sorun değildir). İkincisi, bu dört ülkenin dış müdahale yolu ile kullanılmaya müsait etnik, dinî – mezhebî farklılıkların çok iyi bilinmekte olmasıdır. Almanya’nın bu avantajlarla birlikte kullanacağı güncel müdahale gerekçeleri de, hemen herkesin kabul edebileceği “tarihî mirasa sahip çıkmak” söylemi ile “eylemsel çevrecilik”tir (S.61-64).

 

Tarih boyunca Anadolu’nun, özellikle Bergama’nın altın üretimi ve kullanımı öyküsüne dönmeyeceğiz. Uzun yıllar, bu topraklarda altının kalmamış olduğu inancı yerleşmiş, son yıllarda bunun tamamen aksi ortaya çıkana kadar. Bununla birlikte dünyada altın üretimine karşı en yoğun, en uzun süreli, en gürültülü, en organize, en renkli, en anarşist, en dıştan yönetilen, en anti-emperyalist, en etnik, en mezhepçi, en sosyalist, en ulusçu tepkilerin gösterildiği ülke Türkiye!… Ve bu tepkinin simgesi de Bergama! (S.65).

 

Federal Alman İktisadî İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Ocak 1990’da yayınlanan ‘Türkiye’de Altın Konsepti’nde şu talimatlar dikkati çekmektedir: 

 

  1. a) “Eurogold Şirketi’nce Bergama – Ovacık’da bulunduğu açıklanan altın yatağı, Almanya açısından göz ardı edilmemesi gereken çok önemli bir gelişme olarak algılanmalıdır. Yakında, altın arama faaliyeti sürdüren diğer yabancı şirketlerin yeni yeni altın yataklarını açıklamaları beklenmektedir. Böylece Türkiye, Bergama’dan Truva’ya kadar uzanan Ege hattında onlarca altın yatağı ile tüm ülkede yüzlerce altın yatağının peş peşe bulunmasına ilişkin açıklamalarla olumlu yönde sarsılacaktır. Aynı sarsıntı, kaçınılmaz bir biçimde ve olumsuz yönde Alman ekonomisinde de kendini hissettirecektir. Bölgede ekonomik ve siyasî istikrarsızlığını koruyan ve sürdüren bir Türkiye, Almanya açısından yaşamsal önem taşımaktadır. Mevcut statükoyu değiştirebilecek tüm gelişmeler ‘tehdit’ ve ‘risk’ olarak algılanmalı ve önlem senaryoları hazırlamak en pratik ve rasyonel biçimde uygulamaya konulmalıdır.

 

  1. b) “Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’deki nasyonalistlerin, fundamentalistler ve de merkez sağda yer alanların çevreciliğe karşı ilgi ve duyarlılıkları bulunmaktadır. Kitlesel eylemlerin gerçekleştirilmesi için Bergama’da öncelikle üç Tahtacı (Alevî – Çepni köyü merkez üssü olarak kullanılacaktır. Ekteki ön araştırma raporunun belirttiği saptamalar çerçevesinde, Türkiye’de sistemin uysal vatandaşları olan Sünnîler yerine, protest özellikleri nedeniyle sistemin dışladığı Alevîleri kullanmak, rasyonel bir tercih olacaktır…”(S.71-73).

 

FIAN (Food First Information and Action Network) yani, (Önce Gıda danışma ve Eylem Ağı), 1986’da kurulmuş, merkezi Heidelberg’te bulunan, Birleşmiş Milletler’e akredite ve 45 ülkede bağlantıları olan bir örgüttür. BND’nin yurtdışı faaliyetlerinde kullandığı en önemli bağlantılı NGO olan FIAN, Alman Devleti’nin kendisine öngördüğü tüm alanlarda hizmet sunmaktadır; uluslararası ihalelerde Alman firmalarına rakip firmaların olumsuz ya da zayıf yönlerini saptamak ve kamuoyu oluşturmak; Yine Alman firmalarının kazanamadığı uluslararası ihalelerin – baraj, nükleer santral, otoyol vd… uygulamasını engellemek ya da geciktirmek; üçüncü dünya ülkelerinde altın üretiminin önüne geçmek!… FIAN, yerine göre kendini ‘insan hakları örgütü’, yerine göre ‘azınlık hakları örgütü’, yerine göre ‘çevreci örgüt’, yerine göre ‘misyoner örgütü’, yerine göre de ‘gıda örgütü’ olarak tanımlamaktadır.

 

FIAN’ın Türkiye’ye yönelik hayli dikkat çekici iddiaları söz konusudur: Örneğin, soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Van kedilerinin “özgün ve de ulusal Kürt kedileri” oldukları gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin plânlı ve bilinçli soykırımına maruz bırakıldıkları iddiası, bunlardan sadece biri oluyor. FIAN’ın raporlarında, Güneydoğu Anadolu bölgesinden Türkiye Kürdistan’ı olarak bahsedilirken Diyarbakır için de “Kürdistan’ın başkenti” tanımlaması yapılıyor. Aynı şekilde, bu örgütün 28 Nisan 2000 tarihli ‘urgent action’ bildirisinde, Ilısu Barajı’nın bölge güvenliğini tehdit ettiğinden söz edilmektedir. ‘Urgent Action 3/2000’ bildirisinin gönderildiği üç isimden birini Türk kamuoyu çok iyi tanımaktadır. Sözde Kürt uygarlığının sular altında kalmasını istemediği için İngiliz firmasının baraj konsorsiyumundan çekilmesini sağlayan ve banka kredisini önleyen İngiliz Başbakanı Tony Blair… (S.74-76 ve infra66).

 

FIAN’ın Türkiye’deki en önemli bağlantısı olan Birsel Lemke (Romey)(Altun), Almanya’da 1975-1985 yılları arasında bulunmuş bir turizm işletmecisidir. Almanya’da Yeşiller Partisi’ne bağlı bir parlamenterle evlidir. Lemke, Ören’de açtığı turizm tesisine “Club Orient” adını vermiştir. Böylece Alman çevrecilerine (!) güvenilir bir konaklama merkezi sağladıktan sonradır ki, altın karşıtı eylemlerin organize edilmesi kolaylaşmıştır.

 

Merkezi İsveç’te bulunan, FIAN bağlantılı “The Right Liveli-hood” Örgütü’nün internetteki web sitesinde Birsel Lemke’nin biyografisi verilmektedir. Özetle: “Birsel Lemke 1950 yılında doğdu. Ankara Üniversitesi ve ABD’de politika bilimi okudu… 1990’da altın madenciliği projelerine karşı Yurttaş Girişimi HAYIR’ı kurdu. Bu girişimin ana nedeni, TÜPRAĞ ve EUROGOLD’un Edremit Körfezi’nde ve Bergama’da altın madeni pilot projelerini açıklamalarıdır. Daha açık bir ifade ile Ege kıyılarında Truva’dan Bergama’ya kadar 62 maden projesi ve tüm Türkiye’de 560 projedir… Lemke, muazzam klasik tarım ve turistik tesislere sahip güzel anayurdunu, bu ekolojik açıdan barbar teknolojiden korumaya karar verdi. Munich Teknik Üniversitesi Ekoloji Kimyası Profesörü olan Friedhelm Korte, bilimsel temelde bu tek teknolojiyi “felâket dolu ve kabul edilemez” olarak tanımlamıştır. Lemke, ilk projenin bulunduğu yerdeki çiftçileri projeye karşı çıkmaya ikna ederek işe başladı. Daha sonra, bölgenin 13 belediye başkanını projeye karşı çıkmaya ikna etti. Belediye başkanlarını Almanya’ya götürdü (Dresdner Bank projeye destek vermek üzereydi) ve kendilerine Ren Biyosferini göstererek kendi belediyeliklerinin geleceği durumu gösterdi. Hasse Parlamentosu’nda politik destek buldular ve Dresdner Bank, kredi vermekten vazgeçti. Belediye başkanları, madencilik projeleri sonucu topraklarının yaşanamaz hale geleceğini belirterek bölgelerindeki 300.000 kişinin Almanya’ya sığınmayı istediklerini Alman Konsolosluğu’na bildirmelerinden sonra Almanya ve Türkiye’den politik destek gelmeye başladı. HAYIR, Avrupa Parlamentosu’nda da destek buldu. Kampanya, “Zeytin altındır” gibi sloganlar kullanarak ve çok eskilerde insanların başına gelen felâketleri anlatan mitolojik hikâyelerden yararlanarak Türkiye’de çevre duyarlığını artırma konusunda başarılı oldu. HAYIR, 1994 yılında Danıştay Lemke’yi haklı buldu ve Türkiye’de siyanürlü altın madenciliği yapılmasını yasakladı (S.78 ve infra 71).

 

1990’dan itibaren altın karşıtı eylemleri organize etmek üzere, Bergama ve Havran’a yüzlerce Alman görevlinin ‘turist’ olarak geldikleri, ama arada hobi (!) olarak da çevrecilerle görüşmeler yaptıkları, altınsız bir çevre uğruna karşılıksız (!) para yardımı yaptıkları bilinmektedir. İlk defa kimliğini ve misyonunu gizlemeden bölgeye gelen Alman (BND) görevlisi Profesör Dr. Friedhelm Korte’dir. Munich Teknik Üniversitesi öğretim üyesi olan Korte, ilk olarak 1993 Mayıs’ının ikinci haftasında Körfez Belediyeler Birliği’nin davetlisi olan Havran’a gelmiş ve yerli personelin eşliğinde basın toplantısı düzenleyerek siyanürlü üretime karşı olduğunu belirtmiştir. Bir yıl sonrasında bu kez Bergama Belediyesi’nin davetlisi olarak ‘incelemede’ bulunmak üzere bölgeye gelmiştir. İncelemeyi Ovacık altın yatağı üzerinde helikopter turu atarak ‘havadan yapan’ Korte, yere indiğinde bu incelemesinin bilimsel (!) verilerini kamuoyuna duyurmuştur. 26.08.1994 tarihli Hürriyet gazetesinin haberine göre: “Munich Üniversitesi Ekoloji ve Kimya Bölümü Başkanı Prof. Dr. Friedhelm Korte, çok uluslu şirketlerin Avrupa’da ve gelişmiş ülkelerde yasak olan siyanürle altın ayrıştırma yönteminin Türkiye’de uygulanmasının önüne geçilmesini istedi… 100 yıldır uygulanan siyanür yönteminin gelişmiş ülkelerin tamamında yasaklandığını hatırlatan Prof. Korte, bu yasağı dünyanın tüm ülkelerini kapsayacak şekilde genişletmeyi amaçladığını söyledi. 1 gram altın elde etmek için bir ton kayanın un haline getirildiğini ve bu işlemler sırasında 4 bin ton siyanür kullanıldığını anlatan Prof. Dr. Korte… ‘siyanürün Türk insanına bir şey yapmadığı konusunda bilimsel bir gerçek mi var?’ dedi”.

 

Küçücük bir haber metnindeki çarpıtılmış bilgilere gelince: 

 

  1. A) Siyanürle altın ayrıştırma yöntemi hangi Avrupa ülkesinde ve gelişmiş ülkede yasak, ad verilmiyor.

 

  1. B) Siyanürle altın ayrıştırma yönteminin uygulandığı Avrupa ülkeleri, ABD, Kanada gibi gelişmiş ülkelerin hangisinde çevre felâketi yaşandı da, bir tek kişi bu siyanür nedeniyle öldü, bunun örneği de verilmiyor.

 

  1. C) Ovacık altın yatağında 1 ton kayanın un haline getirilmesiyle 1 gram değil, 10 gram altın elde edilecektir, bunun için de ayrıştırma sürecinde, 1 ton kayaya karşı, iddia edildiği gibi 4 bin ton değil (herhalde 4 ton denilmek isteniyor) sadece 750 kg sodyum siyanür kullanılacaktır (04.07.2001 tarihi itibariyle 1 ons, yani 31,1 gr külçe altının fiyatı 274 dolar, 1 gr külçe altının fiyatı ise 8,8 dolar, 1 ton sodyum siyanürün fiyatı da 1300 dolardır). Dr. Korte’nin hesabına göre 8,8 dolar değerindeki 1 gr altın üretmek için 4 ton sodyum siyanürün karşılığı olan 5.200 dolarlık siyanür sarf edilecektir. Bu mantıksız ve hattâ zekâ özürlü hesaba, işletmeyle ilgili maliyetleri de eklediğimizde ortaya korkunç bir rakam çıkacaktır. Halk deyimi ile kargaların bile güleceği bu hesabı, Almanların Türkiye’deki işbirlikçi yerli elemanları, ‘bilimsel veri’ olarak kabul etmişler ve hemen her etkinlikte kullanmışlardır (S.83-85).

 

Prof. Korte’nin bu minval üzerine devam etmiş olan çok sayıda ‘marifeti’ni buraya almadık, bu kadarını yeterli gördük. Keza Bergama’daki Alman provokatörler ve dış müdahalelerin uzun ve çeşitli manevralarını da burada anlatmıyoruz (bkz. S.98 ve dev.).

 

Peki, sosyalist geçinenler ne yapıyor?

 

Türkiye, AB’ne ya da küreselleşmeye entegrasyon adı altında, Osmanlı döneminin kapitülasyonlarından çok daha ağır koşullar taşıyan sözleşmelere imza atmaktadır. Gümrük Birliği Anlaşması nedeniyle, ithalâtı, dolayısıyla dış ticaret açığı giderek büyüyen Türkiye’de, birkaç yüz milyon dolarlık kredi için IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının her istediği, bürokrat atamaları dâhil, yapılmaktadır. MAI sözleşmesi, Uluslararası Tahkim, Şeker Yasası, Tütün Yasası, Endüstri Yasası, Hazine Arazileri’nin Yabancı Devletlere Satışına İlişkin Yasa derken, Türkiye’nin bugününe ve geleceğine resmen ambargo konulmaktadır. Tepkilere baktığımızda, kapitalizme, emperyalizmin her türlüsüne, tam bağımsızlığımıza göz diken tüm yabancılara, emekçilerin alın terini gasp eden uluslararası sermayeye ve onun yerli işbirlikçilerine, hiç değilse ideolojik söylemlerinde, karşı olması gereken sosyalist örgütler, nedense hiçbir ciddî tepki vermemekte, susarak bu gidişi seyretmektedirler. Ülke elden giderken, onlar sadece iki konu da değil, slogan içinde yoğunlaşmış görünmektedirler: “Bergama’da Siyanürlü Altına Hayır!” ve “F Tipi Cezaevleri Kapatılsın, Tutsaklara Özgürlük!”…

 

Neden, diye sorduğumuzda, Avrupa’daki tüm sosyalist Türk örgütlerinin Almanya tarafından nasıl korunup kullanıldıklarını ve yönlendirildiğimizi bilmediğimizi ortaya koyarsınız. DHKP-C, TİKKO, Dev-Sol, TKP-ML gibi yasadışı sol örgütlere ve de PKK uzantısı ERNK’ya tüm eyalet merkezlerinde büro açma izni veren Almanya’nın bu örgütlerden başlıca isteği, Türkiye’ye karşı kontrollü kullanıma uymalarıdır. Dolayısıyla, Türk Ordusu’na en ağır hakaretleri yapan, Türkiye’deki halkların (!) bağımsızlığını isteyen, bir başka ifadeyle ulus – devletin yıkılmasıyla Türkiye’nin yerinde en az 47 devletin kurulmasını talep eden, çıkarları doğrultusunda kapitalist – emperyalist devletlerle ve şeriatçı yapılanmalarla işbirliğine giden, kısaca varlığını sürdürmek için ideolojisinin ruhunu satan bu örgütlerin gazetelerinde, dergilerinde, internet sitelerinde ortak olarak “Bergama Direnişi”ne ilişkin haber ve yazıları görürsünüz. Türkiye’yi satacaklar, ama Bergama’ya sahip (!) çıkacaklar !… Görünen, bir çelişki değildir;  onlar sadece beslendikleri ortak kaynağın, yani patronları, Almanya’nın talimatının gereğini yerine getirmektedirler…

 

Öbür taraftan, Bergama’daki Alman oyununa gelen legal Türk örgütleri arasında CHP, KESK, SES, TMMOB, Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi ve diğer demokratik kitle örgütlerinin olduğu görülüyor. Bergama olayının arkasındaki Almanya’yı fark etmeyen ulusalcı Atatürkçü Düşünce Derneği bile oyuna getirilmiştir (S. 133-134).

 

Almanya’nın resmî çevre politikası, ‘temiz çevre’, ‘sağlıklı yaşam’, ‘beslenme hakkı’ gibi evrensel nitelikteki değerlere koşulsuz sahip çıkan çevreci örgütler yerine; bu değerlere sahip çıkıyor görünen ama devletten finanse edildiği için de devletin talimatları dışında hareket yeteneği olmayan çevreci örgütleri öngörmektedir. FIAN, bu güdümlü ama NGO görünümlü devlet kuruluşlarından sadece biridir. Çelişkilere ve çifte standarda gelince, sadece üç tipik örnek: 

 

  1. a) Almanya, altın üretimi yapmayan, üstelik altın üreten şirketi de bulunmayan nadir gelişmiş ülkelerden biridir. Sahip olduğu altın stokları nedeniyle dünya altın ticaretinin yaklaşık yarısını elinde tutan ve bu işten önemli gelir elde eden Almanya, yine altın üzerinden dolaylı bir gelir kaynağına da sahiptir: Siyanür üretimi! … Dünya’da üç büyük firma siyanür üretmektedir: ABD’li Dupont, İngiliz ICI ve Alman Degussa. Dünyada siyanür üretimi toplam 1,5 milyon ton olup bunun 1/3ünü Degussa firması üretmektedir. Bir yandan Gana, Peru, Türkiye gibi az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde altın üretimini engellemek için “siyanürlü altına hayır!” kampanyaları sürdüren Almanya, diğer yandan tüm dünyaya siyanür satmakta hiçbir sakınca görmemektedir. Başta FIAN olmak üzere, hiçbir Alman Çevre örgütü, siyanürün Almanya’daki üretiminin ve ihracının yasaklanması için kampanya yürütmemektedir. Çünkü önemli olan dünyanın doğasını korumak değil, Almanya’nın çıkarlarını kollamaktır. Bergama’daki işbirlikçi – yerli personele gelince, onlar da Alman siyanürü karşıtı hiçbir eylem ve de söyleme girmemektedirler.

 

  1. b) Almanya, dünyadaki en önemli silâh üreticisi ve satıcısı ülkelerden biridir. Aynı şekilde, silâh sanayisinde AR-GE faaliyetlerine en fazla pay ayıran, dolayısıyla dünya silâh üretim ve satışında ABD ile rekabete giren bir Almanya’nın tıpkı diğer silâh üretiminden para kazanan ülkeler için geçerli olduğu gibi, “insan hakları”, ya da “çevre hakları” gibi söylemleri samimî ve inandırıcı değildir. Leopard tanklarının toprağı sürmeye ve çiçek sulamaya; biyolojik silâhların ise doğal hayatı korumaya yönelik olarak üretildiğini hiçbir aklı başında insan hakları savunucusu ve çevreci kabul edemez. Saddam’ın Halepçe’de kullandığı kimyasallar ve de Güneydoğu’da binlerce Mehmetçiğin canını yakan vücutlarının bir bölümünü yitirmesine neden olan mayınlar Almanya’nın insan hakları ve çevrecilik anlayışının belleklerdeki silinmeyecek izleridir.

 

  1. c) Türkiye’deki altın üretimini engellemek için tüm kaynaklarını seferber eden Almanya, diğer taraftan, altın üretimine devam eden üçüncü dünya ülkelerindeki yatırımlara “Alman Kalkınma Örgütü (DEG) vasıtasıyla katkıda bulunmaktadır. DEG’nin ortak olduğu siyanürlü üretim yapan altın madenleri için, Alman çevrecilerinin bir baskısı söz konusu değildir. Daha açık bir ifadeyle, eğer siyanürle altın üreten bir yatırıma DEG ortaksa, sorun yok. Ama DEG’nin, yani Almanya’nın ortaklığı yoksa FIAN devreye girmekte ve salt çevrecilik söylemleriyle adeta “kıyametleri koparmaktadır”. Dünyada 800 civarındaki faal maden işletmesinden 553’ünde siyanürle altın üretimi teknolojisi kullanılmaktadır. Dünyanın altın üretiminin % 57’sini elinde bulunduran ABD, Kanada, Avustralya, Güney Afrika’da “Bergama örneği” engellemeler hiçbir zaman söz konusu olmamıştır, çünkü Almanya’nın müdahalesi yoktur (S.140-143). Yani Tamer Bacinoğlu’nun veciz ifadesiyle “çevreci şovenizm, saldırgan ulusun yabancı bir topluma müdahalesini mazur gösteren emperyalist bir kültür stratejisi” oluyor (S.144).

 

Almanya’daki 2,5 milyon Türk vatandaşını, kendi devletine, diline, kültürüne ve ulusuna düşman eden, etnik ve mezhebî yönden paramparça etmeye çalışan Almanya’ya karşı hiçbir tepki gösteremedik. Şimdi Türkiye’deler. Bergama’da, Truva’da, Zeugma’da, Diyarbakır’da, Van’da, Çorum’da, Alanya’da, Şırnak’ta, Artvin’de, Çamlı Hemşin’de, kısacası her yerdeler, Türkiye’yi karıştırıyorlar. Almanya’nın desteğinde, PKK’cı olarak, TİKKO’cu olarak askerlerimize ve ulusal güvenliğimize – bütünlüğümüze tetik çekenlerle, Bergama’da Alman çıkarlarının tetikçiliğini yapanlar arasında ne fark var? (S.152).

 

.

. .

 

Ve daha neler anlatmıyor ki, Cumhuriyet Tarihçisi Dr. Necip Hablemitoğlu. O, Avrupa Parlamentosu’nun A4-0432/98 sayılı kararından sonra AB ülkelerinin neden Bergama’da altın üretimiyle ilgilendiklerini araştırmış ve sonunda bu kararın arkasındaki ülke, Almanya çıkmış karşısına… Sonra Bergama’da, Havran’da, Sivrihisar’da, Uşak’ta ve daha pek çok altın yatağına sahip yerleşim merkezinde Alman vakıfları ve örgütleriyle karşılamış.

 

Araştırdıkça her gün artan sayıda, birbirinden daha hazin gerçeklerle yüz yüze gelmiş. İşte bu, okudukça insana hüzün veren olguları sergilemiş kitabında. Biz bunların içinden sadece bazı özgün bölümleri aktardık. Daha önce de, “Alman İslâm’ı”, “Alman Oryantalizmi” gibi bahisleri irdelemiş, kendimizi adeta Hablemitoğlu’nu okumaya hazırlamıştık. Ondan burada ayrılıyoruz.

 

[1] Necip Hablemitoğlu.  – Alman vakıfları ve Bergama dosyası, İst. 2001.

[2] Kitabın arka kapak yazısı.

[3] Tarafımızdan belirtildi.

[4] Tarafımızdan belirlendi.

[5] Bu keyfiyet, herhalde Vakfın SPD’ye aidiyeti cihetiyle CHP idarecilerinin gözlerinin bağlanmış olması dolayısıyladır.