Kültür Eserleri > THKK 4 - Dokuma ve Giyim Teknikleri > Türk El Dokumacılığı (Devam)

Türk El Dokumacılığı 

Bu denli vasi bir konuya girildiğinde, işin mantığı icabı, köken araştırma babında ister istemez tarihin derinliklerine dalınıyor.

İlk Mısır kumaşlarında sadece bezayağı örgüsü[1] kullanılırken bunlarda bu basit örgünün çeşitli imkânları araştırılmış. Ayrıca bulunmuş parçalar arasında kilim tekniğinde ve yapılması güç dokumalar da bulunuyor.

Kopt (Kıptî) kumaşları oldukça kalın dokumalar olup cm2’de ortalama 13 çözgü ve 11 atkı bulunmaktadır. O ise ki Eski Mısır kumaşlarında çok ince keten ipliklerin kullanıldığı anlaşılmaktadır.[2]

Kumaşlarda desenler iki şekilde meydana getirilmiş: Birincisinde tezgâh üzerinde el ile dokuma tekniği; öbüründe kumaş üzerine işleme tekniği. İlkinde hav ile kilim tekniği (ilerde anlatılacak) kullanılmış. Sonuncusunda kumaşın çözgüleri arasından mekik kullanılarak atkıların geçirilmesiyle meydana getirilen ilk örneklerde başlıca süsün, mavi renk başta olmak üzere, ancak enine renkli çizgilerden ibaret olan Mısır’da, M.Ö. 1400’den sonra basit kilim tekniğinde motifler eklenmiş. Tezgâhlarda renkli iplikler ufak bobinlere sarılarak desenin gerektiği yerlerde aynen kilim dokumasında olduğu gibi, çözgü ipliklerinin bir altından bir üstünden geçirilerek kullanılmış. Çözgülerin tamamen kapanması için sıkıştırılmış. Bu kadar erken bilinmesine rağmen Kopt zamanına kadar (M.S. II.-VIII. yy.) pek az kullanılmış.[3]

Eski dünyanın Asur, Elam, Babil gibi en uygar kavimlerini içine almış olan Ahmenî imparatorluğu (M.Ö. 700 – 330), öbür yandan Hint ve Çin ile sıkı bağları olan Orta Asya’ya da dayanıyordu. Pamir’den Akdeniz’e kadar gerçek bir Doğu konfederasyonunu yaratmış olan bu imparatorluk, çok eski bir kültürün mirasçısı idi.

İmparatorluğun geniş sınırlan içinde eski Asur ve Babil bölgeleri her nevi kumaşlarda, silâhlar, ziynet eşyaları, halı, kilim; Finike de erguvan boyası; Mısır, keten mensucat ve papirüs ihraç eden merkezlerdi.

Kabartma ve heykeller giysi ve kumaşlar hakkında fikir veriyor. Bunlardan, dokumacılıkta birçok değişik tekniğin kullanıldığı, çeşitli nitelikte kumaşların yapıldığı görülüyor.

Bu noktada, bir kişisel müşahedemize yer vereceğiz.

Konya’nın Ereğli ilçesine bağlı Aydınkent (eskiden İvriz) köyü yakınındaki kaya kabartması (Resim 63), M.Ö. VIII. yy.ın ikinci yarısında Geç Hitit yontusu oluyor. Tyana (Tuvanuva) kralı Varpalavas, solda (kestiğimiz) bereket tanrısına şükranlarını sunuyor. Kral, eteklik olarak bir kumaşa bürünmüş. Yontuda Asur ve Aramî etkisi, her ayrıntıda belli oluyor. Resim 64’te ise, Maraş’tan satın almış olduğumuz, o ilin dokuması bir kumaş parçası görülüyor (halen Sadberk Hanım Müzesi’nde). Her iki resimdeki kumaşların, benzerliğin ötesinde, neredeyse ayniyeti çok çarpıcı olup bir kültürün asırlar boyunca kendini devam ettirdiğine bir başka delil oluyor.

Bu vesile ile daha ileri gitmeden Gürün şalları üzerinde biraz eğleneceğiz. Şal, atkı ve çözgüleri yünden olan desenli bir kumaştır. Ayrıca ipek ve pamukla dokunmuş türleri de vardır.

Şallar, öbür kumaşlar gibi dokundukları yerin adıyla anılırlar. Bazıları, tezgâhtan çıktıktan sonra gergeflere gerilerek desenlerinin renginde ve aynı ipliklerle işlenir. Süslemesi goblen kadar ince olup belli bir üslûptadır. Buna benzer şekilde dokunmuş kumaşlara eskiden şâlî denirdi.

Desensiz düz olarak yüzden dokunmuş olanlar da teknik tür ve inceliklerine göre Şâlakî, Lâhurakî, Buharakî adı alır ve çoğunlukla kadın giyiminde kullanılırdı.

Şal, Doğu ülkelerine ait bir dokumadır. Eskiden en çok Hindistan, İran, Türkistan, Trablus ve Anadolu’da dokunurdu. Meşhur olanlar başta Lâhur (Lahor) olmak üzere Keşmir, Kirman, Horasan ve Trablus şallarıdır. Bunlar da desen ve teknik özelliklerine göre çeşitli türlere ayrılır: Lâhur şallarından Valde, Müreccah, Amberser şalları en ünlüleridir. Büyük motiflerle işlenmiş olanlara da genellikle Poteli adı verilir.

Bu sanayi daha çok Orta Anadolu’da Sivas’ın bir ilçesi olan Gürün’de görülmektedir. Gürün şallarında başlıca hâkim renk, beyazdır. Desenleri, gerek renk gerekse form bakımından öbür ülkelerinkine benzemez. Kumaş süslemesiyle karışık bir üslûba sahiptirler. Zeminlerin desenlerle aynı mukavemette olması düşünülmüş. Hâlbuki Acem ve öbür şallarda daha çok süsün, mukavemete yeğlendiği görülür.

Süsleme bakımından şallar motifleri serpme, motifleri birbirine bağlı, süslemesi birbirine geçmiş kavisli dallardan oluşmuş ve nihayet yollu veya çubuklu adı verilen şallar (Resim 64 ve 65) olarak dört grupta toplanabilir.

Kullanıldıkları yere gelince:

  • Kadın baş tuvaletinde şal; Şallar doğrudan doğruya başa yapılan bir tuvalet malzemesi oluyor. Doğu bölgelerinin köylü kadınları arasında çoğunlukla rastlanan bu baş bağlama yönteminin ilki, saçları sık ve arkaya taranmış bir baş, kaşlardan dört parmak üstten olmak üzere sarılmaya başlanır. Şalın uzunluğuna göre katlar artırılarak ve başlangıçta bitim ortası kabartılarak ucu arkaya rastlayan kısımdaki katların birine sokularak gizlenir. Bu şekilde yapılan başlar eski ulemâ sarıklarına veya kavuklarına benzeyen bir görünüm sergiler.

Büyük bir ihtimam ve maharet isteyen bu başın ertesi gün yine kullanılması için olduğu gibi, bozulmadan baştan çıkarılarak muhafaza edildiği de görülmüştür. Her ne kadar istenilen şeklin verilmesi için bir fes üstüne sarılmakta ise de bu, bir hünersizlik ifade ettiği gibi makbul da sayılmaz.

İkinci baş bağlaması doğruca bir fes üstüne ve bazı bölgelerde rakçin veya arakçin adı verilen beyaz başlıklar üzerine sarılır. Bunun da değişik şekilleri vardır. Kare şallar bazı yerlerde üçgen şeklinde bükülerek uçları arkaya gelmek üzere ön tarafından bağlanır veya sarılır. Uçları da bu sarılmış kısmın içine sokularak gizlenir. Bu bağlanışta ense, örtülmüş olur. Böylece de güneş ve yağmurdan korunmuş olunur.

  • Şaldan kadın elbiselerini, takım halinde veya tek giyilen entarilerle bunların üzerine giyilen hırkalar teşkil eder. Elbise ve hırkaları, serpme desenlerden geniş dallı veya bademli motiflerle dokunmuş örneklerinden seçilirdi.
  • Kuşak şeklinde kullanılan şallar, en kıymetli örneklerden seçilirdi. Eskiden düğünlerde gelinin babası tarafından gelinin beline dolanırdı. Ve bu şal, değerli bir hatıra olarak saklanır ve ancak mutlu günlerde tekrar kullanılırdı. Kuşak olarak kullanılan şalların çoğu geniş çubukludur.
  • Omuz şallarına fazla değer verilmese de, bunlar kadın ve erkek giyiminde kullanılmıştır. Bazı kayıtlara göre omuz şallarının ön tarafa getirilen uçlarından meydana gelen şeklin bir yaka halini alması, biçkide şal yaka adı verilen örneğin meydana gelmesine sebep olmuş.

Erkek giyiminde şal:

  • Erkek başlarında şal: Köylü ve kenti erkek giyiminin başlıklarından kefiye, abanî şal, yakın zamana kadar devam edegelmiş. Kıyafet devriminden sonra abaniler tarihe karışmışsa da millî kılıklarda kefiye ve abaniler eskisi gibi muhafaza edilmiştir.
  • Erkek giyiminde şallar: Gelin tarafından hazırlanan çeyiz eşyaları arasında görülür, gecelik ve hırkalar bunlardan yapılırdı. Desenleri, kadınların giydiği şal desenlerinden ayrı, renkleri ise daha azdır. Bunlardan başka şaldan boyun atkıları ve ilmiyye mensubu olanların cübbe altında giydikleri yelekler de vardır.
  • Erkek giyiminde en önemli yeri, şal kuşaklar alır. Bazı yerlerde dolanmış olan kuşaklar üzerine silâlıklar bağlanır.

“Ol gül endam bir al şale bürünsün yürüsün

Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün” (Enderunî Vâsıf).

“Lâhurî şal beldedir

Saçları perde perdedir

Cennetten huri çıksa

Yine gönlüm şendedir” (Yozgat, halay türkülerinden)[4]

Ksenophon (Ksenophanes – M.Ö. 430 – 352), “Kuraş II zamanına nispetle bugün Persler çok gevşemiştir” demekte ve şöyle devam etmektedir: “… Gerçi Kuraş II, Mada’ların kıyafetlerini, ziynetlerini almıştı… Bugünkü Persler yumuşak yataklarda yatmakla iktifa etmezler. Döndükleri zaman vücutlarının sertlik duymaması için bu yatakların tüylü halılar üzerine yapılmış olmasını da isterler… Önce yaya yürümemek Perslerce millî bir âdetti. Güdülen amaç herkesin biniciliği öğrenmesi idi. Bugün atlarının üzerinde, yataklarının üzerindekinden çok halıları vardır…” (M. Şemsettin Günaltay. – İran tarihi, C.I, s.307-8, zikreden Şahin Yüksel Yağan)

İran’ın en eski sanatından zamanımıza kalanlar da yine süslü kumaşlar, muhteşem duvar halıları ve diğer güzel halıların tarifleri, yani nasıl yapıldığıdır. Bunlara göre saray imalâthanelerinde dokumacılar yedirilip giydiriliyor. Pahalı ipekliler, iplik ve metaller bulunuyor, aynı zamanda da yarattıkları her şaheser için ikramiye alıyorlardı. (Yapılan bu değerli kumaşlar ise yabancılara ve saray gözdelerine hediye ediliyordu.)[5]

Oğuzlar İran uygarlığının etkisine daha Türkistan’da iken maruz kalmışlardı. Göktürk devletinin büyüyüp Sâsânî İran’a ait bazı alanları da kendi idaresine alması, İran unsurlarının Türkistan’a yeniden dolmasına sebep olmuştu. Bu arada Sogdlar ve Horezmli tüccarların Türk ülkelerinde geniş koloniler kurdukları da biliniyor…[6]

“…981’de Uygur hanı Arslan Han’a gelen Çin elçisi Van – Yen – Di de Beşbalıktaki kültür hayatını güzelce anlatmıştır. O, buradaki saray hayatını, teşrifatı, müneccimlerin nüfuzunu, musikinin Uygur camiasındaki büyük rolünü bir bir anlatmıştır… Ziraat işi de çok mükemmeldi. Yeraltından geçirilen kanallar (kehrîzler) vasıtasıyla İska olunan (sulanan) bu ülkede mükemmel hububat ve pamuk yetiştirildi. Uygurlar ahlâk itibariyle de mükemmel insanlardı, samimî bir medenî camia teşkil ediyorlardı. İpekçilik, meyvecilik ve şarapçılığı mükemmel inkişaf ettirmişlerdi. Kumaş imalinde pek mahirdiler. Kadınların cemiyetteki mevkii yüksekti. Pamuk, keten ve ipek elbiseler, müzeyyen (süslü) ve sırmalı kürkler giyerlerdi…”[7]

1218’de Moğol ordusuyla Türkistan’a giden Yeh – lú Ch’u – ts’ai, seyahatnamesinde şunları yazmış: “… Çiçekler, ağaçlar o kadar mahsuldardır ki hakikaten görülmeye değer. At başı kadar büyük kavunlar vardır… Üzümden şarap yapılır. Dut ağacını tanırlar ama ipek çıkarmazlar. Chü – shun kumaşı (Hint Buddhismi tabirince pamuklu) giyerler. Beyaz elbiseler uğurlu, koyular ise matem elbisesi sayıldığından[8] daima beyaz giyinirler…

Ve Semerkand hakkında bir şiirden:

“Testi açılırsa nefis şarap alınır

Ağ atılırsa taze balık tutulur

Şarap yapan vergi vermez

Tarlayı eken rüsum vermez

Kuraklığa karşı ırmaklar su verir

Ve elbiseleri olmayınca koyun ekilir”[9]

* * *

“Oxford profesörlerinden A. H. Sayce (The story of a forgotten empire, 1925 – ilk basılış 1888) ‘hakikaten Etiler (Hititler) Garb’ın kaba halklarının ilk muallimleri olarak tanınmalıdırlar’ dedikten sonra ‘Etilerin kostümleri soğuk ve dağlık bir mıntıka halkının elbiseleri idi. Millî elbise dize kadar bile inmeyen bir setre idi… Fakat Etilerin kıyafetlerindeki en karakteristik şey, burnu yukarı bükülmüş kunduralarıdır. Bu, bir kar kundurasıdır… Etiler, uzun, parmaksız eldiven kullanırlardı. Yalnız başparmak ayrı idi… Hal-i hazırda buna müşabih eldivenler Kappadokya köylüleri tarafından kullanılır’.”[10]

“Bu eldivenlerin yalnız Kappadokya’da değil, bütün Anadolu’da, umumiyetle Türkistan’da kullanıldığı hepimizce malûmdur. Bu hususta C. R. Conder de takriben aynı mütalâada bulunmuştur (C.R. Conder, Journ.- of Anthropological Institute, 1887, Teşrinsani, C.XIII, No-2): ‘Kunduraların burunları yukarı doğru büküktür. Bunlar Anadolu köylüleri tarafından el’an kullanılmaktadır. Suriye’de Türk pabuçları namıyla kullanılmaktadır’.[11]

“Frikyalılar, maden işçiliği, dokumacılık, tentene (dantel) örücülüğü gibi sanatlarda pek ileri gitmişlerdi. Bundan dolayı eski Yunanlılar, Frikyalıları madenlere su verme usulü ile tentene örmek sanatının mucidi saymışlardır. Anadolu’nun eski Firiklerle meskûn bölgelerindeki köylerden toplanan çorap, tentene ve sair elişleri motifleriyle Frik, Hatti (Hitit) kültürüne ait bazı buluntular arasındaki benzerlik, hayret verecek bir manzara arz etmektedir”[12]

…(Lidya’da) Sardis şehri Anadolu’nun ilim, fikir ve sanat merkezi halini aldı. Amerikalıların bu şehir harabesinde yaptıkları bazı kazılarda Lidya”nın güzel ve sanatkârane işlenmiş ve boyanmış kumaşlarından, kaplarından, deri ve maden işlerinden bir kısmının örnekleri elde edilmiştir.[13]

Dokumalar konusuna devam etmeden önce yukarda sözü edilen burnu yukarı kalkık kunduralar üzerinde kısaca duralım. Bunlar, Reşit Galip’in Söylediği gibi sadece bir kar kundurası olmayıp dağda bayırda toprakta yürümeye çok uygun ayakkabıları oluyor. Resim 66 ve 67’deki kabartmalarda, bunların sadece fani insanlarca değil, Tanrılarca da giyildiği görülüyor. Bu çarık tipinin Anadolu’nun bir karakteristiği olduğunu söyleyebiliriz (Resim 68). [14]Zira Greko-Romen dünyasının mutat ayakkabısı carbatinae – carbatinai, özellikle Güney ülkelerinde, Grek ve İtalyanlar tarafından giyilmiş (Resim 69). Bunun genel görünümü itibariyle Anadolu çarığından tek farkı, burnunun kalkık olmayışıdır.

Döneceğiz bu çarık konusuna.

* * *

Prof. A. J. B. Wace, uzun yıllar Victoria and Albert Museum’un muhafızlığını yapıp Cambridge Üniversite’sinde profesördü. Kendisi özellikle Doğu kumaş ve işlemeleri üzerine derin vukufu ile tanınmış bir âlim olup yazmış olduğu eserinin önsözünden bölümleri aynen aktarıyoruz.[15]

“… padişah elbiseleri koleksiyonu Türk mensucatının tarihini göstermek itibariyle kıymeti ne kadar takdir edilse azdır… Bu vesikalarda kumaşların isimleri ve desenleri görüldüğü gibi imalâtı idare ve tanzim eden padişah iradelerine de tesadüf edilmektedir. İşte birçok şüpheli noktaları aydınlatan da bu malûmat olmuştur. Meselâ; bu envanterden alınan malûmata göre kaplan sırtı tabir edilen karakteristik Türk modeliyle pars beneklerine benzetilen ve vaktiyle sadece benek veya pelenk tabir edilen desenlere verilen isimlerin doğru olduğu anlaşılmıştır. Diğer mühim bir vesika, I. Selim’in 1514’de İran’dan getirdiği harp ganimetlerinin bir listesidir. Bu listede şayan-ı dikkat nokta, İran Şahı’nın hediye veya mubayaa tarikiyle elde ettiği Türk kumaşlarını da ihtiva etmesidir. Bundan başka, Sultan Selim’in İran seferinden dönerken Türkiye’ye getirdiği sanatkârlar arasında kumaş dokuyucusu yoktur. İran Şahının Türk kumaşlarını satın almış olması da, o zaman Şark’ta Türk kumaşlarının büyük bir rağbet göstermekte olduğunu ispat eder. Uzun zamandan beri hüküm sürmekte olan ve hattâ bu mensucatın doğrudan doğruya İran işçileri tarafından yapıldığı ve desenlerin İran tesiri altında bulunmuş olduğuna dair ileri sürülen mütalâalar ortadan kalkmaktadır. XV. asırda I. Osman ve haleflerinin kaftanları, Sultan Selim’in İran seferinden evvel, Türk kumaşlarında karakteristik bir Türk modeli kullanılmakta olduğunu gösterir…”

“İşte görüldüğü veçhile, hiç olmazsa, tipik Türk desenlerinden de bazıları, ananevî Orta Asya desenlerinin tekâmül etmiş şekli olabilir. Hakikaten gerek Yunan, gerek muahhar Roma İmparatorluğu zamanındaki Roma kumaşları arasında Mısır kumaşları, VI., VII. asırdan kalma parçalar vardır ki, üzerinde iki yaprak arasına bir çiçek şeklindeki Türk modelini görürüz. Bu model I. Osman’ın kaftanları ile kendisini takip eden haleflerinin kaftanları üzerinde görülmektedir…”

“Bizans’ın ipekli kumaşları Avrupa’da pek ziyade rağbet gördüğünden, halefleri olan Türklerin kumaşları da İtalya ve Avrupa memleketlerinde pek rağbette idi. Bilhassa Fatih Mehmet tarafından fabrikatörlere verilen vâkıfâne emirlerden sonra, İtalya’dan Venedikli, Cenovalı büyük tacirler vasıtasıyla Fransa’ya, İngiltere’ye, Almanya’ya ve diğer Şimal memleketlerine bu kumaşlardan büyük mikyasta sevkiyat yapılmakta idi… İsveç’te bu Türk kumaşlarının en güzel numunelerinden yapılmış olan papaz elbiseleri zamanımıza kadar muhafaza edilmiştir… Şimalî İtalya’da kullanılan modeller Bizans kumaşlarından ilham almıştır. Sicilya ile Cenup İtalya’da kullanılan kumaşlar ise Müslüman Arapların, Mısırlıların ve Suriyelilerin tesiri altındadır, on altıncı asırda bilhassa Türk modellerinden ilham alan İtalyan kumaşları üzerinde bir reaksiyon yapmış ve o tarihten sonra İstanbul ve Bursa’da dokunan Türk kumaşları üzerinde İtalyan kumaşlarından kopya edilmiş desenler görülmeye başlamıştır. Bunun vazıh misali bir taç ilâve edilmiş olan gotik modeldir. Bu model bir taç ilâvesiyle İtalyanlaştırılmış olan bir Şark modelinin, ikinci defa olarak yeniden şarklılaştırılmış olduğunu gösterir.

Türk kadifelerinde de on beşinci asırda İtalya’da kullanılmış olan gotik tipinin bariz kopyaları görülmektedir. Bazı Türk kumaşlarında tavus kuşları ve geyikler vardır. Bunların her ikisi de Bizans numunelerinin devamı addedilebilir. Bununla beraber geyiklerin İranlılara mahsus olan hayvan desenlerini temsil ettiğini de kabul edebiliriz…”

Gerçekten Türk kumaşçılığı en yüksek mertebesine XVI. yy.da erişmiştir ki hayret uyandıran kumaşların bu fevkalâde gelişmeye erişmesi için zarurî olan uzun bir istihale devri geçirdiğini göz önünde tutmak gerekir. Selçukluların pek nefis kumaşlar dokumuş oldukları şüphesizdir. Nitekim bazı koleksiyonlarda mevcut parçalar da bunu çok açık gösteriyor. Bundan başka, Sultan Alâeddin tarafından Osman Bey’e gönderilen hediyeler arasında “Dibâ-i Rûmî” adlı bir kumaş bulunmaktadır. Selçuk dibâsı demek olan bu ad, XVIII. yy.a kadar kullanılmış. Keza Çatma, Çatma-i kadife-i pelengî gibi bazı kumaş adlarına Selçuklular zamanında da rastlanıyor. Hiç şüphesiz, Selçuklu dokumacılık sanatı ve o zamanın diğer bölgelerin kumaş işleri, Osmanlı dokumacılık sanatının nüvesi olmuştur. Bu yüzden, kısa bir sürede gelişmeyle XV. yy.da çok mütekâmil (gelişkin) Türk kumaş ve kadifeleri yapılabilmiştir.

Osmanlı döneminde ilk kez kumaş adları Neşrî tarihinde, I. Osman’ın mirası dolayısıyla geçiyor: “… ve bir alemlû teyle (değla-kısa yenli kaftan BTL) dahi Tonuzlu (Denizli) bezinden olurdu, arkasını alemlû ederlerdi ve Alaşehir evlâdisinden (Vale – vala. Aşıkpaşazade tarihinde – 1364 – Eflâdi diye geçiyor) sancıklar (sancaklar) olurdu”. Bundan sonra bulunmuş en yaşlı belge, 1348 Orhan mülknamesi olup bunda Hacı Paşa’ya vezirlik kırmızı bir kemhâ verildiği yazılı.[16]

Tıbyan-ı nafi (Mütercim Asım – Bürhan Ka’tı), Kaftan: “bir nevi pamukla kaftandır ki cenkte zırh üstüne giyerler. Ekseri pamuk yerine ham ipek korlar, bu cihetten kazabend dahi derler. Türkistan’da kelmakî ve bizim Türkçede çukal tabir ederler”.

Ahmet Rasim tarihinde de kaftan, “ham ipekten ve pamuktan aralarında sarı ipek… bir nevi elbisedir” diye tarif ediliyor.[17]

1483 tarihli bir pusula, Venedik elçisi Rendirye’ye verilmek üzere hazırlanmış kumaşların adlarını taşıyor. Bu liste bize, XV. yy.ın ikinci yarısında, birbirinden farklı üç cins Bursa kumaşını tanıtıyor:

  1. Kadife-i Çatma-i Bursa müzehheb (altınlı),
  2. Kadife-i müzehheb benek Bursa,
  3. Kemhâ-i Bursa.[18]

1502 tarihli Kanunnamei İhtisab-ı Bursa’mn kumaşlara ait kısımları: “Kadifenin ve kemhanın ve daftanın ve sair akmişe-i mütenevvianın (çeşitli kumaşların) kanun-ı kadiminden ehl-i hibresine (bilirkişisine) sual olıcak mukaddemâ (evvelce) kadifenin ahval-i beyanında didiler ki meşdûduna (kuvvetlice bağlanmış olana – çözgüsüne) beş vukiyye (okka) lök (lak, kırmız böceğinden elde edilen kırmızı boyar madde) ve havın her dirhemine üç dirhem lök virilerdi. Dört beş yıl miktarı vardır ki meşdude üç vukiyye ve havın dirhemine bir buçuk nihayet iki dirhem lök virdikleri ecilden (sonradan) renge tağyır (bozulma) lâzımgelip bedrenk (açıkla koyu arasında kirlimsi renk) olıcak çivide çekdiler adına çerde didiler. Ammâ sâbıka çerde didikleri bu değildi belki çerde ana dirlerdi ki mezbur meşdûde beş vukiyye lök ve havın dirhemine üç dirhem lökü tamam verdiklerinden sonra çividi ezüp safî idüp suyuna çekip çerde dirlerdi. Müntehâ (sonu) kırmızı renk olurdu. Hâliyâ (halen) lök tansif olunup (yarıya indirilip) heman ezilmiş çivide çeküb bir mühmel (ihmal olunmuş) renk olur kırmızı ile mor benefşe (menekşe) ortasında”…

Herkes kusuru birbirinin üzerine atmış. Devam edelim.

“Hâliyâ âdet-i kadimeler üzere amel olunsur dinildi ve tagayyürün (bozulmanın) sebebi mâzükiredir (Yukarda zikredilmiştir).”

“Ve müzehheb (altınlı, yaldızlanmış) kadife telinden sual olunucak didiler ki zaman-ı sâbıkta müzehheb kadifenin kırk beş ve elli teli bir dirhem olsa kumaşı muhkem (sağlam) ve hem mücellâ ve mutarrâ (parlak) olurdu. Takriben beş altı yıl vardır ki tedriçle telin altmışı yetmişi bir dirhem olarak yüz tel birdir, hem olduğu cihetten kumaşta sebat (dayanıklılık) ve taravet (tazelik) bulunmaz oldı.”

“Ve bundan gayri evailde (geçmişlerde) yüz dirhem gümüşe bir miskal hâs fîrengî flori altun urulurdu şimdi kem (kötü) altundan buçuk miskal nihayet bir dirhem altun ururlar bu sebepten evvelki gibi müzehheb kadife dahi ihkâm (sağlamlık) ve taravet kalmadı didiklerinde bu hususta dahi kanun-u kadim mer’î olsun dinildi ve sebeb-i tagayyüri ve zaman-ı mâsebak (geçmiş zaman) idüği malûm oldı.”

“Ve kemhâ-yı dolabı ve tâbı dahi renk renk kemhalardan sual olundukta kanun-ı kadim üzere bunların meşdudu (çözgüsü) yedi bin tel ulurdı. Beş yıl var ki bin telin içinden çıkarub altı bin tel işlerler imiş…”

“Ve gülistanî kemhâdan sorulacak şöyle dediler ki kemhâ-ı gülistanî’nin evailde meşdudu yedibin tel olup peşure (?) bin yüz elli tel olub cem’an sekiz bin yüz elli tel olurdu. Yiğirmi beş yıl var imiş ki anındaki bin tel naks olunmuş (eksik kılınmış)…”[19]

Ve çeşitli kumaşların “hak”kı ve bu bapta yapılan yolsuzluklar böylece sıralanmış.

İşbu ihtisap kanunu, aynı zamanda, kumaş ve kadifelerin ebadını, altın miktarını, bükümlerini, altın ve gümüş halitasını ve boylarını da izah ve tespit etmektedir. Yine bu kayıtlardan sadece Bursa’da eksik imalâtta bulunan bin kadar tezgâhın tespit edildiği ve bu hususta şahadet için altı yüz kadar sanatkârın geldiği anlaşılıyor.

1564 tarihli bir fermanda, XV. yy.da rastlanmayan Seraser, Şahbenek, Zerbaft gibi kumaş adları geçiyor-Seraser, İstanbul’da en çok tanınmış ve Osmanlı saltanat devrinde çok önem kazanmış bir kumaş oluyor. Nevine göre altın veya gümüş tel ile dokunan bu kumaş, ihsan edilen hilatlarda kullanılırdı. Bilâhare bu kumaşın Hasü’l-has seraser, Vezir seraseri, Beylerbeyi seraseri, evsat seraseri… namıyla birkaç türünün yapıldığı anlaşılıyor. Üzerleri tezyinatlı olanlara çiçekli seraser namı verilmiş. Serenk ve şahbenek, sırma tel yerine sarı ipek kullanılarak yapılmakta olup çiçekli veya beneklidir.

Zerbaft, bazı motifleri altın tel ile dokunan kumaşlar olup bunlara altınlı kadife, müzehheb kemhâ namı verilmekteydi. Bu dönemlerde bir de İstanbul dibâsı namıyla bir kumaşa rastlanıyor. Dibâ, cinsi iyi olan atlas nevindendir. İstanbul’da bu derece nefis dibâ yapılmadan önce sarayın bu gereksinimini Mısır, Şam, Sakız atlaslarıyla telâfi ediliyordu. Sonradan bu ihtiyacı Bursa, Şam, Halep temin etmeye başlıyor. Bu devre ait bazı kayıtlarda Amasya kemhâsı diye bir kayda rastlandığı gibi, Sakız, Bağdat, Mardin ve Humus’ta da muhtelif kumaşların yapıldığı görülüyor.

Selanik’te, Yeniçeri elbiseliği olarak yedişer endazelik çuhalarla, maruf ipekli gömlekler dokunurdu. Ankara’nın meşhur ve pek kadim olan, “murabba” adı dahi verilen sofu her tarafta rağbetteydi. Tosya’da da bu cins kumaşlar imal edilmekteydi. Yine kutnu, alaca, kirpas denilen bezler de bu kabildendir ki en çok Soma ve Bergama havalisinde dokunurdu. Zaten bu havalide Germiyanların zamanından beri dokumacılığın revaçta olduğu biliniyor.[20]

* * *

“Osmanlı Devleti’nin kurulmasından sonra gittikçe genişleyen imparatorluk sınırları içerisinde, bu genişleme ve yükselmeye paralel olarak, sarayın ve ordunun giyim ihtiyaçlarını karşılamak üzere dokuma sanayisinde de büyük bir gelişme görülür.”

“Osmanlıların, Selçuk dokumacılığına bir incelik verdikleri bu devirde meydana getirilmiş olan kumaşların sadece isimleri ile cinslerini belirtmeğe dahi tam olarak imkân yoktur. Bu sebeple burada o devirden birkaç isim vererek bu günün Türkiye’sine geleceğiz.”

“Tahminen 1250 – 1532 yıllan arasında bu gelişim devresinde; meşhur Antakya çuhaları, Musul’un ipek üzerine sırma karışık kumaşları, Bursa, Bilecik, Üsküdar dokumaları, Halep ve Adana astarları, Şam damaskosu, özellikle İstanbul’un çuha, kadife, peştamal, kaftan ve ehram (ihram)ları; Hilali, Seraser, Canfes, Hare Zerbeft, Şam bağdadisi, Kemha, Şam toplusu, Elvani, Gülgün v.b. gibi daha pek çok kumaş tipleri ve çeşitleri; binlerce yıl boyunca birbirini kovalayan kültürlerin yoğurup şekillendirdiği, böylesine zengin bir kaynaktan ilham alan Osmanlı ve Dünya şaheserleri idi.”

“Yukarıda verdiklerimiz yalnızca, ismini dünyaya duyurmuş olan bu kumaşlardan birkaçıdır. Kaldı ki bu devirde Anadolu’da, ismi duyulmayan binlerce ve binlerce kumaş çeşidi vardı. Fakat ne yazık ki 1532 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından tanınan imtiyazlar sebebiyle, ekonomide baş gösteren düşüşe paralel olarak yavaş yavaş başlayan gerileme, XVIII. yüzyılda Avrupa’da başlayan büyük sanayi devrimi ile birleşince, bir zamanlar ölmez kabul edilen bir sanatı ölüme mahkum etmişti.”

“Osmanlı dokumacılığındaki bu gidiş, III. Selim ve Sultan Abdülaziz tarafından hissedilerek bazı tedbirler düşünülmüş ise de bu düşüşe engel olunamamış ve Türk el dokumacılığını bugünkü durumuna getirmiştir.”

“Josef Strzygowski’nin Türkler ve Orta Asya Sanatı Meselesinde: ‘Türklerin sanata ait sezişlerinden doğan tarzı, biz Garbi Avrupalıların tarz ve muhteva itibariyle hissettiklerimizden büsbütün ayrıdır. Bunun sebebi ise pek basittir, çünkü Türkler ne taştan binalar vücuda getirmişler, ne de insan şekillerini tefekkürlerine mikyas olarak almışlardır. Yukarı Asya’da ise çadır ve bütün eşyaya bedel olan lifî maddeler Türklerin sanatkârane duyguları için, her şeyden evvel esası teşkil etmiştir.’[21] cümlesinde belirttiği gibi, gerçekten de dokumacılık, Türklerin eski yurtlarında en önde gelen sanatlarından biri idi. Orta Asya’da çok eski bir geçmişi olan bu sanatı, daha sonraları Selçuklularla Anadolu’da izleyebiliyor, Osmanlılarla bugünün Türkiye’sine getiriyoruz.”

“İşte, bugünün Türkiye’sindeki dokumacılık, Orta Asya’dan kalkıp, tarih öncesi Anadolu’sunun gelmiş geçmiş medeniyetleri ile yoğrulan, birbirini kovalayan kuşakları ile şekillenen, siteler, şehirler dışındaki milyonlarca insanı ile dünden bugüne getirdiği bir dokumacılıktır. Bu nedenledir ki; yurdumuzun çeşitli bölgeleri asırlardan beri devrolunup gelen ve bulunduğu yer için karakteristik birçok örnekler göstermektedir. Bugün Türkiye’de hâlâ geniş çapta bir el dokumacılığı varsa, bunun nedenini Anadolu’nun çok eski olan tarihinde aramak gerekir.”

“Anadolu’da tarımın yanında el dokumacılığı ile uğraşılmasının birçok nedeni vardır. En önemlilerinden birisi ananevi bir sanat olmasıdır. Özellikle göçebe halkta, toprağı az ve ekimi sınırlı dağlık bölge köylüsünde, ulaşım güçlükleri nedeniyle pazarla ilişki kuramayan uzak köylerle, kurak bölgeler köylüsünde el dokumacılığı başından geleneksel bir sanat niteliğini almıştır.”

“Ayrıca sanayi, iktisadî sebepler nedeniyle köylünün ancak iç çamaşırlığında kullandığı pamuklular ile bayramlık giysi ihtiyaçlarına cevap verebilmektedir. Dış giyimlerin ise, iyi olanları pahalı, ucuz olanları ise sağlam değildir. Bundan dolayı pek çok köylü dış elbiseliklerini kendisi dokumak veya dokutturmak zorunluluğunu duymuştur.”

“İşte yukarıda saydığımız bütün bu nedenler köylü için el dokumacılığını kaçınılmaz yapmıştır. Anadolu’nun bugün hemen her köşesinde, eski tarihini çağ çağ yaşayan yaygın bir el dokumacılığı köklü mazisi ile hâlâ devam edip gitmektedir.”[22]

** *

Denizli ve havalisindeki el tezgâhı dokumacılığı çok eskidir. Tarih incelemelerine göre buraların halkı, dokumacılığı her zaman sürekli bir geçim vasıtası yapagelmiştir. Filhakika Milâttan önce bilhassa Frikyalılar zamanında, bu sahada Meonyalılar, Sartlılar, Turşalar ve Hititlerin üst üste yerleşip medeniyet kurdukları, bu kavimler tarafından yapılan dokuma ve halıların pek makbul tutulduğu ve mıntıkanın coğrafî şartları icabı olarak halkın daima dokumacılıkla uğraşıp bu işte ihtisas kazandığı söylenmektedir.

Müverrih Ramsay Denizli hakkında şunları yazıyor: “Denizli’nin zenginliği, toprağının inbat kudretinden ziyade, imalât ve sanatında olduğuna şüphe edilmez. Türkiye’de el tezgâhı dokumacılığının muhafaza edildiği bir yer varsa o da Denizlidir. İnce bezler, renkli kumaşlar imalâtı bu yerin yegâne meşguliyetidir.”

Bu diyarda iyi pamuk yetişmesi ve kireçli bol suların akması sebebiyle dokumacılığın asırlarca mevcut olduğunu ve bu sanatın kâh ilerleyip, kâh durgunlaşarak XX. yüzyıla kadar ulaştığını söylemekle yetinmek zorunda kalıyoruz.

1914’ten önce Denizli’de dokumacılık, gerçek bir sanat mahiyetini taşımakta idi.

Dokunan bezler birer sanat şaheseri olup, boya, desen ve evsaf bakımından çok yüksekti. Hattâ her bölgenin şöhret bulan dokumaları olduğu gibi (Nikfer bezi), bazı ustaların kendi isimlerde anılan mamulleri de vardı (meselâ Binbaşıoğlunun morlu alacası gibi). Bu tarihlerde Denizli havalisi bez ihtiyacını tamamen kendisi karşılardı. Basmacılık ve kuşakçılık bölgenin en ileri mesleği halinde idi. Denizli basmaları yalnız şehirde değil, bütün ülkede kullanılırdı. Denizliye ilk yabancı bez 1872’de girmiştir. Yabancı fabrika mamulâtının yerli basmacılık ile rekabeti 1900 yılına kadar sürmüş, neticede boya üstünlüğüne rağmen, Denizli basmacılığı kapitülâsyonlar ve himayesizlik yüzünden sönmüştür.

Birinci Dünya Harbi de Denizli’de diğer dokumacılık şubelerini öldürmüştür. Askere giden ustaların yerleri boş kalmış ve sanat yer yer gerilemiştir.[23] Bazı bölgelerde (meselâ Buldan’da) ustaların eşleri dokumacılığı devam ettirmişlerse de, sanat estetik kıymetini kaybetmiştir. Denizli şehrinde 1918’de ancak 8-10 tezgâhın hali faaliyette bulunduğu, o zamanın dokumacıları tarafından söylenmektedir. Harpten sonra sağ kalan dokumacı ustaları memleketlerine avdet etmişler, fakat dokuma cinsleri ve zevkler değişmiş olduğundan, yeni duruma hemen intibak edememişlerdir, dış pazarların, hele Rusya ve Japonya’nın ucuz fiyatlarla memleketimize gönderdikleri pamuklu mensucatı da, Denizli dokuma sanayisinin durumunu bir kat daha zorlaştırmıştır. Bu durgunluk 1930 yılına kadar devam etmiş ve dokumacılık Türkiye’nin diğer bölgelerinde de harpte ve harpten sonra aynı tempoda gerilemiştir. Dokumacılık bu müddet içinde bütün memlekette ancak köylü ev sanayisi halinde devam etmiş ve müstakil bir sanayi vasfını taşımamıştır.

1929 yılında gümrük resimlerinin eskiye nazaran ortalama % 50 oranında artırılması, Denizli dokumacıları için kuvvetli bir himaye teşkil etmiş ve buna ustaların cins ve desenleri yeni ihtiyaçlara göre ıslah yolundaki gayretleri katılarak, önemli bir gelişme tekrar baş göstermiştir. Yer yer dokunan yeni dokumalar piyasalarda rağbet bulmuş ve gelişme özellikle 1935 – 1937 yıllarında bariz bir şekil almıştır.

1939’da Denizli vilâyeti dâhilinde, 10.000 el tezgâhı faaliyette bulunuyordu. Son dünya harbi esnasında, pamuklu mensucat ithalâtı hususunda karşılaşılan zorluklar ve dâhilî fabrikaların üretim yetersizliği, el dokumaların rağbetini bir kat daha artırmış ve Denizli bölgesinde (bütün Türkiye’de olduğu gibi) dokumacılık 1939 – 1946 devresinde en kuvvetli gelişmeyi göstermiştir.

Hâlen il dâhilindeki üretim 1939 yılına nispetle daha fazladır. Ancak eski sanat numunelerine artık rastlanamaz olmuştur. Bellerinde daima mekik bulunduran ve yalnız kendi mekikleri ile mal dokuyan hakikî ustalar bugün ya kaybolmuş veya bunlar bediî işleri birer tarafa bırakarak, basit şeyler dokumakla yetinmeye başlamışlardır. Zevkler değişmiş, üretim artmış, fakat mamulün bediî değeri kalmamıştır.

Sulak araziye sahip olan Denizli’de bol miktarda toprak ürünleri yetişir. Bununla birlikte arazinin büyük bir kısmı tarıma elverişli olmayıp çalışkan ahalisinin birçoğu hayatını küçük sanayide kazanmakta ve fıtrî kabiliyetleri dolayısıyla küçük sanatları pek ilerletmiş bulunmaktadır.[24] Halkın büyük bir kısmı (takriben % 10’u) dokumacılıkla meşguldür. Vilâyette sayısı yediye varan ilçelerin beşinde geniş bir dokumacılık faaliyeti mevcut olup, haftada ortalama olarak 700 balya pamuklu mensucat üretilmektedir.[25]

* * *

Tosya’da dokumacılık

Kastamonu’nun en büyük ilçesi Tosya’nın, pirincinden (yemeklik) sonra kuşağı, telâsı ve hamam keseleri, ülke ölçüsünde ün yapmıştır.

Kuşaklar, kadın ve erkek giyiminde önemli yer tutuyor ve iç ve dış kuşak olmak üzere iki türlü oluyor. Tosya’da kadın kuşakları entari veya şalvar üzerine sarılır, kadınlar iç kuşak takmaz. Çok renkli tiftik ipliklerinden dokunan bu kuşakların çözgüsünden yapılan püskülleri önden sarkıtılır.

Erkek iç kuşağı genellikle beyaz pamuk, tiftik veya yün ipliğiyle dokunuyor. Dış kuşaklar zengin görünüşlü olup Tosyalı, kuşağını gömleğinin üzerine sarar ve püsküllerini önden yere kadar sarkıtır. “Alaca kuşak” denen Tosya kuşağı, her biri 25 – 30 cm eninde, farklı renkli üç kanattan oluşur. İç kuşak ise tek kanatlıdır.[26]

Tosya’da anlatılan bir halk rivayeti: Başka illerdeki köylü kadınları kocalarına kızınca şöyle derlermiş: “Beline bir Tosya kuşağı sardın, altına bir eşek aldın da tarlaya mı yolladın? Seni ben koca diye nideyim?”…

Bildiğimiz gibi tela, erkek elbiselerinde, palto ceketlerinde, omuz ve yakalarda içten kullanılan ve bunların düzgün durmalarını sağlayan sert bir dokuma olup, bunun hammaddesi keçi kılıdır. Bazen de biraz yün karıştırılır.

Tosya’nın yine ünlü hamam keseleri, çirişli tiftik ipliğinden dokunuyor.[27]

* * *

Kırklareli’de şayakçılık

Batı sınırlarımızda sırtını Balkan dağlarına dayamış Kırklareli’nin, tarihe geçen ünlü üzümcülüğü[28] yanında bunun kadar ün salmış, ama bunun gibi kendini koruyamamış şayakçılığı vardır.

Yün çuhanın bir türü olan şayak, halk arasında “çalı koparan” adıyla maruf olup çok kez bir kumaşın dayanıklılığını ifade etmek üzere “şayak kadar sağlam ve kaim” deniyor.[29]

Her evde tezgâh bulunuyor; bunlarla bürümcek gömlekler, makrama denilen havlular, seccadeler, yol yaygıları, kilimler… dokunuyor.

Şayak, dokunduktan sonra akarsuyu bulunan birçok köyde aba dolaplarında su içinde döndürülerek meydana getiriliyor. İmal edilen şayaklar genellikle açıklı koyulu kahverengidir. Bunlar boyama olmayıp kara koyunun yünü rengindedir. III. Selim döneminde şayak, çuha ve aba boyamakta Kırklareli ve civarı büyük bir nam aldığından, İstanbul’a da bu usulün öğretilmesi için 1221 (1806-7) yılında bura halkından kırk hane şayak yapan ve boyayan ustalardan oluşmuş bir kafile getirtilerek Baltalimanı ve Emirgân arasına yerleştirilmiş. Bunlara izafeten bu semte bugün Boyacıköy denilmektedir.[30]

* * *

Tiftik ipliği ile dokumalar

Tiftik ipliği ince ve ipek kadar hafif olduğundan her türlü dokumaya elverişliydi. 1891, 1902, 1909 tarihli Ankara Vilâyeti Salnameleri’nde bildirildiğine göre tiftikten, Ankara’ya altı saat uzaktaki (saat hesabı, yaya yürüyüşe göre olup bu yaklaşık 25 – 30 km demektir) Zir ilçesinin merkezi olan İstanos kasabasında[31] sof ve şâli, vilâyet merkezi Ankara’da gayet ince güzel kadın ve erkek çorapları, eldivenler, kalın ve tüylü boyun atkıları, karyola örtüleri, yastık yüzleri, seccadeler, kadın ve çocuklar için ceketler vs.; Sivrihisar ve Akdağmadeni taraflarında battaniyeler, tiftik postları; Kırşehir’de, güzellik ve sağlamlıkta İran dokumalarından kat kat üstün kaliçeler, oda döşemeleri, pencere perdeleri, kanepe ve sandalye örtüleri, yastık yüzleri; Çorum’da da İran taklidi şal kuşak dokunurdu.

Tiftikten yapılan çok ince kumaşlardan dikilen feraceler, bunları giyen kadınların vücut hatlarını meydana çıkarırdı. Moda düşkünü İstanbul hanımları zaman zaman ince softan yapılmış feraceler giyerek sokaklarda dolaşırlardı.

Bu tür ferace ile gezenler, feracesiz gezmekten farksız duruma düştükleri için dedikodulara sebep olurlardı. XVIII. yy. sonlarında böyle bir olay yüzünden İstanbul kadınlarının softan yapılmış bu biçim feraceler giyip gezmelerini ve terzilerin bu çeşit ferace dikmelerini bir fermanla yasaklamak gereği duyulmuştu.[32]

Selanik ve Kavala’da genel ticaret

Tarih boyunca çok önemli birer üretim ve ticaret merkezi olmuş olan Osmanlı Selanik ve Kavala’sındaki Fransız konsoloslarının faaliyeti ve aşağıda verdiğimiz mektupları bu merkezlerde, XVII. yy.ın ikinci yarısından XVII. yy.ın sonuna kadar dokuma işlerinin ne denli iç açıcı bir durumda olmadıklarını gösteriyorlar.

Svoronos, Osmanlı ülkesinde Fransız konsoloslarının muhaberatının, Selanik ve Kavala kentleri için, 1686 ile 1792 yılları arasındaki envanterini yayınlamış. Bu kaynakların, Yakın-Doğu ve Doğu Akdeniz’in iktisadî tarihi için önemi yadsınamaz. Bunlardan burada söz etmemizin nedeni, Avrupa ülkelerinin Doğu ile ticareti ve bu arada dokuma ticareti hakkındaki bilgilerin çok bol oluşudur. Keza Doğu ülkelerinin iç ticaret hareketleri ve yerlilerin iktisadî faaliyetleri, işbu konsolosların muhaberatından takip edilebiliyor. Şöyle ki bu konsoloslar Doğu işlerinin yabancısı olan kendi bakanlarına hitap ettiklerinden, tamamlayıcı bilgiler eklemek zorunda olmuşlardı. Osmanlı İmparatorluğuna bağlı ulusların gelişmesi, bunların millî hareketleri, paşa başkaldırmaları, Doğu’da Katolik misyonları, bunların propaganda çalışmaları ve Kutsal Mahaller hususunda Orthodox patrikliği ile mücadeleleri, konsolosların ilgisini çekiyordu. Özellikle ilginç olan bir husus da, konsoloslar ve misyonerler aracılığıyla Fransa’ya gelip kraliyet okullarında öğrenim gören Rum ve Ermeni kökenli gençler hakkındaki bilgilerdi. Gerçekten, bunlar ülkelerine geri döndüklerinde Fransa’nın Doğu politikasının ajanları oldukları kadar Batı uygarlığının da postacılığını yapıyorlardı.[33]

Selanik’in, daha Bizans ve öncesi dönemlerden itibaren Osmanlı egemenliğinin sonuna kadar, çok faal bir ticaret merkezi olmasının ötesinde, çok önemli bir kültür merkezinin de olduğu akılda tutulacaktır.

Svoronos, konsolosların mektup tarihini, kime hitap ettiğini ve mektup içeriğini özetle veriyor. Bunların arasından, bizi burada ilgilendiren birkaç tanesini vermekle yetiniyoruz.

26 Şubat 1686. Selanik ticareti üzerine inceleme ya da bilgiler. Deriler, yünler, balmumları (mumlar), ipek, halatlar, pamuk ipliği, süngerler.

10 Temmuz 1691. Selanik’in hal-i hazır durumu üzerine öğretici bilgi. İç ticaret: Sofya, Niş, Belgrad, İskenderiye, İzmir, Larissa. Dış ticaret: Venedik, Durazzo, Raguza. İngilizler, Hollandalılar. Dokuma bez ticareti (ithalât): Venedik kumaşları, İngiliz kumaşları, çuhalar; kalay, kurşun, biber, karanfil, küçük Hindistan cevizi, tarçın, Brezilya kerestesi, kırmız böceği, indigo. İhracat: Yünlüler, mum, halatlar, ipekliler, güherçile…

12 Ağustos 1699

Selanik konsolosu J. François Arnaud’dan Bâbiâli nezdinde Fransız elçisi M. de Castagnève’in birinci sekreteri ve şansölye Mgr. de Ponchartrain’e mektupta: Selanik konsolosluğu; konsolosların tayini. Selanik’e yerleşmiş uluslar. Konsolosların Türklerle ilişkileri. Konsolosluk masrafları. Venediklilerin ticareti. Yünler. Selanik’e yerleşmiş Fransızlar. Çıkış ticareti: Yünlüler, tütün, güherçile, demir. Giriş ticareti. İzmir. İngiliz rekabeti. Buğday ihracı. İmtiyazlı Yahudiler. Selanik’te kumaş imali.

Yine Antoine Arnaud’dan İstanbul’da Fransız elçisi Marquis de Ferriol’a yazılmış 18 Şubat 1701 tarihli muhtıra. Yünlüler alımı ve Selanik’in imtiyazlı Yahudilerin rekabeti.

20 Temmuz 1703. Aynı kişiden aynı kişiye. Yahudilerin rekabeti ve ticarî imtiyazları. Giriş ve çıkış ticareti. Dokumalar, Londrine’ler (İngiliz çuhası). Rum ve Türk tüccarlar.

3 Ocak 1708

Selanik’te Fransız kumaşları ticareti.

XVIII. yy.ın sonuna dek devam eden işbu belgelerde görüldüğü gibi, genel dokuma ticareti başat yer tutuyor.[34]

* * *

Ayvacık bölgesinde Alaçuvallar

Alaçuvallar, göçebe unsurun sandığı mesabesinde, içine giysilerini, takılarını ve sair değerli eşyalarını koydukları çuvallardır.

Çanakkale ilinde bir kıyı ilçesi olan Ayvacık’ta köylerin büyük çoğunluğu yörükler, geri kalanını da “93 Harbi”nden sonra gelen Balkan göçmenleri tarafından meskûndur. Bu göçmenler arasında kirkitli dokuma geleneği bulunmuyor. Buna karşılık bu gelenek, yerleşik hale geçmiş yörük unsurunda günümüze dek sürmüş.

Tek renkli olmadığını ifade eden “ala” sözcüğünden “alaçuval”, zengin motif ve renklerle bezenmiştir. Bu çuvallar çadır ve keçe evlerin iç kısmında duvar dibine yan yana oturtularak bir dekor oluşturduğu gibi, yastık işlevini de görür. Her evlenen yeni çifte alaçuval dokunurken atalardan kalan çuvallar da bunlara eklenir.

Alaçuvallarda desen yerleştirmenin belli kuralları vardır. Ölçüleri ortalama 63 – 67 x 110 -137 cm olan çuvallara desen yerleştirilirken, gelenekler göz önünde tutulur. Desenler, ön ve arka yüzdeki aralıklı olarak bulunan değişik genişlikteki bantlar içine oturtulur. Dört farklı desen grubu tefrik edilir: 1. Grup, Kazayağı veya Tavuk tırnağı. 2. Grup Tırnaklı Yedibala. 3.Grup, çuvala adını veren en geniş banttaki desen olup çuvalın ala’sı olur. Bunların en tanınmışları Güzüngü, Aklıkıvrım, Dolaşık asma, Çakmaklı’dır. 4. Grup, çuvalın arka yüzündeki iki beyaz bant içine yerleştirilmiş olanlardır. Buradaki desene Çuvalın valası denir. Çuval dokunup dikildiğinde ön yüzdeki ala’ların bulunduğu geniş bantlarla arka yüzde bulunan vala’ların bantları karşılıklı geleceklerdir.

Alaçuvallar düz dokumalar sınıfından atkı yüzlü bir dokuma oluyor. Dokumayı oluşturan öğeler, Eriş, argaç, ulgama -ulgeme, yani nakış ipinden ibarettir. Ulgama ipi kabartma yapılarak nakışlamada kullanılıyor. Düz dokuma teknik terimlerinden sili, cicim, sumak burada bilinmiyorsa da bu teknikler, başka adlarla uygulanıyor.[35]

Nitekim burada dokunan halıların da belli bir üne sahip olduklarını öğreniyoruz.[36] (Resim 70, bkz. s.707)

* * *

Tülü – tülüce dokumaları

Tülüce’de renkler, desenler, saçak örgüsü ile sağlanır. Bu da, dokuyucunun ustalığına ve yaratıcılığına bağlıdır. Tülüceler ilk bakışta kaba görünümlü iseler de çok sanatkârlık isteyen bir dokuma türüdür. Herkes tülü dokuyamaz (Resim 71, bkz. s.707).

Sivas yöresinde “Tülüce” adıyla bilinen bu dokumalara Ağrı’nın çeşitli köylerinde geve, Kayseri Pınarbaşı ilçesi yaylalarındaki Yörüklerde Göğebakanlı, kelebekli, Sarıkeçili, Tekeli, Filikli diye adlandırılıyor. Anadolu’nun sair çeşitli yörelerinde de Hıpan, Tül, Tülüce olarak anılıyor. Bunlar Sivas yöresinde yatak örtüsü, duvar süsü, beşik örtüsü, makat (sedir) örtüsü… namazlık olarak kullanılıyor. Ayrıca bu teknikle kış ayları için başlık, eldiven ve çorap da dokunuyor. Kayseri – Pınarbaşı yaylalarında yürükler bunları develeri için süs örtüsü, çuval örtüsü olarak kullanıyorlar.

En uzun ve sağlam yünlar ariş (çözgü) ipliği olarak ayrılıyor. Bunların bükülmeleri ile elde edilen birinci kalite ipe zulal deniyor. Atkı (çalma, tapan) ipliği orta boy yünlerden elde edilen ikinci kalite iplik oluyor. Bu yünler ilme (halı dokumada) ve atkı (halı ve kilim dokumada) için kullanılıyor.

Tülücenin saçakları genellikle tiftik (Filik)’ten olur. Filik bulunmazsa yünden olur. Bunlar yıkandıktan sonra taranmadan boyanıyor. Bunda sarı, siyah, yeşil ve al renkler hâkimdir. Eğirilmeyen bu tiftiklerden küçük demetler yapılıyor. Saçak için kullanılacak tiftikler Konya, Afyon, Ankara, Yozgat (Akdağ), Şarkışla ve Yıldızeli gibi yörelerden sağlanıyor.

Tülüçeler, düz kilim dokuma tekniği ile istar tipi tezgâhlarda dokunur. Ariş (çözgü) daha kalın, atkı daha ince olup her ikisi de boyasızdır.

Tülüçeyi meydana getiren saçaklar geleneksel Türk düğümü (Gördes – kapalı düğüm)[37] ile arişe dolanır (düğümlenir) ve kirkitle sıklanır.

Tiftik saçaklar, 10-12 cm aralıkla değişir. Seyrek aralıklı dokumalarda renkli kilim araları görüldüğü halde, sık aralıklı tülücelerde renkli saçaklar vardır. Bunlar renkli post havasını verip en makbulleri de bunlardır.[38]

Ve bu aynı konuları, uzman Ferit Edgü’nün vukuflu ifadelerinden de takip edelim.

Tüm el sanatları gibi halı da bir halk sanatıdır. Tüm halk sanatları gibi, hem bir benzerlik gösterir, hem de kendi özgün karakterini korur. Özellikle göçer Yörüklerin ürünlerinde birbirine tıpatıp benzeri bir halı veya kilim yoktur. Halkın yaratıcı yeteneği, geleneği izlediğinde bile, ona kendisinden bir şeyler katar. Kimi kez bir renktir bu, kimi kez bir motif. Kuşkusuz anonim bir yaratıcılıktır söz konusu olan.

Halının iki büyük yurdu, Anadolu ve İran’da, halılar, gerçekleştirildikleri yörenin ya da aşiretin adını alırlar: Kafkas, Keşan, Erdebil, Herki… gibi. Kuşkusuz karşılıklı etkilenmeler vardır. Ama tüm bunlara karşın, her yörenin, her aşiretin halı ve kilimi, kendi anonimliğinde kendi özelliklerini korur, genel anonima’ya dönüşmeden.

Boy-aşiret kültürü, tarihin derinliklerinden gelen, o boy ya da aşiret bilincine ya da bilinçaltına işlenmiş motifler, sanki zamana ve dış etkilere karşı kendilerini ispat etmek için varlıklarını sürdürmektedir.

Konya ve çevresinin halı ve kilim açısından Anadolu’nun en zengin, en ilginç örneklerini veren yöre olduğu biliniyor. Ama Tülü örnekleri, ilkin dokuları, sonra yalınlıkları (Resim 72, bkz. s. 708) sonra da, çağdaş estetik duyarlığın ürünleri olmakla ayrıca şaşırtıyor. Karapınar (Konya) tülü’lerinin ticarî nitelikleri yoktu. Karapınar köylüleri bunları, kendileri için dokumuşlar. Her genç kız çeyizi için, dört beş geleneksel halı dokurken, dört beş tane de tülü dokumuş. Geleneksel halıları paraya çevirmek için, tülü’leri bizzat kullanmak için.

Bunlar her zaman yer halısı olarak kullanılmıyor, “kuşurgu” adım verdikleri sandık odalarında saklanıyorlar. Kullanmak istediklerinde açıp birini, ikisini alıyorlar; yaylada yatak oluyorlar…

Ticarî değeri olan halının yanı sıra pazara sürülmeyen tülü’nün de dokunuş sebebi, bunların yapılmalarının kolay oluşudur. Renk, hemen hemen hiç yok; olan renklerse, çoğunlukla yünün, tiftiğin kendi rengi. Bunun dışına çıktıklarında sadece mavi, kırmızı kullanılıyor. Desen de yok. Havları uzun. Klasik bir Karapınar halısının dokunduğu sürede, belki üç dört tülü dokunabiliyor.

Dokuma tekniği de değişik: düğümlerde ikişer üçer atkı ipi atlanıyor. Bunun nedeni, yün uzun bırakıldığından, havın yatmasını sağlamak oluyor. Aksi halde havın mümkün olduğu kadar kısa kesilmesi gerekir ki tülü’nün başkalığı kaybolur.

Gerçekten, tülü halılarında insanı çeken şey, yalınlıkları oluyor. Bir sanat yapıtında bu nitelik özellikle çağdaş sanatta, sanatsal sorunlara yanıt arayan, aslolana varmak için tüm fazlalıklardan kurtulmasını bilen sanatçıların yaptığında kendini gösterir. Geleneksel Karapınar halısını dokuyan kişi, aynı zamanda tülü’yü de dokuyor. Bunu yaparken de elinin altındaki boyaları, motifleri, kullanmak istemiyor. Bunlara gereksinme duymuyor. Tülü halılarının pazar için dokunmadığından mı? Eğer böyle ise, kendisi için bu yalınlığı, bilinçle seçiyor olmalı.

Günümüzden 600 – 800 yıl önce dokunmuş bu İnka örtüsünün, bir XIX yy. Tibet ya da Türkmen dokumasıyla şaşırtıcı benzerlikleri var. Bin yıl önce dokunmuş bir Pre-Colombian dokuma, kırk yıl önce Karapınar’da, dokunmuş bir tülü’yü andırıyor.

Kültürün ve sanatın, henüz bir üst yapı durumuna gelmediği ortamlarda ortaya çıkan bu benzerlik hem şaşırtıcı, hem de düşündürücü oluyor. Halkların yaratıcı geleneği, nasıl belli bir yönde birbirine yakın bir plastik dil oluşturuyor? XX. yy. plâstik sanatlarına bir de bu açıdan bakmak gerek. Tülü halılarına da.[39]

* * *

Ağrı köylerinde yapılan araştırmada “Geve” adı verilen ve postu andıran bir yaygının dokunduğu görülmüş (Resim 73, bkz. s. 708). Bu yaygı, Kurt Erdmann’ın sözünü ettiği yapay posta benzediğinden, kilimden halıya geçişi ve halının başlangıç durumunu belirlemek bakımından çok ilginçtir. Kars ve yöresinde büyük halılara geve denmesi, geve ile halı arasındaki kesin ilişkiyi saptamak bakımından çok önemli bir kanıt oluyor.[40]

Resimlerden tülüce – tülü ile geve arasında büyük benzerlik görülüyor. İkisi de “tüylü” (herhalde “tülü”, “tüylü”den galat olmalı). Fakat bu arada, Erdman’ın yukarıdaki mütalâası, belleğimizi “kaunakes”e geri götürüyor…

* * *

Malatya’da manusa dokumacılığı

Malatya ve Arapgir çevresinde yün ve pamuklu ipliklerle yollu ve nakışlı olarak Jakar tezgâhlarda yöreye özgü kumaş üretiliyor. Bunlara genel olarak “Manusa dokumacılığı” deniyor ki bu ad, muhtemelen Latinde “el” manasında olan “manus”dan geliyor.

Yakın tarihlere kadar ipekli manusa dokumaları kervanlarla gerek Mısır, Şam, Bağdat gibi önemli ticaret merkezlerine, gerekse Tokat, Amasya, Sivas, Çorum gibi Anadolu kentlerine götürülüp satılmakta, dönüşte ise sabun, şeker, baharat gibi önemli ihtiyaç maddeleri Arapgir’e getirilmekteydi. Burada, Manusa dokumacılığı 1950’li yıllara kadar önemli gelir kaynağı olarak birinci sırada yer almaktaydı. İlçede 1070 el tezgâhı bulunuyordu. Manusa dokuması ile Boyacılar, Çıkrıkçılar (Masuracılar) gibi yan dallarla uğraşanlar bir bütün oluşturuyorlardı.

Aşağıda mahiyetleri anlatılan çözgü dolabı, karşılık, tefe ve tarak, maber, gücüler ve kuşlar, mitit ve mekik, Manusa dokumacılığında kullanılan tezgâh ve edevatı oluşturuyorlar (dokuma tezgâhının resmi, öbür tezgâhlarınki ile birlikte verilmiştir).

Çözgülerin hazırlandığı çözgü dolabı, evin bir odasında ya da evin dışında, sundurmanın altında yer alıyor. Tavan ve tabanda yataklanmış, kendi ekseni etrafında dönebilen çitalardan yapılmış birbirlerine dik iki dikdörtgenden oluşuyor. Bu sonuncuların kenarları üzerinde çözgü tellerini geçirmeye yarayan çiviler bulunuyor.

Karşılık, üzerinde, kendi çevresinde dönebilen ve “çubuk” denilen demirlerin bulunduğu dört çerçeveden oluşur. Çözgü ipliklerinin sarıldığı masuralar, desenin özelliğine göre çubuklara dizilir.

Tarağı barındıran, çözgü sıklığını ayarlayan ve atkı ipliklerini sıkıştıran tefe (tüfe), ceviz ve armut ağaçlarından yapılıyor. Tefenin uzun kenarı üzerinde elle tutularak çekilmeye yarayan bir sapı bulunur. Kısa kenarları ile “boyunduruk” denen ağaçlarla üst çatı ayaklarına bağlıdır. Tefe, böylece alt çatı ağaçları arasında ön ve arkaya doğru gidip gelebilen bir sistem oluyor.

Maber, çözgüleri tutan, onların gerginliğini sağlayan silindirik bir ahşap parçadır. Uçlarına ağarlıklar bağlanmıştır. Öbür görevi, dokunmuş kumaşı sarmasıdır.

Mitit, dokuma sırasında hemen altta olup kumaşın büzülmemesini sağlıyor. Bu tanımların tezgâh hakkında bize açık seçik bir fikir vermediği aşikâr. Ama belki bir uzmana çok şey söyleyebilirler. Kitabın önsözünde ifade ettiğimiz gibi biz dokumacılık tekniğinin çok uzağında olarak görev yaptığımız Anadolu’da, tesadüfen gözümüze ilişen tezgâhların resimlerini çektik. Bunları aşağıda, literatürden aldıklarımızla birlikte veriyoruz. Ancak bir hususu belirtmek önemli oluyor: En ilkelinden en gelişkinine kadar işbu el dokuması tezgâhlarının ithal malı olduklarına dair bir kayıt mevcut değil. Demek oluyor ki her dokuma merkezi, dokuduğu kumaş vs.nin özelliğine göre bir tezgâh tipi tasarlamış olup Manusa tezgâhı da bunlardan biri oluyor. Her tezgâhın kendine özgü bir tekniği var. Döneceğiz bunlara. Devam edelim bu sonuncusunu irdelemeye.

İplikler, mukavemet kazanmaları için, kaynatılmış ve içine un ezilip karıştırılmış suya konup bir süre sonra çıkarılır ve kurutulur.

Tahar çekme, bu işin en önemli işlemlerinden biri oluyor, şöyle ki desen, ancak bununla, yani çözgü ipliklerinin gücü tellerinin deliklerinden (aralıklarından?) ve taraktan geçirilmesiyle oluşuyor. Gücüleri tezgâhtan çıkarıp aralarına alan iki dokumacı, karşılıklı oturup çözgü ipliklerini sırayla alarak gücü telleri ya da ipliklerden geçirmek suretiyle dokumanın taharını yapmaktadırlar. Gücülerden geçirilen çözgü telleri çözgü sıklığına göre ayrı ayrı tarak dişleri arasından geçirilmektedir.

Aralıktan genellikle ikişer ikişer çözgüler düğümlenip, böylece tezgâh dışında taharı yapılan çözgü tezgâha taşınmakta, taraktan geçirilmiş uçları selmine bağlanmakta, zincir halindeki kısım, maberden geçirildikten sonra alt mabere bağlanmaktadır. Burada bir urganla bağlanarak urganın ucu dokuyucunun yetişebileceği ve gerektiğinde gevşetip sıkıştırabileceği bir yere tespit edilmektedir.

Halk arasında desenli dokunan manusalara “jakarlı”, “kartonlu”, “çiçekli” gibi isimler verilmektedir. Düz dokuma tezgâhlarından işbu “jakarlı” denilenin farkı, bu sonuncularda her çözgü ipliği ayrı ayrı inip kalkıyor ve böylece de en karışık desenler dokunabiliyor.[41]

* * *

Biraz da mitos (divertimento)

Anadolu dokumacılığından Denizli’nin ne denli mümtaz bir yer tuttuğunu çeşitli vesilelerle görmüştük. Şükrü Elçin, Denizli dokumacılığının, yerinde saptadığı efsane – mitos’unu anlatıyor.[42]

“Dokumacılığın piri Şit Aleyhisselâm’dır. Ona gelinceye kadar insanlar yemiş yaprakları ile örtünürlerdi. İlk defa dikişsiz gömleği giymek suretiyle kendini setreden odur.”

“Şit Aleyhisselâm, ipleri gererek, teker teker geçirerek dokumasını işlerdi. Sonra (Dem)i yaptı ve (Kücü)yü buldu. Fakat arzu ettiği neticeyi alamıyordu.”

“Bir gün yanına İblis sokuldu. Alaya başladı. Yaptığı mallardan bir hisse verdiği takdirde bildiklerini öğreteceğini söyledi. Bunun üzerine Şit Aleyhisselâm, çırağı İbrahim Aleyhisselâm’ı İblise gönderdi ve İblisin bütün soracaklarına müspet cevap vermesini söyledi. – Eskilerin söylediğine göre Şit Aleyhisselâm’a çıraklık etmek sünnettir.”

“İblis ile İbrahim Aleyhisselâm arasında şöyle bir konuşma oldu.”

“- Ustan iş işlemeyi biliyor mu?”

Evet, işliyor.”

“- Yalan söyliyorsun, işliyemez.”

“…”

“ – Öyle ise arpa unundan (Haşıl) yapınız.”

“ Bu bilgiden faydalanan Şit Aleyhisselâm, kabarmadan ötürü dokuyamadığı iplikleri haşılamış (Kola ile terbiye etmiş) ve sonunda mükemmel bir surette dokumuş. (Kabartmadan).”

“ Başka bir gün Şit Aleyhisselâm (Masır) sarmak için çıkrık tecrübesine girişir, fakat çıkrığı döndüremez. Ayni şekilde çırağını İblis’e gönderir. Şu şekilde konuşurlar:”

“ – Ustan masır sarabildi mi?”

“ – Evet.”

“ – Yalan söylüyorsun, saramaz.”

“ …”

“ – Her halde urganı sivitlememiştir. Çıkrıkta urgan sivitlenmeden (Koyu Katran) tığ dönmez” [Musa Altın: Buldan]”

“Buldanlı Ahmet Tuncer’in anlattığına göre Şit zamanında dokumacıların yumakları tükenmezmiş. Bir gün adamın biri merak ederek yumağı sağmış. O sırada ustası gelmiş, yumağın sağıldığını görünce Şit Aleyhisselâm’a şikâyette bulunmuş. Bunun üzerine Şit Aleyhisselâm, dokumacıları toplamış, onlara: “Kalfaya kuvvet, ustaya bereket” demiş. Manası şudur: Biri kuvvetinden, diğeri semeresinden faydalansın.”

“Böylece usta ve kalfa birbirinden ayrılmış.”…

* * *

Bergama’da dokumacılık

Bergama ve köylerinde, XIX. yy. sonlarına kadar tezgâhsız ev yok gibiydi. 1880 tarihinde Bergama’da açılan çırçır fabrikasından on yıl kadar sonra ikinci bir fabrikanın da kurulması sırasında, “evdeki tezgâhlar boş kalacak” diye bir isyan çıkmış, “kanlı fabrika” adını alan bu tesis halk tarafından yıkılıp yakılmış. Ama bu kez Avrupa’nın ucuz malları ülkeyi istilâ edince yerli dokumacı bunlarla rekabet edememiş. Bugün 1957’de ise, Bergama’da, ancak üç bölgesinin bazı köylerinde bu sanat devam ediyor. Bunlar Kazak, Yunddağ, Yağcıbedir bölgeleri olup her birinin köylerinde halı, kilim, heybe, torba… ve pamuklu bez dokunuyor. Bu ürünlerin çeşitli adlarının ayrıntılarına girmiyoruz.[43]

Yağcıbedir mamullerini aşağıda ayrıca irdeleyeceğiz.

Gediz’in (Kütahya) Şaphane bucak merkezinde de her evden tezgâh sesleri gelirdi (1954 – 1960). Bunlar motor alabilmek için hasretle elektriğin gelmesini bekliyorlardı.

* * *

Yine pamuklu kumaş üzerine

(Lâdik’in) “…Çarşıları güzeldir. Orada pamuktan altın işlemeli kumaş imal olunur ki misli yoktur. Pamuğunun nefis olması ve kuvvetli eğirilmiş bulunması sebebiyle, ziyade dayanır. Bu kumaş beldeye nispetle maruftur.[44] Orada zimmî (Hristiyan) Rumların miktarı kesir bulunduğu cihetle, erbab-ı sanatın ekseri Rum kadınlarıdır – Rumlar Sultan’a, cizye ve sair namiyle, vergi ita ederler. Rumların alâmet-i farikası kırmızı veya beyaz renkte uzun serpuştur. Kadınları da büyük imame sararlar”[45]

Şimdi de bir başka, biraz basma tekniğine yakın bir yöntemle bezenmiş bir pamukludan söz edelim: Kalamkârî.

Bu sözcük Farisî “kalam = kalem” ile “kâr = iş”ten türemiş (“kalem işi”) olup Hindistan’ın elle boyanmış ve sabit boyalı pamuklularını ifade ediyor. Gerçek kalamkâri’de baskı kalıpları kullanılmıyor. Motif bazen serbest elle, ama daha çok delikli bir kâğıt stensil, yani resim kalıbının arasından toz karakalem (ya da öğütülmüş odun kömürü) sürtmek suretiyle uygulanıyor. Bundan sonra da mordanlar, bazı renklerin kendileri ve kumaşı kırmızı ve mavi boyama işlemi sırasında kumaşın bazı kısımlarını koruyan balmumu, elle, kamış ya da bambudan yapılmış kalam’larla uygulanıyorlar. Kalam’lar renk ya da muma bulanmış bir pamuk ya da kıl topak içeriyor. Her ne kadar Hindistan en az 2000 yıldan beri mordanla boyama prensibine aşina idiyse de (bunun hattâ M.Ö. 2000’lerde Harappa uygarlığında uygulandığına dair belge bulunuyor) Milâdî 1600’dan öncesine ait elde belge bulunmuyor. Müslüman ve Avrupalı patronların idaresi altında Hindu ustalarca üretilen bu kumaşlar, XVII ve XVIII. yy.larda Hollanda, İngiliz ve Fransız Doğu kumpanyaları marifetiyle büyük ölçüde Avrupa’ya sevk edilmiş ve buranın süsleme sanatlarını haylice etkilemiş. Ama sonunda, yerli sanayinin korunması amacıyla bu ithalât yasaklanmış.[46]

* * *

Pamuklular alanında kalmaya devam ediyoruz.

Başta İstanbul olmak üzere Kastamonu, Amasya, Sinop, Kayseri ve Konya gibi yeniden ihraç yapan merkezlere çoğu ham olarak gelen pamuklar boyanır, cendereye çekilir ve sonra tam mamul olarak ihraç edilirdi. Örneğin büyük bir pamuk üretim merkezi olan Hamid – Eli’nde (Isparta, Eğridir, Borlu, Senirkent, Ağlasun) üretilen boğası ve bürümcekler Bursa’ya gelir, burada boyanırdı. Gelibolu, Manisa, Bergama, Kırkağaç ve Akhisar bölgelerinden İstanbul’a ham pamuk ve pamuklu gelirdi. Konya, Tokat ve Amasya’da büyük boyahaneler vardı. Bu sayılan kentlerde gelişmiş bir pamuklu el sanayisi de bulunuyordu. Pamuk üretim bölgelerine yakın önemli pamuk sanayii merkezleri arasında Batı Anadolu’da Tire, Denizli, Menemen, Manisa, Çine ve Bergama; Orta Anadolu’da Hamid – Eli bölgesi, Karaman (Larende), Konya ve Niğde; Kuzey Anadolu’da Merzifon, Zile, Tokat, Kastamonu, Küre ve Tosya sayılabilir. Bu merkezlerin bazıları belirli bir pamuklu türünde veya pamukludan yapılmış ürünlerde uzmanlaşmıştı. Örneğin Tire’nin ipliği (rişte-i Tire) çok ünlüydü ve günümüzde bile ince pamuk ipliği için tire sözcüğü kullanılmaktadır. Bergama yelken bezinde, Konya ve Karaman boğası adı verilen iyi nitelikteki pamuklularda ün kazanmıştı.[47]

Bundan sonra Dölen, eski kumaş çeşitlerini sayıp bunları betimliyor. Biz bu ayrıntılara girmiyoruz.[48]

* * *

“Bayburt” adı, muhtelif kaynaklarda değişik şekillerde geçmektedir. V. yy. Ermeni tarihçilerinden Khoren’li Moses’in eserinde “Bayberd” diye geçer. Kelimenin son hecesi “berd”, Ermenice yüksek kale manasınadır…[49]

XVI. yy.da şehre kervanlarla getirilen ticarî mallar, burada kurulan pazarlarda satıldığı gibi başka yerlere de nakledilmekteydi. Kente satılmak üzere gelen yahut transit olarak geçen mallardan “bâc-ı büzürk” denilen gümrük resmi alınırdı. Kentte alınıp satılan her çeşit mallardan, dokunan kumaşlardan ve kesilen hayvanlardan da bir vergi alınırdı ki buna “tamga-i siyah” (“kara damga”) denirdi. 1516 -1518 yıllarında şehirde kara damga resmi olarak 30.000 akça gelir sağlandığı anlaşılmaktadır ki devrin koşullarına göre hiç de küçümsenmeyecek bu rakam, ticarî faaliyetlerin yoğun olduğunu gösteriyor. Çeşitli tarım ürünlerinden alınan vergi de 30.045 akça olup bunda 5000 akça, keten ve penbe (pamuk) öşrü yer alıyor. Buna çeşitli resimler ve bu arada 35.000 akça boyahane geliri de eklenince kentin gelirinin 105.045 akçaya baliğ olduğu görülüyor. 

Kentte sınaî tesis olarak bir adet boyahane vardı; bunun varidatının bu denli yüksek olması, dokuma sanayisinin gelişmiş olduğunu gösteriyor. Evliya Çelebi’nin şehri ziyareti sırasında, Bayburt’ta çok değerli seccade ve kilimler dokunuyor ve her yere ihraç ediliyordu.[50]

Tebriz – Trabzon transit yolu üzerinde bulunan Bayburt’tan geçen kervanlar, demir, çelik, kalay, pamuk, keten, sabun, çeşitli kumaşlar ve birçok ticaret malını başka yerlere naklediyordu. Bayburt köylerinde ve kazalarında, boyahane ve şaphane gibi, küçük çapta da olsa, bazı sınaî tesislerin mevcut olduğu anlaşılıyor.[51]

Ticaret mallarından alınan vergiler: 1) keten yükünden; şehirde satılsa her pareden (parçadan) 2 Osmanlı akçası; geçip gitse her yükten 30 akça. 2) Çivitten, her batmanda yarım nevgi (50 dirhem). 3) Demir, pul ad (çelik) ve lök (kızıl boya)dan, her batmanda yarım nevgi. 4) Misk yükünden, mamul olursa 60 akça, kurs (levha) olursa 50 akça. 5) Penbe (pamuk) yükünden, her batmanda 200 dirhem… 7) Bulgarî (yumuşak deri) yükünden 50 akça. 8) Bugasi (seyrek dokunmuş bez) ve alaca yükünden 40 akça… 12) Kepenek yükünden 40 akça, 13) Keçe yükünden 20 akça… 15) Yünden, her batmanda 100 dirhem. 16) Sof yükünden 120 akça. 17) Çuha yükünden, geçip gitse 120, satılsa 180 akça… 23) Mazıdan, sebden (şaptan), kızıl boyadan ve mumdan her batmanda 200 dirhem, geçip gitse 100 dirhem… 25) Kuzu postu, her yükten 40 akça. 26) Gön yükünden (ham olursa) her yükten 30 akça. 27) Sahtiyan (yumuşak deri) yükünden 40 akça. 28) Meşin yükünden 20 akça, Dülbent yükünden 200 akça. Dibagat olunmuş gönden 4 akça… 34) Miskden ve inciden 40 miskaldan bir miskal…[52]

Tafsîl-i bâc-ı büzürk-i kanûn-i Hasan Padişah (Uzun Hasan): Harîr yükünden geçip Rûm’a gitse yüz yetmiş akça alına. Ve Terakime (Türkmenler) kavminden yüz elli alına ve eğer açıla her mennde (batmanda) sekiz akça alına ve Acem akmişesi (kumaşları) ki harîr – baft (ipekli kumaş) her yükünden eğer geçip gitse iki yüz akça alına. Ve çuha yükünden ve firengi kumaş yükünden ve Rûm kumaşından eğer geçip gitse her yükte üç yüz akça alına… ve ammâ harîr ve kırmız yükünden dahi yüz yirmi akça alına… ve muhayyer (mohair) ve sof atlası ve bunlar gibiden her yükten yüz on beşer akça alına.[53]

937 (1530) tarihli Bayburd Livâsı Kanunnamesi’nin 6 ve 7. maddelerinden, burada önemli bir “kefere taifesi”nin varlığı anlaşılıyor. Bu kanun gereğince alınan vergilerin ayrıntılarına girmiyoruz.[54]

Şemseddin Sami (Fraşeri)’nin 1316/1899 tarihli “Kamusü’l a’lâm” adlı ansiklopedisinin “Bayburd” maddesinde şunlar okunuyor: “Erzurum vilâyetinde liva merkezi bir kasaba olup… 800 kadar ahalisi… vardır… Bu kasabada gümüşten savatlı tütün kutusu ve cıgaralık gibi şeyler imal olunduğu gibi döşemelik, kilim ve seccade gibi şeyler dahi nesc olunur (dokunur)… Ahalinin takriben bir hamsi (beşte biri) Hristiyan ve kusuru İslâm’dır… Derun-ı kazada 110 cami ve mescit…, 51 kilise ve manastır… bir debbâğhane, bir sabun ve bir de boya fabrikası vardır…

Yine ana konumuzla ilgili olup Doğu Anadolu’da kalarak Şemseddin Sami’yi dinlemeye devam edelim: “Erzincan… sancak merkezi bir şehir olup… tahminen 14.000 ahaliyi camî ve oldukça ticaretgâh bir şehirdir. Ahalisinin kısm-ı azami Müslim ve Türk olup, kusuru başlıca Ermenilerden ibarettir. Şehrin 20 kadar cami ve mescidiyle… 4 kilisesi… ve askeriyeye mahsus bir aba fabrikasıyla bir debbağhânesi vardır. Derun-ı şehirde ihram, seccade, hamam takımı, havlu, bez, yün ve pamuktan çatma, yastık yüzü ve döşeme takımı gibi mensucatla demir, gümüş ve bakırdan mamul envâ-ı masnuat (el işleri) imal olunarak mamulatın ve mensucatın bir hayli miktarı harice ihraç olunur…”

“Erzurum… hemnamı (aynı adı taşıyan) vilâyetin merkezi olmak üzere büyük bir şehirdir ki mevkii iktizasınca ehemmiyet-i askeriyesi ziyade olduğu gibi İran ve sair memalik-i Şarkiye (Doğu ülkeleri) ile Dersaadet ve Avrupa arasında icra olunan ticaretin dahi büyük ambarı hükmünde olduğundan, ehemmiyet-i ticariyesi dahi vardır… Şimdiki halde 38.900 ahalisi vardır ki bunların 26554’ü Müslim, 9421’i Ermeni ve kusuru Katolik ve sairedir…”

“… Erzurum vilâyetinin mamulât-ı sınaiyesi başlıca Erzurum ve Erzincan şehirlerinde imal olunan çelik, gümüş ve bakır avani (kab kacak) ve alâtıyla siyah kehribadan (kehrübardan) cıgaralık ve imame (bu kehriba, siyah Oltu taşı olmalı B.O.) gibi şeylerden ve en alâlan, Kürt aşiretlerinin kadınları tarafından nesc olunan kilim, seccade, halı, şal, çorap ve saire ile başlıca Erzincan şehrinde yapılan yünden çatma, oda döşemesi ve hamam takımları ve kezalik Erzincan’da ve Kigı kazasında imal olunan iplik alacalarından ibarettir…”

Erzincan, Mengücek hanedanının iktisadî ve siyasî merkezi olarak başlıca kenti oluyor. Devletin başkenti 1142’ye kadar Kemah idi. Erzincan kentinin toprakları zengin ve sulak, meyve ve bağları bol, ticaret ve sanayi gelişmişti. Anadolu’yu Doğu’ya, Tebriz ve İran’a bağlayan büyük kervan yolu da iktisadî ve medenî yükselişi artırıyordu. (Şebinkarahisar’da şap madenlerinin işletilmesi ve Avrupa’ya ihracı da ülkeye zenginlik getiriyordu. Kentte imal edilen Buharin kumaşları dünyaca ünlü olmuştu. Tarihçi Reşideddin’e göre güzelliği ile cennetten bir parça olan Erzincan’da kumaş imalâtı ileri olup 33 tümen, yani 330.000 dinar (yakl. 65 milyon lira – 1970 rayiçlerine göre) tutan vergilerden başka İlhanlı başkentine her yıl 200 top kemhâ, 10.000 arşın (zirâ) kadife ve 10.000 arşın iskarlat gibi ağır kumaşlar yanında 800 men elma, 200 men kayısı ve 6000 men armut gönderiliyordu. Karahisar civarında işletilen şap madenleri kumaşların boyanmasında çok önemli bir madde olup Trabzon limanından Avrupa’ya sevk ediliyordu. Daha sonraki kayıtlara göre Kemah’ın ince ve zarif çadır bezleri de ünlüydü.

Eserini XIII. yy. başlarında yazan Yakut, Erzincan’ın güzel, hayratı çok, halkın eğlenceye ve şaraba düşkün olduğunu ve Müslümanların, ileri gelenleri teşkil ettiklerini ifade ediyor.[55]

1243’te Moğol kumandanı Baycu Noyan’ın yakıp yıktığı Erzincan, bununla birlikte İlhanlılar döneminde, doğal servet kaynakları ve uluslararası büyük kervan yolu sayesinde yeniden kalkınacaktı. Son İlhanlı hükümdarı Ebû Said Bahadır Han’ın Venediklilerle 1320’de yaptığı bir ticaret muahedesine (Han’ın fermanına) göre Erzincan’da Avrupalı tacirlere ait bir kilise ile Fransisken (Franciscain)’lere mahsus bir manastır (couvent) bulunması da bu ticaretin ve kentin önemini belirtir.[56]

Erzincan’da, Müslüman mahallelerinin yanı sıra 14 tane de Hristiyan mahallesi bulunuyordu. Kentin nüfusu şöyle tahmin ediliyor: Kalede bulunan askerî zümre ile görevliler (kadı, subaşı, nâib, mukataa emini vs.) ve mahalle nüfusu arasında, kaydedilenlerin dışındaki muafların (bağışıkların) sayılan saptanamadığından, aşağıdaki Müslüman nüfusa dâhil edilmemişler. Buna göre, 1516’da 1882 Müslim, 1713 Hristiyan. 1530’da, 2638 Müslim, 2216 Hristiyan. 1591’de 2775 Müslim, 3584 Hristiyan bulunuyordu.[57]

Erzincan ve Kemah’ta birer boyahane bulunduktan başka bazı köylerde de boyahane vardı. 1516’da Erzincan boyahanesinin devlete sağladığı gelir 50.000 akça idi. Kemah boyahanesi de 20.000 akça sağlıyordu. Bundan başka Erzincan’da bir meyhane, 6 adet bezirhane; Kemah’ta yine bir meyhane, bir bezirhane, bir de mum imalâthanesi (şem’hâne) vardı.[58]

Yine İbn Batuta’ya kulak verelim: “… Erzincan’a muvasalât eyledik ki Irak mülkünün bilâdından (beldelerinden) olarak büyük ve nüfusu çoktur. Ekser sükkânı (sakinleri – oturanları) Armen (Ermeni) olup ehl-i İslâm lisan-ı Türkî tekellüm eder. Esvakının (sûklarının – çarşılarının) tarz-ı tertibi çok güzeldir. Beldeye nispetle lâtif kumaşlar nesc olunur. Orada bakır madeni olup andan evani (kab kacak)… imal ediliyor.[59]

Marco Polo (1254 -1323) da, doğrusu iki Armeniyye var, bir büyük[60] ve bir küçük[61] diyor. İkincisini anlatırken de “Layas” dediği, İskenderun körfezindeki limanı şöyle betimliyor: “Yine denizin üstünde, büyük ticareti olan bir kenttir. Zira biliniz ki Fırat’ın tüm baharatı ve ipekli ve altınlı kumaşları bu kente getirilir. Ve Venedik ve Cenova ve sair ülkelerin tacirleri buraya gelip mallarını satarlar ve ihtiyaçları olduklarını buradan alırlar. Fırat’a doğru gitmek isteyen herkes, bu kentten gider. Şimdi Turcomanie, Türkmenler ülkesinden söz edeceğiz.”

“Türkmen ülkesinde üç ırka mensup sakinler var. Önce, Müslüman Türkmenler. Bunlar basit insanlar olup kendilerine özgü dilleri var. Dağlarda ve geniş fundalıklarda, iyi meralar buldukları yerlerde otururlar zira hayvanlarından geçinirler. Sair sakinler Ermeni ve Rumlardır ve kent ve kasabalarda öbürleriyle karışık olarak otururlar. Ticaret ve sanayiden geçinirler: En ince ve dünyanın en güzel halılarını ve aynı zamanda çok güzel ve çok zengin, büyük miktarda çeşitli renkte ipekliler ve daha birçok şey imal ederler. Başlıca büyük kentleri Konya, Sivas, Kayseri ve burada bahsetmeyeceğimiz birçok başka kent ve kasabalardır.”

“Armeniyye-i kübra büyük bir ildir (Marco Polo’nun sözünü ettiği bölge halen Türkiye, İran ve Rusya arasında bölünmüştür B.O.). Burası Erzincan adlı bir kentten başlar. Burada en güzel ılıcalar ve dünyada yerden çıkan en iyi su bulunur. Sakinleri Ermeni olup Moğol’a tabidirler.”[62]

Musul bir krallık ülkesi olup burada çeşitli ırklardan insan bulunur. Bunların arasında Arap denilen ve Muhammed’e tapanlar vardır. Daha başka, Nasturî ve Yakubî Hristiyan olanlar da vardır… Ancak biliniz ki bu bölgelerde olan çok sayıda Hristiyanların hepsi, Papa ve Roma Kilisesi’nin istediği gibi[63] değil de Hristiyan Yakubî veya Nasturî’dirler; zira bunların imanlarında birçok eksiklikler vardır. Ve bu ülkede yapılan bütün altın ve ipekli bezlere muslin denir ve bu topraklardan çok sayıda, yine Musullu denen büyük tacirler gelir, bunlar çok büyük miktarlarda baharat, hafif bezler ve altınlı ipekli dokumalar getirirler”[64]

* * *

Ankara’nın ünlü sof’u ile harcıâlem pamuklu dokuma, ne hallere düşecekti:

“… çöküntü sonunda imparatorluk, evvelce devletin coğrafî bölgeleri arasında işleyen yerli mallar ticareti ile ne de olsa göze çarpan biriİktisadî birlik olmanın bütün bağlantılarını kaybetmiştir… Yerli sanayi ticareti tamamen sönmüş, gitmiştir.”

“Bu cümleden olarak meselâ, Ankara’nın sof denilen, tiftikten dokunan bez yahut kumaşları, Yemen’den Arabistan’a, Rumeli’ye ve Kuzey Afrika’ya kadar satılırken, Avrupa sanayisi Türkiye’ye hâkim olup bütün ithal, ihraç limanlarını kendine uygun tarifelerle kendi mallarına açınca, Ankara evvelâ sadece tiftik eğiren bir bölge haline geldi. Yani tiftik kumaş sanayisi söndü. Yerini bir yarı – mamul hammadde (bükülmüş iplik) veya sadece tiftik yapağısı ihracatçılığına bırakmıştır. Aracılar ise, Ankara Ermenileri idi. Az sonra bu iplik işi de öldü.”

“Gerçi daha önce de Ankara, bükülmüş tiftik ipliği ihraç ederdi. Ama bu iplikler dış ülkelerde, (bilhassa İngiltere – Bradford) piyasalarda, makine ile değil, yine el tezgâhları ile işlendiği için, Türkiye’ye karşı bir rekabet teşekkül edemiyordu. Ankara’nın sof mamulleri ise, bütün eski dünyada, bilhassa din adamlarının cübbelik kumaşları olarak, yerli – yabancı piyasalara hâkimdi. Fakat sonraları, bu ihtiyaç da, başka nevi sanayi kumaşları ile karşılandı. XVII. yy. ortalarında Ankara’da tiftik ipliği ticareti ile ilgili ve Fransız Sefareti tarafından o zaman hazırlatıldığı anlaşılan bir rapor, ‘Belgeleriyle Türk Tarihi’nin II. sayısında yayınlanmıştır. Derleyen Doç. Dr. Halil Salihlioğlu.”

“Fakat asıl çöküntü, daha geniş ve harcıâlem bir ihtiyaç maddesi olan pamuklu ve dokuma sanayisinde görüldü. İngiltere’de iplik makineleri 1760 – 1770 arasında mükemmelleştirildi: 1790 senesinde buhar makinesi geliştirilerek sanayi ve bu meyanda iplik – dokuma sanayisine uygulandı. Bu da İngiltere’ye pamuk ithalâtını ve İngiltere’den iplik dokuma ihracatını artırdı…”[65]

* * *

Saruhan’da dokumacılık

Saruhan Sancağı ve kazalarında, yerel gereksinmeyi sağlayan önemli sanatlar bulunuyordu. Sınaî bitkilerin ve hayvan ürünlerinin bol ve çeşitli oluşu, Saruhan’da bu ürünlere dayanan sanatların gelişmesine neden olmuştu. Özellikle bezcilik, tabaklık, boyacılık, zeytinyağcılık, susam yağcılığı, sabunculuk, şarapçılık gibi sanatlar gelişmişti.

XVI. yy.da Manisa’da, yelken bezciliği de çok ileriymiş. Aynı yüzyılın son kayıtlarında tek tük bürüncük ve yelken bezlerine ait kayıtlar varsa da XVII. yy.da bu iki sanatın yerlerini boğasıya terk ettikleri, sicillerden anlaşılıyor.

Doğanın nimetlerinden sadece Manisa ili değil, sancağın bütün kazaları faydalanmış, şöyle ki Kayacık kazasının tabakları, Demirci’nin ünlü alaca kilimleri, Akşehir’in tabakları, boya ve bezleri, Akhisar’ın tabakları ve özellikle Yeniçeri astarı dokumacılığı ün salmışlardı.

Bu baplarda Evliya Çelebi’yi dinleyelim: “Ve bazı kimesneler (kimseler) evlerinde tabaklık işlerler. Gayet lâtif kırmızı sahtiyan olur. Anadolu’nun Kayacık sahtiyanı deyu meşhurdur. Hattâ Edirne ve Mısır İskenderiye’si sahtiyanına galiptir. Bazı mücellitler kitabulallahları (Kur’an’ları) bundan istimal ederler… Hattâ Anadolu’da kırmızıya müteallik bir şey medh olunsa Kayacık sahtiyanı gibi kırmızıdır derler. Dilberanların yanakları, lebleri (dudakları) medh olunsa Kayacık kirazı dudaklı bir serfiraz-ı (başını yükselten) dilber derler”.

“Yetmiş boyahane dükkânı vardır. Nefti boyahaneleri meşhurdur… Ve tabakhaneleri dahi meşhurdur… Ve şehrin memduhatından (övünülecek şeylerinden) ince Denizli boğası… penbe beyaz olur”[66]

Çulhacılığın (Alaşehir’de) (çulha, Farisî kökenli bir sözcük), yani el tezgâhında bez dokumacılığının hammaddesi olan pamuk, Manisa’nın hemen her tarafında yetişirdi. Pazara pamuklar işlenmiş halde gelir, bunları önce çulhalar ve bunları ipliğe dönüştürecek fakir kadınlar alırdı. Bunlar almadan ne yerli, ne de yabancı tüccar alamazdı.

Çulha ve fakir kadınların aldıkları pamuklar, çıkrıklarda ipliğe dönüştürülüyordu (anlaşıldığı kadarıyla, mezkûr “fakir kadınlar”, çulhalara “fason” çalışıyorlardı. B.O.)

Manisa çulhaları boğası (astar, astarlık bez, ince Amerikan bezi), alaca (“Ve halkın kâr-ı kısbleri – tüccarları – ekseriya Manisa alacası işledüb kâr ederlerdi. Ve Beledî yastıkları[67] dahi memduhtur – medhedilir – “ (Evliya Çelebi), astarlık, tülbent hez, makrama (sofraya mahsus işlemeli destmâl – mendil -. Eski tarzda peçete, elbezi, köylü kadınların başlarına sardığı peştemal). Manisa civarında halk, özellikle muhacirler, buna mahrama diyorlar ve beledî yastık, peştemal, gömleklik, hamam gömleği ilâh… dokuyorlardı. Bunların içerisinde en meşhuru boğası, alaca ve beledî yastıktı.

Çulhalar işledikleri bez ve boğasıları muayyen en ve boyda yapmaya mecburdular. Mamafih bez ve boğasıların bir kısmının Manisa arşını, bir kısmının Bursa arşınıyla ölçülmesi birçok yolsuzluklara meydan veriyordu. Hele hariç pazarlara mal götüren Manisa tüccarları birçok zorlukla karşılaşıyordu, çünkü ora arşınları Manisa’nınkilere uymuyordu.

Boğasılar ve iplikler boyatılmak üzere Manisa’daki boyacılara veriliyordu.

Boyacılar, kendi aralarında taksim edip boyarlardı. Bu hal, bütün XVII. yy. boyunca bu şekilde sürmüştür.

Çulhalar, bezleri dokuduktan sonra bezci ve boğasıcılara satıyorlardı. Onlar da dükkânlarında bunları müşterilerine veriyorlardı. Sadece kadınlar bezi çulhalarda, makramayı çarşı ve pazarlarda satabiliyorlardı.

Bez ve envai, boğası pazarında satılırdı. Bunun dışında olan yerlerde bez satmak yasaktı. Pazara gelen bez ve boğası hafta başında ehl-i hibre (bilirkişi) tarafından ölçülürdü. Pazara getirilen mallar şu törene tâbi tutulurdu:

Ağababa, üç dört maiyeti ile ki bunlar çulha esnafının icra heyetiydi, hafta başında (Perşembe günü) pazara gelen malların en ve boylarını ölçerler, bezlerin evsafını tetkik ederler; eğer matluba muvafık değilse, yani kalp kızılsa onu yapan “yolsuz” addedilir ve bezi de yırtılarak bezzaz hanenin önüne asılırdı. Bezler belirli süre orada asılı dururdu, sonra da şehrin hastanesine gönderilir ya da fakirlere dağıtılırdı.

Bezleri bezzazhaneden gayri yerde satmak yasaktı. Bez ve boğasıları sadece yerli tüccarlar değil, Acem ve yerli Ermeniler de satıyorlardı. Manisa bezleri, dışarıya gönderildiği gibi, Kafkas ve İran taraflarından da tüccarlar, Manisa’ya bez getiriyorlar ve burada dükkânlarda satıyorlardı. Fakat bu yabancı tüccar ve bezirgânlar hiçbir surette sokakta ve pazarda bez satamazlardı. Ancak kendi dükkânlarında satılabilirlerdi.[68]

* * *

Manisa pazarına gelen hayvanları ilk önce almak Manisa kasaplarının hakkı idi. Dışarıdan gelen kasap ve tüccarlar, Manisa kasaplarının ihtiyaçları temin edilmeden kesinlikle alamazlardı.

Kasaplar, kestikleri hayvanların derilerini tabaklara, kıllarını mutaflara (yani keçi kılından hayvan çulu, yem torbası gibi şeyler yapanlar), iç yağlarını da sabunculara satıyorlardı. Yalnız kestikleri keçi derileri önce mirî için mubayaa edilir, ondan soma Manisa tabakları alırlardı.

Hükümetin mubayaasından sonra arta kalan deriler tabaklara verilir, onlar da bunları aralarında taksim ederlerdi. Manisa’daki tabakların ihtiyaçları sağlandıktan sonra ancak harice gönderilirdi. Bu usul bütün ülkede az çok cari idi.

Derileri tabaklar aralarında seçtikleri çerçi ve ehl-i vukuf vasıtasıyla alıyorlardı. Çerçiler, rayiç fiyat üzerine aldıkları derileri, tabakların işlerine ve imalâthanelerinin vüsatlarına göre taksim ederlerdi. Bilâhare tabaklar nam-ı hesaba derileri alan ve onlara tevzi edene “mubassır” ve “sayıcı” adı verilmişti. XVII. yy.ın sonuna doğru ise, bu iş doğruca “Tabak Ahibabaları” ve “Yiğitbaşıları” aracılığıyla görülmeye başlamıştı.

Derinin işlenmesi için gerekli olan, sudan sonra ikinci önemli madde de mazı idi. Dıştan ve köylerden gelen mazıyı da önce tabaklar alırdı. Bu sonuncular gön ve derileri, varsa kanunnamelerinde yazılı olduğu şekilde, yoksa aralarında yaptıkları anlaşma ve uzlaşmalara göre yaparlardı. Deriler işlendikten soma ehl-i hibreler tarafından muayene edilir, kalp işlenmişler derhal yırtılırdı.[69]

Özellikle Manisa’da şehzadeler sarayının bulunması, gerek kendi maiyetleri ve gerekse ordu için lâzım olan çizme, ayakkabı, saraç takımı gibi şeylerin yapılmasını mucip oldu. Saray civarına yapılan odalardan birkaç tanesi de saraçlar ve dikiciler için ayrıldı. Bu sırada, şehzadelerin Manisa’dan ayrılmış olmalarına rağmen bu sanatlar sönmemiş, yine ordu ve hassa için gerekli olan şeyleri imal etmişler.

Günümüzde olduğu gibi herkes gelişigüzel ayakkabı yapamazdı. Her dikici, çizmeci ve saraç’ın hangi nevi malzemeden hangi nevi iş yapacağı belliydi. Başmakçılar, dikiciler, eskiciler ve çizmeciler ya eskiden ustalarının yaptıkları işi yapar; işlerde değişiklik yapılması gerektiğinde, ustalar aralarında bir anlaşma yaparak kethüda, yiğitbaşı ve ustabaşıları da dâhil olduğu halde, kadıya giderek kararlaştırılan meseleyi ona anlatırlar, sicile kaydettirirler ve böylece yapacaklarına ahdederlerdi. Onlar için bu anlaşma ve tescil, kanun olurdu.

Kavaflar çarşısı da büyük ve genişti. Bu çarşının da kendisine göre özellikleri vardı. Burada haftada ancak üç gün alışveriş olurdu, cumartesi, pazartesi, perşembe günleri. Bu günlerde sabahleyin dükkânlar açılmadan önce bütün esnaf Ustabaşı’nın dükkânı önünde toplanırdı. Orada Ustabaşı tarafından bir dua yapılırdı. Buna sadece Müslüman esnaf değil, Hristiyan esnaf da iştirake mecburdular. Duadan önce alışveriş yapmayı uğursuz saydıklarından Hristiyanlar da sabah duasına iştirak ederler ve ellerini açarak âmin derlerdi. Duayı müteakip dükkânlar açılır, kontrolden geçen ayakkabı, çizme vesaire, dellalara verilerek satışa çıkarılırdı.[70]

* * *

Manisa’yı bırakıp aynı dönemin İstanbul’una gelelim. Koyu merkeziyetçi devlet, dokuma, giyim vs.yi, en ince ayrıntılarına kadar kayıt altına almış. Bunların nasıl denetleneceklerine kadar inmiş. Görelim bazı maddelerini. Bunları Robert Mantran, IV. Mehmet (1091-1680) yönetmeliğinden dokuma ve giyimle ilgili olan bazı bölümleri, Fransızcaya çevirerek kitabına[71] derç etmiş. Biz ise bunların aslını aktarıyoruz.

“Fasl-ı sâlis der beyan-ı kanun-i muhtesiban’dan:”

“Terziler dahi gözlene. Fermanda (buyruk) çuha ve kaftan, kutni senceflû (?) ola. On beş akçeye dikeler. Ve senceflû ve benbelû (pamuklu) sof kaftan yirmi beş akçeye dikeler. Mirahurî kemha kaftan ve kadife kaftan yirmi beş akçeye dikeler… Eğer bir kişinin kaftanı kısa veya dar ve yaramaz dikmiş ve yaramaz ilmiş olsa kadı marifetiyle hakkından geline.”

“Ve çuhacıların çuhaları gözlene. Merdane çuha kaftanı ve boğası ve bez bir boy eteği iki ola. Sencafı (astarı?) eklû olmaya. Yakası ince ise sencafı dahi öyle ola. Ve düğmesiz satılmaya. Dikişi âdet üzere ola, eksik olmaya… Ve çuhacılar dahi ısladub satarlar. Eninden ve uzunundan çekmeyeler. Hali üzere biçeler.”

“Ve astar ki şehirde işlenur olsa sekiz arşından eksik olmaya. Ve boğası ki hariçten gele, aldıklarına göre sattıralar. Ve onu on bire sattıralar. Ziyadeye satmayalar.” “Ve ipekçiler dahi gözlene, ipekleri düz ola… (?) olmaya. Ve gömlekçiler dahi gözlene, aldıklarına göre satalar. Muhkem dikeler. Ve yenleri âdet üzere bol ola. Âdetten hariç olmaya.”

“Ve kazzazlar dahi gözlene. Şeritleri düğmeleri kalp olmaya… Ve ipliği şeridi, teli iyi ola. Ve iyi ördüreler ve dikeler.”

“Yedi kenarlû bir akçeye ve dokuz kenarlû bir buçuğa ve on bir kenarlı düğmeyi iki akçeye satalar. Ve sair işler dahi işlene. Sermayeleri ve emekleri muğteber ola. Satmasını ona göre sattıralar.”

“Ve tellallar dahi gözlene… Ve sattığı esvaptan yüz akçede bir akçeden ziyade olmaya. Ve bin akçelik esvabın tellaklığı on akçeden ziyade olmaya…”

“Ve halayıkçılar sattığı cariyenin yüzüne ak ve kızıl fi’lcümle tezyin eder nesne sürmeyeler…”

“Ve çuhacılar ve kemhacılar ve… ve takkeciler ve atlasçılar ve… eninde ve tavında ola. Ve nakıs ve kem ve kötü işlemeye. Ve altınlı kadifenin kılabdanı seyrek ve kem olmaya. Alelûnun gözlene. Âdetten eksik olmaya… inlerin gereği gibi hakkından geline…”

“Takkeciler ve mücevvezeciler (kavukçular) ve arakiyeciler gözlene. Her ne dikilirse yeni kumaştan dikile ve mücevvezenin astarı ziyade cirişlû olmaya. İyi dikile. Satmasında sermayeleri ve emekleri mülâhaza olunub kendileri için bir miktar faide ait olduktan sonra onda birden tecavüz etmeyeler. Ve huffaflar (ayakkabıcılar) elâ ve kırmızı çizme âlâsı otuza ve evsatı yirmi sekize ve ednası yirmi altı akçeye ola. Ve sair renklilerin âlâsı yirmi dörde ve evsatı on sekize ve ednası on altı akçeye ola. Bakisi bu üslûb üzere görüle. Şirvanî yaşmak âlâsı yirmi ve evsati on sekiz ve ednası on altı ola…”[72]

* * *

Evet, koyu merkeziyetçi Osmanlı yönetimi, bu konunun her dalında, ezcümle hammadde miktarı, kumaşın evsafı, boyası, satış fiyatı vs.de “sıkıyönetim” ilân etmiş. Standartlar geliştirmiş, narh cetvelleri tanzim etmiş, bunların dışına çıkacakların “hakkından gelineceği” tehdidini ihmal etmeden…

Eski Osmanlı kumaşları, çok zengin bir çeşitlilik yelpazesi arz ediyor. Sırası geldikçe bunların bazılarından söz ettik. Ama daha fazlasına girişemedik.[73] Aynı şeyi çeşitli standartlar[74] ve narh cetvelleri[75] için de yaptık.

Bütün bu konular o denli girift haldeler ki bunları ayıklayıp tam bir sistematik sıraya koymayı da başaramadık.

El dokumacılığı alanında kalmayı sürdürüyoruz. Esasen bu kitap bir tekstil tekniği kitabı olmadığına göre sınaî (makineleşmiş) dokumacılık, konunuzun tümüyle dışında kalıyor.

Gerek çeşitli hammaddelerden yapılan başlıca el dokumaları, gerekse tarihin engin derinliklerinden gelen bu faaliyetlerin yurdun değişik bölgelerine dağılışının ayrıntılarına girmiyoruz. Bunlardan sırası geldikçe, kısaca söz edilecektir.

* * *

Doğu Karadeniz dokumacılığı

Yurdun her yerinde olduğu gibi Doğu Karadeniz’de de dokumacılığın çok eski bir geçmişe sahip olduğu şüphesizdir. Bölgede görülen ilkel tezgâhlar ve dokumacılık âletleri buna tanıklık ediyor (Trabzon Osmanlıların eline 1462’de geçiyor). Resim 74’te (bkz. s. 708) halen – 1998 – kullanılmakta olan, az çok tekâmül ettirilmiş bir Rize bezi dokuma tezgâhı görülür, bunun, aşağıda sayacağımız tezgâh tiplerinden hangisine uyduğunu bilmiyoruz. Bu aynı bağlamda olmak üzere Resim 75’te (bkz. s. 708) de, Malatya’nın daha önce sözünü ettiğimiz manusa dokumasının oldukça ilkel görünümlü tezgâh resmini veriyoruz.

Dönelim Doğu Karadeniz bezine.

Kanunî zamanında, Hünkâr’ın ilk tahta çıkışını müteakip girişilen ıslahat sırasında nüfus defterine yazılmış olan altı maddelik talimattan konumuzu ilgilendiren birinci ve dördüncü maddeler şunlar oluyor:

1 – Müslüman ve Hristiyanlar tarafından Karadeniz’den Trabzon’a getirilip sarf olunacak kumaştan yüz akçadan üç akça, getirilen kumaş gemiyle başka bir yere nakledilirse kıymet takdiri ile kezalik % 4 akça, Trabzon veya hariçten giden keten bezinden o miktar ve haraca tâbi olmayan ecnebi tüccarlardan % 5 ve tartılacak eşya için alandan ve satandan bir akça tahsil ve gümrükten kaçırılan eşyanın müsadere edilmesi ve keten damgası için yüz akçadan on akça alınması.

 

4 – Tüccarın getirip tartı ile satacağı ibrişimin beher tartısı için alandan ve satandan altmış beşer ve taş akçası olmak üzere kezalik tarafeynden dörder akça tahsil ve işbu sekiz akçanın yedisinin mirîye ve birinin tellala verilmesi…

Sözü edilen keten aslında kenevir olup bunun, ipekle birlikte, alım satımının maddelerle düzenlenmesinin, dışarıya da ihraç edilmesinin o yüzyıllar içindeki önemi beliriyor ve bu durumun köklü bir geçmişinin bulunduğu sonucuna götürüyor. Bu köklü geçmiş, hiç şüphesiz Hristiyan Trabzon’dan tevarüs edilmiştir.

1777 tarihli önemli bir başka belgede de, padişahın iç çamaşırlarının Trabzon dokumasından yapıldığı kaydına rastlanıyor: “Padişah’ın donu ile gömleği ve ipekli kumaşlar Trabzon dokumasından tedarik edilirdi (Saray vesikaları, Cevdet tasnifi No:5080, sene 1111).

Saray’a girebilecek kadar değer kazanmış olan bu dokumaların şöhretinin yurt dışına da yayıldığı, Trabzon keten bezlerinin 1855’te Paris Sergisi’nde yüksek derece kazanmasıyla anlaşılıyor.

Yine Abdülaziz’in ölümünde (1876) arkasından çıkarılan gömlek de Rize bezindendi.

Yurt dışında “Trabzon keteni”, yurt içinde “Rize bezi” olarak şöhret kazanmış bu dokumanın hammaddesi, yukarda söylendiği gibi, keten olmayıp kenevirdir.[76]

Günümüzde Rize’de, kullanılan hammaddeye göre, şu dokumalar yapılıyor:

  • Kenevir ipliğinden yapılan dokumalar: Masa takımı ve peçete; feretiko; ketan; şut bezi.
  • Pamuk ipliğinden yapılan dokumalar: Atkı olarak başa alınan “Büyük peştamal”; bele bağlanan “Dolay peştamal”; yatak çarşafları (potlu ve düz); peçete ve masa örtüleri; Rize bezleri.
  • Yün ipliğinden yapılan dokumalar; Şal (Zıpka); kilim, heybe vs.

Rize bölgesinde hâlâ var olan ya da kısa bir süre önce terk edilmiş bulunan tezgâh tipleri şunlar oluyor:

  • Andı tezgâhları: Bunlar “feretiko” ve “ketan” dokumasında kullanılan ilkel tezgâhlar.
  • Peştamal tezgâhları: a) Yüksek Tezgâhlar: iki ayak üzerine çalışan ve mekiği elle atılan tezgâhlar. Bütün aksam döşeme üzerindedir. b) Çukur Tezgâhlar: Şekil bakımından aynı olup sadece pedallar, döşemeye açılmış bir deliğe oturtulmuş sandık içindedir. Dokumacı da bu sandık şeklindeki çukurun kenarına, döşeme üzerine oturur. Çukur Tezgâhlar, Anadolu’nun diğer bölgelerindekinin aksine, bu bölgede iki katlı evlerin üst katına kurulur, c) Kamçılı Tezgâhlar: Bunlarda ise mekik, doğruca elle değil de kamçı ile atılmakta. Bunlar daha hızlı ve verimli olup öbür tezgâhlardaki ip gücülerin yerini bunlarda, tel gücüler, kamış tarakların yerini demir taraklar almıştır.
  • Şal tezgâhlar: Bunlar en ilkel tezgâhlar olup son derece basittir. Eskiden “zıpka” denilen yerli kıyafetlerin yapıldığı kaba yünden şal dokumasında kullanılırdı.[77]

İplik yapımında Rize ve yöresinde öreke kullanılıyor. Ancak Pazar ilçesinin bazı köylerinde iğ kullananlara da rastlanıyor. Başka bir eğirme şeklinde ise örekeli iğ kullanılıyor. Yöresel deyişle Rokapodi (Rumca ροxα= öreke, ποδι = ayak) adı verilen bu âlet 30 x 30 cm ölçüsünde dört köşe veya yuvarlak tahta taban ortasına çakılmış 125 cm boyunda yine tahta bir sütundan meydana gelmiş. Sütunun başındaki çiviye “roka” denilen, dönebilen konik bir tahta başlık takılmış (Resim 76).

Birçok yerde “öreke” de denilen Rokapodi’nin Roka’sına, iplik yapılacak kendir lifleri hafifçe sarılır. Onun üzerine ince deriden bir parça bağlanır. Bunun işlevi ipliğin fazla sağılmasını önlemektir. Ancak, bu ince deri veya bez fazla sıkı sarılmayacaktır. Buradan alınan lif uçları, el ile biraz büküm verildikten sonra iğ denilen âletin başına takılır. İğ’in çevrilmesiyle büküm verilir. Bükülen iplik iğ’e sarılır. Böylece ağırlaşan iğ iyice dolunca “kelepçe” veya “ılgıdır” denilen bir araç üzerine boşaltılır. Bu araç 60 – 75 cm uzunluğunda dar bir tahta parçasının her iki başında 8-10 cm uzunluğunda ve dışa doğru eğimli şekilde çakılmış iki ağaç çividen meydana gelir. Bunlardan biri çekilip çıkartılabilir. “Kelepçe” dolunca çekilir ve böylece bir “Kelep” iplik elde edilir. Buna “çile” veya “Tura” da denilmektedir (Resim 77).

Bunlarla elde edilen ipliklerin kalınlıkları ve bu sonuncuların normları üzerinde durmuyoruz.

Bu çeşitli kalınlıktaki ipliklerin kullanıldıkları dokumalara gelince: Bunlar, yukarda söylendiği gibi dört tiptir.

Masa takımı ve peçeteler, en ince kenevir ipliğinden yapılan dokumalar oluyor. Bunlar liflerin doğal renginde olup ağartma – kasarlama yapılmadan kullanılır.

Üzerlerine sonradan elde işleme yapılır.

Feretiko da yine kenevir ipliğinden yapılan bir dokuma çeşidi olup asıl “Rize Bezi” olarak şöhrete ulaşan bu kez oluyor. (Bugün Rize bezi denilen, pamuklu, fantazi bazı dokumalar vardır ki bunlarla karıştırılmamalıdır).

Dokunduktan sonra kasarlama yapılır.

Bu iş için, dokunmuş parçalar deniz veya dere kenarına götürülür. Çakıl taşları üzerine yayılır. Güneş altında su atılır. Kurur. Tekrar su atılır. İşlem, beyazlatılıncaya kadar böylece devam eder. Ancak, sadece güneşli havalarda yapılmalıdır. Geceleri toplanır ve kurumayacağı için yağmurlu havalarda yapılmaz.

Dere sularındaki ozon ve deniz suyundaki klor’un az ölçüde olması, kasar işleminin (Beyazlatılma işlemi) 20-30 gün sürmesine sebep olmaktadır. Bu süre sonunda istenilen beyazlığa ulaşan dokuma, kullanılmağa hazır hale gelir.

Bir ayrılık olarak, Rize bölgesindeki kenevirlerin çok ince iplik haline getirilebilmesi; bundan, çok ince dokumaların yapılabilmesine de imkân vermektedir.

Suyu çekmeyen kendirin teri de çekmeyeceği tabiidir. İşte bu özelliği, “Feretiko”nun iç çamaşırlığında kullanılmasının en önemli sebebidir.

Feretiko denilen bu dokumaların çözgüsünde kullanılan pamuk ipliğinin fazla teri çekmesine karşılık, atkı ipliği kenevir olduğundan teri çekmez. Şişmeyeceğinden dolayı da gözenekleri kapanmayan dokunun vücudun havalandırmasını sağlar. Cildin solunumuna engel olmadığından sağlığa çok yararlıdır. Bu sebeple gemi adamları ve rutubetin fazla olduğu kıyı bölgelerindeki halk tarafından çok aranmaktadır.

Pamuklu dokumaların iç çamaşırı olarak kullanılmasının ise; özellikle fazla rutubetli bölgelerde bazı zararları vardır. Pamuk; su, ter ve rutubeti çeken bir özelliğe sahiptir. Bundan dolayı da şişer. Bu şişme, örgüde atkı ile çözgünün kesişme yerlerinde meydana gelen açıklıkların kapanmasına sebep olur. Gözenekleri kapanan doku ise, havalandırmaya imkân vermediği için ter ya da nem’in kurumasına uzun süre engel olur. Bu durum vücutta adale ağrıları ve romatizma gibi birçok rahatsızlıklara uygun bir ortam yaratır.

Feretiko denilen bu, çözgüsü pamuk atkısı kenevir (Kendir) dokumalar ise: Kullanan halk tarafından belirtildiğine göre, en soğuk havalarda dahi teri 1 dakika gibi çok kısa süre içerisinde kurutma özelliğine sahiptir. Vücuttaki ter pamuk olan çözgü tarafından çekilmekte, teri çekmeyen kenevir atkıların açık bulundurdukları küçük deliklerden giren hava ise, çekilen terin çok kısa bir süre içerisinde kurumasını sağlamaktadır.

Fretiko’nun çözgüsü tamamen pamuk olmayıp, her 15 pamuk çözgü telinin arasına 1 tel kenevir iplik çekilir. Asıl amaç, dokunun dayanıklılığını artırmak olduğu halde, araya karıştırılmış olan bu kenevir iplikler aynı zamanda havalandırmaya da büyük katkıda bulunmaktadır.

Eskiden, her 4 pamuk çözgü ipliği arasına 1 kenevir iplik çekilirdi. Bunda yıpranmayı bir dereceye kadar azaltma düşünüldüğü gibi, tutumsal sebepler de büyük rol oynamaktaydı. Çünkü pamuk ipliği dışarıdan, para ile satın alınırdı. Kenevir ipliğini ise halk kendisi yapardı. Bu nedenle, arasına karıştırılan kenevir ipliğinden dolayı, pamuk ipliğinden daha uzun çözgü çekmek imkânı oluyordu. Çözgüye giren her kenevir ipliği, kazanılan bir pamuk ipliği demekti. Bu şekilde halk, parasının dışarıya çıkmasını önlediği gibi kendi ipliğini de pamuk piyasası üzerinden değerlendirmiş oluyordu.

Feretiko denilen bu dokumalar ile daha sonra göreceğimiz “Ketan” denilen kenevir dokumalar, “Andi Tezgâhı” ismi verilen ilkel tezgâhlarda yapılırdı.

Bu tezgâhlar üzerindeki ham kumaşa “Aposkal”, ağartma işleminden sonraki mamul haline ise “Feretiko” denilmektedir. Bu dokumaların genel adı ise “Andi bezi”dir.

Bu bez adını muhtemelen, Kafkaslarda, Dağıstan Cumhuriyet içinde yaşayan ethnik gruplardan biri olan Andi’lerden almış olmalıdır. Öbür yandan, Kafkas Grubundan Andi’lerle Lezgi’lerin, Doğu Karadeniz’in eski halklarından oldukları sanılıyor.

Gerek bu veriler, gerekse “Feretiko”nun ve daha önce mezkûr âletlerin adları, bizi doğal olarak Pontos dönemine ve hattâ daha da öncesine taşıyor.[78]

* * *

Cumhuriyet döneminde ilk üretim seferberliği dokuma sanayisinde yapılmış ve belli merkezlerde bugün hâlâ önemini koruyan (Sümerbank) Bez fabrikaları kurulmuştu. Bunlar için yer seçimi gelişigüzel olmamış, asırlar, hattâ bin yıllar öncesinden beri köklü bir dokuma geleneğine sahip yerler seçilmişti. Bunlardan biri de Kayseri olmuştu.

XV.yy.da Gümrük Defterleri’ne göre Kayseri’den Hindistan başta olmak üzere, Venedik, İtalya, İngiltere, Çin, Suriye, İran, Yemen ve Habeşistan gibi ülkelere önemli oranda tekstil ürünleri ihraç edilmiş. İncelemelerden 1450-1497 yılları arasında Kayseri’de büyük boyahaneler ve pamuklu maddeler imal eden imalâthanelerin varlığı anlaşılıyor. Hattâ o tarihlerde Ağırnas (eski Ahirnasi)’da imal edilen dülbentlerin uzun süre dünya piyasasında Hint dülbenti ile rekabet ettiği bir gerçek oluyor.

Dülbent, Boğası, Kirkas (pamuklu bez keten), çadır, peştemal, yorgan, bitane (astarlık örtü), destar ve iplik gibi mamullerin Kayseri’de imal edilerek mezkûr ülkelere ihraç edildiği saptanıyor. İhracatta en büyük payı Kirbas alıyor. Bu, keten, pamuk ve kenevir karışımı bir mamuldür. O tarihlerde Kayseri’de bunu imaleden 40 civarında atölyenin bulunduğu mukayyet.[79]

* * *

Osmanlı idaresi, ekonomisinin her köşesi olduğu gibi bu temel direğini, tekstili de, başıboş bırakmamış, daha önce de nice kez gördüğümüz gibi sıkı denetim altına almış. Konuya F. Dalsar, enine boyuna eğilmiş. Dinleyelim onu:

“Dokumacılığın idaresine ait işlerden birisi de kumaşların damgalanması’dır. Bu işin ne zaman başladığını bilemiyoruz. Fakat XV. yy.ın sonlarına ait bir vesikadan bu işin 1450 tarihinden sonra[80] başlamış olduğunu tahmin ediyoruz. Kumaşların damgalanması başlı başına bir iş olduğundan, bunu idare etmek üzere, önce Damga Eminleri tayin edilmiş, sonra bu iş iltizama (mukataaya) verilmiştir…”

“… belli uzunluktaki bir kumaş, bir top sayılmıştır. Damgacılar, kendilerine mahsus damgalarla bu topları damgalamaya karşılık bir ücret alırlardı… XVI. yy.ın sonlarına doğru kumaş dokumacılığının azalması, damgacıların gelirini azalttığından, kumaşlarda görülen eksiklerden dolayı alınacak cezalar da bu işi idare edenlerin emrine bırakılmıştır. Bundan dolayı Damgacı sözünün, daha sonraları Arşıncı şeklinde kullanılmaya başlandığını görüyoruz.”

“Kumaşları damgalama işlerini üzerine alanlara birer damga verilmekle beraber, bunların ancak belli bir yerde, Bedestan’da saklandığı ve buradan dışarı çıkarılmadığı anlaşılmaktadır. Eskimiş olan damgalar da Bedestan’da saklanırdı”

 

“Kumaşların damgalanması yalnız belli şehirlerde de yapılırdı. Bursa, ipekli kumaşların merkezi olduğu için, ilk defa damga işinin burada başlamış olması muhtemeldir. Daha sonra da Şam’da bir kumaş damgacılığı kurulmuştur…”[81]

“Bütün yüzyıllar boyunca ipeğin ve ipekli kumaşların alım ve satımlarında devlet büyük ilgi göstermiş, her kumaşın atkı ve çözgülerinin sayısını, ağırlığını, boyasını belli ölçülerde tespit etmiştir. Bundan başka, kumaşların çarşıda satış şekli de bir nizama bağlanmıştır. Dokumacıların meydana getirdikleri kumaşlar Bedestan’da toplanır, fiyatları biçildikten sonra alıcılarına dağıtılırdı. Fakat herkes kumaş alıp satamazdı. Bilhassa ipekli kumaş satanlar yünlü ve pamuklu şeylerle uğraşmazlardı. Kaftan alıp satmak da ipekli kumaş alıp satanlara mahsus bir işti. Gökçü denilen ve pamuklu kumaş alıp satan kimselerin ipekli kumaş alıp satması yasaktı. Bu satış tarzının işlerini bugün Bursa’da görmekteyiz. Kapalı çarşıda, daha çok ipekli kumaş satanlar (Manifaturacılar) toplanmış olduğu halde, dış kısımda pamuklu satanlar (Bezzazlar) toplanmış bulunmaktadır.”[82]

Kumaşlarla ilgili olarak elimizde bulunan belgelerin çoğu XVI. yy.a aittir. Ama daha eskileri de var. Örneğin 1475 tarihli Diyarbakır ve Mardin Kanunnameleri’nde “tamga’lamaya “tamga”ya ilişkin hükümler bulunuyor. 1564 tarihli bir fermanda altınlı kumaşlar için “… zikrolunan kumaşın ahvali tamam ve manzum (düzenlenmiş) ve mazbut olmağçün mirî damga urulup damgasız alınıp satılmaya…” deniliyor. Daha başkalarında da aynı konu düzenlenmiş.

1791 tarihli bir fermandan ise, işlerin bozulmaya iyice yüz tuttuğu anlaşılıyor: “Bir müddetten beru Âsitane-i Aliye’de kâin boyacı esnafın boyadukları ipek ve kumaşların boyaları kalp ve zikrolunan ipek ve iplik ile mensuc kumaşların ve sair boyanan akmişenin (kumaşların) beş on gün zarfında renkleri mütegayyir (bozulmuş) ve mensuh (hükümsüz) olduğundan âlâ ve ednâ herkes akmişe-i hindiyye ve frengi istimale meyil ve rağbet ve bu keyfiyet israf ve itlâfı ve ibadullahın (Tanrı kullarının) mutazarrır olmalarının bais badi (sebep) olmaktan nâşi” damgalama işlerine önem verilmesi ve damgaların aranması istenmiş.

Damga eminleri tarafından damgalanan kumaşlarda bir yandan ipekli olduğu, öte yandan parça (7 arşın) veya top (11 arşın) uzunluğunun tam bulunduğu ve nihayet çözgü ve atkı tellerinin türüne uygun, eninin saptanmış ene denk olduğu teminat altına alınıyor. Yani bu, bugünkü anlamda bir “Kalite belgesi”, (sertifikasyon) işlemi oluyor.

Bu tanıtlama sadece ipeklilere özgü olmayıp Ankara’da dokunan soflar, Tosya’da dokunan tela veya kuşakları da kapsıyor.

Bu damgalama işlerine eski uygarlıklarda da (Hitit, Mezopotamya, Mısır…) rastlanıyor.[83]

* * *

Şile dokumacılığı

Şile bezinin tarihçesi hakkında iki düşünce ileri sürülmüş. Birinde bunun Rize bezinin Şile’de taklit edildiği yolunda olup Şilelilerce dokunması ve malzemesinin sağlanması kolay, bezin sıhhî oluşu nedeniyle Rizeli Denizcilerde görüp ülkelerine getirmişler.

Öbür görüşe göre ise, Orman Koruma Kanunu çıktığında orman köylülerine yeni iş alanı açmak için yapılan çalışmalar sırasında arıcılık, kümes hayvanları üretiminin yanı sıra dokumacılık da köylere sokulmuş ve bölgenin koşullarına uygunluğu yönünden Şile bezi imalâtı ilerlemiş. Ancak Şile bezi uzun süre kapalı ekonomi ürünü olarak kalmış, son yıllarda ticaret metaı olmuş. Şile’de rastlanan her kadın, bu işin ailenin bütün kadınları tarafından yapıldığını söylüyor. Çok yaşlıları bile dokuma sanatını anasından, büyük annesinden öğrenmiş. Erkekler de boş zamanlarında bez dokuyarak kadınlara yardımcı oluyorlar. Bütün bunlar, bez dokuma ve işlemeciliğinin gelenek haline gelmiş olduğunu gösteriyor ki bir geleneğin elli yıl içinde bu denli tutunabileceğini düşünmek zor oluyor. Orman Kanunu’ndan sonra dokuma ve işlemeciliğin geliştiği bir gerçekse de bu bezin tarihini buna bağlamak doğru gözükmüyor.

Önceleri Şile köylerinde dokunan bezler genç kız çeyizlerinin hazırlanmasında, gecelik, gömlek, sair kadın ve erkek giyim eşyaları; çarşaf, perde gibi ev ihtiyaçları vs. yapımında kullanılmış. Günümüzde Şile bezinden işlemeli gömlek ve giysiler bir ihraç metaı haline gelmiş. Bu sonuncular böylece de yeni biçimler kazanmış; tunik, uzun erkek gömleği, Rumen tipi kadın bluzu…

Şile köylüsü artık iplik eğirme külfetine katlanmayıp ipliği hazır alıyor. Ancak bu, yumuşak ve dayanıksız olduğundan ilk önce “çirişleme” denilen işleme tâbi tutuluyor. Un ve sıcak su ile bir çorba meydana getiriliyor, süzgeçle hamur topları süzülüyor. Pamuk desteleri iyice içebilecekleri şekilde bu un çorbasına batırılıyor. Bu işlem, pamuğa belli bir sertlik kazandırıyor. Desteler, hafif nemli kalana kadar kurutuluyor. Nemli desteler “elemne”nin etrafında dolanırlar ve çıkrıkla “kalem” denilen çubuklara ince ince sarılırlar. Bundan sonra, iplik sarılı “kalem”ler ikişer ikişer demir çubuklara geçirilip “elemne”nin büyük örneği olan “çözgü dolabı”nın yanında 20 tanesi alt alta gelmek üzere tavandan aşağı sarkılır. “Çözgü dolabı”, bir nevi ölçü aracı oluyor. Her “kalem”in ipliği ucundan alınarak dolaba sarılmaya başlanıyor. Örneğin, beş top kumaş için 19 kol, sekiz top kumaş için 30 kol iplik sarılıyor. Bu iplikler tezgâhta çözgüleri meydana getiriyorlar. Geri kalan iplikler, enine dokunan atkılardır.

Şile bezi bütün dokumalarda olduğu gibi iki ayaklı “bez ayağı” denilen tezgâhlarda dokunur. Ayakların sırasıyla basılmasında çözgüler, atkıların bir alttan bir üstten geçebilecekleri şekilde kalkıp inerler. Eskiden el tezgâhlarında atkı mekiği elle geçirilirken “kamçılı tezgâh” vasıtasıyla bu iş sadece bir kolun çekilmesini gerektirecek kadar basitleşmiştir.

Şile bezi, dokuma tezgâhlarında 40 ve 80 cm eninde, 20 m. boyunda parçalar halinde dokunuyor. Pamuk Ege’den geliyor. Eskiden keten ve pamuk karıştırılıyorken bugün daha çok pamuk kullanılıyor. Pamuk ipliği teri emdiği, keten de aralıkları muhafaza ederek havalandırmayı sağladığı için sağlıklı bir dokuma tarzı ortaya çıkmış oluyor. Şile’de bir ara makineli dokumaya geçilmişse de bu türün işlemeye elverişsizliği, bu yönde gelişmeyi önlemiş.

Dokuma işlevinden sonra sıra, temizleyip yıkamaya geliyor. Pamukta % 4 – 6 kadar arınması gereken madde bulunuyor ki özellikle dokunun boya tutması için bu işlem gerekiyor. Dokunan kumaşlar tezgâhtan alındıktan sonra yarım saat kadar kireç kaymağına batırılıyor ve beyazlanıncaya kadar denizde çırpılıyor. Bol güneş ışığında kurutulduktan sonra ölçülüp kesilmeye hazır hale geliyor.

Dokuma işi köylerde el tezgâhlarıyla yapılıyor. Bir kişi günde ortalama bir top (20 m.) bez dokuyabiliyor. Dokuma yapan her evin çıkrığı, elemnesi ve tezgâhı vardır. Çözgü dolapları ise birkaç tanedir. Evlerin alt katlarında bulunan boş odalarda kuruludurlar ve köy tarafından ortaklaşa kullanılırlar.

Türk işlemeleri, kumaşları gibi, ev, çarşı ve saray işlemeleri olarak üçe ayrılıyor. Şile işleri, ev işlemeleri adı altında tanımlanıyor. Çoğunlukla gergef, kasnak gibi araçlarla yapılıyorlar. Teknik bilgiler büyükanneden, nineden geliyor. İlk modeller öğrenildikten sonra işleyen kişi geleneklere bağlı kalmak kaydıyla kendi buluşlarını yansıtmakta serbest kalıyor.

Ev işlemeleri en rahat olarak atkı ve çözgüleri seyrek keten, pamuk ve ipek dokumalara işlenebildiğinden Şile bezi, işlemeciliğe çok yatkın oluyor.[84]

* * *

Şile Bezi Standardı

Şimdi bu aynı konuyu, T. Standartlar Enstitüsü (TSE)’nün 1976’da başlattığı Standard çalışmaları çerçevesinde bir kez daha kısaca ele alacağız.

Özellikle son zamanlarda büyük üne kavuşmuş bu bezin ilk kez ne zaman yapılmaya başlandığı hakkında varsayımlar ileri sürülüyor. Şile’nin öteden beri Saray’lara süs eşyası olarak yatak takımı, peçete vs. gibi şeyler sağladığı biliniyor.

Cumhuriyetken önce Şile bezinden kuşak, peçete, havlu, iç giyim eşyası yapılmaktaydı. Şile’de 1920’de ipekçilik, sonraları ketencilikle uğraşıldığı biliniyor. 1930’larda da pamuk ipliği kullanılmaya başlanıyor. 1950’lerde kadın ve erkek giyim eşyaları yapımına geçiliyor. Günümüzde Şile’de dokumacılık yanında bazı köylerde nakış işleri yapılmaktadır.

Bölgenin turizme açılması Şile bezinin yaygınlaşmasını hızla artırmış. Bu bezin sağlık bakımından üstünlükleri üzerine Alman basınında çıkan yayın üzerine önceleri Almanya’ya, sonra da öbür Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya ihracat gelişmiş. Son yıllarda tüketici zevkindeki değişim, serbest zaman, gezi için giysi rahatlığı olan elbiselere eğilimi artırmış.

Şile bezi yapımında kullanılan iplikler çile halinde su içeren haşıl (çırış)’te ıslandıktan sonra güneşte kurutulmaktadır. Böylece haşıllanan çileler masuralara aktarılarak çözülmekte ve el tezgâhında dokunan bez, deniz kenarında kireç kaymağı çözeltisine bastırılmakta (Kaymaklama), sonra deniz suyu ile iyice yıkanıp serbest halde serilerek, gerektiğinde boyanarak, yine aynı koşullarda serbest halde kurutulmaktadır. Yıllardan beri kazanılan beceri birikimi, beze bir özellik kazandırmış. Beyazlatmada, ozon etkisinin rol oynaması muhtemeldir.

Bez enleri, konfeksiyon ihtiyacı göz önünde tutularak 45 ve 90 cm olarak saptanmış. Beze özellik kazandıran iplik büzülmelerine yer verilmekle birlikte mekanik tezgâhta dokunana göre görüntü yönünden kıyaslamaya imkân veren Resim 78, referans olarak verilmiştir (Resimde, doku büyültülmüştür).

* * *

Keten el dokumacılığı

Keten, hasadından itibaren dokuma durumuna gelinceye değin havuzlama, kurutma, kırma, tarama, yumuşatma, eğirme, ağartma, çözgü hazırlama işlemlerinden geçirilir. Tarladan yolunan ketenler orada demet halinde kurutulmakta, harmanda tohumları alınmakta, daha sonra da havuzlanmaktadır. Bu işleme Kandira’da çürütme deniyor.

Keten sapları sonra sudan çıkarılmakta ve süzdürülmek üzere biraz bekletilmektedir. Kaba olarak odun kısımları kırılan keten sapları, liflerin iyice ayrılması için mengelez’den geçiriliyor. Meşe ve kestane gibi sert ağaçtan köylülerin bizzat imal ettikleri bu âlet bir yarık arasında hareket edebilen ve bir ucundan tutturulmuş bir tahta bıçaktan ibarettir. Böylece tüm kısımları iyice kırılıp ufalanan lifler silkelenerek çırpılmakta ve üzerlerindeki son kırıntılardan temizlenmektedir. Kandıra köylerinde bu amaçla kullanılan taraklar, bir ağaç gövde üzerine tespit edilmiş 10 -12 cm uzunluğunda 40 – 50 adet metal çividen oluşmaktadır.

Daha sonra lifler bir yassı taş üzerine konup bir ağaç tokmakla dövülerek yumuşatılıyor. Eğirmek için de öreke ve iğ ve el çıkrığı kullanılıyor. İplikler çileler haline getiriliyor.

Herhalde oksidasyondan kararan keten ipliklerin rengini açmak ve onları, ketenin doğal rengi olan krem’e dönüştürmek için bir ağartma işlemine girişilir. Bu da küllü suyla şöyle yapılıyor:

Suyu olan bir yerde aynı koyuluktaki çileler bir sepet içine diziliyor. Sepet dolduktan sonra üzerine bir çarşaf parçası örtülüyor ve bir gaz tenekesi kadar ağaç külü dökülüyor. Kaynamış bir su, külün üstüne boşaltılıyor. İlk 4 – 5 saatte sepetten sızan su toplanarak yeniden kazanda kaynayan suya eklenmekle, ancak bu sürenin sonunda altta toplanan su atılmakta ve üstten sürekli temiz sıcak su dökülmektedir. Yaklaşık 24 saat aralıksız sürdürülen bu işlem sonunda sepetten çıkarılan ağarmış çileler bol ve temiz suyla iyice yıkanıp kurutuluyor.

Çözgü ipliklerindeki liflerin yapışmasını sağlamak, tüylenmesini önlemek ve iplikleri sağlamlaştırmak amacıyla bunlar haşlanıyor. Haşlama, genellikle (öbür liflerde olduğu gibi) un bulamacına batırılarak, kuruduktan sonra masuralara sarılma işlemidir. Köylerde kullanılan masuralardan biri, 20 cm boyunda, çözgü masuraları, öbürü daha ince ve kısa atkı masuraları olup bunlar kargı kamışından yapılmakta ve yerel olarak kalem ya da kamış diye anılmaktadır.

Bu şekilde haşıllanıp kurutulan çileler, bir tahta taban üzerine oturtulmuş düşey bir eksen çevresinde dönebilen kolları olan ve köylülerce bini, keçire adlarıyla bilinen araçlara geçirilmekte ve buradan çıkrığa takılmış masuralara sarılmaktadır.

Çözgü hazırlama işlemine Kandıra köylerinde ıymak deniyor. Bunun ayrıntılarına girmiyoruz. Buralarda kullanılan dokuma tezgâhları basit, mekikleri elle atılan, kamçısız, iki ayaklı ve iki gücülü tezgâhlardır. Bunların parçaları arasında selmin, dokunan bezin sarıldığı silindirik kısım; tefe, tarağı barındıran hareketli bir öğe olup tarak dahi çözgü sıklığını ayarlayan ve tefeyle ortaklaşa atkı ipliklerini sıkıştıran bir parça oluyor.[85]

* * *

Pulur’da dokumacılık

Hâmit Zübeyr Koşay’ın Pulur’da yürüttüğü ethnografya ve folklar araştırmalarından dokumacılıkla ilgili bölümleri buraya aynen aktarıyoruz.

Tevin (dokuma) Çeşitleri

“Çuval, harar, palaz, yolluk, heybe, mazman tevin, bez ve savan (hıla), Pulur’da dokunan yerli tevin çeşitleridir. Eskiden cicim de dokunurdu. Bugün davar kalmadığı için artık dokunmamaktadır.”

“Mazman tevin’in çözme’si (çözgüsü) tek katlıdır, çabuk dokunur, fakat gevşek olur. Kıl hayvan torbası ve kıl harar bu tevin’den yapılır. Savan ve bez, pamuk ipliğinden dokunan tevinler’dir.”

Dokumacılıkla İlgili Araçlar

“İğ (Resim 79): Kalın ip iği, çorap eğirme iği, yün eğirme iği olmak üzere üç çeşidi vardır. Kalın ip iği’nin kellesi ağaçtan ve büyük olur, sapı da kalındır. Çorap eğirme iği’nin kellesi kalın ip iği’nin kellesinden biraz daha küçüktür. Sapı da ince olur. Yün iplik eğirme iği’nin ise kellesi daha küçük, sapı da gayet ince olup geri demirdir.”

“Çırçır: Pamuğu çiğid’inden (çekirdeğinden) ayırmak için kullanılır. Pamuk çırçır’da çekilerek çiğit’inden ayıklanır.”

“Yay ve Tokmak: Çiğit’i ayıklanmış pamuğu açmak için yay ile tokmak kullanılır. Tokmak şimşir veya armuttan yapılır.”

“Çıkrık (çırık): Pamuk ipliği eğirmek için kullanılan ve elle çevrilen ilkel bir araçtır.”

“Ağırşak: İğin alt ucuna takılan değirmi ağırlık. Ayrıca çıkrık’ta pamuk (cağı) (iğ) önünde bulunan ve eğrilen ipliğin kaymamasını sağlayan parçaya da ağırşak denir. Çıkrık’ın ağırşağı tek olup su kabağından yapılır; beşibirlik büyüklüğündedir.”

“Kirkit, Tevin veya kilim dokurken düğüm veya atkıyı sıkıştırmak için kullanılır.”

“Yün tarağı: (Resim 80) Tahtası çınar, tarak kısmı demirdir. Yünün yanı sıra keçi kılı da taranır.”

Pamuk ipliğinin Hazırlanması

Kadınlar, çırçır’da çekerek çiğit’inden ayıkladıkları pamuğu tokmak ve yayla açarlar. Açılmış bu pamukları gılgıl sapından okların yardımı ile pelte yaptıktan sonra on pelteyi bir araya getirerek küle yaparlar. Küleler’i evde bir çuvala doldururlar. Sonra da çıkrık’a takılı demir cağ (ığ) ile eğirirler, iplik haline getirirler. İplikleri düz kelepçelerde kelep ederler. Sonra da bu kelepler’i çizip (çözüp) bez, savan (hıla) dokurlar.

İplikleri Boyamada Kullanılan Bazı Bitkiler

“Boya otu: Kuş üzümü gibi tohumları olur. Kökünü çıkararak kazanda kaynatırlar. Suyu süzdükten sonra iplikleri bu suya atarlar. İplikler nar çiçeği gibi kırmızı renkli olur.”

“Ceviz: Cevizin yeşil kabuklarını dövüp kaynatırlar. Süzülmüş suyunda kaynatılan iplikler kahverengine boyanır.”

“Çadene: Çadene yapraklarım ilkbaharda körpe iken toplarlar, kaynatırlar. Süzdükten sonra boyanacak iplikleri atıp kaynatırlar. Hiç çıkmayan lacivert boya elde edilir.”

“Çitçitik otu: Yağlı olan tohumları yenen, mavi renkli bir bitkidir. Otunu toplar, döverler. Dövülmüş otları bir süre suda bıraktıktan sonra sıkıp suyunu çıkarırlar. Bu suyu kaynatırlar. Su kalınlaşınca (koyulaşınca) şap veya tuzla beraber boyanacak iplikleri de atarlar, tekrar kaynatırlar. İplikler maviye boyanır.”

“İtburnu (yabani gül): Dehre (tahra) ile ufak parçalara ayrılmış itburnu köklerini paslı demir parçaları ile beraber bakır kazana doldurulmuş suya atarak bir hafta kadar bekletirler. Bu sürenin bitiminde kökleri ve demir parçalarını çıkardıktan sonra kazandaki suyu kaynatırlar. Sonra da boyanacak iplikleri şap ile bu suda kaynatırlar. İplikler kırmızı renge boyanır. Bu kırmızının tonu nar çiçeği ile vişne rengi arasında değişir. Bazen kaynatırken şapın yanı sıra birkaç damla kezzap da katarlar.”

“Karaçalı, itburnu ve zerdali: Bu bitkilerin pirçekler’ini (köklerini) dehre ile parça parça ufaltır, su dolu bir kazanda bırakırlar. Aynı kazana eski paslı demir parçalarını da atarlar. Kökleri kazanda bir hafta on gün kadar bıraktıktan sonra suyu kaynatırlar, demir ve ağaç parçalarını çıkarırlar. Kazana tuz atarlar, azıcık da kezzap damlatırlar. Bu su ile kaynatılan iplikler laciverte boyanır ve hiç renk atmazlar.”

“Siyah boya otu: Rakı otu da denir. Otu dördükten sonra kaynatırlar. Bundan siyah renkli ip boyası elde edilir. Bu boya sabit mürekkep olarak da kullanılır.”

“Sürdügen (sülüğen-,sütleğen): Yeşil iken dörerler, kaynatırlar, bu arada suyuna biraz da limon tuzu atarlar. İplikler bu suda kaynatılırsa sarı renge boyanır. Bu renk güneşten, sudan atmaz.”

“Doğrudan doğruya boya elde edilen bitkilerin dışında diğer boyaların çıkmaması için katman olarak kullanılan bazı bitkiler de vardır:”

“Elma çakkalası (çağalası): Yeni erdiği zaman toplarlar, döverler, kaynatırlar. Süzdükten sonra da boyalı iplikleri kaynatırlar.”

“Mağmuk (dağ eriği): Yabanidir. Ekşi olan meyvesini çürümeğe bıraktıktan sonra çiğner, kaynatır ve süzerler. Limon tuzu yerini tutan ve solmayı önleyen bu suda boyanmış iplikleri kaynatırlar.”

Koşay’ın bu çalışmasının öbür ayrıntılarına girmiyoruz.[86]

* * *

Öykülerle mensucat tarihi

İşlemecilik Türklerde Orta Asya döneminde başlamış ve göçlerle bütün öbür ülkelere yayılmış. Çadır uygarlığının gerektirdiği her çeşit eşya ve örtüde, hattâ atların kolanlarında bile yünlü, ipekli işlemeler görülürdü. Türk işleme tekniği Orta Asya’dan Batı Türklerine geçmişti. Gergef ve kasnak o çağlardan günümüze kadar gelmiş birer teknik âlet idiler.

Türk işlemeciliğinin iki özelliği bulunuyor: a) İşlemede kullanılan teknik; b) Motifler.

Hükümdarların, vezirlerin, zenginlerin ve gelinlerin elbiselerinde ve kullandıkları eşyalarda (mendil, peşkir, yağlık, sofra örtüleri, bohça, yorgan, yastık ve yüzleri) çok nefis işlemeler bulunur. Bunda kullanılan malzemeler de çok çeşit arz ederdi. Keten, pamuk, yün iplikler, ipek ve gümüş, altın sırma teller, inci ve boncuklar gibi. Sırma en çok kullanılan malzemeydi. Halen İstanbul’da Beyazıt semtinde Aksaray’a inen yol üzerindeki bina, sadece sim çekilen yerdi. Buraya “simkeşhâne” denirdi. Gümüş telleri kumaş üstüne tırnakla işlemek çok zaman ve ermek isteyen bir işti. Sırma, yassı tel halinde ise buna kırma, pamuk ipliği etrafına sarılıyorsa, tahriri denirdi. Pamuk veya ipek, iğnenin batıp çıktığı kumaş uzunluğundaki atkı üzerine kendi etrafında sarılarak işleniyorsa, sarma adı veriliyordu.

İşleme konusuna ilerde yeniden dönmek üzere, şimdiden bir giriş yapmış oluyoruz.

Türk işlemelerine, ipliğin kumaşa uygulanma şekline göre birkaç ad verilmiştir:

Örme: Atkıları aynı noktaya dönecek şekilde kumaş üzerine yapılan işleme Sûzeni: Gergef üzerinde yapılan ince işleme. Hesap işi: Kumaşın ipliklerini sayarak ona göre motifleri işleme. Sıçan dişi; Kumaş kenarlarında kumaşın ipliklerini çekip sadece bir taraftan bağlanarak yapılan işleme. Kesme: İşlenmeyen kısımlardaki boşluklar kesilip çıkarılarak yapılan işleme. Avan kaşı: Enli sırma işleme. Tel kırma: Daha çok Doğu Anadolu’da, Palu’da işlenen gümüş sırma işi ki, yassı teller kumaşın bir yüzünden tırnakla kıvrılarak geri çevrilir, motifler böylece işlenir. Tel kırma işlemi, çok güç, çok emek isteyen bir işlemdir.

El işlemeciliği iğne, tığ, şiş, ciğerdeldi, kasnak ve gergef gibi basit birer aletle yapılmasına rağmen, bugün zevkli ve ince bir sanat halindedir. Önceleri kumaş kenarlarım pekiştirmek, muhtelif kumaş parçalarım birbirlerine eklemek zorunluluğu karşısındaki dekoratif dikişle başlayan bu işleme sanatı zamanla gelişerek çeşitli kollara ayrılmış.

Mensucat el sanatlarında çoklukla görülen motif kompozisyonları şu adları alıyor: Ulamalar, hotoz oyaları, taç oyaları, dal oyaları, saksı oyaları, duvar süsleme oyaları, sim oyaları, kese oyaları. Motiflerin görünüşleri de beş bölümde toplanıyor: Dik motifler, yatık motifler, dağınık motifler, bakışımlı (simetrik) motifler, bakışımsız (asimetrik) motifler.

Örgü ve oya: Aynı veya ayrı cinsten çeşitli ipliklerin çeşitli araçlarla el veya makine ile sırayla birbiri üstüne ilmiklenerek tutturulmasından ortaya çıkan iş tekniğine “örgü” deniliyor. Örgü, düğümlü kafesli, ince; düğümsüz sık kalın olmak üzere ikiye ayrılıyor.

Oya, tekniği örgü olan bir el sanatıdır. Kişinin doğa karşısında edindiği en güzel duyguların söylemini üzerinde taşıyan özel ve güzel görünüşlü şekiller oluyor.[87]

İlerde döneceğiz, başka açılardan bunlara.

* * *

Havlunun öyküsü: Üzerinde ince iplikçik halinde tüyleri bulunan el, yüz ve/veya vücudu kurulamakta kullanılan ve genellikle pamuktan yapılan kumaşlara “havlu” deniyor. Bu sözcük (hav = ince kıl, ince bez tüyü) ile (-lu) ekleminden meydana gelmiş. Yani bu, bir “tüylü bez” oluyor. Hattâ Anadolu’da birçok yerde, örneğin Adana’da banyo havlusuna “tülü” deniyor ki bu “tüylü” demektir. Havlu kumaş, iki yüzünde halka gibi kıvrılmış iplikler bırakan, ana çözgüden ayrı özel bir çözgü ile dokunur.

Türkiye’de havluculuk XVIII. yy. başından itibaren Bursa’da gelişti. Bunun nedeni Bursa’da kadife dokumacılığının dünyada en ileri niteliğini kazanacak şekilde gelişmiş olmasıdır. Sonraları Abadağ, Buldan, Antep ve İstanbul, havlu dokumacılığını geliştirdi.

Yemekte sofra örtüsü veya elbiseyi korumak, dudak silmek için mendil biçiminde yapılmış bir dokumaya “peçete” deniyor (İtalyanca “pezzeta”dan). Ülkemizde Tanzimat’a kadar (1839) sofralarda “yağlık” denilen, kenarları sırma işlemeli keten örtüler kullanılıyordu. O zamanlar yemek yer sofralarında, bir alçak özel iskemle üstüne konulan sinilerden yendiğinden yemeğe oturanlar diz çökerek yerlerdi. Ve dizleri üzerine “peşkir” denilen, yine kenarlar sırma veya ipek işlemeli bir tür peçete örterlerdi. Peşkirler tek kişilikti. Tanzimat’tan sonra yemekler, yer sofraları yerine masada (İtalyanca “mensa”dan) yenmeye başlayınca masa örtüsü ve peçete evlerimize girmiş oldu.[88]

* * *

Atasözü: “Kabahat ipliği eğirende değil, iğ ile çıkrıkta”… Ve mensucat folklorundan bir yaprak:

Alman dil bilgini ve edibi Grimm kardeşlerin masal serisi içinde “iğ, mekik ve iğne” adlı bir çocuk masalı bulunuyor. Dinleyelim onu:

Evvel zaman içinde bir kızcağız küçük yaşta öksüz kalmış, küçük bir köyde sütannesi ona bakıp büyütmüş. Bu kadının işi dikiş dikmek, yün eğirmekmiş. Kız on beş yaşına gelince sütannesi hastalanmış ve kıza “kızım, ben yakında bu dünyadan göçeceğimi hissediyorum. Evim, senin olsun, iğim, mekiğim ve iğnemle çalış, hayatını kazan” demiş. Ve gerçekten de bir süre sonra göçmüş. Kız arkasından ağlamış, ağlamış ve de çalışmaya başlamış: Eğiriyor, dokuyor, dikiyormuş. Müşterisi de o denli çokmuş ki, kazandığı para ile her istediğini almakla kalmayıp fakirlere yardım da ediyormuş. O sıralarda kralın oğlu, evleneceği kızı bulmak için ülkeyi dolaşmaya başlamış. Prens, fakir bir kızla evlenmiyor, ama zengin kız da istemiyormuş. Yani alacağı kız hem fakir, aynı zamanda da zengin olmalıymış.

Günün birinde yolu bizim kızın köyüne düşmüş. Orada da her yerde yaptığı gibi “buranın en zengin ve en fakir kızı kimdir?” diye sormuş. Ona ülkenin en zengin mirasına konan kızı göstermişler. En fakirin de köyün öbür ucunda olduğunu, dikiş dikerek hayatını kazandığını söylemişler.

Prens, zengin kızı kapısının eşiğinde bulmuş. En güzel elbiselerini giymiş kız onu görünce selâm vermiş ama adam, aldırmadan geçip gitmiş. Fakir kız da odasında, penceresinin yanındaki çıkrığın başına geçmiş, çalışıyor, yün eğiriyormuş. Prensin baktığını görünce kızarıp gözlerini öne eğmiş. Prens uzaklaşınca da pencereden dışarı sarkarak kendi kendine “hava ne kadar sıcak” deyip gözleriyle prensi takip etmiş. Sonra çıkrığın başına geçerek şarkı söylemeye başlamış.

                                                           Git iğim, git git

Getir bana nişanlımı.

Birden iğ elinden fırlayıp çıkmış. Kız, büyük şaşkınlık içinde iğin arkasından altın bir ip bırakarak kırlara doğru uçup gittiğini görmüş.

İğ gidince kız, mekiği alarak dokumaya başlamış. O sırada iğ prense kadar varmış. Prens onu görünce “nasıl şey bu? Bu iğ mutlaka beni bir yere götürmek istiyor” demiş. Atını çevirerek iği takip etmiş. Genç kız hâlâ pencerenin önünde şarkı söyleyerek çalışıyor:

Git mekiğim, git git

Getir bana nişanlımı.

Mekik de iğ gibi elinden fırlayıp kaçmış. Ama o, uzaklaşmadan, kapının eşiğinde güzel bir halı dokumaya başlamış.

Mekik de gidince kız, şarkı söyleyerek dikişine devam etmiş.

Git iğnem git git

Karşıla nişanlımı.

İğne birden parmaklarının arasından kayarak şimşek hızıyla odanın içinde dolanmaya başlamış. Geçtiği her yerde her şey yenileniyor, masa örtülüyor, duvarlara ipekler asılıyor, iskemleler kadife kaplanıyormuş. Daha iğnenin işi henüz bitmemişti ki, kendine yol gösteren iğin ardından gelen prens kapıya varmış. Ama ev o kadar zengin şekilde döşenmişti ki kız, bu güzel eşyaların arasında bir kır çiçeği gibi duruyormuş. Prens, “herhalde” demiş, en zengin ve en fakir kız sen olacaksın” demiş. Kız cevap vermemiş, ama elini uzatmış. Prens onu ata, kendi önüne bindirerek saraya götürmüş. Düğün dernek… Ama prens hiçbir zaman eski dostlarını unutmamış: İğ, mekik ve iğne, sarayın hazinesine konulmuş… (Guillaum – Charles Grimm, 1786 – 1859)

Ve bir türkü:

Dam dibine dinelmiş kirmen çevirir

Yâr yolları bura düşer mi acep

Yün tükenmez de ömür tükenir

Yâr yolları bize düşer mi acep[89] 

* * *

Yörük dokumaları

Ayırım yapmanın çok zor olmasına rağmen denebilir ki yörük dokumaları arasında en önemli yerlerden birini çuvallar almıştır. Şöyle ki yörükler çok genel bir hesapla yılın 2-3 ayını göç halinde geçirirler, altı ay kışlıkta, üç ay yaylada ve 15-20 gün de güzlakıya dedikleri, yaylada havalar soğuduktan sonra kışlaktaki sıcakların azalmasını bekledikleri ve yayladan daha düşük rakımlı yerlerde yurt tutarlar. Bu süreler içinde yiyecek, giyecek, kap – kacak vs. her türlü eşyalarını yanlarında bulundurmak zorundadırlar. Bu bakımdan çuvallar, yaşantılarında yerleşik halkın yaşantısındakinden farklı ve daha önemli rol oynarlar. Nitekim yerleşik hayatta ekini tarladan eve taşımaya yarayan çuval (Resim 81) (Harar), Yörüklerde onu uzun süre içinde bulundurarak koruma görevini de yüklenmiştir. Bu işlev, köy evlerinde toprak[90] veya ahşap tahıl ambarları ve dolaplarla karşılanır. Hattâ bazı yörelerdeki yerleşmelerde bu iş için özel olarak ayrı binalar yapılmaktadır, örneğin Doğu Karadeniz bölgesindeki serender’ler gibi.[91] Bazı 90 – 100 yıllık yörük yerleşmelerinde tahıl ambarı yerine çuvalların kullanıldığı görülmektedir. Bunun dışında çuvalın çadır içindeki yeri de köy evlerindekinden farklıdır. Çadır girişinin karşısına veya iki yanına, bir sıra yassı taşla yerden yükseltilip toprak zeminden teması kesilerek konan çuvallara rahatça yaslanılabilir. Bu durum köy evlerinde ise, yastıklarla sağlanmıştır. Ayrıca çuvallar bazen ortaya da bir sıra dizilerek çadırı iki ayrı mekâna da bölmektedir. Canlı renkleri ve değişik nakışları çadırı süsler.

Çuvallar çadırda belli bir düzene uyularak yerleştirilir. Önce 3-5 Sırt Çuvalı konur. Bunun Toplu Çuval ile Yoz Çuval izler. İhtiyaca göre 1 – 3 Un Çuvalı, Yoz Çuval’ın yanında yer alır. Daha sonra yatak – yorganın üst üste konmasından oluşan Yığıntı (yük) bulunur. Çuvalların ve Yığıntı’nın üstüne yük çulu atılır.

Sırt veya Asbap (“esvap”tan galat olmalı) çuvalları, içine giyecek konan çuvallardır. Anamas yaylalarındaki yörükler Asbap, Aydınlı yörükleri Sırt diyorlar. Sırt, giyecek demekmiş. Aşağıda ayrıntılarıyla irdeleyeceğimiz Sumak tekniği ile dokunmuşlardır. Üzerlerindeki nakışlara göre farklı adlar almaktalar: Alyanak, Küften, Karaburun, Göklü Kayık, Kırıkbudak, Kürt Çuvalı…

Toplu Çuval, Aydınlı yörüklerince Aykırı Çuval diye de adlandırılıyor. Yine aşağıda göreceğimiz Cicim tekniği ile dokunmaktadırlar. İçlerinde yağ, peynir ve sair yiyecek maddeleri korunur.

Yoz Çuval, bulgur, dövme, pirinç ve sair yiyecek maddelerinin konulduğu çuval oluyor. Kılala veya Kıl Çuval da denir. Dikine siyah – beyaz dişemelerden oluşur. (Anamas Dağları, 2980 rakımlı, Eğridir ile Beyşehir gölleri arasında uzanan ve yeni adı Güllüce olan dağlardır.)

Mezkûr çuvallar, çadır ve kolan dışında diğer dokumalar gibi ıstar denen tezgâhlarda dokunmaktadırlar. Ancak, saydığımız bu çuvallarla (bir grup Toplu Çuval dışında) un çuvalları tezgâhta aynı biçimde dokunmazlar. Sırt Çuvalı, bir grup Toplu Çuval ve Yoz Çuval ıstarda, çuvalın boyu ıstarın enine gelecek biçimde dokunurlar. Dokuma işlemi bitip ıstardan çıkarılan parçanın çuval haline gelebilmesi için bir yanı ve altı dikilir. Yani tezgâhtaki dik kenarlardan biri çuvalın ağzını, öteki dibini ve tezgâhtaki yatay kenarlar ise birbirine dikilerek çuvalın bir yanını meydana getirirler. Öteki yanı dikişsiz bir bütündür. Böylece bu çuvallarda, dokunurken yatay, çuval haline geldikten sonra dikine olan kompozisyonlar yapmak mümkün olmaktadır.

Un çuvalları ise tam ters bir yolla dokunur. Yani bir baştan başlanıp 2,80 m dokunduktan sonra tezgâhtan çıkarılan parça ortadan katlanıp yanlarından dikilince çuval ortaya çıkar. Böylece bir seferde 2 – 3 un çuvalı dokumak da mümkün olmaktadır.

Sumak, cicim, sili teknikleriyle, bazen sadece birinin (ki bu genellikle cicimdir), bazen ikisinin, bazen de üçünün bir arada kullanılmasıyla dokunurlar. Yürüklerde bu tekniklere toplu bir ad olarak atkılı denmektedir. Eriş (arış) denen çözgüler iki büküm, argaçlar çiğ bükümdür. “Gevşeklik” veya “çeşit ip” adı verilen atkılı tekniği ile yapılmış dokumalarda nakışı meydana getiren ipler de çiğ bükümlüdür, ama iki kat olarak atılır. Un çuvalları öbürlerinden daha sık dokunur. Nakışlar çuvalın bir yüzündedir, arka tarafı boştur. Deveye bağlamada ve taşıma sırasında kullanılan kolanlar, çuvalın kenar dikişinin bulunduğu yerdedir.

Un çuvallarını ilk bakışta öbürlerinden ayıran ve gerek Anamas, gerekse Binboğa’lardaki yürüklerde ortak olan en önemli özellik, kompozisyonları oluyor. Öbür bütün çuvalların aksine un çuvallarınki, enine bantların belli ritimlerde tekrarından meydana gelir. O ise mezkûr öbür çuvallarda bunlar dikinedir, yörük ağzıyla yanış denilen nakışlar birbirlerini üst üste izler.

Şekil ve renkler bakımından son derece zengin bu yanış’ların adları, dokundukları yerler, aşiret adlarının ayrıntıları bizi uzağa götürecektir.[92]

* * *

Alacahöyük’te örme

Alacahöyük ve civarının örme ve dokuma motifleri araştırılmış ve bunlar, örmelerden çorap ve terlik (takke), dokumalardan çatma olarak heybe, yastık, çuval, harar ve sergi, diğer dokumalardan da kilim ve çarpana yün ipliklerinden yapılıyor. Biz burada ne motiflerin, ne de imal tekniklerinin ayrıntılarına girmeden sadece ilginç bulduğumuz bazı hususları belirtmekle yetineceğiz.

İç çamaşırı, peşkir ve çarşaflar pamuk ipliğinden dokunuyor. Tezgâha girmeden önce iplikler önce boyanıp sonra beyazlar ve boyalılar şöyle çirişleniyor. Değirmende ince öğütülmüş kara buğday unu tencereye bir miktar tuzla birlikte kaynamakta olan suya katılıp kaynatılmaya devam edilir; hâsıl olan bulamaç bir leğene aktarılır. Dokunacak ipliği saracak kadar sulandırılır. İplik bulamaç içinde bir gece kalır. Ertesi gün ipliğin suyu sıkılır, yaş olarak çıkrıkla masuralara sarılır. Sonra dolaba takılarak dokunacak şeyin uzunluğuna göre çözülüp kurutulur. Daha sonra tarağa geçirilip çulhalığa gerilerek dokunmaya başlanır. Yün iplikler ise boyandıktan sonra çirişlenmez.

Siyaha boyanacak iplikler, şap tozu ile birlikte ılık su içinde iki gün bırakılır. Sonra güneşte kurutulur. Daha sonra bir tencere içine baca kurumu ile yeterli miktarda tetire (cevizin yeşil kabuğu ve yaprağı) konularak kaynatılır. Tencere indirilip içine boyanacak iplikler basılıp 24 saat bırakılır. Nihayet soğuk suda iyice yıkanıp güneşte kurutulur. Sarıya boyanacak olanlar ise kuru pancar kaynatılıp süzülmüş ve içine şap tozu atılmış suyuna bastırılır ve 24 saat bırakılır.[93]

* * *

Bazı kumaşların öyküleri

Burada padişah dış giysileri arasında en tanınmış olan kaftanların yapılmış oldukları kumaşlar irdelenecek.

 

“Kaftan”, Farisî kökenli bir sözcük olup, aslı “haftan”dır. Bu, önü açık, uzun ve bol kollu bir giysi olup barışta elbise üzerine, savaşta da, zırhların üzerine içi pamukla doldurulmuş kalınca bir nevi giysiydi. Çoğunlukla padişahlar tarafından bunlar, giyenlerin derecesine göre “hassülhas, kuşluk, alâ, elvan” gibi adlar alıyorlardı. Kaftan, padişahtan maada sadrazam ve diğer bazı yüksek saray ricali tarafından da giyilirdi. Bunun bu zevata taltif mahiyetinde hediye edilmesinden başka bazı sanat erbabının yaptığı ve bayramda padişaha sunduğu sanat eseri karşılığında da verildiği görülürdü.

Kaftanlar daima kemha, çatma, diba, kadife, atlas, seraser, gezi ve sair gibi en nadide kumaşlardan yapılmıştır. Desen olarak en çok lâle, karanfil, bulut, üç benek, enginar, nâr, yabangülü ve sairleri kullanılmış ve genellikle yeknesak motifler seçilmiş. Ayrıca, ısıtması için kaftanın içinde astar, kol ve yakada süs olarak kürk kullanılmış. En çok kakum ve samur gibi değerli kürkler yeğlenmiş.[94]

Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki padişah elbiseleri koleksiyonu, padişahların elbise dolaplarının zenginliğinin delili oluyor. Arayalım bu dolapları; bunlarda:

Fatih Sultan Mehmet: 21 adet kaftan; Kanunî: 77 adet kaftan; I. Ahmet: 13 adet kaftan; II. Osman: 30 adet kaftan; IV. Murat: 27 adet kaftan bulunuyor.

Müzede Fatih’ten önceki Osmanlı hükümdarlarına ismen mal edilecek kaftan bulunmuyor.[95] Bunun giyilmediğini düşünmek zor. Muhtemelen, padişah öldükten sonra devşirilip muhafaza edilmemiş olmalı.

Bazılarını daha önce irdelemiş olmamıza rağmen bu kez de, işbu kaftanların yapıldığı kumaşların öykülerini özetle sergileyeceğiz.

Çatma: Dokunuşu itibariyle kadifenin bir cinsi olan ve Fransızların “Velours à double hauteur” dedikleri çatmanın kadifeden farkı, zemine nispetle çiçek ve sair süslemelerinin havının daha yüksek oluşundadır.

886 – 891 (1481 – 1486) yılları arasında sancağa çıkan Şehzadelere verilen eşya arasında “Mirahûrî kaftan Bursa’nın Çatma kadifesindendir ki altunludur” kaydı önemli oluyor, şöyle ki bu zamana kadarki kayıtlardan Mirahûrî Kaftanların az çok Yezd (İran) ve Frenk (Avrupa) kemha ve kadifelerinden yapılmış olduğu, bu tarihten itibaren ise Bursa çatması’nın bundan böyle ithal kumaşlarla boy ölçüşebilecek düzeye eriştiği anlaşılıyor.

XVIII. yy. sonlarına doğru döşemelik çatmalar Üsküdar’da da dokunmaya başlanmış, bunların özellikle yastıklıkları meşhur olmuş.

Atlas: İnce ipekten sık dokunmuş düz renkte sert ve parlak bir kumaş olup genellikle kırmızı olurdu. Padişahlara yapılan kaftanlarda en çok kırmızı, mavi, yeşil renkler yeğlenmiş. Atlas, tel sayısına ve dokunuşuna göre değerlenen bir kumaş oluyor. Padişah kaftanlarının çoğunluğu atlastandır.

Bursa İhtisab Kanunnâmesi, atlasın şartnamesini saptamış: “Atlas-ı şehrî (İstanbul atlası) 4200 tel, eni buçuk arşın… ziyade olurdu. Bilâhare 3500 tele indirilmiş, eni aynı ölçüde bırakılmıştır. Sultanî kırmızı mesdudı (çözgüsü) tel ve rengi lök kırmızısı, Metun (?) meşdudu 3600 tel, eni buçuk arşın rubu olurdu.”

Kadife: Çözgüsü ve atkısı ipekten olan havlı kumaş. Buna XV. yy. ortalarından önce rastlanmıyor. Esasen bu zamana kadar hep ithal ipekle çalışılmış. Belgelerde ilk yerli kadife kayıtlarına 886 – 891 (1481 – 1486) yılları arasında sancağa çıkarılan Şehzade Şehinşah, Ahmed, Mahmud, Korkut, Âlemşah ve Selim’e verilen eşya arasında rastlanıyor.

Kayıtlardaki kadife adlarından ve Bursa İhtisab Kanunnâmesi’ndeki kadife cinsleri ve imalâtı hakkındaki bilgilerden, XV. yy.ın ikinci yarısından itibaren Bursa’da kadife dokunmaya başlanıp bir hayli ilerlediği anlaşılıyor.

Kemha: Çözgüsü ve atkısı ipek, üst sıra atkısında ayrıca altın alaşımlı gümüş veya doğruca gümüşlü klaptanla dokunmuş ipekli kumaş oluyor.

  1. yy. sonlarına kadar Yezd ve Frenk kemhalarının çok revaç ve rağbette oldukları kayıtlardan anlaşılıyor.

En eski kemha kaftanları Fatih’inkiler olmuş.

Yukarda mezkûr tarihler arasında sancağa çıkan Şehzadelere verilen eşya arasında donluk (entarilik) olarak Yezd ve Frenk kemhaları arasında Kemha-i güvezî Bursa, Kemha-i kırmızı Amasya kayıtlarına rastlanıyor ki Amasya’da da bunun dokunduğu sabit oluyor.

  1. yy. sonu ve XVI. yy. başlarında, değişik adlar altında sekiz cins kemhanın ülkede dokunduğu saptanmış olup bunların adları şunlar oluyor: Yek-renk kemha; Peşurî kemha; Müzehhep (çiçekli) kemha; Dolabî – Tolabî kemha; Tâbi kemha; Güvez Bursa kemhası; Kırmızı Amasya kemhası

Seraser: Çözgüsü ipek, atkısında altın alaşımlı gümüş ya da doğruca gümüş tel kullanılarak dokunan kumaştır.

Saray teşrifatında seraser üst hil’âti, ihsan olunan hil’âtlar arasında en başta geleni ve en değerlisiydi. En iyi cinsinin İstanbul’da Saray’a bağlı tezgâhlarda Serasercibaşı’nın nezaretinde dokunduğu ve adına da İstanbul seraseri denildiği biliniyor.

Düz seraser ile Müzehhep (çiçekli) olanları arasında dokumada farklar bulunuyor. Düz seraserlerde atkı olarak kullanılan altın alaşımlı gümüş ya da doğruca gümüş tel olduğu halde Müzehheplerde zemin yine telden atkılarla yapılmış ama çiçeklerin dokunmasında klaptan kullanılmıştır.

 

Seraser dokuyan tezgâhlar sürekli denetim altında bulundurulur, kalp işlenmemesine dikkat olunur, çok revaçta bir kumaş olduğundan zamanla artan tezgâhlar sınırlandırılır ve kumaşlara mirî damga vurulurdu. Bir takım fermanlardan anlaşıldığına göre, iktisadî nedenlerle XVII. yy.dan itibaren seraserin kalitesi, bütün önleyici tedbirlere rağmen, bozulmaya başlamış ve hattâ IV. Murad zamanında altın ve gümüş telli kumaşların dokunması yasak edilmiş.

Serenk: XV. yy.ın ikinci yansından sonra görülen ve ipekle dokunmuş bu kumaşın motiflerinde sırma ve tel yerine sarı ipek kullanılmış. Genellikle zemini güvez (mora çalan kırmızı) renk ve kendinden desenli olup üç (Farisîse) renkli dokunmuştur. Çiçeklerindeki verevine çizgiler kumaşa işlenmiş hissini vermekte.

Bu kumaştan elde bulunan en eski örnek, II. Beyazıd’ın bir kaftanıdır.[96] Böylece de değerli kumaşları yerli yerine oturtmuş olduk.

Bu arada bazı ferman ve yasaklardan söz ettik. Bunların tümünü, olduğu gibi burada derç etmeyi gereksiz gördük. Özetlemekle yetindik. Bunlardan 1128 tarihli birinde “İstanbul’da ipekli ve sırmalı kumaşların sattırılmamasına dair” fermanda, bu yasağın nasıl iktisadî sebeplerden konulduğu açıkça görülüyor:”… ibadullahın (Tanrı kullanımı) bivecih (sebepsiz) akçelerin ihlâk (yok olma) ve izaat olunmasına (kaybedilmesine) ve simin (gümüşün) kılleti (azlığı) ile Darbhane-i âmire’nin tâtiline bâis…”[97]

Safer 972 (1564) tarihli bir başka ferman, “İstanbul’daki kumaş tezgâhlarına dair”. “Şimdiki halde mahruse-i mezbureden (adı geçen büyük şehir) seraser ve şahnik ve zerbaft kumaş ve kuşak işlenen dergâhları çoğalub zabt olunmayub kumaşlarının kılabdan ve ibrişimlerin safi itmeyüb envai hile ve hud’aya mübaşeret etdikleri… yoklanub görüldükde üç yüz on sekiz dergâh bulunub…”

Fermanda, güvenilir kişilerden sadece yüz tezgâhın çalışmasına izin verilip gerisinin faaliyetinin tatili emrolunuyor.[98]

Ve yine Safer 985 (1577) tarihi fermanda “İstanbul’da seraser denilen kumaşların yapıldığı tezgâhların azaltılması” buyruluyor, az çok aynı sebeplerle.[99]

Kozaklı el dokumaları

“Kozak, Bergama’nın Kuzey’inde, 500 rakımlı bir yayladır. Bu yöre, doğasıyla, insanıyla, geçmişiyle, bugünüyle destanlar diyarıdır. Yayla havasında yaşayan insanlar, sıhhatli ve uzun ömürlü olurlar. Örneğin, bugün hâlâ tezgâhının başında arı gibi çalışan 99’luk Havva Nine gibi…” (Resim 82, bkz. s. 709).

“Kozak, eskiden beri dokumalarıyla, kök boyalarıyla ünlüdür. Kozak yaylasının on sekiz köyü vardır. Bu köylerin bazılarında hâlâ (1998) dokuma tezgâhı bulunur. Yukarıbey, Çamavlu, Terzihaliller, Hacıhamzalar, Yukarıcuma, Aşağıcuma köyleri; halı, kilim, heybe, bebebağı, torba ile pamuk, yün veya yün pamuk karışımı bez dokurlar. Ürettikleri bu malzemeyi kendi yaşamları için kullandıkları gibi bir kısmını da satarlar…”

“Eskiden Kozak köylerinin hemen hemen her evinde tezgâh bulunurdu. Kızlar küçük yaşta dokumayı öğrenirlerdi. Bu eğitim 6-7 yaşında başlardı. Tezgâh dokumasını bilmeyen kızlar için ‘yuva kuramaz’ denirdi. Nitekim bizim Havva Nine’yi kayınbabası tezgâh başında görüp beğenmiş.”

“Kozak’ta Havva’nın dokumasının girmediği hiçbir sandık yokmuş. Kızların çeyizinin bir kısmı Havva’nın tezgâhından geçermiş…”

“… İki katlı evinin alt odasında çukur tezgâhı var (toprağa oyularak yerleştirilen tezgâh). Sabahları namazdan sonra tezgâhının başına geçiyor. Öğle namazından sonra üst kattaki odasında duran Singer el makinesinde Kozak’ın kadınlarının ‘Cumhuriyet kıvrakları’nı (bir çeşit manto) dikiyor. Eskiden yün dokuma ‘Bürüm kıvrağı’ kullanırlarmış. Bu ‘Bürüm kıvrak’larıyla da başlarını baştan aşağı örterlermiş, çadır gibi. Havva anlatıyor, ‘Cumhuriyet ilân edilince bizim camiye bir hoca geldi ve karısının mantosunu bize gösterdi. Bundan sonra kıvraklarınızı böyle dikin ve üzerinize giyin, başınızı örtmeyin dedi. Ben de bu örneğin aynısını çıkardım ve gelinlere dikmeye başladım. Çarşıdan alınan bu kumaş parlak olduğu için ona Kara Şılak dedik. O gün bugün Kozak’ın Kara Şılak’larını ben dikerim’.”

Ve devam ediyor Havva Nine, Tansuğ’a anlatmaya: “… ‘Eski Kozak dokumaları çok değerliydi. Erkek, kadın, çoluk çocuk, bebeler hep tezgâh dokumasıyla giyinirlerdi. Her evin kendi tezgâhı vardı. Çarşı’dan hiçbir şey almazdık, iğneden, pamuk ipliğinden başka – sokağa çıkarken giydiğimiz Bürüm Kıvrağı, beyaz yün (yapağı) ipliğinden dokur, sonra karaya boyardık… Erkekler Dimi (takım elbise) giyerdi. Dimi, koyu kahverengi olurdu. Beyaz yün kahverengine boyanırdı. Bu rengi elde etmek için meşe ağacının kobalakları, şapla, kekik, çam kabuğu kaynatılır, kıvama gelince beyaz dokuma toplar kazana atılıp boyanırdı. Sonra kurutulur, bezler top olarak sarılır, ihtiyaç olunca Dimi don ve Dimi Setere[100] yelek dikilirdi. Ayaklara yün çorap, üzerine baldırlara Dolak sarılır, ayağa da Çarık giyilirdi. Başa Ak keçe külah üzerine san Ağabani dolanırdı…’…”[101]

[1]              İlerde izah edilecek

[2]              Şahin Yüksel Yağan. – Türk el dokumacılığı, İst. 1978. T. İş B. Yay., s. 18

[3]              ibd. s. 19-20

[4]              Kenan Özbel. – El sanattan XIII. Gürün şalları. C.H.P. Yay., Ank. 1949

[5]              ibd., s.29-30

[6]              ibd., s.47-48

[7]              A. Zeki Velidi Togan.- Umumi Türk Tarihine Giriş, İst. 1946, s.95 Şahin Yüksel Yağan, op. cit.

[8]              1945’te, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarından sonra Japonya teslim olmuştu. Teslim belgesi ünlü Missouri zırhlısında imzalanmıştı. İmparatoru temsilen gelen Japon heyetinin tüm mensupları, başta aşağı, matem alâmeti olarak, beyaz giyinmişlerdi. Anlaşılan Japonlarda işler tersine…

[9]              W. Eberhard. – Türkistan seyahatnamesi 1218, in Belleten VIII/29, 1944, s.137-142.

[10]            Toplamış olduğumuz eldiven çeşitlerinden aşağıda bahsedeceğiz.

[11]            Reşit Galip – Türk ırk ve medeniyet tarihine umumi bir bakış, in I.TTKg. s.132 ve infra 2.

[12]            Şemsettin Günaltay, op. cit., s.335 – 336 ve infra 3

[13]            ibd., s.354

[14]            Çarıkların imal şeklini ilerde ayrıntılarıyla göreceğiz.

[15]            Bunlar Tahsin Öz. – Türk kumaş ve kadifeleri I, İst 1946’dan alınmıştır (s.2-5)

[16]            Tahsin Öz. – op. cit.,s.6-7

[17]            ibd.,s.10

[18]            ibd., s. 18

[19]            ibd., s.39-40

[20]            ibd., s.62-63

[21]            Josef Strzygowski – Türkler ve Orta Asya Sanatı Meselesi – Türkiyat Mecmuası, Cilt: III, V. s.8

[22]            Şahin Yüksel Yağan. – op. cit, s.62-63

[23]            Meselâ Denizlide yumağını bitirmeden askere giden dokumacıların yumakları yıllarca asılı kalmış, onların işlerini dokuyuverecek bir usta bulunamamıştır.

[24]            Toprağı verimsiz, meselâ kumlu veya taşlı olan yerler, dokumacılık yapmak zorunluluğunu duymuşlardır.

[25]            Bir balya dokuma, takriben 85 kilo gelmekte ve 650 metre kare bez içermektedir. Halûk Cillov – Denizli el dokumacılığı, İst.1949, s.29-31.

[26]            Bu “kuşak” konusuna ilerde, giyim eşyasının tahlillerinde yine döneceğiz ve bunun bir numinös, inançlarla ilgili bir giyim öğesi olduğunu göreceğiz.

[27]            Nail Tan.- Tosya’da dokumacılık, in Kültür ve Sanat (T. İş. B. Yay.) IX, Mart 1999.

[28]            Kırklareli, nefis şarapların yanında, “hardaliye” namındaki, hardallı bir ileri fermante şırasıyla da ünlüydü. 1960’larda imal ediliyordu…

[29]            Cumhuriyet döneminde, subayların haki (yeşile çalan toprak rengi) elbiseler şayaktandı.

[30]            Şahap Akalın. – Kırklareli’de şayakçılık, in TFA 78, Ocak 1976.

[31]            Kasabanın adından bunun eski bir Rum yerleşme merkezi olduğunu tahmin ediyoruz.

[32]            Kâmil Su. – op. cit.

[33]            N. G.  Svoronos. – Salonique et Cavalla (1686 – 1792), Paris 1951, s.5-6.

[34]            ibd. passim

[35]            Şerife Atlıhan. – Ayvacık bölgesinde alaçuvallar, in KÜLTÜR VE SANAT 5, Mart 1990, (T. İş B. Yay.).

[36]            Bkz. Mustafa Asher. – Ayvacık’ta gelenek yaşatılıyor ve geliştiriliyor, in KÜLTÜR VE SANAT 38, Haziran 1998.

[37]            İlerde görülecek

[38]            Kutlu Özen. – Sivas yöresi Tülüce dokumaları, in KÜLTÜR YE SANAT 6, Haziran 1990

[39]          Ferit Edgü. – Karapınar tülü halıları (Dr. Ayan Gülgönen koleksiyonu).

[40]            Neriman Görgünay.- Doğu Yöresi halıları. T.İş B. Yay. 163 (t.y), s.138.

[41]            Hasan Güneş. – Malatya’da Manusa dokumacılık sanatı, in KÜLTÜR VE SANAT 16, Aralık 1992.

[42]            Şükrü Elçin. – Denizli dokumacılığı üzerine notlar, in TED V. 1962

[43]            Osman Bayatlı. – Bergama’da dokumacılık, in TED II, 1957

[44]            Yani “Lâdik kumaşı” diye ünlüdür.

[45]            İbn Batuta, s.318

[46]            J. Irwin. – Kalamkârî, in EI

[47]            Emre Dölen. – op cit., s.375

[48]            Bkz. ibd., s.538-551

[49]            İsmet Miroğlu. – XVI. yüzyılda Bayburt Sancağı, İst.1975, s.9

[50]            ibd., s. 130 – 131

[51]            ibd., s. 151 – 152

[52]            ibd. 157 – 158

[53]            Bkz. ibd., s.163 – 164

[54]            Bkz. ibd., s.165 – 169

[55]            Osman Turan. – Doğu Anadolu Türk devletleri tarihi, İst. 1973, s.71-72.

[56]            ibd., s.73-74.

[57]            İsmet Miroğlu. – Kemah sancağı ve Erzincan kazası (1520 -1566), İst 1990, s. 148.

[58]            ibd., 173 – 174

[59]            İbn Batuta, s.328

[60]          (Armeniyye-i kubra-kebir)

[61]          (Armeniyye-i sugra-sagir)

[62]            Marco Polo, op cit., s.73 – 74.

[63]            Yani kendisi gibi Katolik

[64]            Marco Polo. – op. cit., s.76 – 77

[65]            Şevket Süreyya Aydemir. – Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, C.1,İst. 1978, s. 144 – 145 ve infra I

[66]            M. Çağatay Uluçay. – XVII. yüzyılda Manisa’da ziraat, ticaret ve esnaf teşkilâtı, İst. 1942, s.60-61 ve infra 131 – 133

[67]            Beledi dokumalardan ilerde ayrıntılı söz edilecek.

[68]            M. Çağatay Uluçay. – op. cit., s.60-66

[69]            ibd., s.69-72

[70]            ibd., s.73 – 76

[71]            Robert Mantran. – İstanbul dans la seconde moitié du XVII é. Siècle, Paris 1962, s.333-334, 339- 341.

[72]            Osman Nuri.-Mecelle-i Umur-u Belediye, C-I. Tarih-i teşkilât-ı Belediye, İst. 1338 – 1922, s.412 – 414

[73]            Bkz. Emre Dölen. – op. cit., s.538 – 551.

[74]            Örneğin bkz. Fahri Dalsar. – op. cit., s.96, 99-101 ve TSE STANDARD Derg. 167, Kasım 1975 ve 168, Aralık 1975.

[75]            Bkz. Mübahat S. Kütükoğlu -Osmanlılarda narh müessesesi ve 1640 tarihli narh defteri, İst. 1983, s.59-132.

[76]            Şahin Yüksel Yağan. – op. cit., s.73 – 74.

[77]            ibd., s.75-77

[78]            ibd., s. 81 – 85

[79]            Veli Altınkaya. -15. asırda Kayseri’den yapılan tekstil ihracatı, in DÜNYA (gaz), 30.12.1993

[80]            Yani İstanbul’un fethini müteakip imparatorluk yerine oturduktan sonra.

[81]            Fahri Dalsar. – Bursa’da ipekçilik, s.118 – 119

[82]            ibd., s. 158-159

[83]            Muzaffer Uyguner. – Tarihte tanıtlama (sertifikasyon) işlemleri, in TSE STANDARD (Dergi) 172, 1976.

[84]            Beste Örs tan. – Şile dokumacılığı ve işlemeciliği, in Folklora Doğru 16, Mayıs 1971.

[85] Mustafa Arlı. – Kandıra ilçesinde keten el dokumacılığı, in II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, C.V. Ank.1983

[86]            Hâmit Zübeyr Koşay. – Pulur. Etnografya ve folklor araştırmaları, Ank. ODTÜ Yay. 1977.

[87]            Ahmet Seyfettin Şimşek. – Mensucat Öyküleri (öykülerle mensucat tarihi), İst. 1973, s.87 -91

[88]            ibd., s.197 – 198

[89]            Ahmet Seyfettin Şimşek. – Mensucat folkloru, İst.1969, s.73 – 76

[90]            Bkz. Kültür kökenleri C.I, s.391 – 394

[91]            Ayrıntıları için bkz. C.III, s. 18-19

[92]            Ersu Pekin. – Yörüklerde un çuvalları, in I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, C.V, Ank.1977.

[93]            Zehra Örnek.-Alacahöyük ve civarı örme ve dokuma motifleri, in TED IX, 1966.

[94]            Macide Gönül. – Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan padişah kaftanları, in TED X. 1967.

[95]            Fikret Altay. – Kaftanlar. YKB. Yay. 1979.

[96]            ibd.

[97]            Ahmed Refik. – Hicrî onikinci asırda İstanbul hayatı (1100-1200), İst. 1930, s.54.

[98]            Ahmet Refik. – Onuncu asr-ı hicride İstanbul hayatı (1495-1591), İst. 1988, s.108.

[99]            Ahmet Refik. – Onaltıncı asırda İstanbul hayatı (1553-1591), İst.1935, s.115-116.

[100]           Bu “Setre”nin bir galatı olmalı.

[101]           Sabiha Tansuğ. – Kozaklı el dokumaları, in KÜLTÜR VE SANAT 40, 1998.