Türk Doğu Harekâtı Ve Almanlar

Aralık 11, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler – Cilt 2 > Türk Doğu Harekâtı Ve Almanlar

Türk Doğu Harekatı Ve Almanlar

Bir ülkü doğrultusunda kullanılacak piyonun da aslında o ülküye yatkın olması gerekir. Aksi halde işe yaramaz, ortaya çelişkiler çıkar. Ama Enver’in beyniyle Wilhelmin’ki senkron çalışıyordu, biri bir köylü toplumun, öbürü bir sanayici toplumun adamı olmak farkıyla: yukardaki “Üç B”, dörde çıkacaktı: “Berlin-Byzantion-Bağdat-Buhara”: Altay’ların madenlerine, Türkistan’ın pamuğuna, Bakû’nun petrolüne el atacaktı. Töton âlemi.

 

Pan-Turanizm aslında Rusya’ya yönelmiş bir hareketti: Turania Irredenta az çok bütünüyle Moskof idaresi altındaydı.

 

Konumuzun dışına taşmamak için burada Pan-Turanizm, Pan-Türkizm ve İslâm Birliği ülkülerinin ayrıntılarına girmeyeceğim. Bunların nasıl doğup geliştiklerini bir makale serisinde yazmıştım.[1]

 

Kaiser B-B-B-B diye sayıklarken Enver de Tahran’ın işgali ve İran’ın Rus nüfuzundan kurtarılması; sonra Türkistan, Afganistan ve Hindistan’da Rus ve İngilizlere karşı cephelerin açılması; başka bir birlikle de Tebriz üzerinden Dağıstan’a yürüyerek Kafkas İslâm ülkelerinin kıyama teşviki; Rusların gerilerinden vurulması… düşlerini görüyordu. Tanrı tarafından seçilmiş kişi, bir Megalo İdea’nın gerçekleşmesi için yaratılır. Bu arada, Sarıkamış’ta iki hafta içinde koca bir ordu mahvolacaktır ama bu sadece Tanrı’nın kulunu “denemesi”nden ibarettir ve nasıl olsa nihaî zafer onun olacaktır. Kaşının üstüne beyaz işaret boş yere mi kondurulmuştur?

 

Her ne kadar bu Sarıkamış serüveninin resmî gerekçesi, yukarda söylediğim gibi, Almanların doğu cephesinde Rus baskısını hafifletmek ise de, Enver’in çok daha kapsamlı art niyeti olduğu da kabul edilebilir. Askerliğin icaplarını daima ön planda tutmuş olan Liman Paşa, az çok her zaman olduğu gibi, bu Sarıkamış harekâtı projesinde de Enver’e ters düşmüştü ve bu konuda Bronzart Paşa’yı başta uyarmış, sonra da sert şekilde eleştirmişti. Ama Enver Paşa, onun suyuna giden Bronzart Paşa’dan çok hoşlanıyor, kurmay başkanı olarak onu seçiyor ve yanından ayırmıyordu. Bronzart Paşa ise “ocaklı” olmalıydı…

 

Türk kavimleriyle meskûn İran illeri, Azerbaycan, Ardilan, Kafkaslar, Kırım, Volga havzası, Türkistan, Buhara… ve sonra da İslâm Âlemi; kısaca Enver ve hempasının Pan-Türk ve Pan-İslâm dev ülküsü, Osmanlı Devleti’nin gücünü çoktan aşan bir düş olmakla bunlar bunun büyük ölçüde gerçekleşmesini Avrupa’da Merkezî Devletler’in zaferine bağlamışlardı. “Kaldı ki Enver Paşa, hayalinde kendini olağanüstü işler için Tanrı tarafından önceden seçilmiş bir kumandan dehasına sahip sayıyor ve kendisi için olanak dışı hiçbir şeyin bulunamayacağına inanıyordu. Onun, Mareşal Liman’ın yüzüne, Kafkaslar’a bir saldırıyla Hindistan’a yürümeyi tasarlamış olduğunu söylemiş olması, bu Türk Başkumandan Vekili’nin zihniyetini belirli şekilde gösterir” derken General Pomiankowski, bildiğimiz şeyleri tekrar edip bunları doğruluyor.[2]

 

Yukarıdaki plânı amcası Halil Bey (Paşa) gerçekleştirecekti, “Halil Bey Kuvve-i Seferiyesi” ile. Ona bu konuda Başkumandan Vekilliğinden verilen emir şöyledir: “Merkez Kumandanı Halil Bey, vazifeniz fırkanızla İran’da Tebriz üzerinden Dağıstan’a yürüyerek orada umumî bir isyana esas olmak üzere harekete geçmek ve Rusları Hazer Denizi kıyılarından tardetmektir.[3]

 

Bu ilk girişim, Sarıkamış faciası nedeniyle, daha yolun başında, durdurulacaktır. Ama Bağdat düştükten ve bu arada İhtilâl dolayısıyla Çarlık ordusu çözüldükten sonra bu hayal dirilecektir. Bu kez Halil Paşa’ya, Enver’in kardeşi Nuri Paşa da katılacak, işi amca-yeğen yükleneceklerdir. Ama bunların her adımında, ayaklarına Almanlar takılacaktır. Bunun hikâyesine, serüvenin baş kahramanı Halil Paşa’yı dinleyerek başlayalım.

 

Genel Karargâh’tan şu emri almıştı. Paşa: “Batum-Tiftis-Bakû demiryolundan bir menzil yolu alarak yararlanmak suretiyle, Hazer Denizi’nde hâkimiyet tesis edilecek, deniz yoluyla da Bakû-Enzeli yolu kurulacaktır”. Devam ediyor Paşa:

 

“Enzeli-Kazvin-Hemedan yolu… Güney’e Disful-Şuster (petrol bölgesi) ve Basra Körfezi’ne iniyordu. Maksat, bu yolu takip ederek Basra’ya inmek, böylece Irak’taki bütün İngiliz kuvvetlerini kuşatmaktı. İngiliz donanmasının gaz ve benzin ihtiyacının çoğu Disful-Şuster bölgesinden sağlandığı için… İngiliz kuvvetleri zor duruma düşerek çekilmek mecburiyetinde kalacaklardı…”

 

“İlk iş olarak Bakû’nun zapt edilmesi ve bu kuvvetlerin (İngiliz-Ermeni-Kazak kuvvetleri) dağıtılması gerekiyordu…”

 

“Güney Kafkasya’da merkezi Tiflis olmak üzere kurulmuş bulunan Gürcü hükümetini müttefikimiz olan Almanlar özel bir şekilde himayeleri altına almaya ve bu hükümet üzerinde hâkimiyet tesisine çalışıyorlardı, bu arada araları açık bulunan Gürcü ve Ermeni hükümetleri de Almanlar tarafından türlü çeşitli şekillerle kazanılmaya çalışılıyordu. Bir miktar Alman askeriyle Tiflis’te çalışan General von Kress[4] buralarda durmadan dolaşıp duruyordu…”

 

“Kademe kademe Tiflis’ten geçip Azerbaycan’a gidecek olan takviye kuvvetlerinin geçişlerine güya Gümrü Hükümeti izin vermiyordu. Fakat bunun aslında iki sebebi vardı. Birinci sebep. General von Kress tarafından Gürcülerin kazanılması için onlara hoş görünmek amacıyla hudut tashihleri vaatleri, ikinci sebep, Gürcülerin fabrikalarını çalıştırabilmeleri, şehirleri aydınlatmak için muhtaç oldukları petrolün… Bakû’dan Azerbaycan hükümeti vasıtasıyla verilmesini sağlamaktı.”

 

“… (Bakû’ya) hücum hazırlıkları içindeyken Tiflis’te bulunan von Kress’ten şu şifreyi aldım: Bir veya birkaç Alman taburunu şehrin düşmesi sırasında vazifelendirmeniz veya şehrin asayişinin temini hususunda kullanmanız için emriniz altına vermek zaruretindeyim. Muvafakatinizi rica ederim.”

 

“… her zaferi kendilerine maletmek isteyişleri sinirlerimi bozuyordu… Nuri Paşa ile beraber von Kress’e oyalayıcı haberler göndermeye başladık… fakat niyetimizi anlamış olacak ki karargâhındaki habercilerimden biri şu haberi uçurdu: von Kress emrivaki olarak bir Alman taburunu emrinize göndermek üzeredir.”

 

Bunun üzerine Halil Paşa demiryolu köprüsünü uçurtuyor. Alman taburu da Bakû’nun zaptına yetişemiyor. Şehre girildiği sırada Paşa’nın kurmay başkanı Alman Albay Parakuin, yerde gördüğü bir iki Ermeni cesedini bahane ederek büyük gürültü çıkarmaya, bir nevi şantaja yelteniyorsa da Paşa tarafından susturuluyor ve sonunda Karargâhta bulunan bütün Alman subayları Tiflis’te von Kress’in yanına gönderiliyor.[5]

 

“Gerçekten de Almanlar birinci kademede kendilerine bağladıkları Gürcüler gibi, Ermenileri de kendilerine bağlamak üzere onlara türlü çeşitli vaatlerde bulunmuşlar, para ve tayyare teklif etmişlerdi. İstedikleri, Türklere karşı eski kinleri devam ettirmekti. O zaman siyasî ve iktisadî çıkarları bunu gerektiriyordu Almanların.”[6]

 

Ve yenilgi ufukta açık seçik görünüyor. “Savaşın sonunun yaklaştığını anlıyordum… Enver Paşa’nın mağlûbiyet karşısında ne yapmak istediği de benim vasıtamla İslâm Orduları Kumandanı olan kardeşi Nuri Paşa’ya gönderdiği bu telgrafla ortaya çıkıyordu: Orduların bir kısmı Almanlara karşı[7] ve diğer savaştığımız devletlere karşı olarak İstanbul’da teksif edilmek isteniyor…”[8]

 

Evet, Çar’lık ordusu çözülüp de Enver’in ve öbür genç subayların rüyalarının tam gerçekleşeceği bir safhada karşılarına yepyeni bir düşman olarak Almanlar dikiliyor ve bir Osmanlı-Alman mücadelesi başlıyor, uzun ömürlü olmayan ve ayrıntılarına girmeyeceğim Brest-Litovsk Antlaşmasından sonra.

 

Bu antlaşma hakkında küçük bir açıklama yapmakta fayda vardır. Brest-Litovsk barışı, Bolşevik iradesi içinde Lenin, Troçki ve Buharin arasında epey çekişme ve ciddî tartışma konusu olmuştu; Almanya ile Sovyetler Cumhuriyeti arasındaki bu geçici barışın bir “mukabil yanı” vardı ki bunu Lenin “zaman kazanmak için mekândan vazgeçmek” şeklinde izah ediyordu. Kazanılacak zaman, Avrupa ihtilâlinin (o gerçekleşmeyecek olan ihtilâlin) olgunlaşması için gerekli zamandı; ileri sürdüğü derhal ve tam ve karşılıksız silâhsızlanma, kesin olarak bir manevî ya da sembolik anti-militarizmden kaynaklanmıyordu: gerisinde kuvvetler oranının akıllıca tahmini vardı.[9] Devam edelim.

 

Şimdi adını hatırlayamadığım bir yerde, Nuri Paşa’nın, yollarını kesmeye yeltenen Alman kıtalarına ateş edilmesi emrini verdiğini, birkaç el silâh patladıktan sonra da Almanların çekildiklerini Paşa’nın, kendisinden dinlemiştim.

 

Yine anlattığına göre, Karabağ’a vardıklarında halkı camide toplayıp onlara harekâtın amacını anlatmak ve ulusal şuuru uyandırmak üzere nutuk çekerken Azerbaycanlılar başlamışlar hüngür hüngür ağlamaya. Paşa lafı kesmiş ve “ne ağlıyorsunuz be? Dinlesenize!…” diye bağırmış…

 

Enver Paşa’yla İttihat ve Terakkinin gerek askerî, gerekse siyasî alanda bu kez başına dert olan müttefiklerimiz Almanya ile Bulgaristan oluyor. Hani derler ya, “besle kargayı, oysun gözünü” diye… Bunlardan ilki hatta Azerbaycan’ı bile Türk ve bağımsız saymaya yanaşmıyor, İslâm Ordusu harekâtının derhal durdurulmasını ve Osmanlı ordusunun Güney Kafkasya’dan derhal çekilmesini en sert dille ihtar ediyordu. Von Kress, Halil Paşa’nın anlattığı gibi, oralarda tam faaliyet halinde bulunuyordu. Tiflis’te bir Alman siyasî-askerî mümessilliği kurulmuş, bu merkez Gürcü ve Ermenilerle aralıksız temas halinde olup sürekli şekilde Osmanlı Ordusu aleyhine çalışacaktır. Oysaki bizi harbe sürüklerken bizim İran, Turan ve İslâm Âlemi ile olan manevî bağlarımızı gıdıklayan yine Almanlar olmuştu. Bunlar, Kars kalesi kurtarıldıktan sonra oradaki top ve tesislere el koymaya, hiç değilse bunları kontrol altına almaya bile yeltenecekler, Yakup Şevki Paşa bu “dost”ları bin bir zorlukla başından def edebilecektir.

 

Ve bu dostların, Erivan önünde savaş halinde olduğumuz Ermenilere vagon içinde uçak götürdüklerine Ş. S. Aydemir bizzat tanık oluyor![10]

 

Bunları okudukça, Ermenilerin Türklere karşı bugünkü tutumları karşısında insanın aklına tuhaf tuhaf şeyler de geliyor… Devam edelim.

 

Almanlar, Brest-Litovsk Andlaşması’na uymayarak ordularını Rusya içlerine sürerek ülkenin hammadde ve besin maddeleri kaynaklarını tümüyle ele geçirmeyi plânlıyorlardı. Don nehriyle Kafkasya’ya kadar, Alman denetimi altında Güneydoğu Birliği kurma peşindeydiler. Rusya’daki Çekoslovak esirlerden birlikler kuruldu. Ama gerek İngilizlerin, gerekse Çar ordusundan ayakta kalabilmiş ve Bolşeviklerle çarpışan birliklerin mukavemeti yüzünden Güney Kafkasya’ya, petrole kavuşmak isteyen Almanlar, oralara ancak küçük bir kuvvetle varabilmişlerdir. Ludendorff anılarında, küçük bir kuvveti Tiflis’e göndermek hususunda başbakanı güçlükle razı ettiğini yazmıştır. Ona göre Türklere güvenilemeyeceği için daha kuvvetli müdahale gerekirdi.[11]

 

Halil Paşa’nın yaveri Yüzbaşı Selâhattin, Bakû’ya taarruzdan önce Enver Paşa’dan gelen bir gizli emri, Almanlarla aramızdaki uçurumu anlatmak üzere, naklediyor: “Almanlar bizim, Doğu’ya Bakû’ya ve Rusya içerlerine yayılmamızı doğru görmüyorlar. Almanlar 3 Mart 1918’de Ruslarla imzaladıkları Brest-Litovsk barış anlaşmasının gereğince Bakû’yu Ruslara bırakmışlardır Fakat petrolünü kendileri almak şartıyla… Siz, bir an önce mahallî kuvvetler teşkil ederek Bakû’yu almaya çalışınız. Ancak bu işte şahsen tarafsız kalınız. Muharebeyi mahallî Azerbaycan kuvvetleri yapsın”.[12] Ve devam ediyor Yüzbaşı: “15 Eylül 1918 sabahı birlikler düzenli şekilde girerek Baku’yu işgal etti… Yol tahrip edildiği için Alman süvarileri gelememiş, Bakû da alınmıştı. Durum Başkumandanlık’a bildirildi. Gece yarısı Başkumandan’dan şu emri aldık:”

 

“Bakû Ruslara verilecek, petrolünü Almanlar alacaktı. Neden oraya taarruza lüzum gördünüz?… Sizin yeriniz Kars’tır. Bakû’da ne işiniz var? Derhal Kars’a dönünüz…”

 

“Bu emir Harbiye Nezareti telgrafhanesinden geliyordu. Aradan üç saat geçtikten sonra Enver Paşa kendi evindeki telgrafhaneden şu telgrafı çekiyordu: Büyük Turan İmparatorluğu’nun Hazer kenarındaki zengin bir konak yeri olan Bakû şehrinin zaptı haberini en büyük meserretle karşılarım. Türk ve İslâm tarihi sizin bu hizmetinizi unutmayacaktır. Gazilerimizin gözlerinden öper, şehitlerimize fatihalar ithaf ederim.”

 

“Görülüyor ki, birinci şifre Almanya İmparatorluğu müttefiki Osmanlı İmparatorluğu’nun Başkumandanlığı tarafından, İkincisi Türk Enver Paşa’dan geliyordu”[13]… İlkinde Bronzart von Schellendorf’tan boşalan yere atanmış olan Hans von Seeck’tin etkisi açıkça görülüyor. Gerisini Halil Paşa’dan dinledik.

 

Kafkasya’da Türk-Alman “düşmanlığı”nı bir kez de Sovyet, İngiliz ve Amerikan arşivlerinden toparlamakta yarar var.

 

Rus İhtilâli’nden yararlanan uluslar, Gürcüler, Azerbaycanlılar, Ermeniler, Dağıstanlılar… Bağımsızlıklarını ilân etmişler, bir federasyon halinde birleşme müzakerelerine girişmişler, gerçekleşmeyecek bir birleşmenin müzakerelerine. 11 Mayıs 1918’de Batum’da bir Konferans toplanıyor. Türk delegasyonunun başkanı Adliye Nazırı ve Hariciye Nazır Vekili Halil Bey olup yanında Vehip Paşa da vardır. Transkafkasyalılar[14] dört maddelik teklifte bulunuyorlar. Bunlardan ilki anlaşmanın sadece Türkiye ile Transkafkasya arasında değil, bir tarafta Dörtlü İttifak (Almanya-Avusturya-Türkiye-Bulgaristan), öbür tarafta da Transkafkasya olmak üzere akdini derpiş ediyor. Sonuncusunda da, Bulgaristan’la Avusturya’nın temsil edilmemelerinin Konferans’ı durdurmaması isteniyor. Yani, Türkiye ile Almanya yeterli olacak, öbürleri daha sonra katılabileceklerdir.

 

Ermeni ve Gürcüler için Almanlar Avrupa kültür, bilim ve teknolojisinin temsilcisidirler. Ermeniler Türkiye’ye karşı daha önce onlara başvurmuşlardı. Şimdi de Batum’da Gürcüler, Türkleri zapt edebilmek için onların bu sonuncular üzerindeki etki ve yetkisini kullanma yolunu tutuyorlar.

 

Bu arada da Türk ordusunun Tiflis yönüne doğru ileri harekâtı sürmektedir.

 

22 Mayıs’ta Gürcü delegeleri kendi aralarında toplanarak kendilerine en uygun düşecek tavrın Transkafkasya federasyonunu feshedip kendi başlarına bağımsızlığı ilân etmek olduğu kararma varıyorlar. Bir kez bağımsız olunca, Türklere karşı kendilerini korumak üzere Almanları davet edebileceklerdir. Onlar için tek kurtuluş çaresi budur.

 

Konferansta Alman generali von Lossow da bulunmakta, çoğu zaman sessiz oturup dinlemektedir. Ama oturumun sonunda, “Almanya’nın çıkarlarını koruma olanağını bulabilmek için üzerinde çalışmak üzere” Türk teklif ve isteklerinin (“Osmanlı Hükümeti ile Konfederatif Transkafkasya Cumhuriyeti arasında barış ve dostluk antlaşması”) suretini isteyecektir.

 

Gürcüler, Ermeni ve Azerbaycanlılara haber vermeden Alman desteği için von Lossow’a başvurmayı kararlaştırırlar. Gürcistan’da bir miktar Alman esiri vardır ve bunlarla derhal bir alay teşkil edilebilir; bu da Türkleri durdurmaya yeterlidir. Von Lossow’la gizli görüşmeler başlar. Görüşmelerde generalin yanında ayrıca Tiflis’in eski Alman konsolosu von der Schulenburg da bulunacaktır.[15]

 

24 Mayıs’ta Gürcüler von Lossow’la anlaşmaya varırlar. Batum’da bir aylık Transkafkasya Konfederasyonu’nun Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Gürcü Chkhenkeli, Tiflis’e şu telgrafı çekiyor: “Aşağıdakileri Gürcistan Ulusal Meclis Başkanı’na iletiniz: bağımsızlığın ilânının gecikmesi telâfisi mümkün olmayan sonuçlara götürecektir. Arabuluculuk için Alman girişimi başarısız oldu. Türk istilâsına karşı koymak için elde kalan tek şey Almanya’nın desteğinde bir bağımsız Gürcistan’dır. Gürcü hükümeti nezdinde Alman temsilcisi Kont Schulenburg olacaktır… Almanya ile bir dizi anlaşma imzaya hazırdır.”[16]

 

Almanlarla Gürcüler Batum’da, antlaşmanın Gürcistan’ın bağımsızlığı ilân edildikten sonra imzalanmasında mutabık kalırlar. Von Lossow ile kurmayı, Batum’un Kuzey’indeki Gürcü Poti limanına denizden geçerler ve burada Ramishvili ile Chkhenkeli’nin gelişini beklerler. 28 Mayıs’ta, Almanya ile Gürcistan arasındaki ilişkileri tanzim eden ön anlaşma imzalanır. Anlaşma beş maddeliktir. Birincisinde Gürcistan, Almanya ile ilişkilerinin temeli olarak Brest-Litovsk Muahedesi’ni tanımaktadır. İkinci maddeye göre Almanya, insan ve malzeme nakli için Gürcü demiryollarını kullanma hakkını elde ediyor ve bu amaçla da Poti limanıyla tüm demiryolu istasyonlarının Alman birliklerince işgali derpiş ediliyor…

 

Aynı günde üç ek anlaşma imza ediliyor. İlkine göre Alman kıtaları Gürcistan’a gelecek ve Alman parası bu ülkede serbestçe tedavül edecek… Üçüncüsüne göre Gürcü limanlarında bulunacak bütün gemiler Almanların emrinde olacak. Ekonomik konular ayrı bir anlaşmayla ayarlanacak. Gürcü hükümetine, demiryolları ve Poti limanı garantisi karşılığında ikrazda bulunulacak. Bir Alman-Gürcü madencilik şirketi kurulacak ve bu şirket Gürcü madenlerinin işletilmesi tekeline sahip bulunacak. Yani kısaca Almanya, yeni doğmuş Gürcistan Cumhuriyeti’nin ekonomisini vesayet altına alacak.[17]

 

Bu arada Halil Paşa da Bakû’ya yaklaşmaktadır. Sovyet hükümeti, Berlin’deki elçisi Loffe aracılığıyla Brest-Litovsk Antlaşması’nın uygulanmasını talep eder. Buna Almanlar Bakû Sovyeti’ne karşı harekâtta bulunan güruh hakkında bilgi sahibi olmadıkları yanıtını verirler. Bununla birlikte Loffe’ye, eğer Rusya Almanya’ya bu kentin petrolünün bir kısmım vermeye razı olursa, Türkleri Bakû’ya saldırmaktan alıkoymaya çalışacaklarını söylerler. Lenin bu koşula razıdır.[18]

 

Liman von Sanders’in, Filistin dururken buralara birlik gönderilmesinin karşısında olduğunu biliyoruz. O, askerdi, anlaşıldığı kadarıyla da Ludendorff gibi “ocaklı” değildi. Gerçi bu sonuncusu da Gürcistan’a çok fazla insanî mülâhazalarla yardım etmiyordu. Bir meslekten askerin duygusuzluğuyla “buralardan herhangi bir askerî yardım görme ümidinin dışında, hammadde elde etmek üzere bu bölgede kuvvetli bir yumruğumuzun bulunması esas itibariyle şarttır. Bu konuda Türkiye’ye güvenemeyeceğimiz onun Batum’daki davranışıyla meydana çıkmıştır; o burada her şeyi kendine ayırma hakkını, aramıştır. Biz ancak kendimize yardım edersek Bakû’dan petrol elde etmeyi düşünebiliriz” diye yazmıştı.[19] Almanların özellikle Gürcü manganezine ihtiyaçları vardı.

 

Wilhelm’le Ludendorff, Almanya-Gürcistan ilişkilerinin yakın olması hususunda von Lossow’la aynı fikirdeydiler. Aralarındaki konuşmalarda hatta Gürcistan’da, tahtta bir Alman prensinin bulunacağı bir monarşinin tesisinden bahsediyorlardı. Gürcü delegasyonu üyelerinden Avalof’la konuşmada bir Alman diplomat, ülkede herhangi bir monarşist eğilimin olup olmadığını soruyor. Avalof’un yanıtı olumsuz oluyor ve karşılık olarak da, Gürcistan’la Reich’ın ilerdeki ilişkilerini nasıl düşündüklerini bilmek istiyor. Aldığı yanıt gerçekten biraz gülünç oluyor: Almanların bu ülkedeki durumları, İngilizlerin bir Hint prensliğindekine yakın olacaktır! Sen misin aralıkta Londra ile flört eden?…

 

Ama von Lossow’un heyecanı, Ludendorff’un ilgisi ve Kaiser’in kişisel desteğine rağmen Alman Hariciyesi kesin bir şekilde tavır takınıyor: Mademki Gürcistan’ın bağımsızlığı ilân edildiği sırada Almanya’yla Rusya barış halindeydiler, Gürcistan resmen ancak Rusya’nın rızasıyla hükümran bir ülke olarak tanınabilir![20] Bir Stift de Gürcüye…

 

Gürcistan, adı geçen konfederasyonun köşe taşıydı. Ona yardım etmemek Alman çıkarlarının aleyhine olurdu. Bu ülke yoluyla Almanya’nın ekonomik ve politik etkisi kolaylıkla Yakın Doğu’ya ulaşabilirdi. Bunun dışında, malî ikrazda bulunur bulunmaz onun tüm mineral zenginliklerini işletmek hakkını elde edecekti. Gürcüler de, tekliflerini cazip kılmak için ne yapacaklarını, şaşırmış haldeydiler. Almanya’nın ilgisinin mutlak olduğunda şüphe yoktu. Temmuz’da o, Gürcistan’ın tanınması konusunda Sovyet’lerle müzakere masasına oturmuştu. Bu sonuncuların Berlin’deki elçileri Loffe, hükümetinin görüşünü aldıktan sonra, Kafkasyalı bu Cumhuriyetin Almanlar tarafından tanınmasına razı olduğunu bildirdi.

 

Ve bunun hemen arkasından, Türk-Alman muhasamatına koşut olarak Krupp, Deutsche Luxemburgische A.G., Gewerkschaft Deutscher Kaise ve sair büyük Alman firmaları, Kaiser’in toplarının gölgesinde buraya akın etmişlerdi. Ama Bulgaristan işleri berbat etti, savaştan çekilerek…[21]

 

27 Ağustos’ta, Brest-Litovsk Antlaşması’na ek olan bir antlaşma Berlin’de imzalanıyordu. Bunun 14. maddesinde Almanya, Gürcistan dışında herhangi bir gücün Kafkas’larda muhtemel harekâtına yardımcı olmamayı kabulleniyor. Harita üzerine bir çizgi çiziliyor, Almanya bu hattı herhangi bir gücün aşmaması için etkisini kullanmayı vaade diyor. Bahis konusu çizgi Bakû’yu içeriyor. Buna karşılık Almanya’ya Bakû’nun petrol üretiminin dörtte biri vaat ediliyor.[22] Kim olabilirdi bu “çizgiyi aşabilecek güç”, Türk’ten başka?…

 

Ve bundan sonra akdedilen Alman-Gürcü antlaşmasına göre (bahis 6), büyük bölümü on dokuzuncu yüzyılda oraya yerleşmiş Alman kolonileri[23], Gürcü vatandaşlarıyla aynı hakka sahip oluyor!

 

Alman Reich’ının asker ve sivil liderlerinin amaçladıkları şey, Alman vesayeti altında ve çekirdeğini Gürcistan’ın teşkil edeceği bir nevi Transkafkasya devletiydi. Böyle bir devlet Reich’a uzun süre düşü görülen “Orta Asya’ya köprü” görevini yapacağı gibi Alman iş hayatı ve endüstrisi için de değerli ekonomik olanaklar yaratacaktır. Transkafkasya’da bu çıkarlara Türklerin saygı göstereceklerinden emin olmak için de Berlin General von Lossow’u Batum konferansına göndermişti ve Tiflis hükümetinin çaresiz kalmış temsilcileri, özellikle Gürcü üyeler, yardım için ona sarılmışlardı. Bu konferansta Türk tarafının başında Kafkas Orduları Komutanı Ahmet İzzet Paşa bulunuyordu.

 

Transkafkasya federatif devletinin dağılması ve Osmanlı kıtalarının 1877 Türk-Rus sınırının içerlerine doğru sürekli ilerlemeleri Almanya’da artan bir kaygıyla izleniyordu. Daha Mayıs 15’te Ludendorff, Gen. von Seeckt’e Enver üzerindeki bütün etkisini kullanıp Babıâli’nin hiçbir “hak ve sıfatı olmadan” giriştiği bu istilâyı durdurmasını sağlaması talimatını vermişti. 8 Haziran’da da Enver’e gönderdiği ters bir mesajda “… Brest antlaşmasıyla saptanmış sınırlara saygı gösterilmesi için Ekselansınıza tekrar müracaat ediyorum; aksi halde daha başka kararlar almak hakkını muhafaza etmek zorundayım. Almanya, Avusturya ve Bulgaristan arada olmadan Transkafkasya devletleriyle Türkiye’nin yapmış olduğu antlaşmaları hiçbir surette onaylayamam…”.

 

Bu çıkışma ve tehditler sürerken bir Alman malî konsorsiyumu Gürcü hükümetine yeni bir emisyonda yardımcı olurken Krupp da, yukarda anlattığım gibi, Gürcistan’ın manganez cevheri ihracatını kontrol edecek bir şirketin %50 hissesini satın alıyordu.

 

Birçok Alman hükümet belgesinden Gürcistan hükümetinin “korunması”nın Berlin’de bir ara rnçözümden ibaret olarak görüldüğü anlaşılıyor. 28 Haziran’da Wilhelmstrasse, İstanbul’daki yeni büyükelçi Kont von Bemstorff’a, uzun vadede çok daha geniş bir Transkafkasya devletinin kurulmasının gerekli olacağını ve ancak bu sayede tüm bölgenin iktisadî olanaklarının eksiksiz sömürülebileceğini bildiriyor. Dört gün sonra da Genel Karargâh’ta Dışişleri’nin temsilcilerinin de hazır bulunduğu bir toplantıda Ludendorff, Almanya’nın Gürcü askerine de, Bakû’nun petrolüne de ihtiyacı bulunduğunu vurguluyor. Almanya’nın savaş gayretinin can damarı Bakû petrolleri olduğuna göre Türklerin bu kenti ele geçirmelerine ne pahasına olursa olsun engel olmak gerekir…[24]

Sonra Talat Paşa’yı Berlin’de vuran Ermeni’yi Almanlar aklandıracaklardır,[25] işlerine geldiği zaman Abdülhamid ve İttihatçıların bazı kanlı baskılarına kulak asmayan Almanlar…

 

Bütün bu olan bitenleri, o günleri fiilen yaşamış, oyuncuları yakından tanımış, onlarla uzun görüş alışverişinde bulunmuş Pomiankowski bize çok renkli şekilde, birçok ayrıntıyla birlikte kâğıda dökmüş. “Almanya, bununla birlikte, Türklerin bu âna kadarki davranışlarını irdeleyerek, onlarla doğruca müzakere yoluyla tatmin edici bir anlaşmaya varılacağını ümit etmediğinden, amaçlarına Transkafkasya Cumhuriyeti’yle ve hattâ gereğinde Rusya’yla anlaşmaya giderek ulaşacağını hesaplıyordu. Bu da, ister istemez, bir Türk Alman çatışmasına yol açacaktı”.

 

“Kafkasya’daki Alman hareketi, İstanbul’dan esas itibariyle Askerî Murahhas General von Lossow tarafından ve gerçekten kararlı bir Türk düşmanlığı havası içinde yürütülüyordu…”[26]

 

Von Kress Tiflis’te, Transkafkasya hükümetiyle gizli anlaşmaya varıyor, Türklerin ülkeyi soyup soğana çevirmelerine karşı onu korumayı üstleniyor. Ama buna karşılık tüm Transkafkasya demiryolları işletmesinin Almanya’ya devrini ve bütün Transkafkasya Cumhuriyeti üzerinde Alman himayesinin ilânını talep ediyor…

 

1913 Temmuz’unun 5’inde Enver Paşa, general von Seeckt’in refakatinde, Batum’a geliyor, durumu görüşmek üzere…

 

Almanlar Pan-Turanist telâkkiyi bir hayal olarak görmekle birlikte Genç Türklerin sertlik politikasının Bolşevik idaresini uyandırmasından ve böylece Merkezî Devletler’e karşı savaş alevinin körüklenmesinden endişe ettiklerinden, acele tarafından Kafkas’larda bulunan tüm kuvvetlerinin oradan çekilip bunların Mezopotamya’ya sevk edilmelerini önerir oluyorlar, İstanbul’dan…[27] İşlerine nasıl geliyorsa, bugün Mezopotamya’dan İran’a, yarın İran’dan Mezopotamya’ya…

 

Ve daha neler, neler, Dobruca’nın zorla Bulgaristan’a bıraktırılmasına kadar…[28]

 

Ya kapitülasyonların tarafımızdan ilgası sırasında dost ve müttefikimiz Almanların kopardıkları kıyamet? “… Bu meselenin dahi alâka celbeden tarafı şudur ki Türkiye tarafından kapitülasyonların ilga edildiği hakkında yalnız bir taraflı olarak verilen bu kararı protesto etmek hususunda her iki muharip devletlerin ordugâhları birleşiyor. Bu müşterek protestoyu tertip eden İtalyan büyükelçisi Marki Garoni’dir. Protesto notasının metni dahi İtalyan büyükelçisinin vesateti (aracılığı) ile her iki muharip taraf hükümetleri elçileri dahi dâhil olmak üzere bütün büyük devletler tarafından Sadrazama tevdi edildi…”[29]

 

“Bu işten Avrupa devletleri hiç hoşlanmadılar ve işin acayibi, İran dahi olumsuz tepki gösterdi. Wangenheim, bu işi çözen Türkiye’nin savaşa girmek konusunda daha da isteksiz olacağını düşündüğü ve belki işi İtilâf Devletleri ile gizli bir anlaşma sonucu olarak değerlendirdiği için, diğer elçilerden daha çok tepki gösterecek ve Avrupa büyük devlet temsilcilerinin, savaş halinde olmalarına rağmen, toplanıp karar vermelerini isteyecektir. İtilâf Devletleri buna yanaşmayacaklarsa da, yine de İtalya aracılığıyla protesto notası olarak aynı metin üzerinde birleşildi. Bunda, uluslararası bir düzenlemenin tek yanlı olarak değiştirilemeyeceği duyuruluyordu.”

 

Savaşa girmeden bir buçuk ay kadar önce vaki kapitülasyonların kaldırılması olayı, “… İktisadî bağımsızlığın ilânı demekti… Savaş, bunu bir gerçekliğe dönüştürmek için fırsattı… İttihat ve Terakki hükümeti, bizzat müttefiki Almanya ile savaş boyu süren diş dişe bir mücadeleyle bu uğurda didinecek ve büyük, mesafeler kat edecekti”.[30]

 

Her ne kadar Wangenheim ile Pallavicini İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya elçileriyle müştereken Babıâli’ye kapitülasyonlar hususunda bu notayı vermişlerse de, Merkezî Devletler’in şimdilik bunun üstüne varmayacaklarını da ima etmişlerdir. Cavit Bey’in anılarına göre Wangenheim, kapitülasyonların kaldırıldığı haberini alınca tepesi atmış ve derhal kendisinin ve askeri heyetin İstanbul’u terk edeceği tehdidini savurmuşmuş.

 

Kapitülasyonlar hakkında İstanbul ile Berlin arasında müzakereler 1916 yılı boyunca da sürüyor. Her ne kadar Berlin prensip olarak Almanya’nın geleneksel kapitülasyon haklarından vazgeçip “karşılıklı eşitlik ve Avrupa ulusları kanunları” çerçevesi içinde Osmanlı Devleti’yle yeni bir hukukî ilişkiyi kabul etmeye razı olmuşsa da birçok ayrıntı maddesi üzerinde anlaşmanın güçlüğü ortaya çıkıyor. Özellikle Babıâli’nin, Osmanlı İmparatorluğu içindeki Alman dinî ve eğitimsel kuramlarının imtiyazlarının da sair kapitülasyon haklarıyla birlikte kaldırılmasında ısrarına Wilhelmstrasse uzun süre karşı koyuyor ve Enver Paşa Dışişleri Bakanı Jagow’a, bu yüzden durumunun sarsılmakta olduğu hakkında tel çekiyor. Yani bu, “içerdeki kaleniz yıkılabilir!” ihtarından veya şantajından başkası değil gibi görünmektedir.

 

Bütün bunlardan Alman Genelkurmayı’nın canı sıkılıyor ve Ludendorff Babıâli’yi kırmanın zamanı olmadığında ısrar ederek Osmanlı toprağındaki “bir avuç Alman okul ve kilisesi” için Türkiye’deki tüm gelecek çıkarlarımızı tehlikeye atmanın manası olmadığını vurguluyor. Nihayet ortalama bir çözüm yolu bulunuyor ve 11 Ocak 1917’de Beyoğlu’nda, Alman tarafından Büyükelçi Kühlmann, Gen. von Lossow, Humann’ın; Türk tarafından da Halil, Talât beylerle Enver Paşa’nın imzaladıkları gizli bir protokol tanzim ediliyor. Buna göre her iki ülke, din, eğitim, sıhhat ve hayır kurumları hususunda birbirlerini en çok müsaadeye mazhar devlet kabul ediyorlar ve Enver, el sıkışarak, bu kategorideki Alman kurumlarına daima “saygı” duyulacağı vaadinde bulunuyor.

 

Ekonomik hegemonya sağlamak için çabalar hususunda Almanlar çok temkinli hareket etmek gereğini duyar olmuşlardı. Ahmet Emin (Yalman) Bey, İttihat ve Terakki’nin tüm liderlerinin ülkede yabancı etkileri törpülemek kararında birleştiklerini ve savaş boyunca da “her kafada, savaş sonrası Alman tasavvurları hakkında çok sivri kuşkuların hâkim olduğu”nu yazıyor (Turkey in the World War, New Haven 1930, s. 113-4)[31]

 

Buraya kadar anlattıklarıma göre, bütün bir Türk-Alman symbiosis’i ne getirmişti, ne götürmüştü? Ne götürdüğünü çok iyi biliyoruz. Ne bıraktığına gelince, onu da şöyle kısaca özetlemek mümkün: Türkiye’ye ne Kant, Schelling, Hegel, Feurbach, Marx’ın temsil ettikleri Alman felsefesi ve yazını, ne de Alman tekniği ve doğa bilimleri gelmişti, üç beş Alman tabibe rağmen. Alman kültürü, sivillerin bile birbirlerine rastladıklarında topuk çakmaları, otoriter ve militer sisteme hayranlıktan öteye gitmedi, Türkiye’de. Önceki kuşaklar da, arkeolojik zenginlikleri yağmalama şeklinde tecelli eden kazılar, birtakım operetler, Fransızca üzerinden yalan yanlış çevrilmiş bazı yapıtların etkisinde kalmakla yetinmişlerdi.

 

Divertimento

 

Şükrü Bey’den dinlemiştim.

 

Karargâhın aşçısı bir gün tatlı yapmış, kadıngöbeği. Almana bu adın manasını anlatmışlar. Bu süre sonra aşçı vezirparmağı çıkarmış. Alman sormuş: “bu ergkek ghöbek?”…

 

Karargâhta (o zaman galiba Binbaşı) Ali (Çetinkaya) Bey de bulunuyormuş. Ama kimse “Kel Alî” denmedikçe “Ali Bey”in kim olduğunu anlamazmış. O kadar ki Almanlar da onun adını “Kel Ali Bey” olarak bellemişler, bilmeden. Bir akşam, içlerinden biri, kadehini kaldırıp “Kel Ali Bey, şérhefinizé!” demiş. Ali Bey renk vermemiş. Ertesi gün Şükrü Bey takılmış: “duydun mu herifin dediğini?”…

 

“Evet, ama o pezevenge benim kel olduğumu kim söyledi?”…

 

Hem Wangenheim, hem de Humann’ın söylediklerine göre Enver ve Cemal Paşalarla Talât ve Halil Beyler, Almanlarla görüşmeden sonra kendilerinin ve “Komite’deki gruplarının” savaşa girme yanlısı olduklarını ve Alman hükümeti İstanbul’a iki milyon sterlin tevdi eder etmez Amiral Souchon’a Rusya’ya saldırma izni verileceğini ifade ediyorlar. Alman hükümeti de, bu borçlanmanın koşulları üzerinde fazla durmadan olumlu yanıt veriyor.[32]

 

  1. Dünya Savaşı’nın öyküsünü, Falih Rıfkı’nın naklettiği bir anıyla bitireceğim:

 

“Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir. Mütareke yakındır. Artık harbe niçin girdiğimiz tartışılabilir, büyük adamların küçük adamları adam yerine saymak ve onlarla görüşmek sırası gelmiştir. Arkadaşım Y. K.[33] bahriye çatanası içinde Büyükada’ya giderken sordu:”

 

“Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik?”

 

“Ve üç dört yıl içinde bunalttığı bir nefesi boşaltmış gibi ohlayarak bekledi. İşte cevap:”

 

“Aylık vermek için! Ve ilâve etti: hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik”[34]

 

Kıssadan hisse…

[1]              Cumhuriyet, 22-23-24 Şubat 1979.

[2]              J. Pomiankowski. — a.,g.e.,s. 98.

[3]              Halil Paşa. — Bitmeyen Savaş, s. 137.

[4]              Hani Türk askerinin kendini Kanal’a atarak mahvolması gerektiğini söyleyen von Kress….

[5]              Halil Paşa. — a.g.e., s. 217-30.

[6]              Ay .e., s. 249.

[7]              Tarafımdan belirtildi.

[8]              Halil Paşa. — a.g.e., s. 249.

[9]              P. Naville. — La revolution et les intellectuels, s. 53.

[10]            Ş. S. Aydemir. — Enver Paşa III, s. 440.

[11]            Fahri Belen. — a.g.e., s. 345.

[12]            İlhan Selçuk. — Yüzbaşı Selâhattin’in romanı, İst. 1973, C. I, s. 407.

[13]            Ay.e., s. 414-5.

[14]            Bu bir Rus tabiri olup Kuzey’den bakınca “Büyük Kafkas dağlar silsilesinin ötesi” anlamındadır. Doğu’da Hazer, Batı’da Karadeniz’le; Kuzey’de Rusya, Güney’de de İran ve Türkiye ile sınırlı alanı ifade eder.

[15]            Firuz Kazemzadeh. — The struggle for Transcaucasia (1917-1921), Oxford 1951, s. 110-15.

[16]            Ay.e., s. 119.

[17]            Ay.e., s. 122-3.

[18]            Ay.e., s. 135.

[19]            Ay.e., s. 147.

[20]            Ay.e., s. 143-9.

[21]            Frank G. Weber. Eagles on the crescent, Ithaca 1970, s. 248.

[22]            F. Kazemzadeh. — a.g.e., s. 149-50.

[23]            Tarafımdan belirtildi.

[24]            Ulrich Trumpener. — a.g.e. s. 177-186.

[25]            Hüseyin Cahit Yalçın. — Siyasal anılar, s. 236.

[26]            J. Pomiankowski. — a.g.e., s. 336.

[27]            Ay .e., s. 359-64.

[28]            Ay .e., s. 370.

[29]            Anadolu’nun taksimi, s. 77.

[30]            Sina Akşin, a.g.e., s. 279-80.

[31]            Ulrich Trumpener. — Germany and the Ottoman Empire 1914-1918, Princeton 1968, s. 38, 129-131, 318.

[32]            U. Trumpener. — a.g.e., s. 49-50.

[33]            Herhalde Yakup Kadri olmalı.

[34]            Falih Rıfkı Atay — Zeytin Dağı, İst. 1964, s. 130.