Türk – Alman İktisadî Münasebetleri

Aralık 11, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler - Cilt 1 > Türk – Alman İktisadî Münasebetleri

Türk – Alman İktisadî Münasebetleri

İki ulus, ya da devlet arasında siyasî münasebetler, iktisadî münasebetler olmadan gelişmez. Mezopotamya’nın, von Bülow’un deyimiyle “sonsuz olanakları” olmasaydı, Rohrbach “Doğu’ya Yayılma” doktrinini ileri sürer miydi? Hattâ, Bağdat Demiryolu projesi uygulamaya konulur muydu? Askerî mülâhazalar bunların gerisinden gelmişti.

 

Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya arasındaki ticarî münasebetlerin tarihi oldukça eskidir. Ancak, bu ticaret hacminin küçük olması dolayısıyla iki ülke arasında doğrudan doğruya münasebetler kurulamamıştı. Böyle olunca da Osmanlı – Alman ticareti XIX. yy’ın son çeyreğinde Osmanlı ve Alman limanları arasında işleyen deniz nakliyat şirketlerinin kuruluşuna kadar, diğer ülkelere mensup tüccar ve firmalar tarafından yürütülmüştür.

 

Dış politikalara bildiğimiz gibi Avrupa içi meselelere ağırlık veren Bismarck, gerek devamını istediği Avrupa barışı, gerekse Osmanlı İmparatorluğu’nda çıkarları olan öbür Avrupa devletleriyle Almanya arasındaki ilişkilerin bozulmaması için “Şark Meselesi”ne karışmamıştı (onun nazarında bu “Mesele”, bir Pomeranyalı humbaracının kemiklerini etmezdi”). Gerçekten Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında müşterek bir sınır yoktu, dolayısıyla toprak bakımından tatmin olmuş Almanya’nın Osmanlı topraklarında yayılması (o zamanlar için) söz konusu olamazdı. Ayrıca, Bismarck’ın ilk devirlerinde Almanya iktisadî kalkınmasını henüz ikmal edememişti. Bu bakımdan Almanya’nın bir pazar ve hammadde bulma teşebbüslerinden henüz söz edilemezdi. Ancak Berlin Kongresi’nden sonra Alman – Rus ilişkilerinin gerginleşmesi üzerine Bismarck’ın bir ara Rusya’ya karşı Osmanlı İmparatorluğu’na yanaşmak istediği görülüyor. 1880’lerin başında Alman hükûmetinin Sultan II. Abdülhamid’in subay isteğine müspet cevap vermesi bu açıdan değerlendirilebilir. Ne var ki Alman subaylarının İstanbul’a gönderilişi dışında 1888’lerin sonuna kadar iki ülke arasında hissedilir bir yakınlaşma olmamıştır. Bunun sebebini herhalde Bismarck’ın dış politikasında Rus dostluğuna ağırlık vermesinde aramak gerekir. Zira Bismarck, Alman – Rus ilişkilerinin gergin olduğu zamanlarda bile, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki emellerini gerçekleştirebilmek amacıyla onun yalnız kalmasına büyük çaba sarf eden Rusya’yı tekrar kazanabileceği düşüncesiyle, Osmanlı – Alman ilişkilerini geliştirecek ciddî bir teşebbüste bulunmaktan daima kaçınmıştı. Bu bakımdan Bismarck dönemindeki Osmanlı – Alman siyasi münasebetlerinin genellikle Alman – Rus münasebetlerinin gölgesinde kaldığı söylenebilir.

 

1888’de, her haliyle yakından tanıdığımız II. Wilhelm’in tahta çıkmasıyla Osmanlı – Alman ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır. Bu yeni genç hükümdar, Bismarck’ın başka devletlerle çalışmamak için göstermiş olduğu dikkat ve ihtiyatı gereksiz bularak enerjik ve emperyalist bir politika takip etmek istiyordu. II. Wilhelm’in öngördüğü dış politika Avrupa’da Avusturya – Macaristan ittifakına, dünyada da sömürgeciliğe dayanıyordu. Bu bakımdan kısa zamanda Bismarck ile ihtilâfa düşerek, 1890 yılında iktidardan ayrılmasından sonra ülkeyi yalnız başına idare edebileceği inancını sergilemeye başlamıştı. II. Wilhelm dönemi politikasına “Weltpolitik”, yani Almanya’nın dünyaya açılma politikası denir. II. Wilhelm bu sırada büyük bir gelişme içinde olan Alman sanayiine yeni kaynaklar ve pazarlar bulmak amacıyla hızlı bir sömürgecilik hareketine girişmiştir.

 

Öbür yandan, Yakın – Doğu’ya yerleşecek olan Almanya, İngiltere, Rusya ve Fransa’ya karşı daha etkili bir mücadele verebilirdi. İslâm âleminin lideri olan II. Abdülhamid’in dostu ve onun İslâmcılık politikasının destekleyicisi sıfatıyla sömürgelerde yaşayan Müslümanları İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı istediği gibi kullanabilir, eğer günün birinde İngiltere ile savaşa tutulursa, onu Uzak – Doğu’daki sömürgelerine giden yollarda vurabilirdi. (O ise ki, I. Dünya Harbi sırasında Osmanlı Devleti’nin ilân ettiği Cihat-ı Ekber’in nasıl bir fiyasko ile sonuçlandığını gördük).

 

Almanya Osmanlı’dan hiçbir toprak almamıştı. Alman sömürgelerinde Müslüman, hemen hemen yok denecek kadar azdı. Bundan dolayı II. Abdülhamid, 1880’lerin sonundan itibaren  takip etmeye başladığı İslâmcılık politikası için Alman İmparatoru II. Wilhelm’in şahsında kuvvetli bir destek bulmuştu. (Bu desteğin öyküsünü, “Alman gerçeği ve Türkler” adlı çalışmamızda anlatmıştık).

 

Öbür yandan Fransa Cumhuriyet ve İngiltere de Meşrutiyetle idare edildiklerinden, Osmanlı İmparatorluğu’na parlamenter rejime geçmesi için baskı yapıyor veya bu çeşit hareketleri destekliyorlardı. Hâlbuki Alman parlamentarizmi ile Osmanlı mutlakiyeti arasında büyük bir fark yoktu(182) . Hattâ II. Abdülhamid, tahtını muhafaza için Almanya’dan destek bile sağlayabilirdi. Nihayet II. Abdülhamid, genç Alman İmparatoru’nun politikadaki tecrübesizliğinden istifade ederek, küçük tavizler karşılığında onu kendi çıkarları doğrultusunda kullanabileceği inancını taşıyordu. İşte bütün bunlardan dolayı II. Abdülhamid, Alman İmparatoru’nun çabaları karşısında kayıtsız kalmayarak onunla kader birliği yapmakta tereddüt etmemiştir(183) .

 

Bu sıralarda Almanya’dan göç etmek isteyenlerin dikkatini Yakın – Doğu’ya çekebilmek için kaleme sarılan daha sonraki Pancermanistlerin öncüleri sayılabilecek kimselere göre Alman göçmenleri uzak ülkelerde kısa zamanda Alman kavmî özelliklerini unutuyorlardı. Bu ise Almanlık hesabına büyük bir kayıptı. Hâlbuki Yakın – Doğu için durum çok daha değişikti. Zengin topraklara sahip olan bu bölge, Almanya’dan uzak olmaması sebebiyle burada teşekkül edecek Alman yerleşimi kolay olacak ve burada Alman kültürü yeni bir yayılma alanı bulacaktı. Bu görüşü savunanların başında 1835 – 1839 yılları arasında Osmanlı ordusunda görev alan Helmuth von Moltke gelmekteydi. Moltke, 1841’den itibaren muhtelif Alman gazetelerinde Osmanlı İmparatorluğu hakkında bir dizi makale neşretmişti. 1841’de Augsburger Zeitung’da çıkan bir makalesinde İmparatorluk’un yakın bir gelecekte dağılacağını iddia ederek, çeşitli yönleriyle Tuna eyaletlerinin Alman göçmenlerinin yerleştirilmesi için müsait bir bölge olduğunu ileri sürmüştü. Moltke’ye göre Almanların bu bölgeye gelmeleriyle yeraltı ve yerüstü kaynakları işletilecek, üretim artacak ve ticaret gelişecekti. Aynı zamanda Alman kültür ve medeniyeti de yeni bir yayılma alanı bulacaktı(184) .

 

Türkiye’de kurulan Alman ticarî ve münakale ile ilgili müesseselerin ayrıntıları bizi burada ilgilendirmiyor. Bunları mezkûr çalışmamızda ayrıntılarıyla irdelemiştik. Burada sadece Osmanlı – Alman ticaretine ait ilginç olabilecek bazı verileri zikredeceğiz.

 

Almanya’dan ithal edilen mallar, yünlü, pamuklu ve ipekli dokumalar, pamuk ve yün ipliği, hazır elbise ve ayakkabılar, süs eşyası ve oyuncak, saat, demir ve demir mamulleri, çelik, kâğıt ve karton, işlenmiş deri ve çanta, cam ve cam mamulleri, hırdavat, dikiş makinesi, tarım âletleri, motor, boya, kimyevî madde ve ilâç. Almanya’ya ihraç edilen mallar arasında ise kuru üzüm, incir, fındık, palamut, mazı, yağlı tohumlar, narenciye, pamuk ve yün, tütün, afyon, hububat, maden, bağırsak, kemik ve ham deri, seccade ve kilim, ilaç (kökler mi?..) ve boya maddeleri sayılabilir. Bu tablodan bir metropol ve sömürge manzarası beliriyor, şöyle ki ilki tümden mamul mal ihraç ediyor, öbürü sadece hammadde veriyor.

 

Netice olarak denilebilir ki, 1880’lerin sonunda Deutsche Bank’a demiryollarını inşa ve işletme imtiyazının verilmesiyle Alman iktisadî nüfuzu Osmanlı İmparatorluğu’nda daha hızlı bir şekilde belirmeye başlamıştır. İki ülke arasında gelişen ticaretin ulaşım ihtiyacını karşılayabilmek için Deutsche Levante Linie kurulmuş. Deutsche Levante Linie kısa zamanda İmparatorluk’un başlıca limanlarını faaliyet sahası içine alarak Alman mallarının İmparatorluk’un bütün pazarlarına dağılmasını sağlamıştı. Ancak, XX. yy’ın başlarına kadar Alman tüccarının Osmanlı pazarlarındaki faaliyeti sınırlı kalmıştı. Zira bu süre, Alman mallarının öbür ülkelerin mallarıyla rekabete girişebilmesi için bir hazırlık ve tecrübe dönemi olmuştu.

 

1862 tarihli Osmanlı – Zollverein (Gümrük Birliği) devletleri ticaret anlaşması 1890’da yenilenmiş ve Bâbıâli, ithalât gümrüğünü artırma girişiminde bulunuyor. Osmanlı hükûmetinin neden böyle bir değişikliğe gerek gördüğü meselesine gelince, hiç şüphesiz bunun o zamana kadar takip edilen dış ticaret siyasetinden farksız olarak sadece malî (fiskal) bir amaca yönelik olmadığı söylenebilir. Zira 1881 Muharrem Kararnamesi’nin VIII. Maddesinin 3. Fıkrası gereğince, Bâbıâli gümrük resimlerinin artırılmasından hasıl olacak fazla geliri Dûyûn-u Umumîye’ye vermeyi taahhüt ediyordu. Bunun içindir ki Osmanlı İmparatorluğu’nun almayı düşündüğü bu tedbirler ilk plânda yerli üretimi yabancı malların rekabetinden korumayı amaçlıyordu. Bilindiği gibi, XIX. yy’ın ortalarından başlayarak özel sektör ve devlet eliyle kurulan sanayi tesislerinin önemli bir kısmı yabancı mamullerin rekabetine dayanamadıkları için birkaç yıl içinde faaliyetlerini durdurma zorunda kalmış, el emeğine dayanan yerli sanayi de yine aynı yüzden bir gerileme göstermişti. Bunun örneklerini saymıyoruz.

 

Öbür yandan, tarifelerde bulunmayan malların sayısı da gittikçe artmaya başlamıştı. Bu mallardan alınacak gümrük resimleri, gümrük memurlarının çoğu kez bu konuda yeteri kadar bilgiye sahip olmamaları yüzünden, ihtilâf konusu oluyordu. İşte bu karışıklıkları ortadan kaldırmak ve bütün ithal mallarına uygulanabilecek tek tip bir tarife hazırlamak amacıyla Alman asıllı gümrük uzmanı Bertram Efendi’nin de dahil olduğu bir komisyon kurulmuştu. Komisyon, çalışmalarını 1881’de tamamlayarak ayrıntılarına girmediğimiz hususları kapsayan yeni bir gümrük programı hazırlamıştı.

 

Gümrük programında tespit edilen esaslar dahilinde ilk ticaret anlaşması 1890’da Almanya’da imzalandı. Bu anlaşma daha önce Bâbiâli tarafından Alman tüccarına Osmanlı İmparatorluğu’nda tanınmış olan imtiyazların genişleterek tasdik edilmiş bir şekli oluyordu. Daha öncekilerle sonuncusu arasındaki büyük farkı öncekilerin tek taraflı olarak Bâbıâli tarafından Alman tebaasına bahşedilen imtiyazları içermesine karşılık, 1890 Osmanlı – Alman ticaret anlaşmasında, tarafların birbirlerine karşılıklı taahhütlerde bulunmaları olmuştu. Böylece Osmanlı tüccarı da artık Almanya’da “en çok müsaadeye mazhar devlet” tüccarlarına tanınan hakları elde etmiş oluyordu. Ancak Alman hükûmeti Osmanlı malları için herhangi bir gümrük indirimi taahhüdüne girişmedi(185) .

 

.

.     .

 

Osmanlı-Alman münasebetlerinde bir dönüm noktası teşkil eden olay, II. Wilhelm’in 1898 sonbaharında Yakın-Doğu’ya yaptığı ikinci seyahattir. Her şeyden önce seyahatin zamanı çok iyi seçilmişti, şöyle ki bu sırada Girit meselesi dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere, Fransa ve Rusya’nın arası açık bulunuyordu. Ayrıca Fachoda bunalımı, Almanya’nın iki kuvvetli rakibi Fransa ile İngiltere’yi büyük bir harbin eşiğine kadar getirmişti. Alman İmparatoru İstanbul’da yapılacak müzakerelerde hazır bulunmaları için Dışişleri Müsteşarı Bernhard von Bülow ile Deutsche Bank’ın müdürü Georg von Scemens’i de beraberinde getirmişti(186) .

 

  1. Wilhelm, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Alman yatırımları, Osmanlı İmparatorluğu ile Alman firmaları arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi, dışalımlarda Alman mallarına öncelik tanınması gibi konularda Osmanlı devlet adamlarıyla yaptığı temaslar tamamlandıktan sonra Kudüs’e hareket etmişti. Burada nasıl Protestanların, Katoliklerin ve de “300 milyon Müslümanın” hâmisi kesildiğinin öyküsünü mezkûr kitabımızda anlatmıştık.

 

İmparator’un bu seyahatinin üzerinden daha birkaç ay bile geçmeden, 29 Ocak 1899’da Anadolu Demiryolları Kumpanyası’na Haydarpaşa İstasyonu’na inşa imtiyazı verildi. Bunu Haydarpaşa – Sirkeci hattında feribot işletme ve Köstence – İstanbul telgraf hattı döşeme imtiyazları takip etti. Fakat bunların arasında hiç şüphesiz en önemlisi, 5 Mart 1903’de Deutsche Bank’a verilen Bağdat Demiryolu inşa ve işletme imtiyazı oluyordu. Bütün bunların İngiltere, Fransa ve Rusya beyninde uyandırdığı endişeleri de anlatmıştık.

 

Mezkûr demiryolu Almanya bakımından büyük önem taşıyordu, şöyle ki bu ülke hammaddeden yana fakir olup her an gelişmekte olan sanayii için hammadde tedarikinde zorlanıyordu. Bir harp vukuunda, güçlü İngiliz donanması karşısında sadece kara nakliyatına güvenilebilirdi. Nitekim K. Helfferich, bu konuda “Almanya’nın Yakın-Doğu’ya ilgi duyması bir rastlantı olmayıp gelişen Alman ekonomisinin kaçınılmaz bir sonucudur” diyordu.

 

Burada, şunun da ilâvesi gerekir ki Bağdat Demiryolu sadece ekonomik bir unsur olmaktan öteye, muhtemel bir Alman – İngiliz savaşında deniz gücü olmadan da İngiltere’yi Uzak-Doğu’ya giden yollarında vurmak için düşünülmüş bir teşebbüstü. Alman yazarlarından P. Rohrbach, bu konuya temasla İngiltere’nin karadan ancak Mısır’da vurulabileceğine işaret ederek, bunun da Anadolu ve Suriye’de inşa edilecek demiryolları sayesinde mümkün olabileceğini belirtmişti. Ama yine de Bağdat Demiryolu’nun en büyük hizmeti Alman kapitalizm ve emperyalizmini Yakın-Doğu’ya yaymak, en büyük tehlikesi de Osmanlı İmparatorluğu’nu Almanya’nın yanında sonu meçhul bir maceraya sürüklemek olmuştu.

 

Böylece Osmanlı İmparatorluğu’na daha sağlam bir şekilde yerleşen Alman nüfuzu, 1909’da Genç Türkler’in devrimini müteakip kısa bir kesintiye uğratacaktı. Birçok yönden liberal olan Genç Türkler, Abdülhamid rejiminin destekleyicisi olarak gördükleri Almanya’dan uzaklaşarak öteden beri hayranlık duydukları Cumhuriyetçi Fransa ile Meşrûtiyetçi İngiltere’ye yanaştılar. Nitekim ihtilâlden sonra kurulan ilk hükûmette İngiltere taraftarları çoğunluktaydı ve çeşitli müesseselerin ıslâh edilmesi için de büyük ölçüde İngiliz ve Fransız uzmanlarından yararlanma yoluna gidilmişti. Almanya’nın, Genç Türk devriminin yarattığı karışık ortamdan istifade ederek  Bosna ve Hersek’i ilhak eden müttefiki Avusturya – Macaristan’ın yanında yer alması, Almanlara karşı duyulan kini daha da artırdı. Bu cümleden olarak Avusturya – Macaristan mallarına karşı başlatılan, ilerde ayrıntılarını da vereceğimiz boykotun Alman mallarına da sıçrama tehlikesi baş göstermişti. Adana’da Almanlara ait bir iplikhane tahrip edildi. 1908 Ekim ve Kasım’ında İstanbul’da Krupp’un yolsuzluklarını protesto eden mitingler yapıldı. Yine aynı tarihlerde Anadolu Demiryolları’nda çalışan işçiler, ücretlerinin yükseltilmesi ve Genel Müdür Hugenin’in görevinden alınması için greve başladılar.

 

Böylece 1909 yılı sonuna kadar Osmanlı İmparatorluğu’ndaki siyasî durum, İngiltere başta olmak üzere İtilâf Devletleri lehine bir gelişme gösterdi. Ancak İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda sürdürdüğü emperyalist politika kısa zamanda sempatisini kaybetmesine yol açtı. Öbür yandan, devrim hükûmetlerinin karşılaştıkları ekonomik güçlüklerin çözülmesinde İngiltere ve Fransa’nın çekimser bir tavır takınmaları, Almanya’ya Osmanlı İmparatorluğu’ndaki eskiye nazaran daha büyük ekonomik ve siyasî nüfuz kazanma fırsatını verdi(187) .

 

.

.     .

 

Alman ticaretinin Avrupa dışındaki yayılma alanları arasında Yakın ve Uzak Doğu ülkeleri, ABD ve Güney Amerika gibi daha çok sanayileşmesini tamamlayamamış ülkeler bulunmaktaydı.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nda ise sanayileşme, XIX. yy’ın ikinci yarısında, Avrupa ülkelerinin Osmanlı pazarlarını ele geçirmek için mücadele ettikleri bir sırada karşı tedbir olarak düşünülmüştü. Nitekim Sanayii Islâh Komisyonu’na ait bir raporda, Avrupa karşısında el emeğine dayanan küçük sanayiinin yaşamasına imkân olmadığına işaretle makineli üretime geçilmesi tavsiye edilmiştir. Devlet, sanayii teşvik maksadıyla 1873’te, kurulacak sanayi tesislerine gümrük ve vergi muafiyeti tanımış, 1888’de bu muafiyet fabrika inşasına lüzumlu hammaddelere teşmil edilmiş, 1897’de bunu yeni tesis edilecek sanayi kuruluşlarının on sene müddetle vergi dışı bırakılması takip etmiştir. Ancak, özel kesimde sermaye yetersizliği, tecrübe ve bilgi yokluğu dolayısıyla büyük işletmelerin kurulması hususunda bu teşviklere bağlanan ümitler sonuç vermemiştir. Devletin kendisi daha çok ordu ve sarayın ihtiyacını karşılayacak fabrikaları kurmakla yetinmiştir. Halbuki bu fabrikaların kuruluş ve işletilmesi için dışarıdan mühendis ve vasıflı işçi gerekmiştir. Kısa bir süre sonra maliyet yüksekliği dolayısıyla ordu ve saray ihtiyaçları için fabrika kurma politikasından vazgeçilmiş, işletmesi hazineye büyük yük getiren bazı fabrikalar da kapatılmıştır(188) .

 

Ayrıca, XIX. yy’ın ilk yarısında başlamış olan Batılılaşma etkisiyle Osmanlı toplumuna yayılmış olan Avrupa mallarını kullanma eğilimi de ithalâtı teşvik eden diğer bir faktör olmuştur. Neticede Almanya XX. yy’ın başında kuvvetli bir sanayi devleti haline gelmiş, Osmanlı İmparatorluğu ise, giriştiği teşebbüslerden beklediği sonucu elde edemeyerek bir tarım ülkesi, başka bir deyimle sanayi ülkeleri için bir pazar ve hammadde kaynağı olmaya devam etmiştir. Tarım ürünlerinin ihracatıyla ticarî bilânçoyu dengelemenin imkânsızlığı da, İmparatorluk’u bir malî çıkmaza sürüklemiştir.

 

Alman dış ticaretinin kuvvetli iki aracını, uluslararası yaygın bir bankacılık ile güçlü bir ticaret filosu teşkil etmiştir. 1880’lerin başından itibaren hızlı bir gelişme gösteren Alman bankacılığının en önemli görevi, gittiği yerlerdeki Alman işadamı ve tüccarlarını bol kredilerle destekleyerek onların etkin bir grup teşkil etmelerini sağlamak olmuştur. Bu bakımdan çoğu kez Alman tüccarı, Alman bankacısının ardından gitmiştir. Alman bankacılığının Osmanlı İmparatorluğu’ndaki faaliyeti, gerek Bismarck’ın ihtiyatlı Yakın – Doğu politikası, gerekse kuvvetli Fransız ve İngiliz rekabeti yüzünden oldukça geç başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda kurulan ilk Alman bankası Kudüs’te faaliyete geçen Deutsche Palaestina Bank’tır. Bu banka, 1899 yılında banka işlemlerini yürütmek, Suriye bölgesinde sınaî ve ticarî kuruluşları desteklemek, Suriye ile Almanya arasındaki ticaret ve ulaşımı geliştirmek amacıyla Filistin’deki Protestan cemaati mensupları ile Berlin’deki Bankhaus von der Heydt tarafından ortaklaşa kurulmuştu. Bankanın kuruluşunu müteakip, bölgenin önemli gelir kaynaklarından biri olan narenciye üretimi ile ilgilenerek, Yafa’da faaliyet gösteren Deutsche Orangen und Vertriebgesellschaft’ın çalışmalarını desteklemiştir. İş hacmi gittikçe artan Banka, 1906’da Beyrut, ve 1908’de Hamburg şubelerini açmıştı. Bankanın teşebbüsüyle Suriye ile Hamdgemi seferleri başladı. 1910’da Şam ve Trablus şubelerini de açan Deutsche Palaestina Bank, Suriye ile Almanya arasında ötedenberi mevcut olan ticareti teşvik etmiş, sonradan ham deri ticareti ile uğraşan Alman firmalarına verdiği bol kredilerle bunlara iş hacimlerini genişletmek imkânını sağlamıştı. Ancak Palaestina Bank, özellikle 1910’dan sonra sayıları gittikçe artan kuvvetli Fransız ve İngiliz bankalarının rekabe karşısında gerilemeye başlayınca, 1913 başlarında Suriye’deki bütün şubelerini, aynı şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nda faaliyet gösteren Deutsche Orientbank’a devretmişti. Almanya’nın en büyük bankalarından Nationalbank für Deutschland, Dresdner Bank  ve A. Schaafhausener Bankverein tarafından yaklaşık bir milyon Osmanlı Lirası sermaye ile kurulan Deutsche Orientbank, çeşitli alanlarda ve İmparatorluk’un hemen hemen bütün eyaletlerine faaliyet göstermiştir.

 

Banka, ticareti teşvik etmiş, bazı kuruluşları desteklemiş, bazılarını da bizzat finanse etmiştir. Bunların arasında hiç şüphesiz en önemlisi 1908’de İstanbul’a elektrik sağlamak ve tramvayları işletmek üzere kurulan La Société pour Entreprises en Orient idi. Büyük bir gelişme gösteren Banka’nın 1914 başlarındaki şube sayısı, Mısır dahil, yirmiye ve sermayesi de iki katına ulaşmıştı. I. Dünya Harbi’nin patlak vermesiyle, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bütün öbür yabancı bankalar gibi Deutsche Orientbank’da çalışmalarını ancak birkaç yıl daha sürdürebilmiştir.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nda faaliyet gösteren bütün yabancı bankalar arasında Deutsche Bank, Osmanlı – Alman iktisadî ilişkilerine damgasını vurmuş olması bakımından önemli bir yer tutar. 1870 yılında Almanya’nın meşhur kambiyocularından Ludwig Bamberg’in önderliğinde 21 büyük Alman banka ve işletmesi tarafından, ilk plânda Almanya’dan yabancı ülkelerle ticaretini geliştirmek amacıyla kurulmuştur.

 

Deutsche Bank’ın Osmanlı İmparatorluğu ile ilgilenmesi 1880’lerin sonuna rastlıyor. O zamana kadar sadece İmparatorluk’un verimli bölgelerinde kısa demiryolları inşa etmekle yetinen yabancı şirketler, II. Abdülhamid’in isteğine uygun olarak İmparatorluk’u kuzeyden güneye kat eden demiryoluna pek istekli gözükmeyince, başlangıçtan beri Osmanlı İmparatorluğu’ndan uzak kalan Alman sermayesi, Deutsche Bank önderliğinde İmparatorluk’a sızma fırsatını elde etmiştir. 1888 Ekim’inde İzmit – Ankara hattının inşa ve işletme imtiyazını alan Deutsche Bank, Anadolu’daki demiryolları inşasını yürütmek üzere 1889 Mart’ında Anadolu Demiryolları Şirketi’ni kuruyor. Bu kumpanya daha önce inşası tamamlanmamış olan İzmit – Haydarpaşa hattının işletme imtiyazını da almıştı. Bunu, 1893’te Eskişehir – Konya ve nihayet 1903’de Bağdat Demiryolu’nu inşa ve işletme imtiyazları takibetmişti. Deutsche Bank, Osmanlı İmparatorluğu’nda sadece yüksek kilometre teminatlı demiryolları imtiyazı almakla yetinmeyip, başta demiryollarının geçtiği bölgeler olmak üzere, İmparatorluk’un yeraltı ve yerüstü zenginliklerini de yağmalamak için birtakım girişimlerde bulunmuştur. Bunların başında 4 Eylül 1907 tarihinde elde edilen Konya Ovası’nın sulama tesislerini inşa imtiyazı gelmektedir.

 

Anadolu Demiryolları Şirketi ve onun iş ortağı Philipp Holzmann Co. , Frankfurt A. H. tarafından 1913 yılında gerçekleştirilen projeye göre Konya Ovası’nda yaklaşık 50.000 hektarlık arazi sulanabilecek ve Ova’nın tahıl üretimi on kat bir artışla 20.000 vagona yaklaşacaktı. Böylece çiftçinin geliri, dolayısıyla alım gücü artacak, demiryollarıyla Anadolu’nun içlerine kadar kolaylıkla taşınacak Alman mallarının satışı hızlanacaktı. İhracat ve ithalâtın artmasıyla Anadolu Demiryolları Şirketi’nin taşımacılıktan elde ettiği gelir yükselecekti. Ayrıca Almanya, ihtiyacı olan hububatın bir kısmını Anadolu’dan temin edecekti.

 

Konya Ovası sulama çalışmaları sürdürülürken, yine Philipp Holzmann  firması ile Deutsche Bank’ın bir yan kuruluşu olan Bağdat Demiryolu Şirketi, bu sefer zengin bir pamuk bölgesi olan Adana Ovası’nı sulama projesini hazırladı. Projeye göre, Adana Ovası’nda yaklaşık 500.000 hektarlık bir alan sulanabilecek ve elde edilen ürünle Alman tekstil sanayii ihtiyacının önemli bir kısmı karşılanabilecekti.

 

Ancak I. Dünya Harbi patlak verince proje gerçekleştirilemedi. Fakat Alman tekstil sanayii mensupları daha önce faaliyete geçerek 1905 yılında Dresden’de 8.200 Osmanlı Lirası sermaye ile kurdukları Deutsche Levantinische Baumwollgeselschaft M.B.H. vasıtasıyla Anadolu pamuğunu yağma işine koyuldular. Faaliyet bölgesi olarak Güney ve Batı Anadolu’yu seçen Şirket, Adana, İzmir, Halep, Mersin ve Tarsus’ta şubelerini açtı. Şirket her yıl üreticiye yeni ürün için avanslar dağıttı, çiftçiyi eğitmek amacıyla kurslar açtı ve pamuk cinsini ıslâha yönelik birtakım teşebbüslerde bulundu. Bununla da yetinmeyen Şirket, Osmaniye yakınlarında kiraladığı 1.000 hektarlık bir arazide kendi hesabına pamuk ziraati yaptırdı. Aynı Şirket tarafından, pamuk ihracatını hızlı bir şekilde yürütebilmek için 15.000 Osmanlı Lirası sermaye ile Anatolische Baumwoll –Dampfpresse Gesellschaft M. B. H.  kuruldu. Şirket, Adana’da modern makinelerle techiz edilmiş bir pamuk balyalama atölyesi açtı. Böylece pamuk, o zamana kadar elle doldurulan küçük balyalar halinde ihraç edilirken, şimdi makinelerle daha hızlı bir şekilde doldurulan ve sıkıştırılmış 200 kg’luk balyalar halinde ihraç edilmeye başlandı.

 

Bağdat Demiryolu imtiyazının Almanlara verilmesinden sonra Anadolu’nun yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalamak amacıyla teşkil edilen bu şirketler arasında Alman ticaretinin Anadolu’da yayılmasında en fazla etkili olanı, 1911’de Deutsche Levantinische Baumwollgesellschaft, Deutsche Bank  ve Baumwoll – Dampfpresse Gesellschaft  tarafından 27.500 Osmanlı Lirası sermaye ile kurulan Anatolische Industrie und Handelgesellschaft M.B.H.’dır. Şirket, İstanbul, Adana, Konya ve İzmir’de şubelerini açtı. Tanımını modern usullerle yapılması için Haheim, Berlin, Leipzig ve Ulm tarım âletleri fabrikalarıyla bağlantılar kurarak çiftçiye kredi ile pulluk ve makine temin etti. Bunların satış ve tamiri için muhtelif bölgelerde acenta ve tamir atölyeleri kurdu. Çiftçilerin bu âletleri kullanabilmesi ve modern tarım yapabilmesi için kurslar açtı ve Türkçe broşürler bastırdı.

 

Hiç şüphesiz Osmanlı İmparatorluğu’na yapılan bu yatırımların gerçek amacı, başta pamuk ve hububat olmak üzere Almanya’nın ihtiyacı olan tarım ürünlerini buradan temin ederek Almanya’yı, ABD başta olmak üzere öbür ülkelerden daha az bağımlı hale getirmekti. Ama burada hemen ilâvesi gerekir ki, yine bu yatırımlar sonucunda Anadolu’da tarım gelişmiş, ticaret hızlanmıştı(189) .

 

 

Alman sermayesinin faaliyet gösterdiği diğer alanlar arasında liman inşaatları, maden ve petrol işletmeciliği bulunmaktadır. 1890’ların sonundan itibaren Anadolu Demiryollarında artan trafiğe cevap verebilmek için mevcut limanların genişletilmeleri ve yenilerinin inşa edilmeleri gerekiyordu. Bu cümleden olarak Haydarpaşa’daki birikimi önlemek, gemilerin daha çabuk yüklenip boşaltılabilmelerini sağlamak amacıyla İzmit – Haydarpaşa hattı üzerinde Derince’de yeni tesislerin inşasına karar verildi. Başta 1.240 ton hacmindeki hububat deposu olmak üzere liman tesisleri Philipp Holzmann firması tarafından inşa edilerek 1897 Şubat’ında işletmeye açıldı.

 

Ancak Derince Limanı Haydarpaşa’daki trafiği fazla hafifletememişti. Ayrıca Haydarpaşa büyük gemilerin yanaşmasına müsait olmadığı gibi şiddetli rüzgârlar (özellikle lodos) liman trafiğini önemli ölçüde aksatmaktaydı. Liman genişletme ve işletme imtiyazı 1891 Nisan’ında Anadolu Demiryolları Şirketi’ne verildi. 1902’de tamamlanan liman 99 yıl süreyle işletilmek üzere Anadolu Demiryolları Şirketi tarafından 31 Mayıs 1903’te kurulan Haydarpaşa Liman Şirketi’ne bırakıldı.

 

Bağdat Demiryolu’nun 1910’lardan sonra malî güçlükler dolayısıyla Basra’ya kadar uzanma ihtimalinin azalması üzerine, Osmanlı hükûmeti 21 Mart 1911 tarihinde Bağdat Demiryolu Şirketi ile yaptığı bir anlaşmada demiryolu hattının Osmaniye üzerinden bir şube hattı ile İskenderun’a bağlanmasını kabul etti. Yine aynı tarihli bir ikinci anlaşma ile Haydarpaşa Liman Şirketi’ne İskenderun limanını inşa ve 99 yıl için işletme imtiyazı verildi. Liman 1 Kasım 1913’te tamamlanarak trafiğe açıldı.

 

Maden imtiyazına gelince, Almanya işlenmemiş Osmanlı madenlerini ithal eden ülkeler arasında ikinci sırayı aldığı halde, Osmanlı madenciliğine hatırı sayılır bir sermaye yatırmamıştır. Zira Osmanlı madenlerinin büyük bir kısmı Fransız ve kısmen de İngiliz sermayesinin denetimi altında bulunuyordu. Durumu değiştirmek için National Bank für Deutschland, Deutsche Orientbank, Deutsche Levante Line, Alman metal sanayi temsilcileri ve Prusya Krallık Jeolojik Akademisi temsilcileri, 11 Kasım 1906’da Mittelmeer – Bergwerks Studiengesellschaft’ı kurdular. Fakat Almanların gayretleri ağır basan Fransız ve İngiliz rekabeti karşısında başarılı olamadı.

 

Buna karşılık Deutsche Bank ‘ın önderliğindeki Alman sermayesi Mezopotamya petrollerini işletmek amacıyla giriştiği başarılı mücadele sonunda daha 1912 yılında %25’lik bir pay ele geçirmeye muvaffak olmuştur(190) . Duruma siyasî açıdan bakıldığında, Osmanlı ticaretinin “Üçlü İttifak Devletleri”ne doğru kayarak ilerde yapılacak ittifak için sağlam bir temel oluşturduğu görülür. Zira dünyada birçok askerî ittifakın iktisadî çıkarlar doğrultusunda kurulduğu hatırlanırsa, bunun önemi kendiliğinden anlaşılır(191) .

 

Amerikan İç Savaşı’ndan arta kalan silâhları elden çıkarabilmek için ABD bunları, Kırım Harbi’nden sonra yoğun bir silâhlanma faaliyetine giren Osmanlı İmparatorluğu’na ihraç etmeye başlamıştı. Amerika’nın Yakın-Doğu pazarlarına el atmasının diğer önemli bir sebebi de, daha önce bu bölgeye silâh satan Avrupa firmaların 1860’ların sonunda Avrupa’da patlak veren savaşlar dolayısıyla Avrupa ordularının ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olmalarıdır. 1869 yılının sonuna kadar Osmanlı İmparatorluğu’na 239.000 adet tüfek satılmıştır. Daha sonraki yıllarda Martini Henry, Winchester ve Snyder fabrikalarına da ısmarlanan silâhlarla iki ülke arasındaki silâh ticaretinin hacminde önemli artışlar olmuştur.

 

Amerikan İç Savaşı’ndan sonra Amerikan silâh sanayi için meydana gelen durum, Almanya’nın Danimarka, Avusturya-Macaristan ve Fransa ile yaptığı savaşlardan sonra Alman silâh fabrikatörleri için de söz konusu olmuştu. Zira savaşan tarafların ihtiyacını karşılayabilmek için yüksek kapasite ile çalışan Krupp, Mauser ve Loewe gibi büyük Alman fabrikalarında önemli silâh stokları kalmıştı. Hattâ bunlardan Krupp firması 1870’lerin ilk yıllarında iflâsın eşiğine kadar gelmişti. Bu durumda nazarlarını Yakın-Doğu’ya çeviren Alman silâh yapımcıları, ellerindeki silâhları düşük fiyatta başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere bu bölgeye sevketmeye başlamışlardı. Böylece başlayan Alman – Amerikan rekabeti, Osmanlı İmparatorluğu’nda artan Alman nüfuzuna paralel olarak gittikçe Almanya’nın lehine gelişmişti. Daha Temmuz 1873’te Boğazlar’ın tahkiminde kullanılmak üzere cephanesiyle birlikte bir milyon Osmanlı Lirası tutarında 500 Krupp topu sipariş edilmişti.

 

Krupp, adı geçen topları sadece Osmanlı İmparatorluğu’na sevk etmekle kalmayıp o sıralarda Bâbıâli ile ihtilâflı bulunan Rusya’ya da aynı toplardan satmıştı. Bu bakımdan 1877 / 1878 Osmanlı – Rus Harbi, aynı zamanda Krupp toplarının birbirlerine karşı verdikleri ilk büyük savaş olmuştu.

 

Osmanlı ordusundaki başarıları tartışma konusu olan Alman subayları, Bâbiâli’den aldıkları büyük silâh siparişleriyle ilk plânda kendi ülkelerine hizmet etmişlerdir. Bilhassa von der Goltz’un 1883’de İstanbul’a gelişiyle Alman silâh sanayii onun şahsında ateşli bir taraftar bulmuştur. İstanbul’a gelişinde Başkent ve Boğazların tahkiminde kullanılmak üzere 1885 yılında Krupp firmasına 500 kadar top sipariş edildi. Yine aynı yıl ordunun vuruş gücünü yükseltmek amacıyla çeşitli Alman firmalarından makineli tüfek, tabanca ve piyade tüfeği satın alındı. Donanmayı güçlendirmek için de Elbing’deki Schichau tersanesine torpitobotlar ısmarlardı(192) .

 

Alman askerî heyetinin geri çekilmesi fikrinin sık sık ileri sürülmesine rağmen, Alman subaylarından boşalacak yerlerin öbür ülkeler tarafından doldurulacağı ve böylece Osmanlı pazarlarının elden kaçırılacağı endişesi karşısında bu düşünce hiçbir zaman gerçekleştirilmemiştir. Zira Alman hükûmeti kendi subaylarının Osmanlı ordusundaki görevlerini sürdürmelerini silâh ticaretinin devamı bakımından lüzumlu görmüş, hattâ Osmanlı ordusundaki bazı mevkilerin Alman subaylarının elinde bulunması için büyük çaba sarf etmiştir. Nitekim Alman topçu subayı Ristow 1891’de ölünce, yerine yeni bir subayın gönderilmesi istenmişti. Bu konuda fikrine başvurulan von der Goltz, Fransızların Osmanlı ordusuna topçu subayı göndermek için büyük gayret sarf ettiklerini belirterek hemen bir topçu subayının tayin edilmesini tavsiye etmiştir. Goltz, ayrıca gönderilecek subayın Krupp başta olmak üzere Osmanlı ordusuna top sevk eden Alman firmalarıyla şahsen tanışmasının çok yararlı olacağını da ilâve etmiştir. Bunun üzerine derhal harekete geçen Alman Askerî Kabine’si, zengin bir aileye mensup olan Binbaşı Steffen’in hiçbir şart ileri sürmeden bu görevi kabule hazır olduğunu bildirmişti(193) .

 

Bu firmalar da subayların yaptıkları hizmetler karşısında zaman zaman minnettarlık duygularını açıklamaktan geri kalmamışlardı. Bu cümleden olarak 1893’te, Loewe silâh fabrikasının sahibi Ludwig Loewe, von der Gotz’un sağladığı önemli miktardaki silâh siparişleri için teşekkür etmiş ve onu yaptığı bu hizmete karşılık fabrikasına ortak etmek istemişti.

 

Krupp tarafından 07.09.1908 tarihinde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Schön’e gönderilen bir yazıda da, yedi yıl Osmanlı ordusunda hizmet etmiş ve beş yıldan beri de Krupp firmasında memur olarak çalışan emekli topçu subayı Hansschild’in tekrar Alman askerî kadrosunda Osmanlı hizmetine alınmasını istenerek, adı geçen topçu subayının şahsında Krupp’un kuvvetli bir taraftar bulacağı ve silâhlanma alanında vereceği bilgilerden de Osmanlı İmparatorluğu’na yapılanabilecek silâh sevkiyatında faydalanılacağı bildirilmişti.

 

Buradan da anlaşılacağı üzere gerek Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Alman askerî heyeti, gerekse Alman Dışişleri Bakanlığı Alman silâh sanayiinin başlıca destekçileri arasında bulunmaktaydılar. Hiç şüphesiz bu destekten arasında en büyük payı, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in de hissedar olduğu Krupp firması olmuştur. Krupp firması bu destek sayesinde Vickers – Armstrong, Schneider – Creusot ve Erhard gibi yabancı ve yerli silâh yapımcılarına karşı yürüttüğü zorlu mücadeleyi kazanarak Osmanlı İmparatorluğu’nda bir tekel durumu elde etmeye muvaffak olmuştu.

 

Bu durumun yaratılmasında bazı Osmanlı devlet adamlarının da önemli ölçüde katkıda bulunduklarına burada işaret etmek gerekir. Nitekim Osmanlı ordusu için Krupp fabrikasından ısmarlanan toplar münasebetiyle İstanbul’daki ABD elçisi tarafından 17.07.1903 tarihinde kaleme alınan bir raporda, Krupp toplarının Ehrhard veya başka top modellerinden üstün olmadığı belirtilerek, bu topların tercih edilmelerinin sebebi, Krupp’un bazı Osmanlı devlet adamları üzerindeki etkisine bağlanmaktadır. Elçiye göre, Krupp’un bu etkinliği bazen miktarı büyük satışların % 10’una ulaşan rüşvetten ileri gelmekteydi(194) (Resim 39).

 

.

.     .

 

Balkan Harbi, bütün gayretlere rağmen 1977 / 1878 Osmanlı – Rus harbinden bu tarafa orduda fazla bir şeyin değişmemiş olduğunu ortaya koymuştu. Nitekim Alman Askerî Heyeti’ne mensup Yüzbaşı Endres, 1913’te kaleme aldığı 1912 – 1913 Balkan Harbi’ne katılışım hakkında rapor başlıklı yazısında, Alman reform çalışmalarının tam bir fiyasko ile neticelendiğini ve Almanların Osmanlı ordusundaki itibarlarını kaybettiklerini ileri sürüyordu.

 

Ayrıca, kriz bölgesine silâh sevk eden çevrelerde, Balkan Harbi’nin sonucu, karşı orduların kullandıkları Fransız Schneider – Creusot toplarının Osmanlılardaki Krupp toplarına üstünlüğü şeklinde ifadesini bulmuştu. Bu bakımdan Almanların suçsuzluklarını ispat etmeleri ve sarsılan itibarlarını tekrar kazanmaları gerekiyordu. İşte bu gayeye hizmet etmek üzere von der Goltz, 1913’te Berlin’de yayınlanan Genç Türkiye’nin çöküşü ve tekrar kalkınma imkânları adlı yazısında, Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu durumu ve Alman subaylarının Osmanlı ordusundaki çalışma şartlarını inceleyerek harbin neticesinden Türkleri sorumlu tutmaya çalıştı. Alman subaylarının geri çekilmesi meselesine de değinen von der Goltz, böyle bir hareketin Almanların başarısızlığının ispatı olarak yorumlanabileceğini ima etti.

 

Von der Goltz’un görüşlerini benimsedikleri anlaşılan Alman subayları, düşüncelerini tekrar Osmanlı ordusunda yeni bir reform hareketine girişilmesi üzerinde topladılar. Hattâ bu konuda Osmanlı ordusunda görevli Binbaşı Lossow, Mayıs 1913’te Osmanlı ordusundaki reformlar hakkında düşünceler başlıklı ayrıntılı bir rapor kaleme almıştı(195) .

 

Osmanlı ordusunda ise, Almanlara tanınan ayrıcalıklar ve Alman subaylarının Osmanlı meslektaşlarını küçük görme alışkanlığı nedeniyle onlara karşı öteden beri mevcut olan antipati, Alman hükûmetinin 1914 Osmanlı – İtalyan harbindeki tutumu ile daha belirgin hale gelmişti. Ne var ki gerek genç Osmanlı subayları arasındaki Alman hayranlığı, gerekse orduda yerleşmiş olan Alman sisteminin değiştirilmesinden çıkacak maddî güçlükler, Liman von Sanders başkanlığındaki yeni bir askerî heyetine yol açmıştı. Böylece Balkan savaşlarında dağılmış olan ordunun yeniden kurulması, kaybedilen harp malzemesinin yerine konması, eskiyenlerin değiştirilmesi, İstanbul ve Boğazlar’ın tahkimi, Alman silâh sanayiine yeniden büyük siparişler getirecekti. Nitekim daha 1912 yılında Mauser fabrikasından 11.000 adet tüfek, Schönebeck’teki Ellendorf fabrikasından 50 milyon adet tabanca mermisi, 11.000 kg tahrip kapsülü ve Tübingen’deki bir kundura fabrikasına 400.000 çift askerî kundura sipariş edildi. Ve müteakip yılda daha nice siparişler…

 

Bu milyonluk siparişlerle Alman silâh sanayii artık Osmanlı silâh ticaretinde mutlak bir üstünlük sağlamış oluyordu. Öbür yandan, başlangıçta eğitimci olarak çağırılan Alman subayları, kısa zamanda Alman sistemiyle eğitilmiş ve Alman silâhlarıyla techiz edilmiş bir ordu vücuda getirilerek, ülkelerine belki de kolay kolay bulamayacakları kıymetli bir müttefik kazandırmışlardı.

 

(Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili belgeleri incelemek üzere Dr. Rifat Önsoy’un 31/08/1917 tarihinde Krupp’a yaptığı müracaat, polemik konusu yapılacağı iddiasıyla adı geçen firmanın 12/09/1917 tarihli yazısıyla reddedilmiştir)(196) .

 

Dr. Önsoy, “Alman subaylarının Osmanlı meslektaşlarını küçük görme alışkanlığı”nı açık seçik belirtiyor. Biz, bu ırkî mağrur olma “illeti” ve küstahlığa kadar varan davranışlara dair birçok örneği “Alman gerçeği” kitabımızda vermiştik.

 

Aslında bu Alman “huy”u, daha hayli öncelerden beri belli oluyordu. Buna bir örnek olarak dört Devlet başkanı, ezcümle Abdulhamid, Reşat, Vahdettin ve Atatürk’ün dişçiliğini yapmış olan Sami (Günsberg)’in bir Alman davranışına karşı isyan etmiş haliyle Saray’a (ârızanın hitab ve imza üslûbundan, Abdülhamid dönemine ait olduğu anlaşılan) tarihsiz yazısı gösterilebilir. Bir arşiv belgesi olan ârîza, daha o tarihlerde Osmanlı ülkesinde faaliyette bulunan Alman kurumlarının zihniyeti hakkında fikir veriyor. Okuyoruz onu :

 

“Atâbey-i gerdun mertebe-i taçdar-ı âzama’ya”

“Burgerşule namında bulunan Alman mektebi muallimlerinden olup Bahriye Mûzikî-i Hümayûn başmuallimi Mösyö Lanke’nin damadı Mösyö Proler’in taht-ı idaresinde bulunan Ekskürsiyon namiyle muayyen cemiyetin azalarına tevzi edilen mülfef(ekli) ilânnâme üzerine işbu Çarşamba gecesi Beyoğlu’nda Tötonya salonunda bir konferans verilen ve ilânnamede istedikleri adamları beraberlerinde getirmeye âzaların mezun bulunduğu derc edilmiş olduğundan bir çok ahali işbu konferansta içtima eyleyen ve Mösyö Proler kıyam ile cemiyete hitaben “Efendiler Türkiye’de Almanyalılığından beri günahın ne suretle kürek cezasına mahkûm edilip ve ne veçhile tahlisi giryan edildiğini size arz edeceğim” yolunda başlayarak mahkûm adliye ve hükûmet-i seniyeler aleyhinde o kadar şedid sözler sarf edilmiş, der ki samiin cür’etten cürete düşmüşler iken muaharen ikinci direktör bilhassa ayağa kalkıp “Türkiye’de nakl-i mekân meselesinden bahis açarak  Şehrenet-i celilesi ve hamal esnafı ve ahali aleyhinde ol derece tecavüzat-ı lisanîde bulunmuş ki bunu hiçbir vicdan kabul etmez diyerek ihbar eden zat beyan etmektedir…”. “Ahali bilir misiniz bulunduğunuz memleket nasıldır. Size tarif edeyim. Bakınız burada bir çöpçü nasıl paşa oluyor ve birçok bîçareler Boğaziçi’nde denize atılıp telef ediliyor” gibi birçok türrehattan (saçma sapan) ibaret sözler sarf ederek hazirunu istiğrabdan (garip bulma) istigraba düşürmüş ve ahaliyi heyecan-ı azîm içinde bırakmıştır. Payitaht-ı saltanat-ı seniyelerinde ûlvî bir maksad tahtında teşekkül eden bu gibi cemiyetlerde bu yolda sözler sarfedilmesi ika-i fesad esasına müstenid olup böyle konferanslarda memurin-i hükûmetten birinin bulunması elzem iken bulundurulmamış olduğu mevsuken istihbar olunduğuna ve gerçi böyle bir ihbaratta bulunmak vazife-i mahluânem haricinde ise de kulları gibi nân ve nimetiyle perverde olmuş bir Padişah-ı azimüş-şan ve hükûmet-i seniyeleri aleyhinde sarf olunan sözleri işitip de ihtiyar-ı sükût etmek vicdan-ı halisaneme mugayır bulunduğuna mebni hasbel ubûdiye arz-ı keyfiyete mücaseret eyledim ferman.

Diş Tabibi

Sami kulları”

 

(182) Cümle tarafımızdan belirtildi.

(183) Rıfat Önsoy . – Türk – Alman iktisadî münasebetleri (1871 – 1914), İst. 1982, S. 9 – 17 .

(184) ibd . , S. 18.

(185) ibd . , S. 19 – 37 .

(186) Biz, “Alman gerçeği ve Türkler” adlı çalışmamızda II. Wilhelm’in işbu Yakın Doğu ve İstanbul seyahatları hakkında ayrıntılı bilgi vermiştik. Bülow’un anılarında ise İstanbul’a gelişine dair herhangi bir fasıla rastlanmıyor.

(187) Rifat Özsoy . – op. cit. , S. 42 – 46 .- 

(188) ibd . , S. 50 .

(189) ibd  . ,  S. 52 – 56 .

(190) ibd . , S. 57 – 59 .

(191) ibd . , S. 83 .

(192) ibd . , S. 95 – 98 .

(193) ibd . , S. 99 .

(194) ibd . , S. 100 – 101 .

(195)  Bu von Lossow’dan “Alman gerçeği” kitabımızda çok söz etmiştik. Bkz. İndex.

(196) Rıfat Önsoy . – op. cit. S. 102 – 105  ve  Infra  52 .