Turistik Gericilik

Kültür Eserleri > Düşündüklerim Yazdıklarım > Turistik Gericilik

Turistik Gericilik

08 Nisan 1985

 

Her yazımı Cumhuriyet almazdı. Bunlardan biri de, aşağıdaki “Turistik gericilik” oldu. “Ağa – çerçi” lâfı, beylerimizin hiç de hoşuna gitmiyordu ve mezkûr gazete de, beylerimizin keyfini kaçırmamaya özen gösteriyordu.

 

Mevlânâ, ünlü dörtlüsünde “Gel, gel, ne türden adam olursan ol, gel; burası umutsuzların dergâhı değildir” diyordu. Kaç yüzyıl sonra müritleri aynı tempoyu tutarak “gel, gel, ister Japon, Amerikalı, ister Alman ol, ister sömürgeci, istersen emperyalist ol, gel; Üste ne istiyorsan verelim, elverir ki sen gel! Burası sermayenin umutsuzluk ülkesi değildir, para kazanılır burada, gel!” diye dört yana bakarak yeri göğü tırmalıyor. Ülkenin yüksek insan ve hammadde potansiyelini kullanıp ulusal kalkınmayı sağlaması bahis konusu olmayacak toprak ağası – aşiret reisi – çerçi ittifakının çağrısı, bir gerçek aczin itirafıdır bu.

 

Ancak benzerlik bununla bitmiyor, tersine başlıyor.

 

Mevlânâ dergâhını Konya’da, sultan sarayının hemen yanı başına kurmuştu ve “düşünürlüğü”nü, o günlerin deyimiyle “agnia-i şakirîn”, yani şükreden varlıklılar emrine vermişti, Türkçe değil, Farsça olarak, halkın anlamayacağı bir dilde. Halktan tamamen kopuk olup “gerçek erdemin halka sürünmemek” olduğu felsefesini gütmüştü. Bunun dışında da Anadolu’da Moğol egemenliğinin Tanrı’nın bir takdiri, bu nedenle de meşru ve itaat edilmesi gereken bir egemenlik olduğu görüşünü halefleri de aynen sürdürmüşlerdi: Sultan Veled, istilâcı Moğol valisine “Begimiz bizi unutma” nakaratlı kaside düzerken “Türk” adı ile andığı Karamanlılar aleyhine veryansın ediyordu. İnsanın aklına ister istemez Mütareke yıllarının Vahdeddin’i ile “İngiliz muhipleri Cemiyeti’nden işgal kuvvetleri komutanı General Harrington’a gönderilen öpücükler geliyor.

 

Bugün yine Mevlânâ halktan tümden kopuk, hattâ onun bir antitezi durumunda olan toprak ağası — aşiret reisi — çerçi üçlüsünün baş tacı olup Konya’da kıyamet koparmak için hiçbir “turistik” fırsat kaçınılmamaktadır.

 

Mevlânâ’nın çağdaşı olup onun gibi Doğu’dan gelen bir başka düşünür de Kırşehri’nin bir köyüne, bugünün Hacıbektaş’ına, saraylardan, zengin köşklerinden uzak, ama halkın sıcak sinesinin içine yerleşmiş, yine o çağların deyimiyle “fukara-i sabirîn”in velisi olmuştu, Türkçe konuşan velisi. Onu iktidarın tutmayacağı doğaldı, tıpkı bugün olduğu gibi: Konya’da icra edilen uzun süreli, Bakanlı Müsteşarlı, radyolu TV’lu şölenlere karşın ayıp olmasın diye ancak sönük bir Hacı Bektaş haftası ile geçiştiriliyor, bu halk düşünürünün anısı.

 

Atatürk 1925 yılında tekke ve zaviyeleri kapatırken, Nakşibendî, Mevlevî ayırımı yapmamıştı. Kabul edilen ve hâlâ yürürlükte olan 677 sayılı yasa aynen şöyledir:

 

“Madde 1.- Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhlerin kullanımı altında bulunan gerek başka şekillerle kurulmuş bulunan tekke ve zaviyelerin tamamı… kapatılmıştır. Kapatılmış olan tekke ve zaviyeleri veya türbeleri açanlar veyahut bunları yeniden meydana getirenler veya aynı tarikat çalışmalarına ilişkin olarak geçici bile olsa yer verenler ve yukarıdaki unvanları taşıyanlar veya bunlara ait görevleri yerine getirenler ve kıyafete bürünenler üç aydan eksik olmamak üzere hapis… cezası ile cezalandırırlar”.

 

Özellikle 1950’lerden itibaren estirilmekte olan ve kompresörü dış kaynaklardan sağlanan Ortaçağ rüzgârı, sürüklediği nice bilim dışı davranışlar arasında “turistik gericilik’i de, bu Mevlânâ ayinleri şeklinde ortaya döküyor. Yani turist celp etmek bahanesiyle Atatürk ilkeleri açıkça çiğneniyor, yasalara karşı geliniyor.

 

Bu “turistik” mantık bizi nerelere götürmez ki?:

 

Turist için ilginç olabilecek olan sadece Mevlevi ayinleri midir? Babası tutmuş bir Rifaî dervişinin seyri, hele onun çıplak ayakla ateşler üstünde hiçbir yerini yakmadan, en ufak bir yanık izi kalmadan gezinmesi turistin aklını başından almaz mı? Bunların yanı sıra bir Kadiri, bir Nakşibendî şeyhinin turiste gösterecek hiç mi marifeti yoktur? Vardır elbette. O halde neden bu tekkeler kapalı duruyor?…

 

Eğer para kazanma keyfiyeti her türlü yasanın üstünde yer alıp değer yargılarını hiçe sayacaksa Sayın Sabancı’nın “Sümbül’hane”lerini, vergi rekoru kıran kumarhaneleri çoğaltmak için ne bekler, liberal ve aynı zamanda muhafazakâr ve milliyetçi toprak ağası – aşiret reisi – çerçi koalisyonu iktidarı?

 

Bari bu yollarla kazanılan para da bin türlü lüks tüketim malının ithaline sarf edilmeyip ciddi bir üretim yatırımına kullanılsa!

 

Hemen söyleyelim ki esasında ciddi sanayileşme ilkesini benimsemiş bir sistem ancak Batı burjuvası gibi lâik ve materyalist olur, Kopernik, Galile, Newton, Laplace’dan sonra güneşi dünya etrafında döndürmeye kalkışmaz. İnatla bilime ters düşme ancak ciddi sanayileşmeyi önlemeye çalışmak şeklinde yorumlanabilir ki bu, birçok dış odağın esasında arzulayıp desteklediği tutumdur; yukarda sözü edilen “kompresör”lerden daha çok hibe gelir, bu odaklardan. Bunların estirecekleri çağdışı rüzgâr, Tanrı’nın takdiri olarak 677 sayılı yasayı durmadan yalayıp geçeceğe benziyor, daha uzun süre.

 

Israrlı “Gel, gel!” davetinin art niyeti de, dış odakların, getirecekleri parayla birlikte sözü geçen koalisyonun yaşatmaya çalıştığı sosyal yapıyı da koruma altına alacakları umudu olmalıdır. Toplumsal evrimi önlemenin yolu biyolojik evrimi reddetmekten geçer.

 

Bundan önceki yazıda turizmle kültürün yakınlığı, herhangi bir görsel performansın gerçek tarihsel derinliği belirtilmeden o performanstan turist beyninde hiçbir kalıcı etki yapılamayacağı vurgulanmaya çalışılmıştı.

 

Bugün icra edilen Mevlevi gösterilerinde ise işin sadece dinsel yönü ortaya konmaktadır. Oysaki işin aslı çok daha derinlere dalmakta olup bunu belirtmeye kimse yanaşmamaktadır, oyunlarının bozulması korkusuyla.

 

Kendi içinde evrimleşemeyen siyasal bünye, kökten yapısal dönüşümlere uğramayarak kendi içinde çeşitlenir. Böyle de olmuştur, son yirmi yılda Türkiye’mizde: önce koordinatları ve yönü tümden belirsiz bir eksenin sağında ve solunda yer almıştır, bu toprak ağası – aşiret reisi – çerçi ittifaklarının oluşturdukları siyasi partiler; sonra bunlar da kendi aralarında bir takım bölümlere gitmişlerdir. Sağ ve sol takımların kendi içlerinde gizli ya da açık çekişme olsa bile bunların tümü son tahlilde aynı bir yumurtanın bölümlerinden başka bir şey değillerdir, o proteinsiz, kalorisiz garip yumurtanın.

Biraz olsun gülmek için sözü Sümbülzade Vehbi’nin bir beytiyle bitirelim:

 

“Kim bu denlû siklet-i tâç ü kaba ile[1]

Uçmak ümmid etmez idi ebleh olmasa”…

 

[1]              Tâc, dervişlerin yüksek külahı, kabâ da, cübbe kaftanıdır.