Turan Ve İslam Birliği Ülküsü

Kültür Eserleri > Düşündüklerim Yazdıklarım > Turan Ve İslam Birliği Ülküsü

Turan Ve İslam Birliği Ülküsü

Cumhuriyet, 22 Şubat 1979

 

Gerek 1982’de çıkmış “Yüzyıllar boyu Alman gerçeği ve Türkler” gerekse 2000 yılında yayınlanmış “Tarihi ve Toplumsal anılar” adlı kitaplarımda, ülkemizde tanığı olduğum pantürkist hareketlerini anlatmıştım. Üç gün arka arkaya tefrika edilmiş aşağıdaki “Turan ve İslâm Birliği Ülküsü” makalelerimde, mezkûr kitaplarımda bulunmayan ayrıntılar okunacaktır.

 

Çıkan yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu, kaçınılmaz olduğuna inanılan çöküntünün telaşı içinde çırpınırken Rusya’daki Türk politik liderlerinin beyninde Turancılık (Panturanizm) tamamen gelişmiş ve açık ifadesini bulmuş durumdaydı. Bu arada, bazı yabancıların da telkinleri yok değildi: Danışman olarak Osmanlı ordusunda bulunan ünlü von Moltke XIX. yy.ın başlarında, idarecilere dikkatlerini Avrupa’dan, içinde milyonlarca Türk unsurunun yabancı tahakkümü altında bulunduğu Asya’ya çevirmelerini ve bunları büyük bir imparatorluk içinde birleştirmelerini, öğütlüyordu. Başkenti İstanbul’dan Konya’ya, hatta daha da içerlere taşımayı bile önermişti. Böylece çok daha elverişli Anadolu toprağında Osmanlı devleti tazeleşebilirdi. Aynı öneri, Türkoloji’nin yapıcılarından biri ve aşağıda adlarını sayacağımız Turancıların büyük dostu ve sonradan “Pantürkizm’in babası” unvanını almış Vambéry’den geliyor (1865). Konunun ayrıntılarına girmeden önce bazı temel kavramlara kısaca açıklık getireceğiz.

 

BATI VE DOĞU TÜRKLERİ

 

Türk dil grubundan birini konuşan halklar Batı Türkleri ve Doğu Türkleri olmak üzere ikiye ayrılır. Birinciler, çoğunluğu Osmanlı İmparatorluğuna dâhil olmak üzere İran ve Afganistan’a kadar uzanan öğeler olup diğerleri Moğolistan ve Çin’e kadar yayılmış Orta Asya ve Türkistan halklarıdır. Bunların dışında Kırım, Kafkaslar, Volga boyları, özellikle Kazan ve Astarhan civarındakiler vardır. Bu ayrım, aslında “Türk”ün tanımlanmasını gerektirir: “Türk”, tarihte orta Eurasia’nın uçsuz bucaksız alanlarında dağılmış olarak yaşayan kabilelerin, birbirlerine müşterek dilleriyle bağlı milletlerin birlik simgesidir.

 

Bu dil hangisidir?

 

Prof. Beresin ile Mirza Kasım Bey bunu üçe ayırmışlar:

 

Çağatay, Tatar, Türk.

 

İlk ikisinin kendi aralarında hayli benzerlik göstermelerine karşılık üçüncüsünden nispeten uzakta bulunurlar. Batı Türklerince kullanılalı Türk dili ise şu lehçelerden oluşur: Derbend, Azerbaycan, Kırım, Osmanlı lehçesi namı altında toplanan Anadolu – Rumeli Türkçesi. Çağatayca en eskisi gibi görünüp lehçeleri Uygur, Kuman, Çağatay, Özbek, Kazan lehçelerine ayrılır. Tatar lehçeleri ise Kırgız; Başkır, Nogay, Kuman, Karaçay, Karakalpak, Meşheret, Sibirya olarak kollar arz eder. “Orta Asya” terimi ile de Himalaya’lar, Altay’lar, Hazer Denizi ve Khingan silsileleri arasındaki alan anlaşılır. Hüseyin Kâzım Kadri Bey’in “Büyük Türk Lûgatı” da bu ayrıma az çok uymaktadır.

 

Bundan görüldüğü gibi sadece Türkiye Türkçesini bilerek Manastır’dan Vladivostok’a gitmek bazı güçlükler gösterirse de herhalde sadece İngilizce bilerek Lizbon’dan Sofya’ya gitmek çok daha kolaydır.

 

ŞEHNAMEDE

 

Turan ülkesi neresidir?

 

İran milli destanı Şehname’de Türklerden sık sık söz edilmekte, burada “Turan” sözcüğü çok geçmektedir. Bu sözcük İran’ın Kuzeybatı’sında bulunan “Türk Yurdu”nu, yani Türkistan’ı ifade ediyor. 967’de yazar Harzemî “Merz-i Turan”ı “Türlerin sınırı” diye izah ediliyor; metinden, Turan sözcüğünün, zamanında, eski bir sözcük olduğu da anlaşılıyor. “Turan” sözcüğü Grek eserlerinde geçmeyecek kadar Asya’ya aittir. Bunun Avesta’da “Tura” şeklinde görünmesi, kökeninin çok eskiye dayandığına delalet eder. Ayrıntılarına girmediğimiz bu “Turan” terimi, tıpkı “aryen” terimi gibi, bir linguistik tabir olup Ural – Altay dil grubuna denktir. Her ikisi de bir ırk grubunu ifade etmez. Bütün bunlara karşın “Turanlı” deyimi, bir başka belirsiz ifade olan “Tatar” gibi, yazılarda o derece kökleşmiştir ki, genellikle Orta Asya budunlarından bunları ayırmak güçtür.

 

Bu bölgeler büyük çoğunlukla Sünni – Hanefi İslâm akidesine bağlı olmakla birlikte tarikat ve evliya çokluğu ile belirgindir. Bunda da eski Budhizm ve animistik (ruhlara ve sair görünmez kuvvetlere tapan) dinlerin etki ve devamını görmek mümkündür. Türkistan’ın Doğu kısmı halkları, özellikle Kırgızlarla Uygurların çeşitli savları, Sartlar, Özbekler ve Tacık’lerin aksine, hiçbir zaman İslam’a büyük bağlılık göstermemişlerdir. Keza Kuzeydoğu’nun gezgincileri de İslam’dan çok az etkilenmişlerdir. İşin dikkate değer bir tarafı da Doğu Türklerinin bazılarının en koyularından olan Kaizak’larla Kırgızların İslam’a çok geç, Rus istilasından sonra, hatta Rus bürokrasisinin yardımıyla 18 ve 19 yüzyıllarda gelmiş olmalarıdır. Bunlar hâlâ geleneksel kanunları olan zang’a bağlı olup İslam şeriatına fazlaca önem vermemektedirler. Genel olarak Turan Eli Türkleri, İslami damga ile belirlenemez.

 

Turan Eli halklarını böylece çok özet olarak tanımlayıp Anadolu Türklerinin de büyük bir karışımın ürünü olduklarını ekledikten sonra konunun politik yanına yönelelim. Onu, biri Türk ulusları, öteki de Batı emperyalizmi açısından olmak üzere iki açıdan ele alacağız.

 

Gerçekten Birinci Dünya Savaşı sıralarının pantürkist ya da panturanist hareketi, çeşitli Türk dillerinin konuşulduğu bütün ülkeleri doğruca Osmanlı Türklerinin, dolaylı olarak da Almanların idaresi altına alma amacını güder. Her ne kadar esas amaç muhtemelen stratejik ve ekonomik ise de (Türkistan’ın pamuğu, Altay’ların altını, genellikle Orta Asya’nın büyük yer altı zenginlikleri…) bu, Trakya ile Moğolistan arasında ırksal ve ulusal birliğin kurulması ülküsü ile maskelenmiştir. Nasıl olmasın ki Osmanlı idareci sınıfı kendi öz milletinden bile kopuk bir zümre teşkil ederken nerede kaldı öbür uçtaki Kırgız’a himmet eyleye!…

 

Pantürkist hareket, Osmanlı sınırlarının ötesinde, Tatarlar, Kırgızlar ve Başkırlar gibi Rusya’nın “Müslüman” uluslarının arasında doğmuştu. Bu hareketin iki önemli kurumu, Türk Yurdu dergisi ile Türk Ocağı ilk önce Ufa ve Kazan’da kuruldu, sonradan kurucuları ile birlikte evvela İstanbul, sonra da Ankara’ya göç etti. Volga, Boğaziçi’nden önce, 19. yüzyıl milliyetçiliğinin feryadını aksettiriyordu. Bu da doğaldı; Volga, yabancı boyunduruk altında iken Boğaziçi sadece politik bağımsızlığa sahip olmakla kalmayıp başka milletleri de inkıyat altında tutuyordu. Milli duygular tabi uluslarda daima erken uyanır.

 

Tatar’ların ulusal uyanışı XIX. yüzyılın ikinci yarısında, zengin bir Tatar tüccar sınıfı ile Rusya ve Avrupa üniversitelerinde okumuş bir entelektüel zümrenin meydana çıkışıyla başladı. Bu arada Büyük Ağabey Osmanlı, Kırım harbi galipleri arasındaydı.

 

Hareketin önderi ünlü gazeteci ve eğitimci İsmail Gasprinski (Gasparalı) idi. Bahçesaray (Kırım) da çıkarttığı Tercüman (1879), Kafkas Türk ve Müslümanlarının uyanışının müjdecisi olmuştu. Kronolojik olarak daha önce Bakû’da güngörmüş fakat ömrü kısa süreli olmuş Ekinci ile de Mirza Ali Akhont aym paralelde yürümüştü. Milli hareketin bu iki öncüsü evvelâ Ruslaşma tehlikesi ile mücadele ettiler. Öbür taraftan da dinsel ve kültürel reformu aşılayıp eğitimi halk saflarına yaymayı amaçladılar. Ruslar da tutucu tabakayı bunların aleyhine kışkırttı. İki önder “kâfir” damgasını yedi. Mektepli-medreseli mücadelesi hayli sert geçti. Çarlığın ikinci uygulaması da bir “hareketsiz İslam”ı tanıyıp Müslüman halkların iç yaşamlarında herhangi bir şiddetle karşı değişikliğe koyma politikası oldu. Bunun için de yine Müslüman gericiler, mollalar kullanıldı. İlerici öğeler cami ve medreselere “zararlı fikirler” sokmakla suçlandı, reformculardan Bobinski kardeşlerle Ahmet Tahtabayef hapsedildi. İnsan bunları okuyunca sanki bugünkü gazetelere bakmış gibi oluyor…

 

Radloff, A. von Le Coq. de Guignes, Vambéry gibi Avrupalı ve Rus Doğubilimcilerin geliştirdikleri Türkoloji bilimi Turanî kavimlerin ırksal köken ve akrabalıklarını, bunların dil ve lehçelerinin tarihi ile geçmişteki parlak uygarlıklarını öğretmişti. Tatar okumuş sınıfı “Rusya’nın mazlum Türk akraba kavimlerinin birleşmesi” ve bunların şanlı geçmişlerinin ihyası hayalini beslemeye başlamışlardı. Osmanlı İmparatorluğuna doğal önderleri olarak bakıyorlardı. Tatar yazarların çoğu Panturanizm’e kesinlikle inanmıştı.

 

İDİL EDEBİYATI

 

“İdil edebiyatı” olarak bilinen yeni devir Tatar yazını, işte bu Panturanizm’in gerçek sürükleyicisi olarak 1895’lerde yerleşmişti ve ilahiyattan vatanperverane dramaya, tarih ve felsefeden şiir ve hikâyeye kadar her türlü yazın meyvelerini veriyordu. Milli edebiyatın en önde temsilcileri Ayaz İshaki (düz yazı) ve Aptullah Tughav (şiir) idiler. Sâbir de Azerbaycan’da Hophopname içinde topladığı manzum hicivleri ile çıkardığı Molla Nasreddin adlı renkli resimli siyasi mizah gazetesinde geriliğe ok yağdırmaktaydı. İdil Edebiyatı, Tatar entelektüellerinin en büyük isimlerini içinde toplayan bir politik hareketi doğurdu: Ziyaeddin Kemali, Halimcan Uruyof, Kadri Ishi, Musa Beykof, Aineddin Ahmarof, Fatih Kerimof, Sabri Ayvazof, Hadi Maksudaf, Ahmet Ormanief, Şakir ve Zakir Raliyef biraderler ve… Yusuf Akçura.

 

Kafkaslar’da ulusal ve ırksal uyanışın merkezi Bakû olmuştu. Ekinci ile defa 1881’de çıkan Kaspil burada Panislamizm’in davuluna vuruyordu. Öndeki adlar arasında en belirginleri Zeynelabidin Tafhief, Hüseyin Zade Ali, Ağaoğlu Ahmet ve Ali Merdan Topçubaşıyef sayılır.

 

Bütün bu hareketlerden görüldüğü gibi Rusya’daki Türk unsurundan en müteşebbis, en kendine güvenir olanı Tatarlarla Kafkaslılar (Azerbaycanlılar) olmaktadır. Hazer’in ötesindekiler, ezcümle Özbekler, Kırgızlar, Türkmen’ler v.s., kültür konusunda Kazan ve Bakû merkezlerinin etkisindeydiler. Buna karşılık Orta Asya Türk kavimlerinin eski kültürel ve dinsel merkezi olan Buhara daha tutucuydu. Ama berikiler yavaş yavaş bunlara politik amaçlarını aşılamayı başardılar.

 

RUS İHTİIALİNİN ARİFESİNDE

 

1905’in ilk aylarında, birinci Rus ihtilâlinin arifesinde, Rusya’nın Türk unsuru büyük bir “Müslüman” kongresi gereğini duymuştu. Kırım, Kafkaslar, Ufa, Kazan, Orenburg, Simbirsk ve Sibirya Türkleri ilk olarak toplanıp müşterek sorunlarını görüşeceklerdi. Toplantı özgürlüğü olmadığından Novgorot Nizhni fuarında birleşme kararı verildi (Ağustos 1905) ve bir Volga teknesi üzerinde mollası, beyi, tüccarı, entelektüeli, tarihe “Su üstünde kongre” diye geçecek toplantıyı gerçekleştirdiler. Bu ilk Pantürkist kongrenin bir numaralı kararı “bazı politik, ekonomik ve sosyal reformların gerçekleştirilmesi için Rusya’nın bütün Müslüman tebaasının birleşmesi” idi. 1905 ihtilâli bu “Müslüman” tebaa da millî şuurun uyanmasını büyük ölçüde hızlandırdı.

 

İkinci Petersburg kongresini polis dağıttı (27 Ocak 1906). Biraz sonra bir üçüncüsü Novgorot Nizhni civarında, Makaria’da toplandı. Sekiz yüz delegenin katıldığı bu toplantıya Bakû’den Ali Merdan başkanlık etti. Önlerinde çok önemli bir sorun vardı: Rus hükümeti okullarda Rusçanın okutulma zorunluluğunu kaldırmıştı. Buna karşı hangi milli dil okutulacaktı? Tatar, Kırgız ya da Türk Ordu lehçelerinden hangisi esası teşkil edecekti? Rusya’daki Müslüman okullarında programlar hangi modele göre uygulanacaktı? Bu büyük önem taşıyan Makaria kongre, sözde kültürel- eğitimsel, aslında kesin ve uzun vadeli bir politik anlamı olan bir karara vardı: İlkokullar için yerel “lehçeleri” kullanmak, ancak bütün yüksek eğitim için Osmanlı Türkçesi ile Osmanlı eğitim sisteminin kabulü…

 

Ruslar baskıyı artırdıkça Pantürkist hareketin önderleri umutlarını Büyük Birader’de topladılar. Büyük Birader de bu arada, bir Rönesans devrine girmişti: 1908 Meşrutiyeti ilân edilmişti. Hareketin en eski ve kabiliyetli liderleri olan Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Ali Hüseyinzade ve İsmail Gasparalı, birer birer İstanbul’a taşındılar.

 

Ama bunlar olana kadar da Türkiye’de herhangi bir Turancı düşünce yoktu: Vambéry 1856’da, Orta Asya’dan ilk bilimsel gezisinden dönüşünde İstanbul’a uğradığında, Boğaziçi’ndeki yalısında “İstanbul efendisi”ni Turanî kavimlerle akrabalığı olduğundan habersiz görmekle çarpılmıştı. Tersine, bu “efendi”ler için “Türk”, kabalık ve cehalet demekti… Bu devirlerde Osmanlı gençliği toprakların korunmasında duyarlılık gösteren bir vatanseverlik içindeydi; Gülhane Hatt-ı Humayunu da bir Osmanlı “milliyetçiliği”nin doğuşuna yol açmıştı. O zamana kadar Türklük ve ırk kavramları “ümmet-i Muhammed” kavramı içinde erimişti.

 

ŞİNASİ’NİN ÖNERİSİ

 

Şinasi, Osmanlı dilini Arap ve Fars etkilerden temizlemeyi ve Türk sözcük ve grameriyle yazmayı teklif etti. Bu deneme “üslûbu nevin” olarak bilinirse “üslûb”un Arapça, “nevin”in de Faşça olduğu unutulmuştu! Arkadaşı (tilmizi) Namık Kemal de “Türk” anlamında Osmanlı vatanı ve yine bu anlamda Osmanlı millî gururunu terennüm eden ilk şair oldu. Lehçe-i Osmanî yazan Ahmet Vefik paşayla askeri okullar müfettişi Süleyman paşa Türkçülük akımının babası sayılmışlardır. Her ikisi de, sonradan Hüseyin Cahit tarafından dilimize çevrilecek Deguignes’in etkisinde kalmışlardı.

 

Abdülhamit devrinin son çeyreğinde Panturanizm hareketi, Rusya’dan gelen siyasi göçmenlerle Türkiye’ye girdi. İlk gelen Havari Hüseyin Zade Ali Bey oldu (1889). Burada devam ettiği tıbbiye sıralarında A.Turani mahlasıyla ünlü Turan şiirini yazdı. Bu şiir İstanbul’da adı geçen hareketin ilk sesi oldu ve Türk gençliğinin ruhunu sardı. Sekiz yıl sonra da, 1897’de Mehmet Emin Ben bir Türküm’ünü yayınlıyordu.

 

MİLLİYETÇİLİK’TEN IRKÇILIĞA

 

Bu iki şiir Türk düşün ve yaşamında son derece önemli bir evrimin teşvikçisi oldu: Osmanlılıktan Türklüğe ve Hüseyinzade’nin yaptığı ile de yerel milliyetçilikten ırkçılığa geçiş görüldü.

 

Konuyu tekrar gerilerden ele alalım: Çökmekte olan imparatorluğu kurtarmanın yolları aranıyordu. Yeni Osmanlı (Jön Türk’ler) Osmanlı milliyetçiliği, Abdülhamit de İslâm Birliği’ni imdat simidi olarak görüyorlardı. Yukardan beri öyküsünü anlattığımız Türkçülük akımı da bunlara eklendi. Bir taraftan Rusyalı Türk Panturanistlerle öbür taraftan Türk İslâm İttihatçılar (Panislamistler) ve Osmanlı milliyetçileri arasındaki ideoloji mücadelesi iyice kızıştı. Kazanlı Yusuf Akçura, Mısır’da Abdülhamit istibdadına karşı savaşan Türk gazetesinde (Mayıs Haziran 1905’de) bir tez mahiyetini taşıyan Üç Tarz-ı Siyaset’ini yayınladı. Burada ana konular şöyle sıralanmıştı:

 

  1. Bir Osmanlı ulusu meydana getirmek.
  2. İslâmcılığa dayanan bir devlet kurmak.
  3. Irka dayalı bir Türk siyasal ulusçuluğu meydana getirmek.

 

İlki için şöyle diyordu Akçura:

 

“Bu karışma ve uyuşmayı Müslümanlar ve bilhassa Osmanlı Türk’leri istemiyordu. Zira altı yüz yıllık hâkimiyetleri hukuken bitecek ve bunca yıllar hükümleri altında görmeye alıştıkları reaya ile eşitlik derecesine ineceklerdi… İslâm istemiyordu. Zira… bu kuvvetli din, Müslim ve Gayrimüslimin hukuken tam eşitliğini kabul etmiyor, Gayrimüslimleri daima ikinci kademede bırakıyordu… Gayrimüslim tebaa da istemiyordu. Zira cümlesinin son zamanlardaki ilerlemeleriyle şaşalandırılan geçmişleri, istiklâlleri, hükümetleri vardı. Müslümanlar ve bilhassa Türkler o istiklâli bitirmiş, o hükümetleri mahvetmişti. Osmanlı’ların büyük düşmanı Rusya ve onun köle ve öncüleri olan Balkan Hükümetleri istemiyorlardı… Avrupa kamuoyunun bir kısmı da istemiyordu… Demek ki, Osmanlı milletine, Osmanlı ülkelerindeki bütün kavimlerin arzusu hilâfına, dış engellere rağmen, Osmanlı hükümetinde işbaşında bulunan birkaç kişi, bazı Avrupa devletlerine (özellikle 3. Napoleon Fransa’sına) dayanarak meydana getireceklerdi… Gerçekten iş başarısızlıkla bitti.”

 

“Sayılan engelleyici nedenler, o zamandan beri eksilmedi, arttı, büyüdü. Abdülhamid’in siyaseti, Müslim ve Gayrimüslim arasındaki nifak ve zıddiyeti artırdı… Binaenaleyh, zannımca, artık Osmanlı milleti meydana getirmekle uğraşmak, beyhude bir yorgunluktur.”

 

İSLAM BİRLİĞİ

 

Diğeri için de: “Şimdi İslam Birliği politikasının Osmanlı Devletine yararlı olup olmadığını, tatbik kabiliyeti bulunup bulunmadığını tetkik edelim.

 

Yukarda ima olunduğu üzere, bu siyasetin tatbiki halinde Osmanlı tebaası arasında dinî nifak ve düşmanlığın artması, böylece Gayrimüslim tebaa ile onların çoğunluğuyla meskûn oldukları memleket kısımlarının kaybı ve binaenaleyh Osmanlı Devletinin kuvvetinin azalması gerekecekti. Bundan başka, umumiyetle Türkler arasında Müslim Gayrimüslim farkı girecek, soydan doğma kardeşlik din ihtilâfları ile bozulacaktı… İslâm, siyasî ve içtimaî işlere çok ehemmiyet veren dinlerden biridir… İslâm, mümin olan kimselerin cinsiyet ve milliyetini yitirir; lisanını kavramaya çalışır, mazilerini, geleneklerini unutturmak ister…”

 

“… İslâm Birliği siyasetinin tatbikinde… dış engeller pek kuvvetlidir. Gerçekten, bir taraftan İslâm devletlerinin hepsi Hristiyan devletlerinin nüfuzu altındadır. Diğer taraftan bir iki müstesna dışında, bütün Hristiyan devletleri Müslüman tebaaya maliktir.”

 

“Dış engeller ise, … daha az kuvvetlidir. Çünkü Hristiyan devletlerden yalnız birinin Rusya’nın Müslüman Türk tebaası vardır. Bu cihetten, çıkarları gereği, Türklerin birleşmesine çalışacak yalnız bu devlettir. Başka Hristiyan devletlerine gelince, ihtimal ki bazıları Rusya çıkarlarına zararlı olduğu için, bu siyaseti destekleyebilirler bile”…

 

SULTANLA HALİFE

 

Akçura’nın görüşünü burada noktalayıp bu İslâm Birliği konusunun başka cephelerini de görelim. Selçuklu sultanlarının Emir-ül Mümini’ni, yani halifeyi çoğu kez hafife aldıkları birçok tarihi olayla sabittir. Gerçekten İslâm’a bağlılıklarını dillerinden düşürmeyen sultanlarla halife arasında karşılıklı nefret hiçbir zaman dinmemiştir: Manevi otorite ile dünyasal gerçek güç her zaman birbirlerini çekmişlerdir.

 

Selçuklu sultanları Bağdat ve hilâfet müessesesi üzerinde hayaller kurmaktan geri kalmadılar. Tuğrul Bey ile Melikşah, Halife’nin şiddetli muhalefetine rağmen, biraz zorlu sayılabilecek evlenmeler suretiyle halife ailesine dâhil olmuşlardı. Hilafet tahtına Abbas ve Selçuklu saraylarını kendi üzerinde birleştirecek bir kişiyi oturtmak istiyorlardı. Zira halifelik makamı meşru olarak ancak Kureyş kabilesi torunlarından biri tarafından işgal edilebilirdi. Düşünceler gerçekleşebilseydi manevi otoriteyle gerçek güç Selçuklular lehine olmak üzere tek bir elde toplanmış olacaktı. Aslında bu oyun karşılıklı oynanıyordu. Halifelerin de dine her zaman çok bağlı kaldıklarını iddia etmek güçtür. Tek bir örnek vermiş olmak için Abbasiler’den 1180 ile 1225 arasında hüküm sürmüş olan Nasır, Selâhattin Eyyubi’yi Haçlılara karşı desteklemekten her zaman kaçınmıştır. Ne de olsa çıkar dinin üstesinden gelir…

 

ARAPLARA GÖRE

 

Araplar “Türkmen, zayıf-ül iman” derler. Bütün tarihleri sayısız muharebeyle dolu Selçuklu ve Osmanlı Devletleri hiçbir dinsel harbe, Haçlılara karşı bile hiçbir mukabil cihada girişmeme basiretini gösterdiler. Bu acar gezginciler esasen metafizik oyunlardan hoşlanmazlar. “Gâvurun ahmağı keşiş, Müslüman’ın ahmağı derviş olur” der bir Anadolu atasözü…

 

Sonunda Osmanlı padişahı gidip hilafeti alıp getirdi! Bu hareketi çoğu Müslüman bir “gasp” olarak niteledi. Gerçekten, tarih kayıtları arasına hilâfetin Osmanlı padişahına resmen devir ve teslim edildiğine dair bir belgeye bu güne kadar rastlanmadı.

 

CİHADI EKBER’E İTİBAR

 

Ve nihayet Birinci Dünya Savaşı’nda ilân edilen Cihad-ı Ekber’e Müslümanlardan fazlaca itibar eden olmadı. Onlar İngilizler safında bizimle dövüşmeye devam ettiler.

 

Kaldı ki, burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz ekonomik ve sosyal nedenlerle, Müslümanların birbirleriyle uzlaşmalarına olanak bulunmayan sayısız tefrikaya ayrılmış oldukları da bir vakıadır. Sosyal – politik ayrılıklar o zamanlarda hep dinsel düşünce ayrılığı kılığına bürünürdü. Bu zıtlaşmış kitleleri bir çatı altında toplamak iddiasında bulunmak fazlaca hayalperestlik olur. Petrolcü şeyh Yamani’nin, İslâmiyet’in yükselmesi için Erbakan’ın önderliğinde bir İslâm Birliği’ne razı olacağı kuşkuludur.

 

TÜRKÇÜLÜK

 

Akçura’nın tezinin son bölümü, gördüğümüz gibi Türkçülüktür. Özetle şu düşünceleri savunuyor: Türk birliği ilkin Osmanlı İmparatorluğu’nda Türklerin, Türk olmadıkları halde az çok Türkleşmiş olanları ve ulusal vicdandan yoksun olanların, bilinçlendirilmesi ve Türkleştirilmesiyle başlanacaktır. Sonra Asya kıtasıyla Doğu Avrupa’da yayılmış Türklerin birleştirilmesine geçilecek, bu suretle güçlü bir siyasal milliyet meydana getirilecektir. Hürriyetin ilânını takip eden günlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin adının baş sözcüğü “Dünyadaki bütün Türklerin birleşmesi”ni ifade etmekten uzaktı. Aksine, “Osmanlı millet” anlamında bir “birlik”, “terakki” için gerçekleştirilecekti!

 

 

Liderler açıkça Türkçülük prensibini kabule yanaşmıyor, Türk olmayan Müslüman üyelerin tepkilerinden çekiniyorlardı. Ama sonunda bu tutumlarını değiştirdiler. İsmail Gasparalı, Ali Hüseyinzade ve Yusuf Akçura, Merkez-i Umumi azalığına seçildiler. Biraz sonra da Panturanizm’in karargâhı Selanik’ten İstanbul’a taşındı. Tatar ülkeleri Türkistan ve Orta Asya’da propaganda amacıyla Tearuf-i müslimin çıkarılmaya başlandı. 1910’da Ağaoğlu Astarhan’da İttifak-ul müslümin cemiyeti’ni kurdu. Ertesi sene Türk Ocakları güne çıktı. Kısa süre sonra bütün Türkçü ve Turancı yazarlar Türk Yurdu’nun etrafında toplandı. Merkez-i Umumi ile birlikte Ziya Gökalp de İstanbul’a gelmişti.

 

Derken Balkan Harbi felâketi geldi çattı. Artık Osmanlı için yüzünü Asya’ya çevirmekten başka çare kalmamıştı. Kaybettiklerine karşılık ancak burada gelişme olanağı bulabilirdi. Moltke’nin dediğine gelindi. Kaldı ki Balkan Harbi’nden önce bile Makedonya’da çarpışan genç subaylar arasında “elimizde kalmayacak bu topraklar için ne diye bu kadar kan döküyoruz?” sorusu ağızdan ağza dolaşıyordu.

 

Akçura, önemli makalesinin bir yerinde “… İstanbul’da Türk milliyeti arzu eden bir mahfel, siyasi olmaktan ziyade ilmi bir mahfel teşekkül etti. Bu mahfelin teşekkülünde, Osmanlılarla Almanların tarih ve lisan ilimleri hakkındaki tetkikatını Türk gençlerinin bilir olmasının hayli tesiri olmuştur sanıyorum…” diyor.

 

Akçura işin kokusunu almış! Gerçekten Almanların Doğuyu fethetmek planının ilk aşaması Berlin- Bağdat demiryolu planı olmuştu.

 

Abdülhamit ise İslam Birliği düşüncesi ile Hicaz demiryolunu tercih etmişti. Onun, yani “Ulu Hakan” hakkında Alsace’lı bir subay, ünlü Andre Malraux’nun babası şöyle diyor:

 

“Türk generallerinin zor görebildiği bu ürkek imparator, İslam Birliği elebaşılarını serbestçe ve tabancasız odasına alıyordu. Yalnızlıktan, şiirden ve polis raporlarından başka hiçbir şeye yüz vermeyen bu tembel adam oturup yabancı Müslümanlara gidecek beyannameler yazarak, İslam’ın önderleriyle mektuplaşıyordu. Askerlerine postal alamayan bu müflis sultan iki yüz bin ajanını yol paralarını eksik etmiyordu. Birkaç yıldır da Fas’tan Kâbil’e kadar her yerde ve Hindistan camilerinde Sultan’ın adı dualara girmişti. Vatan sözünü yasak etmesi yirmi milletin kurduğu Osmanlı İmparatorluğunun bu Batılı düşüncelerle şişen kavrama dayanamayacağı içindi. Halife’nin şimdiye kadar görevi Allah’ı savunmak olmuştu; şimdi artık Allah’ın Halife ile birlikte İmparatorluğu kurtarmasına sıra gelmişti. Bu arada Wilhelm-Strasse’de şöyle düşünülüyordu: Yeniden canlanan halifelik, gereğinde İngiltere, Fransa ve Rusya Müslüman ordularına karşı bir kutsal savaş açabilir.”

 

Türkçülük hareketi bu arada ekonomik ve mali sorunu da ele aldı. Artık babaların “Yanı kılıçlı” ya da “kalem efendisi” olma şerefine itibar eden kalmadığı gibi bu eğilim dar görüşlülük, cahillik olarak nitelendirilip bunun sonucunda bütün ticaret ve sanayinin (daha doğrusu zanaatın) Gayrımüslim unsurların eline geçmiş olmasına işaret edilmeye başlandı. “Yüzde yüz Türk”ler tarafından kurulan müesseseler, aşçı dükkânları, kahvehaneler berber dükkânları “turan” ya da benzer ırksal adları taşıyan tabelalar astılar. Zengin Türk’ler de servetlerini işletmemek, bunları büyük topraklara bağlı tutmak ya da ecnebi bankalarda saklamakla suçlandılar.

 

Enver, Talat, Sait Halim triumvirası, oldubittiye getirip memleketi Almanlar hesabına harbe sürüklerken çok “milli” bir iş yaptıklarını sanıyorlardı. Enver üstelik de koyu Müslüman’dı. Almanlara yardım etmek üzere yüz binlerce genci her aklı başında kişinin peşinen kestirdiği felâkete sürüklerken gözünü kırpmayan paşa, Kâbe’yi ağlaya ağlaya tavaf ediyordu. Kadınların çarşaftan çıkmasına kesinlikle muhalifti; ama sözü evinde geçmezdi: refikası Naciye Sultan bu konuda kendisiyle aynı fikirde değildi… Harbe girmekle kapitülasyonlar ilga edilecek, Türkiye’de yabancılara tanınmış imtiyazlar kaldırılacak ve Rusya’nın çökmesi muhakkak olduğuna göre “Büyük Türkiye”nin yolu açılacaktı. “Koca Alman” bu işte kullanılmış olacaktı!

 

BERLİN-BAĞDAT

 

Güney cephesinde İngiliz ilerlemesi Berlin-Bağdat demiryolu projesini Almanlar beyninde Orta Asya yaylalarından geçen Berlin-Buhara-Pekin yolunun ihyası düşüncesine dönüştürdü. Bu arada Brest-Litovsk antlaşmasıyla Kars, Ardahan ve Batum Türklere bırakılıyordu. Yeni umutlar doğmuştu. 15 Nisan 1918 tarihli, İttihat ve Terakki’nin organı Tasvir-i Efkâr “… bir yönde Mısır’a dalıp üç yüz milyon (!) dindaşımıza yolu açmak, diğer taraftan Kars ve Tiflis’e ilerlemek, Kafkaslar’ı Ruslardan kurtarmak, Tebriz ve Tahran’ı işgal etmek, Afganistan ve Hindistan gibi Müslüman ülkelerin yolunu açmak görevini üstlenmiş bulunuyoruz. Bu görevi Allah ve Peygamberimizin yardımlarıyla ve dinimizin bize emrettiği birlik sayesinde…” diye yazıyordu, Mondros mütarekesinin arifesinde. Hayalin endazesi olmaz derler: Türkçülüğe Müslümanlığı da katmış olan Enver, Fas’tan Pasifik’e uzanan bir devlet rüyasını görüyordu. İşin ilginç tarafı da özellikle Doğuya açılma arzusu hükümeti destekleyen Tasvir-i Efkâr, Sabah, Tanin’den başka muhalefetin organları olan İkdam ve Zaman gibi gazeteler tarafından da tasvip ediliyordu. Ancak bu sonuncular, başarıya ulaşmak için Almanlara mı, yoksa İngiliz’lere mi dayanılması gerektiğinde tereddüt gösteriyorlardı.

 

Alman-Rus ek antlaşması Osmanlı ile Alman Doğu siyasası arasındaki anlaşmazlığı artırdı (The Times, 10 Eylül 1918). Almanlar Doğudaki politik ve ekonomik çıkarlarının, Güney Kafkasya, İran ve Türkistan’ın Türk asıllı olmayan halklarının bir ölçüde iyi niyetlerine bağlı olduğunun farkındaydı. Buna karşılık Osmanlılar bunları ihmal etme eğilimindeydiler. Ayrıca Osmanlı ordularını Arabistan, Mezopotamya, Suriye ve Filistin’i yeniden fethetmekten alıkoyacak herhangi bir girişim Alman amaçlarına ters düşüyordu. Alman basını “Pantürkistlerin her gün artan isteklerine” karşı kampanya açtı. Onlar Brest-Litovsk antlaşmasının olanaklarından kendi hesaplarına faydalanmak istiyorlardı.

 

NURİ PAŞA’NIN ORDUSU

 

Haziran 1918 sonunda (Enver paşanın kardeşi) Nuri paşa’nın ordusu Gence’ye giriyordu ve Batum üzerine yürümeye hazırlanıyordu. Bakû’yu işgal eden Türk ordusu daha Kuzey’de Dağıstan’a doğru harekete geçerken Enver’in amcası Halil paşa da Kuzey İran’ı istilâ ediyordu. Bu ilerlemeye karşı koymak isteyen Alman birliklerine ateş bile açıldı. Bu büyük coşkunluk gerçeklerin görülmesini bu kere tümden önlemişti: beri taraftan Mondros mütarekesini zorunlu kılan koşullar oluşmuştu…

 

Nuri paşaya Gence camisinde parlak bir karşılama hazırlamış olan büyük toprak ağalarından ve yeni Azerbaycan hükümetinin başbakanı Fatali Khoyski Han, nutkunda bir “Osmanlı Hilâfeti”nden söz etmişti. Oysaki ancak bir “İslam Hilâfeti” bahis konusu olabilirdi, tıpkı sultanın sancağının yeşil olamayacağı gibi.

 

İTTİHAT VE TERAKKİ ÇÖZÜLÜYOR

 

Mütareke Enver – Talat – Sait Halim triumvirasının sonunu getirmişti. İttihat ve Terakki de çözülmüştü. Geriye Pantürkist ülküye inanmış, ırkçı, fakat gerçekçi ve atılgan bir genç asker ve entelektüel zümresi kalmıştı. İlk şaşkınlık geçtikten sonra yeni bir çıkış yolu aradılar. Yenik Almanya’ya sarılmak; talihlerini onun batmakta olan gemisine bağlamak akıl dışı bir davranış olacaktı. Esasen bunlar hiçbir zaman Enver ve Talat’ın körü körüne Almanya’nın tâbii olma siyasasını tasvip etmemişlerdi. Ayrıca, başta Pantürkist hareketi teşvik edip sıra uygulamaya geldiğinde bunu baltalamaya kalkan Almanya’ya, hezimetini temenni edecek kadar kızıyorlardı. Böylece Megalo İdea’nın güçlü bir muarızı olan Cermen emperyalizmi ile planlanan İstanbul-Bağdat-Buhara demiryolu hayaleti de ortadan kalkacaktı.

 

Rusya’nın Rus olmayan ve özellikle Türk asıllı milletlerinin isyan edip bağımsızlıklarını elde etme olanağına sahip oldukları bir devirde Turancı ve Panislamistlerin enerjilerini Rusya’dan çevirip bunları yorgun Batılı müttefiklere yöneltmek, Sovyet diplomasisinin büyük bir başarısı olmuştur. Türkçülük de, Osmanlılık, Pantürkizm ve Panislamizm’in bir çorbası olan İttihatçı kabuğundan sıyrıldı. Gökalp’in ifadesine göre, “Allah’ın kılıcı halkın elinde, Allah’ın kalemi Türkçülerin elinde” olacaktı: Türk Ocakları her tarafta şube açtı; “il, dil, din ve dilek birliği” gerçekleşecekti Türkiye’de.

 

TÜRKİYAT MECMUASI

 

Köprülü Zade Türkoloji enstitüsünü kurup Türkiyat Mecmuası’nın başyazarı olmuştu. Burada dikkati çeken bir husus da mecmuanın kapağındaki resimdir: aydınlanmanın sembolü olan bir meşale ve buna bakan ağzı açık, dişleri meydanda, dili sarkmış boz kurt başı görülür bunda. Üstadın bununla Turancılığın amacının aydınlanma, uygarlık olduğunu ifade etmek istemiş olduğu kuşkusuzsa da ifade şekli hayli talihsizdir şöyle ki rengi ne olursa olsun, meşale kurdu hiç çekmez! Kurdu kaçırmak için ateş yakılır… Resimde ayrıca kurt nerdeyse nefesiyle alevi söndürecek.

 

Türkçülüğün yerini almış olan Milliyetçilik Cumhuriyet Türkiye’sinin temeli ve bütün parti programlarının ana akidesi olmuştur. Dış görünüşü ile Panturanizm dâhil, her türlü genişleme siyasasını reddeder. İslam etkilerinden temizlenmiş bu Milliyetçilik, bir ulusal kültürün oluşmasına ve evrensel anlayışa götüren bir yol olmuştur. Cumhuriyet, geçmişle bütün bağlarını koparmış olarak yeni bir yaşam başlatacaktır.

 

Ancak, Osmanlı İmparatorluğunun külünden ortaya çıkmış bugünün Türkiye’si milliyetçiliği, İslamcılık ve Osmanlıcılığın daha geniş kavramlarının yerini almış olup intikal devresini yaşayan bir toplumda meydana çıkabilecek sorunların ifadesi ve aynı zamanda eski düşün, alışkanlık ve emelleri gizlemek için bir perde olmuştur. Geçmişte dinle ve din için yaşayan tutucular, artık İslâm’ı kullanamadıklarından, her türlü yeni ve kendilerince “uygun olmayan” fikirlere karşı milliyetçiliği bir kalkan olarak kullanmışlardır. Osmanlı devrinde dine karşı gösterdikleri müsamahasızlığın aynını bu kere milliyetçiliğe karşı göstermektedirler. Bu sonuncusu birçokları için bir psikolojik korunma aracı olmuştur (birçokları için de geçim aracı olduğu gibi). Vaktiyle kendilerini İslam’a terk ettikleri gibi şimdi de ona teslim etmişlerdir. Oysaki bu tutum Cumhuriyet’in bireyleri eski dogmalardan kurtarma amacına ters düşmektedir.

 

Milliyetçilik, ayrıca, dünyanın başlıca güçleriyle yüzyıllar boyu boy ölçüşmüş bir imparatorluğun çöküşünün doğurduğu acı ve kinin ifadesi için bir araç olmakla birlikte sosyal ve ekonomik değişmenin de dışında kalmamıştır. Yükselen orta sınıf onu sosyal akımlardan kendini korumak için kullanmıştır.

 

CUMHURİYETİN İLK YİRMİBEŞ YILI

 

Cumhuriyetin ilk yirmi beş yılı içinde milliyetçilik, rasyonalist, laik ve materyalist bir görünüm arz etmiş olup sadece küçük bir entelektüel grup tarafından kabul edilebilir bir akım olmuştur. Kitleler, her ne kadar onun kültürel yanından etkilenmişlerse de onu din ile bir tutarak kabul etmişlerdir. Bu ikili, yani halk ve entelektüellerin milliyetçilik görüşleri, kamuoyu önem kazandıktan sonra, birbirlerinden ayrıldılar.

 

1945’ten sonra çok partili döneme geçiş, milliyetçiliğin bazı yönlerini etkiledi. Endişeler, rasyonalist ve materyalist bir milliyetçiliğin sol fikirlerin sızmasına elverişli görülmesinde odaklandı. Sendikaların büyük kısmının Marksist felsefeden etkilenmesi, birçok yayın ve birden ortaya çıkan iki sol parti, milliyetçilik ve bazı müphem “sosyal dayanışma” kuramlarının sol akımlara karşı yeterince güçlü siper olduğunu sanan politikacıları şaşırttı. Atatürk devrinde, dinin halkı ne denli cehalete sürüklediğini “her minare, altında bir köyün yattığı bir mezar taşıdır” sözleriyle vurgulayan Hamdullah Suphi, bu kere milliyetçiliğin tarih ve din üzerine oturması gerektiğini, zira ulusal gücün tarihten geldiğini, İslam’ın Türk toplumunun beyninde yaşadığını ileri sürdü. Biri, öbürü olmadan olamazdı! Bu yeni milliyetçiliğin ilk hedefi komünizmle mücadele olup her ne kadar liberal görünümündeyse de din ve tarihe sıkı bağlılığı dolayısıyla ister istemez ksenofobiye, ırkçılık ve Pantürkizm’e götürecekti.

 

IRKÇILIK

 

1935’lerden sonra Türkiye’ye şu ya da bu yolla sızmış bazı ırkçı fikirlerin dışında Türk tarihinin hiç bir döneminde kesin, belirgin bir ırk kavramı oluşmamıştır. Pantürkizm’i ise yeterince özetledik.

 

İkinci Dünya Savaşı’nın başında Alman orduları Sovyetler Birliği arazisinde ilerlerken von Papen Ankara’da ırkçı ve Pantürkist gruplarla temasa geçip Sovyetler Birliği’ndeki Türk öğeleri harekete getirmek ve Pantürkist akımı yine kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere yardım talebinde bulunuyordu. Hatta bu “Alman dostları”nı desteklemek üzere von Ribbentrop’un beş milyon mark gönderdiği de söylenmiştir (bkz. George Lenczowski, The Middle East in World Affairs, İthaca, 1956, s. 143). Yayınlanmış SSCB Dışişleri Bakanlığı arşiv bölümü, Almanlarla sözü edilen Türklerin ilişkileri hakkında uzun bilgi içermektedir. İşin komik diyeceğimiz tarafı Almanların bu kere de, tıpkı 1918’de olduğu gibi, bunları da atlatmış olmalarıdır: Pantürkist hareket onların göz önünde sadece Alman çıkarlarına hizmet edecektir!… Nuri paşa, sık sık gittiği Almanya’dan bir dönüşünde yüzü hayli asıktı: ırkçılık ve Nazizm’in kuramcılarından Rosemberg ona, şatosunun bahçesinde, bastonuna dayanarak mağrur bir edayla “yardıma ihtiyacımız yok!” demiş. Almanların “kafasızlığından” çok yakınmıştı paşa.

 

Bütün bu iç ve dış siyasa karmaşasında olan Ali İhsan Sabis paşanın madalyalarına oldu. Hüseyin Hüsnü Erkilet paşa kendini yağdan çekti. Bu ekibin içinde bulunan o zamanın gençlerinden bazıları, yenileriyle birlikte “milliyetçi” adı altında bugün politika sahnesindedir.

 

Ruslardan para almanın bir ihanet olduğunda herkesle beraberiz. Ama Alman ya da Amerika’dan almanın milliyetçilik sayılamayacağına da kesinlikle eminiz.