Kültür Eserleri > THKK 3 - İnşaa Isıtma ve Aydınlatma Teknikleri > Topraküstü Konutlari

Topraküstü Konutları

Bunları, yapı malzemesinin cinsine göre tasnif edeceğiz. Anadolu’da konut tipleri, daha tarih öncesinden itibaren alabildiğine çeşitlilik arz etmiştir, iklim koşulları, inşa malzemesi sağlama olanaklarına göre. Bu çeşitlilik ve karmaşıklık zamanla başka kültürlerle temasta daha da artmış olup bugün bu yarımadanın sergilediği konut tipleri, uzun bir tarihî sürecin potasında karışmış değişik geleneklerin ürünü olmaktadırlar. Bunlar, yüzyıllardır hiç değişmeden günümüze çıkmışlar, çeşitli inanç ve âdetlerle birlikte. Hayat, bir “sacrament” olarak yaşandığına göre, konutun da sembolizmle yüklü olması doğaldır.

İbranî bêt (Arap-Osmanlı b, ba) harfinin kökeni “ev” anlamına gelen bayit-beyt oluyor. Gerçekten Mısır hiyeroglifi önden açık bir evin planını çiziyor. Bu çizim, değişe değişe Yunan beta ve bizim B harfine müncer oluyor.

Ev, şekil ve yapılış amacı itibariyle, kabul edendir. Bu itibarla bu sonuncu harf, esas itibariyle alırlık, alma anıklığı’nın sembolü oluyor. Verici elif’e göre be,  alıcı durumunda olup sayısal değeri 2 ile özdeşleşmiş ve dişil olarak algılanıyor. Yani elif’in evi be,  tüm Hilkat’tır (Yaratılış).[1]

Dilimizde “konut” kavramını içine alan bir “ev bark” sözü var. Bundaki “bark”, Şemsettin Sami’ye göre[2] sözcüğün manası “aile, hanüman: ev bark sahibi = müteehhil (evli), ehl ve ayal (bir yerde oturanlar, karı ve kocadan her biri, “ayal” da bir kimsenin besleyip geçimini sağlama zorunda olduğu kimseler; kadın, eş demektir) sahibi (hemen daima “ev”le beraber kullanılır)” oluyor. BTL ise “garp- isim-barınılan yer, hâne, ev, mesken, ayal, aile. Bkz. “barmak, barımak”. Çağatay “barık, baruk”. Ev bark-terkip, hane ve aile. Ev bark sahibi-hâne ve aile sahibi. Ev bark sahibi olmak, barıklanmak-mesken ve aile sahibi olmak…” diyor (C.I, s.582). DLT’de “bark: ew bark. Bark kelimesi yalnız olarak kullanılmaz, “ew” kelimesiyle birleştirilerek kullanılır” (I/348-9) deniyor. Orhon yazıtlarında “büyük bina”; abig bargıg (ev bark) olarak geçiyor.[3]

Görüldüğü gibi bu iki sözcük, birbirlerini tamamlıyorlar ki dilci deyimiyle buna “ikileme” deniyor. “… ‘birinin diğerini tamamlaması’ keyfiyeti eski Uygurca metinlerin iyi anlaşılmasında kullandığımız tabii ölçülerimizden biridir. Meselâ sık sık geçen ikilemelerden nom törü’de (‘kanun’), çakr tilgen’de (‘tekerlek’) nom’un ve çakr’ın ne olduklarını, manalarını bunlarınkinden daha iyi bildiğimiz törü ve tilgen vasıtasıyla daha iyi… anlıyoruz…”

Yukarda mezkûr äb (eb)’i Talat Tekin (Orhon yazıtları, TDK yay. Ank.1988) “ev, çadır, karargâh, ordugâh” karşılığı olarak vermiş. “… Ayrıca kelime, barq ile birlikte kullanıldığı zaman da aynı manaya geliyor; ebig barkıg yuh ‘çadır ve ve karargâhı talan etmek’…”

“Bark’a gelince, burada kelimenin belki de Türk dilinin tarihinde ilk defa eb’den ayrı, müstakil olarak hep ‘türbe, anıt-kabir’ manasında kullanılmıştır: bedizçig ıtı. angar adınçığ bark yaraturdum… için taşın adınçıg bediz urturdum, taş tokıtdım, köngülteki sabımın urturdum’ (Çin hükümdarı) sanatkârlar gönderdi. Onlara fevkalâde bir türbe yaptırdım. İçini dışını fevkalâde tezyinat ile (belki de heykel ve kabartmalar?) süsledim. Kitabe diklenip içimden gelen sözlerimi hakkettirdim…”

“Bu misallerden anlaşıldığına göre bark kelimesi tek başına kullanıldığı zaman… bediz ‘tezyinat, kabartma veya heykel’ ve bitig taş ‘kitabe’ ile birlikte geçmekte… Buna göre Kök Türkler devrinde bark kelimesi, ‘iç ve dışı kabartmalarla, tezyinatla (veya heykellerle) ve kitabelerle donatılmış bir bina’, yani ‘türbe’ manasında kullanılmıştır.”

“… Görebildiğim kadarıyla Anadolu’da ilk defa XIX. asrın sonunda ve XX. asrın başına ortaya çıkıyor ev bark.”

“Şimdi bark kelimesinin nereden geldiğini araştıralım… Burada bir k görüyoruz.”

“… Şeyh Süleyman Efendi-yi Buharî’nin Lügat-ı Çağatâyî ve Türkî-yi Osmanî (İstanbul 1298) adlı Çağatayca lûgatında barmak maddesinin karşısında bir ‘muhafaza etmek’ manası var… Ş. Sami, lügatinde barmak maddesinde şunları söylüyor: ‘… muhafaza etmek, emin bir yere sokmak, barındırmak, metrûk (terk edilmiş..,)’…”[4]

Clauson’a göre (s.359) bark,  nadiren yalnız kullanılıp belki de isim olarak ba-r’dan (menkul mülk, evin malları) iştikak etmiştir. Sözcük az çok daima ev bark olarak kullanılır ve bunu G. Jarring, Güney-Doğu Asya Türkçesinde öybarka-öyvaka,  “ev halkı, eve ait” ve yine balabarka-balavaka,  “aile” cümlesinde kaydediyor. Ama bunun dışında tek başına bark sözcüğü sönmüş gibidir.

Clauson, Kültekin ve Bilge anıtlarında, Ş. Tekin’in yazdıklarını tekrarlıyor, Manihaist-Uygur metinlerinde evin barkın; Çağataycada da öy bark olarak geçtiğini kaydediyor.

Halk dilimizde bark,  otel (Af); park (Dz); bahçe’dir (Sm). Bunun dışında, Tekin’in ifadelerinin ışığında, Derleme Sözlüğü’nde karşılaştığımız bazı sözcüklere yer vereceğiz: Barhana (k-h değişmesi) ve varyantları, grup, takım, kafile, kalabalık, göç, küçük kervan, aile fertleri (Uş, Isp, Dz, Mn, Es, Çkr, Ama, To, Gr, Gm, Ar, Ezm, Ezc, Vn, El, Ml, Ur, Mr, Sv, Ank, Krş, Ky, Nş, Nğ, Ant, Mğ, Kerkük, Af, İz, Brs, Kü, Bil, Çr, Sm, Kn, Brd, yani az çok her yerde); toplantı, parti, fırka, demek (Isp, Mn, Ama, Sv, Kn); mola, konak (Ar, Ml); ev eşyası (Brs, Ar, Vn, Sv, İç, Kr); eşya konulan yer (Kr); motor ve kayıkların yağmur ve güneşten korunması için yapılan üstü kapalı yer (Rz). Bu sonuncu mana ilginç oluyor şöyle ki Ş. Sami barmak için “muhafaza etmek…” karşılığını vermiş olduğu gibi, BTL de bu fiile “korumak, siyanet etmek, gemileri düşmandan kaçırıp limana sokmak” manalarını bağlıyor.

Barkana ise, Ank’da birkaç kişinin toplanıp yemek yemesi; çobanların yemeklerini koydukları yer (Mr) oluyor. Yani, insanların birlikteliklerini, muhafaza-koruma kavramlarını kapsıyor, işbu bar kökeninden türemiş sözcükler.

Bu arada Farisî kökenli berhane’nin de “büyük ve düzensiz konak”, yani yine eb- ev olduğuna dikkati çekelim.

İnsanoğlunun en doğal kaygısı, kendini iklim koşulları ve düşmanlardan (hayvan ya da insan) korumak olduğuna göre, ilk iş olarak başını sokacak bir barınak aramış ve homo sapiens’in bütün gelişmesi süreci içinde bu barınak, “adamına göre”, mağara-inlerden saraya kadar, alabildiğine bir mimarî yelpaze arz etmiş. Buraya kadar, asıl bundan sonra zikredeceğimiz bu baptaki halk lûgatçesinin, başka hiçbir ülkede görülmeyen zenginliği, bir yandan etnik sorunlara yol açarken, öbür yandan da her yörede kendi mesken tipine ne denli bağlı olduğunun bir nişanesi olmuş. Ve insanoğlu, evi hakkında ne efsane ve sembolik değerler yaratmamış ki…

Büyük siyasî birimlerin istikrarsızlığı, yaygın bir yeknasaklığı az çok imkânsız kılmışsa da, istikrarlı bölgelerde (örneğin dağ, orman, yayla vs.) uzun sürmüş komşuluklarıyla gruplar, Leroi-Gourhan’ın deyimiyle,[5] bir nevi teknik konfederasyonlar teşkil etmişler. Tarih bu eğilimlerden istifade edebilir; halen müstakil devletler halinde parçalanmış oldukça geniş bir toprak alanına dağılmış evlerin birbirleriyle benzeşmeleri, eski siyasî kesimleri kapsamış olmalıdır (örneğin Ege bölgesi, Kars ve çevresiyle sınır ötesi evlerinin müşabeheti).

* * *

  1. a) Harran tipi bindirme kubbeli ev

Bu, biçim veya yapı tekniği açısından tarihteki öncüleriyle somut benzerlikler taşıyıp dağılım alanları, sınırlarımızın ötesine taşmıştır.

Günümüzde sadece Güney-Doğu’da, Urfa-Harran yöresinde rastlanan bu ev tipinin özelliği, içerdiği eşboyutlu mekânların bindirme tekniği ile yapılmış birer kubbe ile kapatılmış olmalarıdır. (Resim 141a bkz. renkli resimler s. 482, 141b, c, d). Bunlarda dairevî olarak sıralanmış tuğla ya da kerpiç dizisinin çapı, yukarıya doğru çıktıkça küçülür şöyle ki her dairevî dizi, bir alttakine göre içe doğru taşmış olarak bunun üstüne binmiştir. “Gerçek kubbede ancak kilit görevi taşıyan merkezî öğenin yerine oturtulmasıyla kapanan ve kubbe kabuğunu bir bütün halinde kapsayan statik gerilmeler ağı yerine bindirme kubbede her katmanın kendi içinde oluşan bir basınç çemberi önem taşır. Söz konusu basınç gerilmesi, çembersel olarak dizilen ve dışarıya doğru aralarında dar açılar bırakılan kerpiç ya da tuğlaların köşeleri birbirlerine bitiştirilen iç kenarları boyunca oluşur ve üzerine ayrıca başka bir katmanın yükü bindirildiği için, onun içe ve aşağıya doğru devrilmesini önler. Bu strüktürel özelliği nedeniyle gerçek kubbeden farklı olarak, bindirme kubbe yapımı kalıp gerektirmez…”.

Bu tür yapılar, üstlerini örtmek için gerekli kerestenin sağlanamadığı yerlere uygun olmaktadır. Bunların ilk örnekleri, çok eski tarihlere dayanıyor. Bilinen ilk kubbeli evler M.Ö. VI. binin ortalarında karşımıza çıkıyor (Musul yakınındaki Arpaçiya’da). Ancak Kıbrıs ve Tiflis yakınında ortaya çıkanlar, Arpaçiya’daki gibi dökme balçık değil, kerpiçtendir. M.Ö. III. ve II. binde, daire plânlı ve bindirme kubbeli yapı tipi tholos adı verilen mezar yapılarında en görkemli örneklerini sergilemiş.

Moltke, 1838’de şunları yazıyordu: “Urfa’ya giderken yolda, apayrı tarzdaki bir köyde kaldık. Mezopotamya’nın bütün yukarı kısmı… bir taş çölünden ibarettir.

Burada ne bir ağaç, ne bir çalı, hattâ ne de kibrit çöpü yontabilecek kadar olsun bir çırpı parçası bulabilirsin; çok defa bir ot bitebilecek kadar bile toprak bulunmaz. Bu sebeple insan meskenlerinin çoğu yumuşak kum taşına oyulmuştur ve bu taşların açığa çıktığı yerlerde, yani tepelerin başlarındadır; fakat ovada hiç bir kaya yükselmediği için burada bir çatı meydana getirmek başlı başına bir sanattır. Çarmelik’te[6] buna taş ve çamurdan bir çeşit kubbe örnek suretiyle çare bulmuşlar. Köyde yan yana sıkışmış yüzlerce böyle fırın görülüyor. Her meskende bu kubbelerden birçoğu var. Bunlardan meselâ biri ahır, biri harem, bir başkası selâmlık yani kabul odası ve saire olarak kullanılıyor. Bize deve tezeğinden ve bir cins baldıran otunun köklerinden ateş yaktılar.”[7]

Güney-Doğu Anadolu’daki bindirme kubbeli ev bölgesi, Suriye’deki asıl yoğunluğun bir uzantısı olup Harran, kerpiç yerine tuğla kullanmakla sair yerlerden ayrılıyor. Tarihte önemli bir yerleşme yeri olmuş olan Harran kentinde inşaat tuğladan olup günümüzde yerliler bu devşirme malzemeyi kullanmışlar. Vaktiyle Harran’da yolların bile tuğla ile kaplı olduğu biliniyor. Burada kubbeli ev yapımı, kentin önemini yitirip kırsal bir yerleşmeye dönüşmesinden sonra başlamış olmalıdır.[8]

Taş işçiliğinin çeşitli madenî aletleri gerektirmesine karşılık killi toprak, işe yarar hale gelmek için insan el ve bir hayli de ayağından başka bir araca ihtiyaç göstermez: İnsanoğlunun ilk inşa malzemesi olmuş olmalıdır. Bu bölgelere kar yağmadığına göre ışık için açılmış mazgalların şeffaf bir malzeme (cam) ile donatılmasına gerek görülmemiştir. Esasen, bu deliklerden sıcak havanın rahatsız edici ısısı da içeri sızabileceğinden bunların sayı ve boyutları asgariye indirilmiştir.

İnşa tekniklerinin, başka bir deyimle mimarînin beşiği sayılan Mısır ve aşağı Fırat’ta Babil (Chaldaea), inşaata elverişli ağaçtan mahrum olmak itibariyle taş ve killi toprağı kullanma yoluna gitmişlerdir, ilki mezar ve tapınakların, diğeri mesken ve askerî tahkimat inşasında ele alınmış. Asur’da bir miktar ağaç yetişmesine karşılık bundan tamamen yoksun olan Babil’de ayrıca taş da bulunmamaktadır. Bu itibarla inşa malzemesi olarak killi toprağı kullanma teknolojisinin banileri, daha önce de gördüğümüz gibi Mısır ve Mezopotamya’nın ilk uygarlıkları olmaktadır.

Buralardan iki yöne, Yukarı Asya ve Batı’ya doğru etki akımları taşmış olup ilk yönde bunlardan en önce İran müteessir olmuş. Gerçekten burada da killi toprakla taş, İran yaylasının hâkim malzemesidir. Asur’un mirası toprak duvar, kemer ve kubbe olarak ifade edilebilir.

Mezopotamya’da dökme-dövme topraktan, M.Ö. III.binde (İlk Bronz Çağı) Filistin’de (Beth-Yerah) 8 m. genişlikte surların temsil ettiği ilk tahkimatın, M.Ö. XVII. yy.da Hurrîlerin Güney’e akışları sırasında, hafif muharebe arabalarının tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte yayıldığı zikrediliyor.[9]

Bu arada sıkıştırılmış-dökme topraktan duvar, dam, inşaat anlamına gelen pahsa ile Fransızca aynı şeyi ifade eden pisé sözcüklerinin fonetik yakınlıkları dikkate değer.

* * *

b) Ağaç dallarından barınaklar

Ağaç dallarından geçici nitelikte barınak inşa uygulaması, yüzyılımızın son çeyreğinde de görülüyor. Çukurova’da mevsimlik tarım işçileri yakın dönemlere kadar bu tür kulübelerde barınıyorlardı.[10] Bizim Trakya’da rastladıklarımız (Resim 142 ve 143) genellikle tarım ürünleri (örneğin soğan) muhafaza yerleri idi. Düzce yöresinde bunlarda demet halinde mısırların asılı bulunduğunu görmüştük. Dallardan yapılmış taşıyıcı sistem üzerine bir balçık sıva çekilip üzerine badana vurulmuş olanları da var (Resim 143, sağda). (“Badana”nın İtalyancadan geçme olduğunu-BTL-zikredelim).

Karatepeli’ye (Seyhan) bağlı “… köylerin göçebelikten teşekkül etmiş olmaları vârid-i hatırdır.”

“Fakat köyler orman içinde kurulduğu için çadır yapma zahmetini ihtiyar etmeyerek çadır yerine ağaçlardan istifade etmiş ve (Alayçık, Hüydük, Topakev) gibi çadır isimlerini ahşap yapılara vermek suretiyle göçebelikten yerleşmiş olduklarını açık surette göstermektedirler.”[11]

Yalgın’ın Karatepeli dediği, Adana’nın Kadirli ilçesindeki Karatepe ören yerinin yanındaki Karatepe köyü olmalı. Gerçekten Resim 144a, b ve c’de görülen ağaç dallarından inşa edilmiş binalar, yeni tarihlere (1978) ait olup eski bir geleneğin devamını ifade etmiş olmalılar. Keza Resim 144d dahi, yine aynı yörede, Binboğa Dağı eteğinde, Göksun’un ötesinde (Maraş) Meryem Çizmeli köyünde çekilmiş.

Resimde, duvara yan yatırılmış bir döğen ile bir kızak görülüyor. Bina, bir taş binaya yaslanmış (solda yukarda) olarak inşa edilmiş.

“Ev”den çok baraka denebilecek bu konutların çeşitleri üzerinde durmuyoruz. Bu arada “baraka” sözcüğünün İtalyancadan alınmış olduğunu hatırlatalım (Fransızca “baraque”).

Dallar, balta ile kesilir. “Balta” ise, Batı’da oluşmuş bir sözcük olup Sümer dilinde “bal” = baltadır. Bunun Asurcası da “palu” oluyor (DELT).

Bu tür kulübelere izbe de deniyor ki sözcük, Slav isba’dan geçmedir.

“Geçimini hayvancılıktan sağlayan köylerin çevresinde davarların barındırıldığı ağıl ve ahırlar bulunmaktadır. ‘Kum’ denilen bu davar barınakları çevresinde ailenin bazı bireyleri, kendilerine evler yaparak yaşamaya başlıyorlar. Barınaklar sazdan, kamıştan yapıldığı halde, taştan yapılan evlere ‘varey’ deniliyor. Vareylerde aile yaşıyorsa, ev anlamına gelen ‘ban’ adı veriliyor.”[12]

Isp, Dz, Çr, Nş, Kn, Ada, Mr’da, kamış veya çubuk, ot, çalı çırpıdan yapılan kulübeye hu ya da hun deniyor. Gezevir de Hat’da sazdan kulübe, küçük evdir.

Bu vesileyle köy köprülerinin de (Resim 145) aynı malzemeyle inşa edildiklerini belirtelim.

“Köprü”yü BTL şöyle tanımlıyor: “Garp-Rumca- γἐφρυρα yeni Rumcada νερύρι -isim- bir dere veya vadinin ayırdığı iki yolu birleştiren kemerli, ağaç, taş veya demir geçit”. Çağataycada bu, köprük veya köfrük imiş.

* * *

c- Yığma ahşap Yapılar

Bunlara çantı da deniyor. Ancak bu sözcük ve varyantları, yerine göre, yine ahşapla ilgili olarak, farklı şeyleri ifade ediyor:

Çandı – cağçik – candı – çandıev – çantı – çantu…: Direk başlığı (Ank, Ada, Brs); bağdadi (İst, Çr, Sm, Kn, Ada); kuyuların ve bacaların üzerine kapanan tahta parçalarından yapılan kapak (Sv); dam veya evlerin üzerinden açılan pencere (Sv, Yz); duvarları birbirine geçme, kaim tahtalardan yapılan ev, yapı (Brs, Kc, Bo, İst, Zn, Ks, To, Sv, Sn, Ks); hayvan barındırmak için yapılan yayla ağılı (İst, Kc, Bo); duvar (To, Or, Gr, Sv, Ezc); köşe (Bo, Zn, Sn, Sv, Sm); tavan (İst, Es, Sv, Yz, Kü, Çr, Or, Gr, Ank, Bo).

Çandı samanlık: Ağaçlar üst üste konularak yapılan samanlık (Bo).

Yatay olarak dizilmiş ağaçların aralarında kalan boşluklar çoğu kez balçık ya da kireçli sıvayla doldurulur (Resim 146 a, b, c, d, e, 146f bkz. renkli resimlere s.483). Bu tür çantı sistemler kaba ağaç gövdeleri yerine, yontularak dikdörtgen kesitli hale getirilmiş ahşap elemanlarla da inşa edilir (Resim 147 a, b, c, d, e, f) (bkz. renkli resimlere s.483-484). Resim 148’de, köşelerde her bir ağaç, kendisine dik konumda uzanan elemanla geçme durumundadır. Resim 149’da, yine geçme geniş tahtalarla yapılmış bir kulübe görülüyor. Resim 150’de de, yığma moloz taşı duvar üzerine oturtulmuş bir ahşap hayat (?) sergileniyor. Bu tahtalar kalaslardan diliniyor.

“Kalas-galas” sözcüğünü Kamûs Türkî şöyle tanımlıyor: “Romanya’nın bu isimle müsemma (adlandırılmış) iskelesinden gelen ve Avusturya ormanlarından çıkan kereste kütüğü ki dört beş santimetre kalınlığında olmakla yarılıp her birinden birkaç tahta çıkar: üç çırpılı, dört çırpılı kalas” (“Kereste” de Farisî “keraste”den galattır, “tahta”nın yine Farisî “tehte”, biçilmiş ağaç’tan olduğu gibi (GG)).

Ahşap yapılar alanında kalmayı sürdürelim. Başlardan beri gördüğümüz gibi ülkede başlıca inşa malzemesi taş ve toprak olup ahşap bunlara genelde yardımcı olarak binaya dâhil olur. Ancak, kereste işlemek için alet, uzman işçilik ve mahalline göre de biraz gelenek yokluğu, bu “yardımcılık” niteliğini çoğu kez rasyonel hadlerin çok ötesine götürmüştür. Resim 150 buna güzel bir örnek oluşturur: Yatay balaban-kol ağacı-ma ile dikine destek olan bel çubuğu’nun abartılı boyutları aşikârdır. Buralarda kerestenin rolü, ana inşa malzemesini “desteklemek”ten ibarettir.

d) Bağdadi yapılar

Ahşabın başat inşaî öğe olduğu yapılardan biri de bağdadi olup bunda iç sıva dışında tüm malzeme ahşap oluyor. İçten bu sıvanın varlığı, muntazam tahta kaplamanın yüksek maliyetiyle de izah edilebilir. Kasabada kalınlık-dilme tezgâhı yakın zamanlara kadar nadirdi; olanı da kendini “pahalı satardı”…

“Bağdadi” sözcüğünün Bağdat ile mezkûr kentin eski ve bugünkü inşaî karakteri itibariyle, hiçbir ilişkisi yoktur. BTL bunun Garp kökenli, yani Anadolu’da oluşmuş payd, ahşap manasına gelip bağdadi (paydadi), galip ihtimalle bu kökten iştikak etmiş olmalıdır (paydavaçar = dülger)…

Bu tür yapıların belirgin niteliği, hafiflikleridir. Eski İstanbul ev, konak ve yalılarının çoğunun baştan aşağı bağdadi olmasına karşılık çoğu yerde de bu inşa tarzı ikinci ve daha üst katlara uygulanır (Resim 72, 73, 74, 114 ve 152a, b 153, 154 bkz. s. 484-485 ). Bu teknikte ahşap karkasın üzerine 1-2 cm aralıkla yatay olarak, yine 1-2 cm genişliğinde ince çitalar çakılır, bunların üzerine içten, ve bazen de hem içten hem dıştan kıtıklı kireçli bir sıva vurulur. Bu dış sıva bazen balçıktan da olur (Resim 152 a) (bkz. s. 484, sağdaki bina).

İstanbul’da adı geçen bağdadi binalar genelde dıştan ahşap kaplamalıdır (Resim 82). Boğazı süsleyen aşı boyalı konak ve yalılar böyledir.

İç sıvaya destek teşkil eden bağdadi çıtaları çoğu kez kapak tahtası bölünerek elde edilir. Hereke civarında yuvarlak ağaç dallarının kullanıldığını da gördük. Resim 155’de görülen Darıca’daki bir evin çitaları bu dallardan olup Resim 156’daki Bolu evininkiler de fazla muntazam gözükmüyorlar. Resim 157’deki, kuru taş duvar üzerine oturan bina, dıştan oldukça kalın ve geniş tahtalarla kaplı.

Genellikle Orta ve Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’da inşa malzemesi olarak toprakla taş başat durumda iken Batı’da ahşap ön plana çıkıyor.

Bununla birlikte bazı istisnaları da zikretmek gerekiyor: örneğin Amasya (Resim 150) ve Tokat: “Tokat’ın eski evlerinde kârgir yapıcılıktan ziyade ahşap inşaatçılığa kıymet verilmiştir. Bilhassa temel duvarları hariç diğer kısım duvarlar tamamen ahşap çatkılı ve kerpiç dolguludur. Bunun için Tokat evlerinde dülgerlik işleri ileri bir teknik gösterir. Evlerin iç mimarîsini değerlendiren tavan kaplamacılığında, yüklük ve dolapların yapısında, raf ve konsollarda üstün bir marangozluk başarısı dikkat nazarlarını üzerine çekmektedir… Çıkma ve cumba şeklinde olan köşklerin altlarıyla üst kemerlerinde, bağdadî üzerine alçı sıvalı satıhlar bulunur… Duvarların iç yüzleri çamur sıva üzerine alçı olduğu halde dış yüzleri kıtıklı kireç sıvadır.”[13]

Resim 157 a’da (bkz. renkli resimler s.486) bir ahşap düzleyici alet, ya da sıvacı malası görülüyor. Mısır Yeni Krallık dönemi, M.Ö. yakl. 1300 (British Museum’dan, 1976). Bu arada “mala”nın Farsçadan alınma olduğunu zikredelim.

* * *

e) Çatma (hımış) yapılar

Gerek Elmalı’da, gerekse Akok’un betimlediği Tokat’ın eski evlerinde kerpiç dolgulu, çatma-çatkılı sistemini gördük.

Seton Lloyd, Zincirli ile Karkamışın birbirine ters coğrafî durumlarının, biri tipik bir Anadolu dağlık vadisinde, öbürü Mezopotamya ovasının kenarlarında, her iki kentte yapısal inşa prensiplerinde ilginç olarak yansıdığını söylüyor. Artık taş ve kerpiç evlerin elle tutulur bir ahşap çerçeve ile pekiştirilmiş olmasının, depreme karşı bir tedbir olduğu kesinlik kazanmıştır diyor. Bunun kanıtı olarak da Zincirli’de, duvarların, nerede ise taş ve tuğlanın yüksek oranda ahşap çatı arasında kaybolmasına karşılık deprem kuşağının dışında kalan (Karkamış’ta), ortostatlar (Asurlularda saray ve mabetlerin tackapıları yanlarına konan, başı insan ve vücudu kanatlı boğa şeklinde heykellerle süslü kapı ayakları) yüksekliğine kadar sağlam bir taş alt yapı üzerine takviyesiz tuğladan olduğunu gösteriyor.[14]

Doğu Karadeniz de iklim, coğrafya, ethnik grup ve tarih açısından önemli özellikler arz eder. Burada “… son zamanlarda çok yapılmakta olan camilere gelince: bunların mimarî yönden herhangi bir katkıları yoktur… Bir eleştirici için belki enteresan olan taraf bu camilerin hâlâ eski Bizans mimarisi etkisinde yapılmış olmalarıdır. Bölgenin maharetli, tecrübeli ve fakat dünya mimarîsinin gidişinden habersiz kalfaları bu etkiyi farkına varmadan devam ettirirler. Bu olayda muhakkak ki ustaların bölgeden örnek olarak aldıkları camilerin bir kısmının eski Bizans kiliselerinden bozma olmalarının rolü vardır.”[15]

“Bölgeye has yapı malzemesi ahşap ve yapı tarzı çatmadır… Ahşap yapı eskiden tamamen geçme, sonraları kısmen çivi, kısmen geçme olarak günümüze kadar gelmiştir.[16]

“Çatma, takriben 5×10 kesitindeki dikmeler 15 ilâ 25 cm ara ile çepeçevre taban kirişi üzerine oturtulmaktadır… Bu dikmeler sonradan ufkî veya çapraz parçalar ile birbirlerine bağlanmaktadır. Ufkî bağlantı yapıldığı takdirde ortaya kare şeklinde göz göz bir desen çıkmaktadır. Buna göz dolması tabir ediliyor. Bağlantılar çapraz olduğu takdirde üçgen şekiller ortaya çıkıyor ki buna da muskalı deniyor.[17]

“Esasen Doğu Karadeniz’de yıkmak yerine sökmek deyimi kullanılır… Konstrüksiyon ister çatma veya karkas, ister yığma veya dolma olsun, sökülmeye müsaittir.”[18]

Özgüner’in kaleminden çatma-hımış inşa tarzını tarif etmiş olduk. Aslında ahşap hatıllı olarak örülmüş kerpiç ve kimi yörelerde de moloz taş ya da tuğla duvar, Anadolu halk konut geleneğinin yüzyıllar boyunca ana inşa tekniği olmuş. Bu tekniğin sayısız çeşitlemeleriyle karşılaşılır. Örneğin örgünün sıvalı olduğu ya da sıvasız bırakıldığı olur. Vurulan sıvanın niteliği de değişebilir. Malatya yakınlarındaki Balaban ve çevresinde yerel topraktan yapılan ve düzgün yüzey oluşturan bir sıva yapım tekniği egemendir. Buna karşılık Muğla ve yakın çevresi, kireç esaslı kaba bir cins sıvayı yeğler. Duvar konstrüksiyonunun görünür bırakıldığı örneklerde derzlerin daha büyük bir titizlikle işlenmesi söz konusudur. Bu amaçla tüm Güney-Batı Anadolu’da dış yüzeyi daha ilginç kılan ve “sıkılama derz” diye adlandırılan bir teknik kullanılır. Bu tekniğin esası, taş derzlerinin kiremit kırıkları ve kireçli bir harçla tek tek doldurulmalarıdır.[19] Hörgüçlemek,  duvarı kerpiç veya taşla balık sırtı gibi örmektir (Nğ’de).

DLT’te “iki duvar veya iki direk arasına çapraz olarak konulan ağaca arkuk dendiğini görüyoruz (I/109). Bu, acaba, bir hımış yapıda mı bahis konusu oluyordu?…

Keza, üzerine hatıl atılmak için uzatılmış olan düz direğe de oğulmuk deniyor (I/149).

Hitit dilinde “hattalu”nun “hatıl”, “derz”in de Arapçadan geçme bir sözcük olduğunu hatırlatalım ve konumuza devam edelim.

Marianna Koromila, üç fotoğrafçısı ile birlikte gezdiği Karadeniz’in “Pontos” bölgesine ait güzel resimlerle donatılmış kitabında[20] bu aynı bağlamlarda özgün örnekler veriyor. Ezcümle Sinop’tan altı hatıllı taş, üstü içi dışı sıvalı bağdadi ev (s.16); Safranbolu’dan altı taş, üstü kerpiçli ve sıvalı hımış, daha üstü içi dışı sıvalı bağdadi ev (s.38); yine Sinop’tan meyilli arazide düzleme duvarı taş, bütün katlar bağdadi evler (s.52); Polathane (Trabzon)’da yine aynı türden evler sergilenmiş. Bu arada bütün buralarda I. Cihan Harbi’nin sonuna kadar önemli ölçüde Gayrimüslim, özellikle Rum kökenli sakinlerin varlığı vurgulanıyor. Nitekim Eski Gümüşhane’de on iki komşudan altısının tamamen Orthodox, beşinin Müslüman, birinin Ermeni olduğu zikrediliyor (s.105). Yani “halk konut geleneği” dendiğinde, bunun çeşitli kültürlerin bir sentezinin ürünü olduğu aşikâr oluyor.

Bu gerçek çok uzman tarafından da doğrulanıyor: Buca (İzmir) evleri hususunda şunları okuyoruz: “Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Batı Anadolu’nun Marmara’dan itibaren tüm Ege sahil şeridi, bu sahile komşu Midilli (Lesbos), Sakız (Khios), Sisam (Samos), İstanköy (Kos) ve diğer adalarla birlikte büyük bir Rum nüfusu barındırmakta ve bu yöre mimarîsinde Rum kültürü önemli bir ağırlık taşımaktadır. XIX. yy.ın ikinci yarısında, İzmir (Smyrne) havalisinde, resmî binalarda neo-grek türünde, sahte bir klasisizm (pseudo-classicism) diyebileceğimiz bir takım cephe ve form elemanları içeren bir mimarînin yanı sıra, konutlarda tutarlı yerleşmiş bir mimarî gelişmekte ve Sakız Üslûbu diye anılan bir üslûp oluşmaktadır. Buca’daki konut mimarîsini, genelde bu üslûp kapsamına giren bu konutlar meydana getirir. Fakat Sakız mimarîsi Buca’da daha da özelleşerek keskin çizgili bir karaktere bürünmüştür… Yapılar, yerleşmiş bir üslûp çerçevesi içinde, her birinin kuralları, oranları belli tiplerin çeşitlemelerinden ibarettir. Mimarın kişisel yorumu, genel üslûbu etkilemeyecek ölçüde, ayrıntılarla kısıtlıdır…”[21]

Bu ifadeler, buraya kadar irdelenmiş her bölge için caridir. Erpi, Buca’da da “ahşap karkas, geleneksel Türk evi karakterinde bir örnek…” vererek “Tipik Türk evi çıkması. Bağdadi üzerine sıva”[22]yı gösteriyor.

Denizli yöresinde Şirinköy evlerini irdeleyen Cengiz Bektaş bunların en az ilk (yer) katlarının çamur harçlı taş duvardan oluşup burada ahır, yemlik zahire ambarlarının bulunduğunu; böylece üst katlarda sadece planın ana öğeleri, ezcümle hayat ve evlerin (odaların) kalmış olduğunu; üst katın genelde ahşap çatkı ve bağdadî yöntemiyle yapıldığını, ahşap çatkının, ahşabın özelliklerinden doğan bir modül üzerine kurulduğunu yazıyor.[23]

Yine aynı Denizli yöresinde Babadağ evleri için de şu ilginç ayrıntıları veriyor: “Daha bir yıl öncesine dek belediyeye, yaptırılmak istenen yapı için proje vermek bile gerekmiyormuş… Kasabadaki tek yapı ustası (67 yaşında) belediyenin bir anlamda danışmanlığını da yapıyor”.

“İşveren ustaya başvurduğunda evin yerini birlikte görüyorlar. İşveren istediğini söylüyor, planı dülger tasarlıyor, kesinleştiriyor. Burada ilginç olan yön, planı, yapıcının ya da duvarcının değil de dülgerin belirlemesi. Yapıları inceleyince bunun nedeni anlaşılıyor. Yapılar ahşap iskelete göre biçimleniyorlar ve ahşabın özelliğine göre düzgün bir aks düzenine oturuyorlar. Bu nedenle dülger plan koyucu olmaktadır.”

Devam etmeden bir hususa dikkati çekelim. Ev plânını dülgerin belirlemesinde, “dülger” sözcüğünün etimonuna göre bir “yanlışlık” yok gibi; şöyle ki durgher,  Farisî yapı yapan, neccar olup lisan-ı halkta “dülger” telaffuz olunuyor. Yani Batı’da oluşmuş bu Farisîden alınmış sözcük, ev yapan sanatkârı ifade ediyor. O halde neden Babadağ’lı adam, evinin plânı için başka bir sanatkâra başvuracak?…

Bu tür ustalara “kalfa” da deniyor ki bu sözcük Arabî “halife”den galattır.

Devam edelim Bektaş’ı dinlemeye.

“Şimdi İzmir’e yerleşmiş olan Babadağlı Mübin usta…, işverenle ilişkilerini şöyle anlattı: ‘Ev yaptıracak olanla önce tanış, biliş oluruz. Durumunu öğreniriz. Kaç çocuğu var? Evde kaç kişi yaşayacaklar? Geliri nedir? Geleceği nedir? Ne istemektedir? Birlikte yapı yerini görürüz. Ne yapılacağına birlikte karar veririz.’[24]

Bu ifadelerden, geleneğin yerleştirmiş olduğu bir yapı biçiminin ve yörede kullanılan ahşaba göre de bir boyut modülünün varlığı anlaşılıyor. Ailenin kalabalığına göre bu modülün katları uygulanıyor. Nitekim “… evlerin hemen hemen tümü iki katlı. Dağ yönüne gelen yönleri taş duvar. Ön yüzler alt katta da ahşapla çözümleniyorlar. Bütün evler, temelde, ahşap çatkı yönteminin gereklerine göre çözümleniyorlar…”[25]

“Kiremit çatıların hemen hepsi dört yüzlü: Dış etkilere karşı lamarina (?) kaplanmış olanlar da var. Taş duvarların dış yüzleri, çoğunlukla sıvanmadan bırakılıyor. Ahşap çatkı duvarlar, önemli bir koruma beklenmediğinde, ahşap kaplama yapılıp bırakılıyor. Genelde bağdadi ve sıva.”[26]

“… Taş (temel) duvarı, kestaneden olmasının yeğlendiği ahşap hatılla bağlanıyor… Taş duvar, kara çamurla örülüyor. Sıva, samanlı kara çamurla yapılıyor. Kıtık kullanılmamış. Son çağlarda kireç+kıtık sıva yapıldığı olmuş. Daha önce de belirtildiği gibi çatkı ileriye göre yapılıyor.[27] Ana duvarlardan dağ yönündekiler taş; ön yüzler, ahşap çatkı üzerine bağdadi ve sıva… Taş duvarı kendisi ören dülgerler de var. Giderek bunlar tavan işlemelerini, ahşap üzerine boya süslemelerini de kendileri yapıyorlarmış (Göbekli tavana zülbahar tavan diyorlar). Boyayı, yumurta sarısıyla mavi, sarı, kırmızı toprağı karıştırarak elde ediyorlar”. Cam, 50-60 yıl önce Rusya’dan geliyormuş. Bulunmadığı takdirde kâğıt zeytinyağı ile yağlanarak onun yerine kullanılıyormuş.[28]

Ve Bektaş Akşehir evlerini anlatıyor: “Eski ustalarla yapılan konuşmalarda Akşehir’de Ermeniler de yaşarken, 25-30 Ermeni yapı ustası olduğu öğrenildi. Türk ustaları da onlar yetiştirmişler…”

“… Ev yaptıracak olan, bilinen ustalardan birine başvuruyor. Usta, işverenin isteklerini, olanaklarını öğreniyor, ona göre birlikte evin kaç örtü olacağını kararlaştırıyorlar. İki örtü, bir haney (başka yerlerde hayat diye bilinen bölüm) ve onun bir yanında iki odadan oluşuyor… Üç örtü, ortada haney (= hayat) ve iki yanında ikişer odadan oluşuyor.” ”Yapı bitince bayrak dikiliyor. O zaman hısım-akraba, konu-komşu, ustalara armağanlar (mendil, çorap, göynek) getiriyorlar.”[29]

”Akşehir’de ev planlarında gerçekten ilginç bir tipleme var. Genellikle evler ya iki örtü oluyorlar ya üç örtü… Örtünün genişliği, bir odanın genişliğince… Haney’in (Hayat) genişliği de o kadar… İki örtü ev aşağı yukarı 70 m2’ye oturuyor. Pazardaki ahşabın boyutu oda genişliğini belirliyor[30]… Oda genişliği 3,20 m, boyu 4-4,5 m. Genel olarak da büyüklük için ‘iki döşek bir beşik sığsın yeter’ deniliyor. Ölçülerin, adımla ya da merteklerin üzerine, toprağın altına serilen hasırın boyutlarıyla saptandığı da oluyor…”[31]

“Genelde iki katlı evler… Doğrudan üç katlı olanlar da var. Kat sayısı artsa da plan değişmiyor. Mutfak olarak odalardan birinin kullanılabildiği söyleniyor… Hem pişirme, hem yemek yeri olarak… Ama asıl gelenekte mutfak ayrı… Banyo için her evde, odanın yüklük duvarında gusülhane var. Gusülhane Müslüman olmayanların evlerinde de var… Bu ilk kez burada karşılaştığımız bir durum. WC, bahçede ayrı bir küçük yapı[32]… Gideri bir çukurda toplanıyor. Bu çukur zaman zaman açılıyor, gübre bahçede kullanılıyor…”[33]

“Orta hamamdan Gâvur hamamına dek Çınar caddesindeki evlerin alt katlarında dükkân var. Eskiden, Müslüman olmayan bu evlerin hanımları, burada oya yapıp satarlarmış.”[34]

Bu alt katları dükkân olan ev tiplerine Isparta ve Kütahya’da da rastlamıştık. Döneceğiz bunlara.

Biz yine, çeşitli yörelerden işbu çatma-hımış tekniğine değişik örnekler vererek bu bahsi kapatacağız. Önce Edirne’den. Resim 158a, taş temel duvarı üzerinde kerpiçle dolmuş ve kireçle sıvalı bir hımış evi gösteriyor. 158b’deki duvar da aynı tipten ama sıvasız. Resim 158c’de, kapının ahşap lentosu üzerinde, araları çamurla dolmuş ince tahtalardan oluşan bir örgü görülüyor. Bunun üstü doğruca kerpiç. Resim 158d, bu ayrıntıyı yakından gösteriyor.

Edirne’nin eski evleri genelde kerpiçle hımış olup kısmen sıvalı, kısmen de tahta kaplamalı (Resim 158e ve 158f). Edirneli usta ahşabı sadece bir koruma öğesi olmasının ötesinde bir süs unsuru olarak da kullanmış (Resim 158g). Görüldüğü gibi Edirne’nin eski binalarının başlıca malzemeleri ahşapla kerpiç oluyor.

Aynı şeyi Bursa’nın eski evleri için de söyleyebiliyoruz (Resim 159a). Gerçi Bursa’nın geleneksel tipteki evlerinin (Resim 159b) bağdadi olduğunu da biliyoruz (Keza bkz. Resim 73). Bu kente 8 km kadar mesafede bulunan Cumalıkızık köyü; 800 yıllık bir maziye sahip olup Oğuz’ların Yıldızhanoğlu Kızık boyunun kurduğu yedi köyden biri imiş.[35] Burasının geleneksel evleri de taş duvar üzerinde kerpiç dolgulu hımış (Resim 160). Resim 161’deki, Hereke

civarında rastladığımız evlerden biri. Şaphane’deki (Gediz-Kütahya) eski geleneksel evler de, taş alt kat üzerinde çamur sıvalı kerpiç dolgu hımış tipinde (Resim 162). Keza bkz. Resim 75. Darıca’da da kireç sıvalı ve ahşap kaplamalı bir ev görmüştük (Resim 163). Aynı yerde ahşap çatkının tuttuğu kuru taş duvarlısı (Resim 164). Ve Orta Anadolu’dan (Bozkır-Konya) bir manzara, taşı, kerpici, çamur sıvası ve bol ahşap kütükleriyle (Resim 165). Şimdi de yine değişik yörelerden tuğla dolgulu hımış evler: Resim 166’da (bkz. s. 486), solda bir çantı evin yanında, yeni birer yapı oldukları belli olan biri çıkmalı iki hımış ev. Tuğlalar balık sırtı işlenmiş. Resim 167’de görülen ev, Düzce civarında sık rastlanan tiplerden bir örnektir. Aynı tipten bir başka eski ev de Isparta’dan (Resim 168). Elmalı’nın genellikle hımış bağdadi evleri arasında Resim 169’daki (bkz. s.486) farklılıklar arz ediyor.

Kaynaşlı (Düzce-Bolu)’da 1976’da yeni yapılmış olan cami duvarlarının “muskalı” olarak işlenmiş olması acaba bir mistik düşünce ürünü mü?… (Resim 170). Resim 171 (bkz. renkli resimler s.486j), minarenin ana orta direğinin bina duvarıyla bağlantısını gösteriyor.

Ve ahşabın ilginç bir tarihî öyküsü: Girit kuşatması sırasında (1080/1669) kent ve tahkimat büyük zarar görmüştü; tahribatın bir ilginç ürünü, çökmüş evlerden Venedik veya Zante’ye kereste ihracı olup “Kıbrıs tahtası” olarak tanımlanan bu kereste sandık, kutu, dolap imalinde kullanılıyor ve İngiltere’de hazır pazar buluyormuş.[36]

Boyabat’ın Yaylacılı köyünde, “benim çocukluğumda (1955-1965) köydeki bütün evler birbirine benzerdi; hepsi tahta ve çıralı ‘kandillerden’ (5 cm kalınlığında enli ve uzun tahtalardan) yapılmıştı…”

“… eski evlerin yapımında kullanılan çıralı çamlar (çıralısı daha çok dayanır, çürümez derler)… Karatepe ormanlarından özenle seçilir, getirilir köyde hızarcılara ‘ip’i (kütüğü boydan boya bir biçmeyi) şu kadar kuruştan biçtirilirmiş… Hızarcılar… ‘öşür’ denilen kırmızı bir tezek suda eritilir, uzunca bir sicim meydana gelen boyada ıslatılır, biçilmek istenen yere gerilirdi. Hızarcı ustası ipin belinden hafifçe çekip salıverince sicim hızla kütüğe çarpar, çarptığı yerde dümdüz bir çizgi bırakırdı… Usta hızarcı kütüğün üstüne çıkar, testereyi (‘testere’, Farisî kökenli bir sözcüktür-B.O.) yukarı kaldırır, daha acemi olanı ise alt tarafta durur, her seferinde bıçkıyı kuvvetle geri indirirdi. Hemen yanlarında duran bir keçeyle arada bir testereye gazyağı sürerlerdi; sonradan öğrendim, reçineler sıvışıp zorluk vermesin diye yaparlarmış bunu.”

“Bu şekilde elde edilen ‘kandil’ ve ‘sırtıkara’lar (‘tek yüzü biçilmiş tahta’ yani kütüğün ‘kapak’ kısmı-B.O.) önceleri keser ve baltayla ‘terbiye edilir’, ‘tıraşlanır’mış. Daha sonraları bu işi rendeyle (‘rende’ dahi Farisî kökenlidir-B.O.) yapmaya başlamışlar; şimdi köydeki motorlu marangoz tezgâhında yapıyorlar.”[37] Yayla’nın, yazısında anlatmış olduğu iki kişilik hızar tezgâhına çomura deniyor Dy’da.

Günümüz halk dilinde heytipi, ağacı düzgün kesmek için çizgi çizmeye yarayan ip (Tahtacı-Isp); dıbıştı da boyalı iple yapılan izdir (Af).

***

f- Doğu Karadeniz tipi ahşap yapılar

“Doğu Karadeniz bölgesinden Anadolu’ya geçiş bazen keskin bir hatla çizilecek, gözle görülecek kadar bellidir…”[38] Yani Doğu Karadeniz kendine özgü, ayrıntılarına girmediğimiz, esasta ahşap, ama taş ya da tuğlanın da dâhil olduğu bir mimarî üslûp sergiler. Bazı yanları ilginç olabilir:

“… Örtü malzemesi, levha halinde tahta veya alaturka kiremittir. Köknar, ladin veya meşe olursa 1 cm.ye kadar, kestane olursa 2 cm.ye kadar kalınlıktaki tahtalardan birbirine usulü ile yapılan çatı örtüsüne ‘hartama’ denilmektedir. Hartama 3 mm. kalınlıkta olduğu takdirde çatı omuzları saç örgüsü bindirme ile örtülmektedir (Resim 172)… ‘Hartama’nın kalanına ‘yarma’ denilmektedir. Yusufeli, Ardanuç, Şavşat gibi Artvin’in ilçelerinde aynı tarz örtü için ‘pedavra’ tabiri kullanılıyor.”[39]

Bahis konusu bölgedeki kırsal yerleşmelerde, konutların yanlarında, çeşitli işlevleri haiz, “müştemilât” binaları yer alıyor ki bunlara dam, çöten (Giresun ve Ordu çevrelerinde mısır, fındık gibi ürünlerin konulduğu ambar) merek (samanlık) ve Serander-Serender gibi adlar veriliyor.

Bu sonuncuların adı, serin, havadar yer anlamında olup bunlarda yukarda adı geçen ürünler muhafaza edilir. Giresun’dan Samsun’a doğra Batı’ya doğra yönelindiğinde bu ad, yukarıdakilerin dışında, nayla, paska, bagen ve ayvan şekillerini alıyor. Bu sonuncusu, “eyvan”dan galat olmalı. Paska ise, aşağıda anlatacağımızdan biraz farklı olarak Sn, Sm, Or, Gr, Rz, Ar’de kamıştan, çalıdan yapılan bostan kulübesi oluyor.

Bu serender, tek veya iki bölmeli basit bir bina türü olmasına karşın bölgenin ustaları çok değişik nakış (“tasarım” karşılığı) örneklerini sergilemişler.[40]

Moloz taş duvardan oluşan temel üzerine konan taban ağaçları yerleştirilir. Bunun üzerine, payandalara desteklediği köşe direkleri dikilir. Bu sonuncular uzunca olur, nemini bırakmak suretiyle zamanla “çalışma”da vaki kısalmayı telâfi etmek amacıyla.

Binanın işbu direkler üzerine oturtulup “havada” inşa edilmesinin esas nedeni, çok yağışlı bu bölgedeki nemi yukarıya iletmemek ve de, içerde saklanan mısır, fındık vs.ye farelerin ulaşmasını önlemektir. Bu sonuncu amaç için, 90-100 cm çapında, 8-10 cm kalınlığında ve üst yüzeyi konik olan ahşaptan yontulmuş teker’ler (ağacın bulunmadığı yerlerde taştan yontulan bu tekerlere çevre denmektedir) takılıyor. Fare, bunlara üstüne çıkamıyor (Resim 1 ve 2).

Ambara ulaşmak, kullanıldıktan sonra kaldırılan bir merdivenle yapılıyor.

Serin, havadar yer anlamına gelen bu “serender” teriminin Laz lehçesindeki karşılığı nayla oluyor.[41]

Necati Demir de bu serenderler hakkında ilginç bilgiler veriyor.[42]

Resim 2’den görüleceği gibi, işbu serender’in bir Kafkasya inşa geleneğinin ürünü olduğu anlaşılıyor. Gölcük’ün (İzmit) Batum göçmeni Gürcü Siretiye Köyü’ndeki bu serander-serender-seren, herhalde bu köyde mayla diye tesmiye ediliyor.

Serendere çıkmak için dayayıp sonra kaldırılan merdiven Resim 1’de yerde görülüyor.

“Merdiven”in Farisî “nerdiban”dan muharref olduğu biliniyor. Ama halk dili buna çok sayıda ad uydurmuş: ayakcık-ayakcıl: Kü’da küçük el merdiveni, seyyar merdiven; ayakçak ve çok sayıda varyantı: genellikle Anadolu’nun Doğu yarısında merdiven, merdiven basamağı; baçgış-barkış: merdiven (Kn, To); badak-badal-bedel-bedil: merdiven, merdiven basamağı (Isp, Çkl, Ks, Çr, Sn, Sm, Ama, To, Or, Gr, Ezc, Sv, Yz, Ks, Ada, Ezm); bartman: merdiven (Zn); basak ve çok sayıda varyantı, az çok her yerde merdiven, el merdiveni, merdiven basamağı, iskele; bekman: merdiven (Sk, Zn), kurutulmak üzere tütün asılan, enlileme uzatılmış sırıklar (Zn); dağan ve varyantları: meyve toplamaya yarayan üç ayaklı ya da tek ayaklı uzun merdiven (Kü, Kn); enecek: merdiven (To, Kn); eşik-eşek: merdiven (Sv, Ank, Nğ); hekman: ağaçtan ya da taştan yapılmış birkaç basamaklı merdiven (Kn); hosak: merdiven, basamak (Ks); inecek-inecik: merdiven (Mr, Kn), seyyar merdiven (Mr, Kn, Sv); kevür-köpür: ağaçtan ağaca geçmekte kullanılan merdiven (Sn); memen: merdiven (Mğ); mendirek: merdiven (Kn); merikman: merdiven (Gr, Or); metmen-metmenek: merdiven (Ada); seki-sekmeç: merdiven, merdiven basamağı (Ank, Kn, Ada, Nğ, Sv, İst, Gr, İç, Ant, Nş, Çr); terence-teyrence: merdiven (Bt, Mş, Nğ, Isp); üzgü: merdiven (Ed).

Clauson (s.867), hem taşınır, hem de sabit ev merdiveni için, kökeni belli olmayan alıntı bir sözcük veriyor: şatu.  Bu, Moğolca ve Farisîde de yine alıntı sözcük olarak geçiyor. Varyantlarıyla çeşitli Asya kavimlerinde yaşamaya devam ediyor. Ama bunu günümüz Anadolu’su bilmiyor.

Bu merdivenler dırabzın ve varyantları, yani korkuluk ile donatılmıştır Gaz, Kn, Ay, Dz, Bo’da.

Merdiven parmaklığı tırabzan,  Batı’da oluşmuş bir sözcük olup buna Terceme- i Bûrhan-ı Katı’da rastlıyoruz: “Daraferin (Fa.):… Mutlak tekkegâh (dayanak) manasınadır, yani dayanacak nesne, gerek insan olsun ve gerek taştan ve ağaçtan masnu (yapılmış) müttekâ (dayanılacak alet, koltuk değneği)…. Halkın ‘trabzon’ tabiri bundan masnudur (uydurmadır)” (BTL).

* * *

XIX. yy.ın ilk yarısında Anadolu’yu gezmiş olup izlenimlerini 1863’de yayınlamış olan Le Bas[43], Antalya’nın Batı’sında, Lykia’da, Eşen çayı kıyısında, denize dökülen ağzından biraz içerde Xanthos (Kınık) vadisinde rastlamış olduğu çeşitli ev tiplerini resmetmiş (Resim 173). Bunları, mimarî tarihine bir malzeme olabilir düşüncesiyle derç ettik (Xanthos, Helen dilinde “boz renkli” demekmiş[44]).

Nitekim “Türk evinin Orta Asya Türk kültür çevreleri ile olan ilişkisi yanında Anadolu’nun eski konutları ile de kıyaslanması söz konusudur”.

“Batı Anadolu’da klasik çağda başlayıp Roma devrinde kullanılan belirli ev tipleri gelişmiştir. Kuzey Ege’de ortaya çıkan ‘prostaslı’ (avlulu ve geçitli) evler M.Ö. IV-III. yy.lar arasında yaygınlaşmıştır. Bu evlerin plânı; giriş, bir avlu, bu avluya uzanan bir koridor-geçit ve odalardan oluşmaktadır. Hellenistik çağda yaygınlaşan geniş revaklı avluları ile belirlenen ‘peristilli’ evler, avlunun etrafındaki odalardan meydana gelmektedir. Bu evlerin Anadolu ev mimarîsi içerisinde tarihî açıdan önemi fazladır. Roma ve Bizans devrinde de avlulu (atriumlu) ev plânı devam etmiştir.”[45]

“Vitruvius diyor ki: ‘Yunanlılar atriumlar inşa etmezler… Lâkin çok geniş olmayan sokak kapısından içeri doğru uzanan geçitler inşa ederler. Bunun bir tarafında ahırlar… bulunur. Ve geçitten hemen sonra iç kapı yer alır… Buradan peristyle avluya girilir…’[46]

Bu ifadeler, Resim III’deki Kayseri (Calsarea-Kaisareia) evine çeviriyor gözlerimizi…

Burada, alıcıya “gapıdan girdinni helâ burnuğun dibinde, ahır hemen yağıbaşında” diye ev methediliyor… Yani ihtiyaçlar çabuk giderilebiliyor…

 
 
Resim 173: Xanthos (Ksanthos-Kınık) vadiinde, XIX. yy.ın ilk yarısına ait ev çeşitleri (Le Bas’dan)

 

g) Ahşap çatmasız taş evler

Resim 143’de görülen ağaç dallarından yapılmış binanın solunda bir taş binanın köşesi görülüyor. Bu aynı Meryem Çizmeli köyünde, ahşap çatkısı olmayan, ama hatılları bulunan, moloz taşından binalar bulunuyor (Resim 173a). Bu köy evlerini aşağıda irdeleyeceğiz.

Bu tür yapılar “kârgir inşaat” genel adı altında bilinirler. Bu “kârgir” sözcüğü için Muallim Naci’nin “Lûgat-ı Naci”si (s.609) şu tanımlamayı yapıyor: “İş tutucu, tutan. Acemlerin kalfaya ‘gelkâr’ dediklerine nazaran metin müstahkem bina manası olmak üzere kullandığımız kârgir tabiri ‘kârgil’den muharref olmalıdır. Kârgir kelimesi Ermenicede ‘kum ve kireç’ manalarını müfîd olup (ifade edip) ‘taş bina’ mealinde kullanıldığı nazar-ı dikkate alınırsa kârgir demenin yanlış olmayacağı anlaşılır”.

Buradaki “kum”, “ufalanmış taş” karşılığı olup deniz kumu manasında değildir.

DELT’de bazı lûgatçıların bu kelimeyi doğruca Ermenice karugir = taş bina’dan aldıklarını, kelimenin kar = taş ve gir = kireçten teşekkül ettiğini yazıyor.

Ahmet Vefik Paşa, “Lehçe-i Osmanî”sinde (s.988) “Kârgir, isim, harçla taş ve tuğla bina – Farisîde ‘kâhgil’ – Kârgir bina kavi metin şey – Galat-ı kârgir” diyor ki “kâh” = saman, “gil” = balçıktır (GG).

Ve nihayet KT “kârgir, sıfat. Aslı Farisî ‘kârgil = çamur işi’ yahut ‘kâhgir = samanla tutulmuş’ olduğu maznundur (zannolunur). Zebanezdi (dilde) ‘kâgir’ yahut ‘kâvgir’, taş yahut tuğla harcıyla yapılmış, ahşabın gayrı…” tanımlamasını yapıyor.

Bunlar dahi iki kategoriye ayrılıyor: ilki, hatıllı moloz taştan olanlar. Bunlara en güzel bir örnek, bize mübadil bir Rum’a ait olmuş olduğunu söyledikleri Resim 174’teki konut oluyor.

Moloz taşının yanı sıra kısmen düzeltilmiş taşlarla yapılan bu gibi binalarda taş yüzeyleri, azdan çoğa doğru muntazam şekilde, sivrilikler taşçı çekici ile kırılmak ve keski ile yontulmak suretiyle düzlenmiştir. Muayyen bir intizam aranmış ve uzman işçiliğe başvurulmuştur.

Bu binada ahşap hatılların çok muntazam aralıklarla vazedildikleri görülüyor. Taşların aynı yükseklikte olmamaları hasebiyle hatıl altı, duvarın harçlı veya harçsız olmasına göre, ya harçla veya küçük yassı taşlar sıkıştırılmak suretiyle tesviye edilmiştir.

Bu “kuru duvar”da bir tezyinî etkinin amaçlanmış olduğu aşikârdır: Bunda mozaik çalışmasını görmemek mümkün değildir. Üstteki harçlı kısım, eğer o dahi başlarda yine süsleme gayesiyle yapılmamışsa, sonradan bir tamir işinin ürünü olmalıdır.

Burada dikkati çeken husus, çatı altındakinden bir önceki hatılın üst kat pencereleri kesmesidir. Burada hatıl aralıklarının intizamı başat hedef olmuş.Duvar köşe bağlantılarına gösterilen özen, bilhassa göze çarpıyor. Buralarda, altı yüzü de tesviye edilmiş taşlar, yandaki şekilde vazedilmişler.

Söz “hatıl”dan açılmışken bir gözlemimizi nakledelim. Amasya kalesinin kuru taş duvarlarındaki hatıllar, arzanî (enlilemesine) konmuştu (Resim 164)… Resimden, iç ve dışın muntazam bir örgü halinde, ortasının dolgu halinde olduğu görülüyor.

İkinci kategoriyi, çok sayıda ve değişik yönlerden örnek verilebilecek kesme taş binalar oluşturuyor. Bunlara ait daha önce de örnekler vermiştik (bkz. Resim 30a…g, 57, 77, 78, 79).

Gerçekten taşı bol olan bölgelerde bu malzeme bugün bile devamlı kullanılmakta ve Küçük Asya’nın birçok yöresini karakterize eden bir inşaî özellik meydana çıkmaktadır. Yöreden yöreye taşın cinsi, rengi, yapıların mimarî şekilleri değişik olmakla birlikte hepsinde müşterek olan işlenme özellikleri şöyle sıralanabilir:

  1. Örgü sıralarının üstleri bir hizada ve yataydır.
  2. Bu sıraların yüksekliği binada aynı olduğu kadar bölge içinde de aynı olup bu yükseklik yöreden yöreye çok az değişir. Bu aynı yükseklik ve sair boyutlardaki taş dizisine Gaziantep’te gor-kor dendiğini ve bildiğimiz gibi Ermenice kar’ın “taş”, gar’ın da “dikiş” manasında olduklarını daha önce zikretmiştik. Antep’te taş yüksekliği 27 cm.dir ki bu da yaklaşık 10 parmak eder…
  3. Burada da daha önce söylemiş olduklarımızı yineleyeceğiz:

Bir bölgede, örgü sıralarını teşkil eden taşlar genellikle aynı boyutlardadır. Buradan belirli bir standardizasyonun varlığı söz konusu olur. Gerçekten Bilecik-Bozöyük-İnönü’de kırmızı “Bilecik taşı” (Bozöyükteki Kasımpaşa camiinin inşa edildiği kırmızı-kiremidî taş), belirli ölçüde yontulmuş olarak tane ile satılır. Aynı şeye Bitlis’te de rastladık, taş rengi farkıyla. Keza Kayseri’de taşçılar, işledikleri taş sayısı başına para alırlar ve bu taşların boyutları muayyendir. Bunların, binanın içine gelen yüzleri kabaca düzeltilip ya sıvanır, ya da tahta ile kaplanır (duvar lambrileri). Bu belirli ölçüde taşlardan hasıl olan kor’da taş sayısı binanın ölçüsüne denk gelmezse, arada kalan boşluk, uygun ölçüde yontulmuş bir taşla doldurulur ki bu sonuncusu kalağ-kalak adını alır (muhtemelen “kalmak” mastarından).

Bu standartlaşma duvar taşlarına inhisar etmez. Gaziantep’teki eşik, apteshane gibi yerlerde tabana döşenen ve farç adı ile anılan taşın eni ve boyu 70 ilâ 80, kalınlığı 10 ilâ 15 cm olur. Bu farç sözcüğü Arapça-Osmanlıca “ferş” = döşemekten galat olmalı.

  1. Derzlerde girinti veya taşkınlık yoktur.
  2. Taşlar arasında harç yoktur.
  3. Eski evlerde, bazı sınırlı istisnalar dışında, damlar düzdür. Kerpiç köy yapılarında göreceğimiz bu karakteristik şekle büyük çoğunlukla kârgir yapılarda da rastlanır. Ancak burada, dam toprağını tutan bir taş bordür vardır. İran ve Grek etkileri mi?…
  4. Köşe taşları heybe tipi bağ taşlarından (önceki şekil) ibaret olup yandaki şekilde gösterilmiş köşe kulağı tarzı kullanılmaz.
  5. Duvar kalınlıkları bir veya iki kesme taş genişliğinde olup Romalılarda hayli yaygın olan iç ve dış yanı kesme, ortası dolgu şekli kullanılmaz (Örneğin Amasya kale duvarı, Resim 175). Buna karşılık moloz taşı inşaat üzerine ince kesme dış kaplamaya sık rastlanır.
  6. j) Mimarînin sadeliği ve tümünün yekpare bir kitle arz etmesinde sanat tarihçileri herhalde bir Roma etkisini görmüş olabilirler. Her ne kadar merkezî idare, eyaletlerin çoğuna kısmî özerklik vermiş olmakla yerel geleneklere müsamaha göstermişse de bu kadar belirgin karakterli değişik mimarî tarzlara bir müşterek “damga” vurmayı başarmıştır.

Bununla birlikte ahşap veya taş düz kiriş ve lentonun çoğunlukta oluşu inşaî detayda Yunan etkisini egemen kılıyor.

Saydığımız bu müşterek nitelikler dışında her bölgenin yerel özelliklerini ayrıca göreceğiz. Daha önce başka vesilelerle vermiş olduğumuz örneklere de gönderme yapacağız.

Devam etmeden önce yukarda mezkûr kor (duvar taşlarında bir sıra, dizi) tabirini TS’den geriye doğru takip edelim.

XVI. yy. bilginlerinden olup 1555’te (963) ölen Musa Merkez Efendi oğlu Mehmet Efendi’nin düzenlediği Arapçadan Türkçeye sözlükte (“Babus-ül-Vâsıt”) “Savif (Ar.): Divarın (duvarın) her bir dizilen kor’u” deniyor. Yine XV. yy. dil ve din bilginlerinden Ankaralı Pîr Mehmet bin Yusuf tarafından düzenlenen ‘Arapçadan Türkçeye Sözlük’ten (“Tercemen”): “Ed-dimsu (Ar.): Divarın alt kor’undan gayrı kor’larının her kor’u”.

Amasyalı Deşisî Mehmet Efendi’nin 1580 (988) yılında düzenlediği ‘Farsçadan Türkçeye Sözlük’ten (“Et-Tuhfet-üs-Seniyye”): “Pahise (Fa.): Mühre-i divar (duvar boncuğu) ve divar kor’u yani bir sırası; bennâlarda (duvarcılarda) müstameldir ki bir kor iki kor derler”.

Daha birçoklarını geçerek gelelim XIV-XV. yy. bilginlerinden Mecdûddin Firuzâbâdî’nin telif ettiği ünlü Arapça Kamus’un Antepli Ahmet Asım (Mütercim) tarafından yapılan Türkçe çevirisine (“Kamus Tercemesi”. XVIII-XIX. yy.). “El- vüşah (Ar.): Şol gerdanlığa denir ki inciden ve sair cevahirden her iki danenin aralığına nev’-i âhardan birer dane tavsit ederek (araya koyarak) iki kor dizerler ve ol iki kor’un birisini…”. Ve yine “Es-sure (Ar.): Duvar yapısının urukundan (damarlarından) yani her kor’undan ve sırasından bir kor’a ve bir sıraya ıtlak olunur”.

“Bennâ”lar arasında hiç mi Ermeni yoktu?..

Ama bu arada, halk dili terminolojisinde bir sözcük dikkati çekiyor: Muhra,  harçsız taş duvar oluyor Dz’de (Resim 176). Bundaki her bir taş, bir “boncuk” (mühre) oluyor…

Bu aynı bağlamda, “derz” sözcüğünün Arapçadan geçme olduğunu hatırlayalım. Arapçada “derz”, dikmek, hiyatat etmek (bir şeyin etrafını çevirmek). “Derzi” de, elbise diken sanatkâr, hayyattır (BTL).

Niğde bölgesi (Resim 30d, 177, 178, 179, 180)

Genel hatlarıyla bu bölge yapılarında müşterek nitelik olarak aşağıdaki hususlar zikredilebilir:

  • Köşeler çok net ve keskindir.
  • Az çok geniş bir saçak genelde vardır.
  • Düz dam sularını dışarıya akıtan oluklar (çörten) özel bir itina ile taştan oyulmuştur. Çoğu, stilize hayvan şekilleri arz eder.
  • Pencerelerin üst ve alt seviyelerinde ahşap hatıl her yapıda bulunur.
  • Binanın üst katı, dışarıya taşkındır. Bu taşkınlık ya genelde olduğu gibi alt yapıya paralel, ya da Resim 177’de görüldüğü gibi, onunla bir açı teşkil edecek şekilde olur. Her iki halde de bu çıkıntının mesnetleri yekpare taş konsollardır.
  • Sütun, mesken mimarîsine girmiştir ve çoğu kez yuvarlaktan gayrı kesittedir. Sahte gömme sütun ile tezyini şekillere de rastlanır.

Devam etmeden mezkûr çörten’i geriye doğru takip edelim: Asya’da, Dirat ve Teleutlarda çorga = boru, musluk; çorgok = huni. Bunlar sonunda Türkiye Türkçesinde çortu, çortan, çortun[47] ve nihayet çörten olmuş.

Resim 177’de dam saçağı topuk silme şeklinde yontularak sıralanmış taşlardan ibarettir. Saçak işlevinden çok tezyini bir korniş halindedir. Bu tarz silmelere eskiler xυμἀτιον- cymatium veya sadece cyma recta[48]) adını vermişler.

Değişik profilli bu çörten’ler, dam toprağındaki gaçah (akıntı)dan suları toplayıp dışarı atar.

Binanın sağ bölümü, en solda sıfırdan başlamak üzere, dışarıya doğru, bindirme konsol kirişleri üzerinde, taşkındır. Bu som taş kirişlerin uzunluğu, en alttakinden itibaren, artarak gitmektedir.

Yapının alt katında bir kireç harcının kullanılmış olduğu açıkça görülür. Bir yarım yuvarlak silme de, saçak kornişine mukabele etmektedir.

Resim 178’de saçak ahşap kaplamalı, iki eş çörten de buna gömülü haldedir. Bu binada, bölgenin ayırt edici özelliklerine aykırı olarak pencere alt seviyesinde ahşap hatılın bulunmayışı, buna karşılık pencere alt ve üstlerinde birer şip (“kapı ya da pencerelerin üstüne, altına konulan uzun, tek taş – Bt”), yani yöreye özgü birer taşın varlığı zikre şayandır. Üst şip’lerin üstü, alttakilerin de altı, yükleri sadece bunların dayandıkları kısımlara intikal ettirecek şekilde “boşaltılmış” (oyulmuş)tur.

Taşlar arasında ince bir harcın kullanılmış olduğu fark edilir. Bu keyfiyet, sağ kenarda, arka plânda yarım görülen kilisenin yapısında ise belirgindir.

Binanın sağında, ön pencerelerin orta hizasında bir hatıl görülür. Evi, alttan da bir kirpi silme kuşaklar.

Bu arada, “hatıl”ın halk dilinde kereste (Ay, Kü, Es, Bo, Zn, Ks, Çkr, To, Ank, Krş, Mğ); et tahtası (Zn); duvarda araya konan kalın, yuvarlak ağaç (Dz, Ky); toprak evlerin tavanı (Ks) manalarında kullanıldığını ifade edelim. Toprak evin tavanına konan “yuvarlama” da, “kalın, yuvarlak ağaç” değil mi?…

Resim 179’da çörten yerine dere ve dikey su oluğu bulunuyor. Cephe ve yanları oluşturan taşlar iki boy üzerine standartlaşmıştır. Üst kat çıkıntıları, yine kademeli uzanan sert taştan konsollar üzerine oturuyor. Bütün bölgede olduğu gibi işbu uzanmış konsolların alt uçları yuvarlatılmıştır. Buna karşılık balkonlar, ahşap kiran’lar (“çok kalın direk” – Ezc, Dy) üzerine oturur. Soldaki uzun balkonun gölgelik çerçevelerinin bir ucu pencere üstü lentosuna yaslanır. Ön balkonun çıkışında ise yuvarlak sütun, sütun başlığı ve sivri kemere rastlanır. Sokak kapısı ise yuvarlak kemerle örtülüdür. İki farklı renkte taş kullanmak suretiyle mimarî etki aranmıştır.

Resim 30d’de, sokağın sağ üst başındaki ev, çeşitli motifte silme’lerinden başka “Attik” tipi, dam katını süslemekten başka işlevi olmayan dört köşe kesitli, gömme bodur sütunları ile dikkati çeker. Gerek en solda yarım görünen binada, gerekse bu sütunlu binada, üst katı taşıyan konsol kirişler arasında harç göze çarpar.

Bu kirişlerin üstündekilere, boyunca birer lata uzatılmış, bunların üzerine de, arzanî (enine) olarak, kirişten kirişe uzanan kaim kadranlar vazedilmiş (Resimde, sol ortada küçük oklarla gösterilmiş). Bunlar üst kat çıkıntı kısmının döşemesini teşkil ediyorlar. Aynı şeyler Resim 179’dakinde de mevcuttur. Resim 30d’de, soldaki binanın üstünde lök, loğ taşı (okla gösterilmiş) sokağı seyretmekte, dam toprağını sıkıştırdıktan sonra.

Sağ sıranın ortasındaki ev yapısında da harç kullanıldığı görülüyor. İki kanatlı ahşap kapı ile bunun açılabilmesi için gerekli ahşap lentonun sonradan konduğu anlaşılıyor; zira A.Gabriel’in 1928’de yapmış olduğu desende bunlar yoktur.[49] (Biz 1950’de bu resmi çektiğimizde henüz Gabriel’in kitaplarına sahip değildik). Bu ünlü mimar Niğde evleri için şunları yazıyor: Çıkan asır içinde yeniden inşa edilmiş evlerin çoğunluğu, her türlü karakterden yoksundur. Bununla birlikte bazıları, yeni olmalarına rağmen, belli bir mimarî etki araştırmasıyla beraber, eski düsturların direndiklerini kanıtlıyor. Tamamen iyi nitelikte bir kalkerden muntazam yapılmış bu evler çoğu kez revaklı iç avluları ve bilhassa taş şahnişin’leri (kapalı ve örtülü balkonlar) haizdirler. Bunlar, Kayseri’de olduğu gibi ahşap desteklerle değil, sert taştan güçlü konsollar tarafından taşınırlar. Bazı çörtenler stilize hayvan şeklindedirler: bunlardan birinde bir timsah görülüp bu çörten, üzerinde kabaca yontulmuş bir kartalın bulunduğu bir konsola dayanıyor. Kornişlerde, silme ve pencere çerçevelerinde, İslâm ya da Bizans Ortaçağı örgelerinin genellikle beceriksiz uyarlamaları bulunuyor. Bunların arasında, kapı lentolarının üzerinde yarım daire kemerde boşaltma eksenini sık kaydediyor.[50]

Bu son ifadelere bir örnek, Resim 115’de görülüyor, şu farkla ki üstte bir üçgen konstrüksiyon bulunuyor. Kısa gelmiş bir taşa iki küçük taş ilâvesiyle meydana gelen sütunlar üzerine oturmuş lentonun ortasına isabet eden uzun taşın altı boşaltılmak suretiyle üst kısmın yükünün sadece lentonun uçlarına, yani alttan destekli kısma intikali sağlanmış. Bunun üstünde de aynı şey yapılmış. Bu şekle Niğde’de çok rastlanıyor. Lentonun oturduğu ve konsol şeklinde uzanmış taşlarda stilize hayvan (aslan?) başı ile üçgen şeklinde biten üst yapıyı da içine alan bu kapı, hey’et-i umumiyesiyle Grek Antikçağını hatırlatır. Avlu içindeki ev kapısında ise lento ahşaptan olup açıklığını kapatmak için yine ucu hayvan motifli iki konsol üzerine oturuyor. Konsollar bakışık olarak kaidede de mevcut.

Birbiri üzerinden uzanan konsollara dayanan çıkıntı fikrinin beşiği olarak Hindistan gösteriliyor.[51]

Resim 81’deki ev, kemerler üzerine oturmuş bir sakafla örtülü hayatı ile belirir. Gelişigüzel ölçüde taştan inşa edilmiş bu ön kısmın sonradan esas binaya eklendiği aşikârdır. Köşeleri “kırılmış” dört köşe sütunlar üzerine oturan kemerlerin araları moloz taşı ile doldurulmuş. Her bakımdan Ortaçağ motiflerinin kötü bir adaptasyonunu oluşturmakla birlikte ahşap hayat tavanının işlemeleri ve aynı zamanda geniş saçağı ile dikkati çekiyor.

Ahşap kaplamalı tavan ve saçak, Niğde – Kırşehir-Kayseri’nin çevreledikleri bölgelerin özelliklerinden biri oluyor.

Türk ahşap saçak şekillerinde girift plastik şekillere dayanan tezyinat hemen hemen olmadığı ve saçak şekillerinde mimarî tesirin sadelikte arandığı ve detay tesirlerin saçak altında yapılan satıh tezyinatı ile ve çatılarla elde olunan tezyinat esas olarak alındığı görülmektedir.”[52]

Binan, bizim resimlerini vermiş olduğumuz birçok Selçuklu eserinin saçak ve kornişlerinin ayrıntılarını veriyor. Biz burada sadece Niğde Hüdavend Türbesi’ninkileri (Resim 180) zikrediyoruz. 712/1313’te inşa edilmiş türbe,

Aksaray’da katlolunmuş IV. Rüknettin Kılıçarslan’ın kızı Hüdavent Hatun’a ait olup kare kaide üzerine sekizgen plân halinde oturuyor. Cephelerden her birinin üst kısmında stalâktitli bir çıkma ile on altı yüzlü bir plâna geçiyor. Üst friz kısmı üzerinde revzen[53] motifleri çok değişik bezemeleri içeriyor. Gerek bu revzanlerin içi ve gerek öbür yüzeyler hendesî veya zoomorfik (hayvan şekilli) tezyinat ile süslenmiş.[54] A. Gabriel, korniş ve sair süs öğeleri hakkında ilginç ayrıntılar veriyor.[55]

Eski Ankara’da altı (muhtemelen) moloz taş, üstü içi sıvalı bağdadi olan ve şekilde görüldüğü gibi tertiplenmiş ahşap konsollar üzerinde çıkmalı evlere rastladık (Resim 181 ve 182).

Resim 181’deki evin üst katı ise hımış.

Ve ahşap payandalara dayanan şahnişînler (Resim 183). Yine ahşap payandalara dayanan (en sağdaki ev), çıkmalı altı taş üstü bağdadi evler. Alt kat, dükkânlara tahsis edilmiş (Resim 183a).

Bu, evden ileri çıkan yere, şahnişine “cumba” da deniyor ki bu sözcük İtalyanca gibbo’dan (“cibbo” okunur) galattır (BTL).

* * *

Kârgir inşaat alanında kalmayı sürdürelim.

[1]           Annick de Souzenelle. – La lettre, chemin de vie. Le symbolisme des lettres hébraiques, Croissy-Beaubourg 1987, s.33 ve B. Oğuz. – Türk ve Yahudi kültürlerine bir mukayeseli bakış, İst. 1992, C. I, s.417-424

[2]           Kamûs-i Türkî, C. I, s.261

[3]           Hüseyin Namık Orkun. – Eski Türk Yazıtları, Ank.1987, TDK. Yay. s.770-771

[4]           Şinasi Tekin. – Ev bark nedir?, in Tarih ve Toplum 89, Mayıs 1991, s.10-11

[5]           André Leroi – Gourhan.- Evolution et techniques. Milieu et techniques, Paris 1945, s.258

[6]           Suruç civarı

[7]           Helmuth von Moltke. – Türkiye’deki durum ve olaylar üzerine mektuplar (1835-1839). Çev. Hayrullah Örs, Ank.1960, s. 178

[8]           Günkut Akın. – Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun geleneksel mimarlığında iki tarihsel ev tipi: Bindirme kubbeli ve tüteklikli evler, in Coll. – Tarihten günümüze Anadolu’da konut ve yerleşme, s.248-251

[9]           W. F. Albright. – The archeology of Palestine, Suffolk 1963, s.72, 86

[10]         Nezih Başgelen. – op.cit., s.89

[11]         Ali Rıza Yalgın. – Toroslar’da Karatepeli bölgesi, Ank. 1950, s.10

[12]         Emrullah Güney. – Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da göçer-konar aşiretlerin kışlak ve yaylakları, Diyarbakır 1993, s.54

[13]         Mahmut Akok. – Tokat şehrinin eski evleri, in Yıllık Araştırmalar Dergisi II, 1957, Ank. 1958, s.131

[14]         Seton Llyod. – op.cit., s.99

[15]         Orhan Özgüner. – Köyde mimarî. Doğu Karadeniz. Ank. 1970, s.5

[16]         ibd.,s.22

[17]         ibd., s.26-28. Sözcükler tarafımızdan belirtildi.

[18]         ibd., s.35

[19]         Nezih Başgelen. – op.cit., s.89-99

[20]         Marianna Koromila. – Pontos-Anatolia. Images of a journey, Athens 1989

[21]         Feyyaz Erpi. – Buca’da konut mimarîsi (1838-1934), ODTÜ Yay. Ank.1989, s.50

[22]         ibd., s. 127

[23]         Cengiz Bektaş. – Şirinköy evleri, İst. 1987, s.42

[24]         Cengiz Bektaş. – Babadağ evleri, İst. 1991, s.28

[25]         ibd., s.30

[26]         ibd., s.39-41

[27]         Yani gelecekte konutun, ihtiyaca göre varacağı boyutu karşılayacak şekilde.

[28]         Cengiz Bektaş. – op. cit., s.60-61

[29]         Cengiz Bektaş.-Akşehir evleri, İst. 1992, s.22

[30]         Tarafımızdan belirtildi.

[31]         Cengiz Bektaş. op.cit., s.27

[32]         Tarafımızdan belirtildi.

[33]         Cengiz Bektaş. – op.cit., s.26

[34]         ibd., s.28

[35]         Azer Bortaçina. – İstanbul’un yanı başı cennet, in Milliyet (Gaz.) 10.07.1995

[36]         C.  J. Heywood. – Kandiya, in EI

[37]         Satılmış Yayla.-Boyabat’ın Yaylacılı köyünde halk mimarîsi, in Halkbilimi 9 Haziran 1975, s.11-12

[38]         Orhan Özgüner. – Köyde mimarî. Doğu Karadeniz, ODTÜ Yay., Ank. 1970, s.12

[39]         ibd., s.24

[40]         İbd., s.50-52

[41]         Cengiz Eruzun. – Doğu Karadeniz’de serenderler, in I.Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, C.V., Ank.1977, s.125-136

[42]         Necati Demir. – Doğu Karadeniz’de ilginç bir yapı örneği. Ordu ve yöresinde serendiler, inKültür ve Sanat 36,1997, T.İş B. Yay.

[43]         M. Ph. Le Bas. – Asie Mineure depuis les temps les plus anciens jusqu’à la bataille d’Ancyre, en 1402, Paris 1863. Bkz. Resim 99B

[44]         Bilge Umar. – op.cit., s.818

[45]         Haşim Karpuz. – Türk İslâm mesken mimarîsinde Erzurum evleri. Kültür B. Yay., Ank. 1993, s.3

[46]         Mükerrem Usman. – Antik devir Küçük Asya evleri, İTÜ, Mim.Fak.Yay., İst. 1958, s.82g Ahşap çatmasız taş evler

[47]         Räsänen, s. 16.

[48]         Üst tarafı şişkin (dış bükey), altı çukur (iç bükey) olanlar da cyma reversa olarak anılmışlar.

[49]         Bkz. “Monuments Turcs d’Anatolie”, C. I, Kayseri-Niğde, s. 115

[50]         ibd. s.114-115

[51]         A. Choisy. – op.cit., T.I, s.l30-131

[52]         Muhittin Binan. – Türk saçak ve kornişleri, İTÜ Yay.. İst. 1952, s.7

[53]         Revzen (Farsçadan), binaların içine aydınlık vermek için açılan pencerelere verilen addır. Günümüzde bu ad sadece eski tarz pencereler hakkında kullanılan tarihî bir tabir olarak kalmıştır. Camilerde ve eski Türk evlerindeki alçı kayıtlı ve ekserisi renkli camlarla yapılmış olan nakışlı pencereler hakkında kullanılır (Celâl Esat Arseven. – Sanat Ansiklopedisi, s. 1672)

[54]         Muhittin Binan, op.cit., s.50-51

[55]         A. Gabriel. – op.cit., s.144-148

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.