Hindu geleneği, en eski Atreya ve Suşruta Hindu mekteplerini M.Ö. VI. yy.a oturtuyor. Bu keyfiyet, Grek anatomi ve tıbbının mı Hindu anatomi ve tıbbından etkilendiği, yoksa Hinduların mı Greklerin etkisinde kaldığı sorusunu ortaya çıkarıyor. Sorun galiba hiç aydınlanmayacak. Bu bağlamda şu Hindu geleneği zikrediliyor.
Buddha’nın çağında Hindistan’da iki büyük üniversite, Doğu’da Kâşi (Benares), Batı’da da Teksaşilâ mevcuttu. Tabip Atreya bu sonuncusunda, onun daha genç çağdaşı Suşruta da ilkinde ders veriyordu.
Suşruta’nın eseri, türünün, Sanskrit yazınında en büyüklerinden biri olarak biliniyor. Özellikle cerrahî açıdan önemli oluyor; birçok ameliyatı betimliyor (kataraktın çıkarılması, fıtığın alınması, sezaryen, mesanede taşların kırılması vs.) ve plastik cerrahî ile mıknatısın cerrahide kullanılmasına dair bilgiler veriyor. Sair kısımlarda anatomi, fizyoloji, patholoji, doğum konusu (obstretik) ve çocuk bakım ve hastalıkları (pediatrik) irdeleniyor. Eserde 760 kadar tıbbî bitki zikrediliyor ki bunların çoğu antidot (panzehir) ve afrodizyak (mukavvi-i bah, cinsî gücü artırıcı) olmuş. Keza Hint keneviri – haşhaş gibi uyuşturucu – uyku vericilerin de adı geçiyor. Perhiz ve banyo üzerine tüm dikkatler çekiliyor.
Crotona’lı (İtalya’da kent) Alcmaeon, Pythagoras’ın daha genç bir çağdaşı ve belki de tilmizi olup Hippokrates’e takaddüm eden en ünlü Grek tabip olmuştu; ona Grek tıbbının babası da deniyordu. Kitabı kaybolmuş, sadece bazı parçaları ele geçmiştir. İlk kez otopsi yapıyor, göz sinirini keşfediyor, kadavrada boş damarlarla atardamarları tefrik ediyor, nefes borusunu biliyor. Uykunun, spermanın (meninin) kökenini, hislerin izahını yapıyor ve fizyolojik denemelere girişiyor. Beynin, fikrî faaliyetin merkez uzvu olduğunu ilk kez keşfediyor. Sağlıkla hastalık, sırasıyla, organizmanın dengesi ve bu dengenin bozulması oluyorlar. Düalistik felsefe: Doğa’da her şey, karşıtlar arasında bir çatışmadır[1].
Seliymbria’lı (Trakya’da, Marmara üzerinde, Silivri’ye bağlı Selimpaşa) Herodicos; M.Ö. V. yy. civarında ünlendi. O, Hippokrates’in hocasıydı. Jimnastiğe büyük önem veriyor ve fizikî faaliyetlerin, diyetin birbirini tamamlayıp dengelenmesinin gerektiğini iddia ediyor; hastalıklar da fiksiyonlar ve yağlarla oğuşturmalarla tedavi edilecektir[2].
Küçük Asya, İonya’da Colophon (İzmir civarı?) doğumlu Nicandros, M.Ö. yakl. 275’te ünlendi. Colophon yakınında Claros’ta Apollo rahibidir. Didaktik şair, eczacı, toksikolojist. Manzum ve mensur birçok yazı ona atfediliyor; bunların arasında tedavi ve pronostik koleksiyonları, tarçın, arıcılık, yılanlar üzerine kitaplar var. Genellikle zehirler ve bunların antidotları, karşı ilâçları üzerine manzum eserler vermiş. İlk kez sülüklerin tedavide kullanılmasından söz ediyor ve iki manzumede 125 bitki zikrediliyor.
M.Ö. IV. yy.ın son üçte birinde Chalcedon (Kadıköy)’de doğmuş, Herophilos Ptolemaus döneminde ünlenmiş; bir bilimsel disiplin olarak anatominin kurucusu ve Antikçağların en büyük anatomisti olmuş. Galenos’a göre, ilk olarak (kamuya açık?) insan otopsisine girişmiş. Yeni ve doğru anatomik gözlemler yapıp bu bilim dalının teknik ve terminolojisini ıslah etmiş[3]. Bunun ayrıntılarına girmiyoruz.
Bithynia’da Apameia’lı (Mudanya’nın Güney-Doğu’sunda) Demetrius, II. yy.ın sonu ya da I. yy.ın başında ünlenmiş. Obstretik (ebelik) ve jinekoloji (kadın hastalıkları) üzerinde uzmanlaşmış hekim. Bunların üzerine 12 kitap yazmış[4].
Bithynia’lı ünlü Asklepiades, M.Ö. 124’de Prusa (Bursa)’da doğmuş olup Roma’da ilk üstat Grek tabip olmuş. Hippokrates mektebinin hılt kuramının karşıtı olarak tıbba atomik fikirleri ithal edip bunlara yeni fizyoloji ve tedavi teorilerini dayandırmış: Hastalık, bedeni teşkil eden atomların hareketlerinde vaki bozukluklardan ibarettir[5].
Anazarba’lı (Adana –Kaderli civarı – Anavarza) Pedonios Dioscorides, Milâdî I. yy.ın ortalarında ünlenmişti. Botanikçi, eczacı, askerî tabipti. Beş ciltte toplanmış, Grek eczacılık ve uygulamalı botaniğin sonuçlarını somutlaştırmış bir tıp malzemesi ansiklopedisini yazmıştı. Eseri, on beş asırdan fazla, birçok araya girmeler ve her türlü değiştirmeler pahasına, otoritesini korumuş. Bunda 600 kadar bitki tarif edilmiş ve bunların tıbbî nitelikleri izah edilmiş[6].
Galenos’tan sonra Roma İmparatorluğu’nun en büyük tabibi, Efesus’lu Rufus’tu. Bu kişi, maymun ve domuzlar üzerinde geniş anatomik araştırmalar yapmıştı. Gözün hayli gelişmiş tarifi ona aittir. Bevliye uzuvları ve sair birçok anatomik ve tıbbî konu üzerine yazmış. Nabız hakkında da dikkate değer bilgiler vermiş. Eseri, patolojiyi, anatomi ve fizyoloji üzerine oturtan ilk girişim oluyor[7].
Buraya kadar yaptığımız ve daha sonra da yapacağımız gibi, bitkilerle ilgili bilgileri belirtmeye özen gösterdik. Antikçağ’ın ünlü tabiplerinin birçoğunun Küçük Asyalı olmaları, bırakacakları bilgi tortusunun doğruca “halk hekimliğine” intikal etmiş olduğunu doğal görüyoruz. Öbürlerinin de, dolaylı olarak, bu topraklara vardığından şüphemiz yok.
Devam edelim Sarton’u takip etmeye.
İran’da Cündişapur mektebinin (veya üniversitesinin) ne zaman kurulduğu bilinmiyor. V. ve hattâ IV. yy.a kadar geri gidilebiliyor. Edessa (Urfa)’dan 489’da sürülen Nartürîlerle 529’da Atina’dan atılan Nev-Eflâtuniyye (Neoplatonist) okulu mensuplarının bir sığınağı olmuştur. Nasturîler, beraberlerinde Süryanîceye tercüme edilmiş Grek Tıbbî eserleri, Nev-Eflâtuniyyeciler ile etkileri daha sonraki İran mistisizminde kolayca seçilebilir felsefî düşüncelerini getirmişlerdi. Mektep, 531 ile 579 arasında saltanat sürmüş olan, en büyük Sâsânî kralı Âdil Nuşirevan’ın zamanında şanının doruğuna varmıştı; bu itibarla zamanın en büyük entelektüel merkezi olmuştu. Burada Yunanlı, Yahudi, Hristiyan, Süryanî, Hindu ve İranî düşünceler kıyaslanabiliyor, teati ediliyor ve muhtemelen de zıt prensipler burada ittifak edilebiliyordu. Nuşirevan’ın emriyle Aristo ve Eflâtûn’un eserleri Farsçaya çevrilmişti. Cündişapur özellikle tıbbî merkez olarak önemliydi. Tıbbî öğreti esas itibarıyla Grek olmakla birlikte Hindu, Süryanî ve İranî ilâveler oluyordu. İşbu tıp mektebi en azından X. yy.ın sonuna kadar gelişmiş durumdaydı. VII. yy.da Arap Fetih’inden az etkilenmişti; ama VIII. yy.ın ikinci yarısından itibaren etkisi geniş ölçüde İslâm tıbbı üzerinde hissediliyordu[8].
Theophilos Protospatharios’un adı, imparatorluk muhafız kıtasının başı demek olup kendisi, 610 ilâ 641 arasında imparator olan Heraklios’un zamanında Konstantinopolis’te üne kavuşan, çeşitli tıbbî ve fizyolojik yazıların müellifi idi. İnsan bedeninin yapısı üzerindeki eseri, ilâhiyat ile karışık Galenos fizyolojisi üzerine bir kitaptı. Bunda, kafatasının ve belkemiğinin şekilleri, beynin ve murdar iliğin gelişmesiyle taayyün ediyor. Def-i hâcet (büyük abdest), nabız ve idrar üzerine yazıları da geniş ölçüde Galenos’a dayanıyor; bu son zikredilenler kendi türünün Ortaçağlarda en etkin yazısı olmuştu.
İskenderiyeli Aharon – Hârûn da herhâlde Heraklios zamanında gelişmişti. Bir Grek tıbbî ansiklopedinin bilinmeyen Yahudi (?) müellifi oluyor. 30 bölüme ayrılmış eserde çiçek hastalığı betimleniyor. Eser, Süryanî ve Arapçaya çevriliyor.
Egina adası (Korent Körfezi’nde) doğumlu Paulos Hegineta, 640 civarında İskenderiye’de gelişti. Müslüman üstünlüğünden önce Grek tıbbının son temsilcisi olmuştu. 640’da Arap istilâsından sonra İskenderiye’de kaldı. Geniş ölçüde Galenos ve Oribasios’a dayanan, yedi kitaptan oluşmuş bir tıbbî ansiklopedinin müellifi olmuştu. Müslüman geleneği ona jinekoloji ve toksikoloji üzerine başka kitapları da izafe ediyor; ancak bunlar kaybolmuş. İslâm tıbbı üzerine etkisi büyük olmuştu[9].
Cibril İbn Bahtyaşû 765-6’ya kadar Cündişapur hastahanesinde görevli olup el-Mansûr tarafından Bağdat’a çağrılıyor; tekrar Cündişapur’a dönüp 771’de ölüyor. Hristiyan (Nasturi) bir İranlı tabipti. Büyük bir tabip ailenin (Bahtiyaşû’lar) bizce bilinen ilk mümessili olup aile bir dizi Abbasî halifesinde bağlı olmuş ve VIII ve IX. yy.larda İslâm tıbbı üzerinde derin etki yapmış. İki öğrencisiyle Bağdat’a gelişi, büyük bir bilimsel faaliyetin başlangıcını damgalıyor. Halife’nin talebi üzerine tıbbî eserleri Arapçaya çeviren ilk kişi olduğu söyleniyor[10].
İbn Sahdâ, muhtemelen IX. yy.ın başında el-Karh’la (Bağdat’ın bir varoşu) ünlendi. Yunancadan Süryanî ve Arapçaya tıbbî eserlerin çeviricisi oldu. Hippokrates’in bazı eserlerini Arapçaya çevirdiği mukayyettir. Yine Galenos’un iki yapıtını Süryanîceye tercüme etmiş.
Jibril İbn Bahtyaşû, Jircis İbn Jibril’in torunu olup VIII. yy.ın ikinci yarısında doğduğu sanılıyor; Barmakî Cafer’in, 805-6’da Hârûn Reşid’in ve daha sonra el-Mamû’un tabibi olmuş; 828-29’da ölmüş ve Madâin (Ctesiphon)’da Aya Sergios manastırına gömülmüş. Hristiyan (Nasturî) tabip, çeşitli tıbbî eserler vermiş ve Bağdat’ta bilimin ilerlemesi üzerinde çok etkili olmuş. O, ünlü Bahtyaşû ailesinin en sivrilmiş üyesi oluyordu. Yunan tıbbî yazmaları elde etmeye çaba sarf edip çeviricileri himaye ederek onlara destek olmuş.
Ebu Zekeriya Yahya İbn Mâsûya, Cündişapur’da bir eczacının oğlu olarak dünyaya geliyor. Bağdat’a varıp Jibril İbn Bahtyaşû’nun öğrencisi oluyor (ölm. Samarra 857). Süryanîce ve Arapça yazan Hristiyan tabip ve aşağıda kendisinden söz edeceğimiz Hunain İbn İshak’ın hocası oluyor. Kendi öz tıbbî yazıları Arapça olmakla birlikte, birçok Yunan tıbbî eserin Süryanîceye çeviriyor. Halife el-Mu’tasim, yaklaşık 836’da, ona teşrik için maymunlar sağlıyor. Birçok anatomik ve tıbbî yazılar ona atfedilmiş olup bunların arasında bahusus ”Göz hastalıkları” çalışması hâlâ elimizde bulunan ilk sistematik Arapça eser oluyor.
Ali el-Tabarî, el-Mütevekkil’in hilâfeti (847 ilâ 861) sırasında ün salmış. Bir İranlı Yahudi’nin oğlu Müslüman tabip, ünlü Razî’nin hocası olmuş. 850’de tamamladığı başlıca eseri “Firdevsü’l hikma – Bilginin cenneti”, esas itibarıyla tıbba dair olmakla birlikte bunda felsefe, meteoroloji, zooloji, embriyoloji, psikoloji, astronomi konuları da irdelenmiş. Eser, Grek ve Hindu yazılarına dayanmış[11].
IX. yy.ın ikinci yarısında Şam’da duyulmuş olan Yahya İbn Sarâfyûn, bir Hristiyan tabip olarak Süryanîce iki tıbbî derleme yazmış ki bunların sonuncusu çeşitli yazarlar tarafından Arapçaya, daha sonra da Latinceye tercüme edilmiş. Ortaçağlarda bunlar çok tutulmuş. Son kitabı antidotlar hakkında olup İbn Sarâfyûn damar teşrihine büyük önem ve açılacak damarlar hakkında ayrıntılar vermiş.
Tahran yakınlarında, IX. yy.ın ortalarına doğru Rey doğumlu Râzi, Rey ve Bağdat’ta ün salıyor (ölm. 923-24). Tabip, fizikçi, simyager olarak İslâm’ın Ortaçağlarda en büyük klinikçisi olmuş. Teori olarak Galenos’çu, vasî bilgisiyle gerçek Hipokratik bilgiyi terkip etmiş. O İatrokimyagerlerin (kimyayı tıbba uygulayanların) atası sayılmış. Birçok yazıları arasında en önemlisi olan “Kitabü’l hâvî”, muazzam bir tıp ansiklopedisi olup birçok Grek ve Hindu yazarlardan özetleri ve kendi öz gözlemlerini içeriyor. “Kitabü’l Mansûrî”si, on kitap halinde daha küçük bir derleme olup geniş ölçüde Yunan bilimine dayanıyor ve nihayet onun ünlü çiçek ve kızamık hastalıkları üzerine monografileri zikredilir ki bunlar çiçeğin en eski tasviri ve İslâm tıbbının şaheserleri oluyorlar. Keza jinekoloji, obstetrisk (ebelik) ve ophtalmil (göz) cerrahisine dair birçok yazı da ona atfediliyor. “El mîzân el-tabiî” adını verdiği bir hidrostatik terazi vasıtasıyla özgül ağırlıklar üzerine çalışmalar yapmış. Birçok kimya kitabına atfediliyor ve bunların arasında bir tanesi 25 kimya âletinin betimlenmesini içeriyor. O, ayrıca kimyevî maddeleri tasnif etmeye teşebbüs ediyor. Döneceğiz aşağıda Râzi’ye.
Latince adı Johannitius olan Ebû Zeyd Hunain Ebu İshak el-İbadî, 809-10’da Hire’de (Irak’ta Kerbelâ ilinde) doğdu. Ve Cündişapur ve sonra da Bağdat’ta parladı. Bu sonuncu kentte öldü (877). Ünlü Nasturî tabip, zamanının en büyük bilginlerinden ve soylu kişilerinden biri oldu. İbn Mâsavaih’dan öğrenim gördü. Yunan yazmalarını toplayıp bunları Arapçaya çevirmek üzere Banû Mûsâ’da görev aldı ve tıbbî eserlerin en önde gelen mütercimi oldu. Bu çeviriler kısmen başka bilginlerin de yardımıyla gerçekleştiriliyorlardı. Örneğin; Hunain Yunancadan Süryanîceye, öğrencilerinden biri, Hubaish, bu Süryanîce metni Arapçaya çeviriyor ve Hunain metni gözden geçiriyor.
Halife el-Mütevvekkil’in, Hunain’in gözetimi altında tercümelerin yapılacağı bir mektep vücuda getirdiği kaydediliyor. Hunain ve tilmizleri tarafından yapılan çevirilerin bilim tarihinde büyük ilerleme sağladığı bir gerçek oluyor. İyi Yunan tıbbî metinlerini ele geçirmek için sonsuz çaba harcıyor; o bunları ve Süryanî ve Arapça çevirilerini dikkatle kıyaslıyor ve olabildiğince doğru çevrilmelerini sağlıyor. O, gençliğinde yapmış olduğu tercümeleri bile ciddî şekilde süzgeçten geçirip eleştiriyor. Deneyimi arttıkça bilimsel ideali daha müşkülpesent oluyor. Galenos’un eserlerinin birçoğunu, Hippokrates, Eflâtûn, Aristo, Dioscorides ve Ptolemaios’un Quadripartitum’undan çeşitli yazıları tercüme ediyor. Bu faaliyetin önemi, başka bir yolla, Hunain ve mektebi tarafından yapılan tercümelerin Müslüman bilgi nizamının temelini oluşturmuş olmalarındadır ki bu nizam modern zamanlara kadar tıbbî düşünceye egemen olacaktı (Resim 27a).
Hunain’in hemşiresinin oğlu çolak Hubaish, dayısı gibi Bağdat’ta ünlendi (IX. yy.ın ikinci yarısı). Hunain’in öğrencisi ve Yunan eserlerinin Süryanî ve Arapçaya çevirilerinde onun başyardımcısı olan bir tabip olmuştu. Enerjilerinin çoğunu Galenos’tan çevirilere hasretmiş gibidir.
Hunain onun 3 Galenos eserini Süryanîceye, 35’ini de Arapçaya tercüme ettiğini söylüyor. Birçok çeviri de onun tarafından Yunancadan doğruca Arapçaya yapılmış. Hunain’in bir tıbbî kitabını da tamamlamış.
Hunain’in işbu geniş tercüme faaliyetinde yardımcıları arasında İstifan İbn Bâsîl, Mûsâ İbn Halid… zikredilir[12].
X. yy. Bizans tıbbında, 912’den 959’a kadar imparator Constantinos VII Porphyrogennetos zamanında üne kavuşmuş tabip Theophanes Nonnos adını duyurmuştu. İmparatorun emri üzerine 297 bahisli bir tıbbî icmal hazırlıyor ki bu, geniş ölçüde Oribasios, Aëtios Tralles’li Alexandros’un eserlerine dayanıyor. Ayrıca perhiz – diyet kitabı ve kodeks (ilâçların bileşimini gösteren kitap) tedvin ediyor. Eseri, dikkate değer şekilde gününün bâtıl inançlarından arınmış olarak tertiplenmiş.
Dönüyoruz Arap tıbbına. İshak ben Solomon, Mısır’da doğmuş, Tunus’ta gelişmiş, orada yüz yaşında ölmüş (yakl. 932) bir Yahudi tabip ve feylosof. Yahudilerin dikkatini Grek bilim ve felsefesine çeken ilk kişiler arasında. Fatımî halifesi Übeydullah al-Mehdî (Saltanatı 903 ilâ 934)nin tabibi olarak onun isteği üzerine Arapça birçok tıbbî yazı terkibetmiş. Bunların İbranîce, Latince ve İspanyolcaya tercümelerinin etkisi büyük olmuş. Başlıca tıbbî eserleri, ateşler, basit ilâç ve besin maddeleri, idrar, deontoloji (görevler bilgisi, tıbbî ahlâk ilmi) üzerine olmuş. O, bilimlerin bir tasnifini yapmış ilk Yahudi feylosoflardandı.
Abu Said Sinân İbn Sâbit İbn Kurra, Bağdat’ta gelişmiş ve 943’te orada ölmüş. Harran’lı olup orta yaşlarında İslâm’ı kabul etmiş bir Müslüman tabip, matematikçi ve hey’etşinas (astronom) olmuş.
Birbirinin halefi üç halifeye tabiplik etmiş (908 ilâ 940) Onu üne kavuşturan başlıca işi Bağdat hastahanelerinin parlak idaresi ve tıp mesleğinin bilimsel standartlarını yükseltmede gösterdiği çabaları olmuş. (931-32)’de Bağdat sülüklerinin uygulanması, muayene edilip bir belge alınmadıkça, yasak edilmiş. Bu işe de memur Sinân, bunlardan 800’den fazlasını (!) tetkik etmiş[13].
Tabaristan doğumlu İranlı tabip Ahmet el-Tabarî, Buveyhî hükümdarı Rüknüddevle’nin hekimi olmuş (yakl.970). Hippokratik tedavi denilen on kitaplık bir tıp mecmuası hazırlamış.
Ali İbn Abbas el –Mecusî’nin bu adından, kendisi ya da babasının Zerdüştî olduğu anlaşılıyor. İran’ın Güney-Batı’sı Ahvaz’da doğmuş ve Buveyhî Adududdevle zamanında üne kavuşup 994’te ölmüş. Doğu Hilâfeti’nin üç en büyük hekiminden biri olmuş. Adududdevle için “Kitâb el-Malikî” (Kraliyet kitabı) adlı bir tıbbî ansiklopedi meydana getirmiş. Bu sonuncusu Râzîninkinden daha sistematik ve daha muhtasar, İbn-i Sînâ’nın “Kanûn”undan daha pratik olmuş ama “Kanûn”, onu bastırmış. Kitab el-Malikî 20 hitabeye ayrılmış olup bunların yarısı tıbbın teorisini, öbür yarısı da uygulamasını irdeliyor. Bunun ilk kısmı dietetik (beslenme) ve materia medica’ya (tıbbî maddeler) tahsis edilmiş. Bunda şarî (ince, kılcal) damarlara ait iptidaî fikirler, doğum sırasında rahimin hareketlerinin (çocuk kendi çıkmaz, dışarı itilir) ispatı bulunuyor.
Ebû Mansur el-Kumrî, İran’ın Kum kenti doğumlu, muhtemelen Bağdat’ta X. yy.ın sonu ve XI. yy.ın başında ilerlemiş Müslüman hekim İbn-i Sînâ’nın hocası olmuş. Geniş ölçüde Râzî’ye dayanan bir tıbbî risale vücuda getirmiş (Kitâb gınâ ve manâ – Hayat ve Ölüm Kitabı); eser üç bölümde, ezcümle iç hastalıklar, dış hastalıklar, ateşlere ayrılmış.
Ebû Sahl Hz. İsâ el-Mesihî, yani Hristiyan. Hazer Denizi’nin Doğu’sunda Jurjan’da doğmuş ve 999-1000 yılında, henüz kırk yaşındayken ölmüş. O, Arapça yazan bir Hristiyan tabip ve İbn-i Sînâ’nın hocası olmuş. Yüz bahisli bir tıp ansiklopedisi kaleme almış olup eser, kendi türünde ilk Arapça eserlerden biri oluyor.
Ebû Mansûr Muvaffak, Samanî hükümdarı I. Mansûr İbn Nûh zamanında (961 ilâ 976) Herat’ta gelişmiş bir İranlı eczacı imiş. Görünürde Farsça tıbbî malzemeler üzerine bir risale tedvin etmeyi ilk düşünen o olmuş. Gerekli bilgileri elde etmek için geniş ölçüde İran ve Hindistan’da seyahat etmiş ve 968 ile 977 arasında “Kitâb el abniya (temeller) an hakâik el edviye (davalar)” adlı bir kitap yazmış olup bu, modern Farsçada ilk mensur eser olup. Grek, Süryanî, Arabî ve Hindu unsurları terkip etmiş. 585 deva zikredilmiş ki bunun 466’sı bitkisel, 75’i mineral, 44’ü hayvanî. Bunlar, etkilerine göre dört gruba ayrılmış. Bir genel farmakoloji teorisinin ana hatları olmuş.
Ebû Mansûr, sodyum karbonat (natrûn) ile potasyum karbonat arasındaki farkı saptamış, bakır ve kurşun karışımlarının zehirleyici etkilerini, sönmemiş kirecin kıl dökücü niteliğini ve alçının bileşimi ile bunun cerrahîde kullanılışını bilmiş.
Ebû Abdullah el-Tamîmî el – Mukaddesî (yani kutsal kentte doğmuş, ya da burasının sakini), Kudüs doğumlu olup yaklaşık 970’lerde Mısır’a gitmiş ve 980’de burada yaşadığı bilinip, bu Filistinli hekimin birçok farmasötik (ispençiyarî) denemeler yapıp başlıca tıbbî maddeler üzerine çeşitli tıp eserleri vermiş. Başlıca eseri, material medica (tıbbî maddeler) üzerine bir rehber (Mürşit) olmuş; bunda bitkiler, mineraller vs. üzerine çok değerli bilgiler bulunuyor. Keza yiyecek maddeleri ve basit ilâçlar hakkında da bir rehber yazmış[14].
Bizanslı hekim Damnastes muhtemelen XI.yy., veya daha önce faaliyet göstermiş. Dört bahisli, hamile kadınların, doğmamış veya yeni doğmuş çocukların bakımı üzerine kısa bir risale yazmış.
Yine Bizanslı Stefanos Magnetes de XI. yy.da mesleğini icra eden bir tıbbî yazar olmuş. Hastalıkların alfabetik sırasına göre tertiplenmiş bir ilâç kodeksini kaleme almış.
Mardin doğumlu Yakubî Hristiyan hekim Masavaih el-Mardinî (Latin adı Genç Mesue) Bağdat’ta, daha sonra da Mısır’da, Fatımî halifesi el-Hakîm’in sarayında üne kavuşmuş. 1015’te, Mısır’da doksan yaşında ölmüş. Müshil ve kusturucular hakkında ve her hastalığın devalarına ait kitaplar yazmışsa da başlıca eseri, İslâm bilgisine dayanan 12 kısımlık tam bir farmakopeia olmuş. Bu sonuncusu son derece büyük rağbet görmüş olup Batı’da yüzyıllar boyunca eczacılığın standart metni olarak kalmış. Mâsavaih ayrıca yanık ilâcı yağların damıtımını başarmış.
Lâtin adı Canamusali olan Musullu hekim Abdülkasım İbn Ali el-Mavsilî, Mısır’da, el-Hakîm’in saltanatı (996-1020) sırasında üne kavuşmuş ve Müslümanların göz uzmanlarının ilk esaslı kişisi olmuş, ama eserini, daha anlaşılır halde olan çağdaşı Ali İbn İsâ’nınki bastırmış. Kitabın cerrahî bölümü, özellikle önemli olmuş[15].
Uzak-Doğu’ya yönelelim. Wang Wei-tê, Sung sülâlesi döneminde gelişmiş (yakl.1027). Bu yılda, imparatorun emri üzerine akupunktur sanatının teşhiri için iki bakır insan bedeni sureti yapmış ve bunların üzerinde iğne batırılacak 367 yer göstermiş (bkz. Resim 8).
Çiçek hastalığının koruyucu aşısının en geç hiç değilse XI. yy.da Çin’de uygulandığı söyleniyor. Bu yöntem, muhtemelen Hindistan’dan kaynaklanmıştır[16].
***
Ortaçağ düşüncesinin her veçhesi hakkında ileri sürülecek bazı mülâhazalar, özel bir güçle tıbba uygulanır. O çağları iki bakımdan yanlış değerlendirebiliriz: İlki, onlardan çok az şey beklemiş olarak, ikincisi, fazla şey bekleyerek. Birinci hattâ bizi XII. ve XIII. yy.larda tabiplerin yaptıkları ya da yapmadan bıraktıkları şeylerin mülâhaza edilmeye değer olmadığına götürüyor; ikincisi bizi, o denli vüs’atte bir tekâmülü hayalde canlandırmaya ve o kadar çok keşif ummaya sevk ediyor ki sonunda ister istemez hayal kırıklığına uğruyoruz.
Birinci hata çok mutat olup okuyucuların ona karşı uyarılmaya ihtiyaçları yoktur; ikincisi daha az mutat olmakla birlikte çok daha sinsidir. Kendimizi bundan korumak için, değil sadece bahis konusu çağlarda, az çok XIX. yy.a kadar tıbbın bir bilim olmadığını akılda tutmak gerekir; o, esas itibarıyla, bir sanattır. Bugün bile hâlâ öyledir ama üzerine dayandığı bilimsel bilgi emin adımlarla arttı, o kadar ki modern tıpla Ortaçağınkinin arasında dağlar vardır. Şimdi, bir sanat, biliminki gibi aynı yolda terakki etmez; çoğu kez hiç terakki etmiyormuş gibi olur, ya da bunun nereye götüreceği belli olmaz ve bazı duraklama anlarını, hattâ gerilemeyi yaşar. Vaki olan herhangi bir ilerleme, üzerine dayandığı ilmî bilgiden olduğu kadar sanattan ileri gelmez. Şöyle ki ilmî bilgi nesnel olup artabilir ve intikal ettirilebilir; aksine sanat, yüksek ölçüde kişisel olup bu yüzden intikal ettirilemez. Tıbbî bilimler gözetilebilir, ama sanatın kendisi, tıbbî hads (sezgi) öğretilemez. Bu anlamda, bir tabip yapılmamış, “doğmuştur” denebilir. Bugün bu ne kadar doğruysa, evveliyatta Ortaçağlar için çok daha doğrudur. Gerçekten, mezkûr çağın hekiminin elinde, sezgisini deneyebilecek olanaklardan mahrum iken günümüz tabibinin elinde, bunun için bütün bu takım âlet dizileri vardır[17].
Tıbbî tablolar – Bağdatlı bir Hristiyan tabip, İbn Butlan, XI. yy.ın ortalarında tıbbî bilgiyi özetleyip icmal levhalarını (Takvim el- sıhha) vücuda getirmeyi düşünmüş. Yine bir başka Bağdatlı Hristiyan, İbn Jazla da, onu taklit etmiş ve böylece XII. yy.da devam edegelen bir gelenek doğmuş.
Anatomi– Anatomik terakki, az çok münhasıran Hristiyan çabaları sayesinde vaki olmuş ki Samîlerin (Yahudilerin, Arapların) kandan nefret etmeleri, keyfiyeti izah ediyor. Bu itibarla terakki, Salerno mektebince başlatılmış ve anatomiye çok yakından bağlı cerrahî ile birlikte, mektebin başlıca şanı olmuş. Burada domuz teşrihi ile yeni bir akım başlatılmış. Bunu dalga dalga başkaları takip etmiş ve bu iş, insan anatomisini betimlemeye varmış.
XII. yy.dan sonra bu mektep hızla gerilediğinden, müteakip başarıları başka yerde aramamız gerekiyor. Bununla birlikte anatomik gelişmeler garip şekilde Aristoculuğun zaferiyle tehlikeye girmiş oluyor. Aristo’nun kanaati, Galenos’unkine muzafferane karşı çıkmış.
O ise ki bu sonuncuyu genel olarak gerçeğe daha yakındı. Aşağı yukarı XIII. yy.ın ortalarına bu yeni anatomi, geniş ölçüde “Kanûn”dan iştilak etmiş (türemiş) ama tartışmalı sorunlarda Aristo’nun otoritesi, Galenos’a karşı iltizam edilmiş.
Felsefî kibirden doğan tedenni, bereket versin, bu dönemin sonuna doğru, deneysel kaynakların açılışı, ya da yeniden açılışı ile telâfi edilmiş; aksi halde anatomik terakki mümkün olamazdı.
Bu kaynaklar, insan teşrihi ve ölüm sonrası tetkiklerdi. İnsan bedeni, XIII. yy.ın ikinci yarısında, ara sıra (hattâ nadiren) teşrik edilmiş. Daha iyi bir anatomi, daha iyi bir cerrahîyi kılmış. Yüzyılın sonuna doğru, Bolonya hukuk mektebinin etkisiyle, ölüm sonrası tetkikler, müsaade edilmeye başlanmış (Resim 13). Ancak bu işlem, o zamanlarda az sayıda uygulanmış olduğundan herhangi bir pratik önemi olmamış. Ama işin başlangıcını noktalamış. Bunun meyveleri birkaç yüzyıl sonra toplanacaktı. Gerçekten, çok sayıda otopsinin sağladığı deliller olmadan patholojik anatomi bu denli gelişemezdi.
İnsan bedeni teşrihleri uygulaması, XIV. yy.ın anatomik Rönesans’ını hazırlayacaktı. Luzzi’li Mondino adı, bu işlemin simgesi haline gelecekti. O, “Anathomia Mundini”sini 1316’da ikmal etmişti. Ama onun Bolonya’da 1275 civarında doğduğu, gençliğinde bazı anatomik, cerrahi ya da yasal gösterilere tanık olmuş olduğu unutulmayacaktır.
Anatomi ile fizyoloji üzerinde Müslüman ve Yahudi görüşleri, bunların tıbbî ansiklopedilerinde bulunur; bunlar doğruca Galenos ve İbn-i Sînâ bilgilerinin yeniden tertiplenip beyan edilmesinden ibarettir. Örneğin, Galenos anatomisinin bir icmali, İslâm’a gelmiş bir Yahudi olan Mısırlı Hibatullah İbn Malkâ tarafından “İhtisar–el–teşrih” adıyla tertiplenmiş. Bilgilerimize bir başka müspet ilâve de, yine bir Mısırlı olan Abdüllâtif tarafından yapılmış. Abdüllâtif, çok sayıda insan kemiğini inceleme fırsatını bulmuş. Alt çene kemiğinin iki değil, tek parça olduğunu, kuyruk sokumu kemiğinin yekpare hale getirilmiş tek bir kemik olduğuna müşahede etmiş.
Cerrahî
Anatomiden cerrahî’ye intikal, yeterince doğal oluyor. Cerrahlar, bütün öbür dallardaki meslektaşlarından çok anatominin içine girmeye muhtaçtırlar ve bilmukabele, mesleklerinin icrası, bu yolda bilgilerinin artması imkânını sağlıyor.
Bu çağlarda herhangi bir tıbbî terakki, geniş ölçüde cerrahîde olmuştu ve gelişmede özellikle İtalyan tabipler başı çekiyorlardı. Bittabi bunlar Grek-Arap geleneğine yakından aşina idiler, ancak başarıları bir ölçüde orijinaldi. Nihayet bir cerrah, rağbetten düşmüş bir fikir ya da kuramla hareket edemezdi. Elle çalışıyordu ve bu iş ya oluyor, ya da olmuyordu: Hareketlerin sonucu kendini göstermekte gecikmiyordu. Blöfün şansı yoktu ve hatalar ağır ödeniyordu.
Genel olarak tıbbî uygulama içinde Batı cerrahîsi tarihi, XII. yy.ı ve XIII. yy.ın başlarını kapsayan Salerno dönemi ile XIII. yy.ın gerisini kapsayan Salerno sonrası dönemi olarak tefrik ediliyor.
Salerno’da cerrahî, genel tıp kadar erken başlamıyor. İlk büyük cerrah 1170’de parlamış Roger oluyor. Bu gecikme anlaşılıyor, şöyle ki evvel emirde Arap bilgisinin imtisası ve genel uygulamanın örgütlenmesi daha acil görev oluyordu ve bir asırdan fazla bir süre Salerno uygulayıcılarının enerjileri dizginlenmişti; saniyen cerrahî yeniden uyanış geniş ölçüde Haçlı Seferleri’nin sonucu idi: Savaş, cerrahînin anasıdır![18].
Mezkûr süre içinde Batı cerrahîsi babında ün salmış tabiplerin ayrıntılarına girmiyoruz.
Nabız ve idrar
Bahis konusu dönemde en yaygın teşhis yöntemleri, hastanın idrarının muayenesi ve nabzının atışlarının tetkiki idi: Her iki yöntem de eskiydi. Hippokratik yazılar, tamamen ona hasredilmemiş olsa da idrara ait bazı mülâhazalar içeriyor; Galenos, yazılarında buna dair çeşitli hususları irdelemiş. İdrar üzerine Grek doktrini VII. yy.ın ilk yarısında Theophilos Protospatharios tarafından toplanıp yeniden izah edilmiş ve mezkûr tabibin eseri çok kullanılmış. Bunun büyük kısmı Latin Hristiyanlığına Arap çalışmalarıyla dolaylı olarak ulaşmış. Bunda, bir Mısırlı Yahudi olan ‘İshak el- İsrailî’nin “Kitabü’l bevl”i (IX. yy. sonu ve X. yy.ın başı) çok etkili olmuş. Kitap önce Latinceye, sonra da İbranîceye çevrilmiş ve çok meşhur ve yaygın olmuş. Bütün Ortaçağın, ister Hristiyan, ister Müslüman, ürolojik bilgilerini Theophilos ile İshak’tan aldığında şüphe yoktur ve bu bilgi esas itibarıyla Galenos’unki idi.
Sphygmoloji (nabız bilgisi), üroloji (bevliye)den de eski ve evrenseldir. İlk Mısırlı hekimler daha o zaman nabızdan haberdardılar. Buna dair M.Ö. XVII. ve XVI. yy.lara ait papirüslerde ilk atıflar bulunuyor. İşin garip yanı, bu uzun Mısır deneyimine rağmen Grek bevliyeciliğinin yavaş gelişmiş olmasıdır. Bu, Arap, Latin ve İbranî okuyucuya isteği kadarıyla intikal ettirilmiş. Mezkûr dillerde orijinal yazı azlığı, keyfiyeti izah ediyor.
Nabız yoklama keyfiyeti Batı tıbbına da oldukça geç girmiş (Resim 13a).
Kan alma ve müshil
Az çok evrensel uygulamada iki sağaltma yöntemi, kan alma ile müshil verme oluyordu. Bunların ikisi de dünya kurulduğundan beri kullanılıyordu.
Kan alma, üç türlü uygulanıyordu: Damar kesme, hacamat ve sülük yapıştırma. Hacamat da, büyük Antikçağlara dayanır. İlkel halklar, hacamat için vantuz camı olarak hayvan boynuzlarını kullanmışlar. Sülük yapıştırmak ise daha geç kökenli olarak görülüyor.
Eski bir uygulama olan sülük yapıştırma işlemi, XIX. yy.ın yarısında, başlıca Fransız hekim Victor Broussais’nin (1772-1838) etkisi altında, geniş ölçüde yaygın olmuş. Her ne kadar daha sonra unutulmaya yüz tutmuşsa da XX. yy.ın ilk yarısına kadar kullanımı sürmüş. Bu arada Belçika’da, garip bir tecelli olarak, salyasında kanın pıhtılaşmasını önleyici bir madde olan hacmilysin–hirudin’in bulunması dolayısıyla bunun yeniden toplanmasına başlanmış[19].
Müshillere gelince, ilkel halkların bazı bitki ve maddelerin bu yoldaki niteliklerini öğrenip tarihî zamanların fecrinden önce kullandıklarını tasavvur etmek kolay oluyor. Müshil ve kusturucular, herhâlde insanlığın ilk ilâçları olmalıydılar. Hattâ tenkiye kullanımı da çok eski olmalıydı.
Bu bapta Çin uygulaması Müslüman ve Avrupa’nınkinden temelde farklı değildi. Çinliler müshillere (ve de terletme ve kusturmalara) gerekli önemi veriyorlardı. Bittabi bu yolda kullandıkları farklı ilâçları da vardı.
Batı’da kan alma ve tenkiye uygulamaları geniş ölçüde berber – cerrahlara bırakılmış olup bu, cerrahînin gözden düşmesine ve yüzyıllar boyunca cerrahın, öbür hekimlere göre, aşağı bir sosyal ve profesyonel statüde kalmasına sebep olmuştu.
Erotikler (mukavvi-i bahlar):
Tıp, özellikle Doğu tıbbı tarihçisi, ilk bakışta bu alanın dışında kalır gibi görünen, ama ona birçok noktadan dokunan bir kitap sınıfını mülâhaza etmek durumundadır. Bahis konusu erotik kitaplar, özellikle Ortaçağda çok olan bir kategori oluşturuyorlar. Bunlar günümüzün “seks kitapları”nın her türü ile kıyaslanabilir.
Bunlardan burada bahis konusu olanlar, yarı tıbbî yarı erotik gibi bir ara gruba mensup eserler olup münhasıran Arabî veya Farisî yayınlar tarafından temsil edilmektedir. Bu kitaplar, değişik oranlarda cimâ, jinekolojik tavsiyeler, âşık kadın ve erkek üzerine atasözleri, her tür afrodisiak yiyecek ve ilâçlar, müstehcen fıkralar vs. içeriyorlar. Bu tür kitapların en iyi bir örneği, Maimonides[20] tarafından Selâhattin’in yeğenlerinden biri için terkip edilmiş “Makala fi’l cimâ” oluyor. Arapça yazılmış olup en az iki kez İbranîceye çevrilmiş. Az çok aynı zamanda iki önemli başka eser de vücuda getirilmiş. İlki, Mağrib’ten gelip Azerbaycan’da ölmüş, İslâm’a gelmiş bir Yahudi olan Samuil İbn Abbas’ınki; öbürü de Abdurrahman İbn Nasrullah Şirazî’ninki oluyor. İlki yarı-erotik, yarı jinekolojik; “evlilik hayatının sırlarının izahı” adını taşıyan ikincisinde ağırlık muhtemelen erotizmde idi.
Müslüman erotizminin bir başka veçhesi de tıbbî maddeler üzerindeki eserlerden ortaya çıkıyor; bunlar her daim zengin bir afrodizyak karışım reçeteleri içeriyorlar. İslâm bahis konusu olduğunda, çok eşliliğin teessüsü bunda etkili olmalıydı.
Kadın hastalıkları ve ebelik
Erotik kitaplar çoğu kez normal ve anormal aybaşı, gebelik ve loğusalık hakkında bilgiler içeriyor; öbür yandan jinekolojik eserler, tıbbî olmaktan çok erotik olan, kadınlar ve aşk üzerine mülâhazalara yer veriyorlar.
Kadın hastalıklarının tetkiki, tıbbın en eski dallarından biri oluyor. M.Ö. II. binin başlarına ait Kahun papirüsü, jinekolojik reçeteler içeriyor. Her genel eserde ister istemez bir jinekolojik bahis bulunuyor. Latin eserleri üzerinde durmuyoruz.
Başlıca Arapça Jinekolojik eser, XII. yy.ın sonlarında, ya da XIII. yy.ın ilk yıllarında Barselonalı bir Yahudi olan Sheshet Benveniste tarafından telif edilmiş. Müellif bir Katalan Yahudi’si idi ve o tarihlerde ırkdaşlarının çoğu artık Arapçayı unutmuşlardı. Bu gayritabiîlik, kitabı İbranîceye çeviren el-Harizî tarafından düzeltiliyor.
Çocuk hastalıkları
Her yazında, kadın şikâyetleri ve loğusalığı, genellikle çocuk bakımını izah eden bir iki bahis takip eder. Erken Ortaçağlarda başlıca pediatrik eser Râzî’ninki olup Latince ve İbranîceye çevrilmiş.
Göz hastalıkları
Cerrahîden sonra tıbbın en mütekâmil kolu oftalmoloji olmuştu; ama cerrahî ilerleme Batı Latin hekimlerinin işi iken, göz hastalıklarınınki öncelikle Doğu Müslüman hekimlerininki olmuştu. Bu arada, bu her iki disiplinin az çok karışık olduğunu unutmayacağız, şöyle ki, oftalmolojik çalışmaların çoğu cerrahi alanda olmuştu. Nitekim Mısırlı ve Suriyeli göz tabipleri, kataraktı ameliyat etmenin daha iyi bir yöntemini geliştirmişlerdi.
Doğulu göz hekimlerinin üstünlüğü kısmen, göz hastalıklarının Doğu’da Batı’ya göre, çok da umumî oluşunda yatıyor. Bu bapta en büyük göz uzmanlarının sadece Müslüman değil, Doğu Müslümanları oluşu anlamlıdır.
Zerrîn Dast’ın “Nûr el-‘uyûn” (“gözlerin nuru”) 1087’de Farsça yazılmıştı. Bahis konusu dönem içinde bütün eserlerin dili Arapça olmuştu[21].
Ateşli ve sair hastalıklar
Cilt hastalıkları, geleneksel olarak hekimliğin haysiyetinin çok uzağında olan cerrahlara bırakılmıştı. Bu itibarla cıvalı merhemler ve sair benzer müstahzarları bu sonuncular denemişlerdi. Garip ölçüde tükürük ifrazının cıvanın ifrat ölçüde kullanılmasından ileri geldiğini bir cerrah Theodorie Borgognoni keşfetmişti. Bu bapta olmak üzere, bazı tarihçiler bir Ortaçağ metninde cıvaya atfı, sifilis’i (frengiye) aklına getirmeden okuyamıyor. Bu, saçma bir şey oluyor: cıva tuzları, bugün dahi oluğu gibi, frengiyle hiç alâkası olmayan çeşitli şikâyetlerde (örneğin kellik) uygulamaları, XVI. yy.a frengi yayılmasıyla mücadelede cıva kullanılmasını telkin etmiş. Cıva ve cıvalı müstahzarlar, deri hastalıkları ve bitleme (bitten temizleme) için Batı pharmacopoeia’sına İbn Kutayba, Râzî, Ebû Mansûr, İbn-i Sînâ gibi Doğu Müslümanları tarafından ithaf edilmiş. Hindularla Çinliler de cıva ve onun tıbbî kullanımına erken çağlardan itibaren aşina olmuş gibidirler.
Cilt hastalıkları babında uyuz kurdunun ilk tanımı büyük İspanyol tabip İbn Zuhr’a atfedilmişse de ondan iki asır önce bir İranlı hekim, Ahmet İbn Muhammed el-Tabarî, bunu bilmiş.
İbn Rüşt’ün tıbbî eseri, doğal olarak, onun felsefî ünü tarafından gölgelenmiş, saf bir sentezden ibaret olarak telâkki edilmiş. Ancak İbn Rüşd, birkaç somut keşif için, itibara lâyıktır. Örneğin o, bir çiçek hastalığının, daha sonra zuhur edecek birine karşı bağışıklık sağladığını ilk olarak görmüş gibidir.
XII. yy.ın ve elbette Ortaçağların, en büyük iki feylosofunun aynı zamanda büyük tabip, sadece basit tıbbî feylosof ya da felsefî tabip değil, sahici ve hünerli pratisyen olmaları dikkate değer. Bunlardan biri mezkûr İbn Rüşd idi; öbürü tam çağdaşı Maimonides olup o da Ortaçağın en iyi tabiplerinden biri olmuştu. Bunların her ikisi de, yüzyıllar boyu tıbbî klasikler arasında kalacak olan eserler vermişler ve bunların gördükleri büyük rağbet Grek–Arap bilgisinin intikalini kolaylaştırmıştı. Keza Maimonides zehirler ve antidotlar; astma (nefes darlığı), hemoroit (basur) üzerine monografi denebilecek telifler yapmış. Bütün bunlar aslında Arapça yazılmış ve hızla İbranîceye tercüme edilmiş. Hemoroit üzerine bir başka İbranîce kitap, “Salomon” İbn Eyyub tarafından kaleme alınmış.
Bu dönem içinde, yani XII. yy.da Grek tıbbî yazınının kısırlığına rağmen değerli bir monografi Bizans’ta güngörmüş: Michael Paleologos’un tabibi Demetrios Pepagomenos’un gut (damla hastalığı) üzerine risalesi. Bu aynı Demetrios, bağırsak kurtları üzerine de ilginç gözlemlerde bulunmuş. Bizanslılar, görünürde damla hastalığını[22] yakından biliyorlardı. O kadar ki elbette Anna Comnena gibi münevver bir kadın bunun üzerinde âkilâne fikir yürütüyordu.
Okuyucunun dikkatinin çekilmesinin gerektiği bir başka tıbbî uzmanlık da, fazla iddialı olmayarak, psikopatoloji, yani hastalıkların ruhî sebep ve neticeleri; o halde bir “ruhî” tedavi bahis konusu olacaktır. Psikolojik ve psikopatolojik gelenekler, elde kaydı bulunan en eski zamanlara dayanıyor. Mısır ve Yunan mabetlerinde uygulanan tecrit, geniş ölçüde bir ruhî tedavi oluyordu. Tapınak tıbbının zengin meyveleri Hippokratik yazılarda takviye ediliyordu. En eskisi olduğu kadar en incesi, Hippokrates’in “kutsal hastalık”ı üzerine risalesi, Yunan tıbbının klasiklerinden olmuştu: Epilepsi–sar’a. Hippokrates, Aristo ve Galenos külliyatları, psikolojik sorunlar üzerinde kayıtlarla doludur. Fiilen, eski fizyoloji ve psikoloji, geniş ölçüde birbirlerinden ayrılmamışlar. Hılt ve mizaçlar, eski tıbba hâkim olup bir ölçüde psikolojik oluyorlardı. Bugünlerde bile bunun teknik tabirleri –melancholik (mali hülyalı), cholerik (şiddetli), phlegmatik (heyecanlanmaz), demevî (kanlı)– psikolojik olduğu kadar fizyolojik fikirleri de çağrıştırır. Ruhî hastalıkların ve bunları tedavi edecek ruhî yolların tetkiki, Müslüman hayaline çok cazip gelmiş. Örneğin bunlar, musikinin etkilerini dikkatle izlemişler ve tedavi amaçlı bunun uygulanmasını bazı hastanelerine dâhil etmişler.
Arabî psikoterapi (ruhî tedavi), (ilaç-ı rûhânî, tedbir-i nefsânî), Râzî, Hibatullah İbn Malka, İbn-i Sînâ tarafından gerçekleştirilmiş dikkate değer tedavileri konu alan fıkralarla belirginleşir.
Veteriner tıbbı
Bu konuda Arabî metin bulunmayışı tuhaf, şöyle ki Müslümanlar atlarına hastalık derecesine bağlıydılar. Olanlar da tıbbî ve bilimsel olmanın uzağında, şairanedir. Gerçekten atçılık üzerine rastlanmış ilk eser, Bahrî Memlûk Sultan Nasır Muhammed İbn Kalâ (üç kez hükümdar olmuş, 1293, 1298 – 1308, 1309 –1340) için İbn el-Munzîr el–Baytar tarafından yapılmıştı. Bu kişinin el–Baytar adı, nalbant ya da veteriner cerrahı ifade ediyor. Bu ada ilk kez rastlamıyoruz; Ortaçağların en büyük botanist ve eczacısı İbn el–Baytar, nalbandın oğlu idi. Bu ad, iki şeyi gösteriyor: Önce, mesleğin, kimsenin şüphe edemeyeceği gibi, var olduğunu. İkincisi, adın yabancı kökenli oluşu, şöyle ki “baytar” sözcüğünün Yunan botaniatmzr’tan türemesi.
Bedevîlerin, hayvan hastalıkları üzerinde (başlıca at, deve) geniş tecrübî bilgileri olduğu bu konudaki geniş lûgatçelerinden anlaşılıyor. Daha sistematik bilgi ve geliştirilmiş teknikleri, Bizans illerinde dolanan seyyar cerrahlardan öğreniyorlardı. Nihayet tüm veteriner sanatı, tıbbın bir kolundan başkası değildi. Gezginci cerrahlar, bedevîlerin toplandıkları büyük panayırlara varırlardı ve burada insanlarla hayvanlara bakarlardı, şöyle ki İslâm öncesi şairler “baytar” adını tabip anlamında kullanırlardı[23].
Tıbbî eğitim ve hastaneler–Hastaya muamele şekli ve deontoloji–Banyo (ılıca) tedavisi
Hastaneler en azından Büyük Konstantin dönemine (IV. yy.ın ilk yarısı) kadar geriye tarihleniyor, ancak asırlarca nispî bir önemsizlik içinde kalıyorlar. Daha geniş hastaneler muhtemelen Cündişapur tıp mektebine bağlı olanlar olmalıydı. Bu mektep birçok bakımdan Arap tıbbının beşiği olduğuna göre, artan vüsat ve mükemmeliyette hastanelerin Darü’l İslâm’ın başlıca kentsel merkezlerinde kurulmuş olması şaşırtıcı değildir. Gerçekten bunlardan bazıları çok iyi tertiplenmişti.
Benzer kurumların Batı’da örgütlenmeleri muhtemelen Haçlı Seferleri’nin sonuçlarından biri idi. Bir kez daha bir Hristiyan ve Grek düşüncesi, yeterli olgunluğa varması için Müslüman toprağına ekilme ihtiyacı içindeydi. Şimdi artık daha ileri gelişme için Hristiyan âlemine geri geliyordu. Çok sayıda büyük hastane, XII. Ve XIII. yy.larda Batı Avrupa’da tesis edilmişti. Bu süre içinde bunlar, İslâm’da gelişmeyi sürdürdüler; örneğin İslâmî hastanelerin en büyüklerinden biri olan Bîmâristân el-Mansûrî, Kahire’de Memlük sultanı El–Mansûr Kalâ’nın tarafından XIII. yy.ın sonunda tesis edilmişti.
Cüz’am (lepra) çok eski bir hastalıktır. Haçlı Seferlerinden çok önce Batı Avrupa’da mahallî ve daimî olarak görülmüş; ancak XII ve XIII. yy.larda eni boyu yayılmış, sonra da yeniden azalmış. Mezkûr iki asırda fevkalâde umumîleşmesi kısmen Haçlı Seferleri ile izah edilir, şöyle ki birçok ülkenin insanları görülmemiş ölçüde girift olup bulaşma ihtimalini namütenahi artırmış. Gerçekten doğruca hastanelerin yanı sıra bu aynı dönemde çok sayıda cüz’am evi kurulmuş.
Tıbbî deontoloji (ahlâk) ve “etik”in başında ünlü Hippokratik “yemin” geliyor. Bu ahlâk kaidelerine dair yazıların geleneğini çizmek güç. “Yemin”, muhtemelen en eski çağlara dayanıyor. O, tıp mesleğinin beratı olmuştu.
Banyo, Ortaçağda tahmin ötesinde genelleşmişti. Roma tipi kamu banyolarına Kilise karşı çıkmıştı ama çeşitli özel banyo türleri devam ediyordu. Bunların yayılmalarına başlıca engel ahlâkî değil, teknikti. Haçlı Seferleri Avrupa’ya, sıcak buharlı Müslüman hamamını ithal edecekti.
Doğruca, balneoloji, doğal kaynaklarla, yani ılıca tedavisi, bahis konusu dönemde görülmüyor. Ancak kaynaklar her daim mitoloji, folklor, halk dini ve sağaltmasında çok önemli rol oynamışlardır.
Adlî tıp
Yasa ile tıp arasındaki ilişkiler, sadece laik-sivil hukuku ele alıp Yahudi ve Müslüman dinlerinin esas kısımları olan, örneğin sünnet, yiyecek içeceğe dair nizamları dışlasak bile, yine de bu ilişkiler çok sayıdadır.
En eski sivil tıbbî nizamlar, Hammurabi’nin (M.Ö. XXI. yy.) Babilonya kanun mecmuasında bulunuyor; bunda tabibin başarı halinde alacağı ödül ile başarısızlık durumundaki cezaları gibi maddelere atıflar var.
Sivil yasa maddeleri, meselâ cinsî iktidarsızlık veya kısırlık durumlarında olduğu gibi, tıbbî istişareye gerek gösterebilir. Ama tıbbî hukukun uygulandığı en geniş alan, ceza kanununun uygulanması oluyordu. Bolonya hukuk mektebinin etkisi altında kadavra teşrihi yapılmaya başlanmışsa da bu, görünürde nadir olmuş. Gerçekten halkın önyargıları otopsiye şiddetle karşı koyuyordu ve bu işlem, XVI. yy.ın sonuna kadar nadir olarak uygulanacaktır[24].
XII. yy.da tıbbî yayınlara gelince, bunların sadece en ünlü ve yaygınlarını zikrediyoruz, İspanya’dakilerin üzerinde durmayarak. Gerçi bunların da Doğu’ya etkileri yadsınamaz. Ancak ayrıntılar bizi konumuzun uzağına götürür.
Kahire’de Fatımî halifeleri sarayında yaşamış Adnân el-Ainzarbi[25], tabiplerin kullanımı için bir tıbbî ansiklopedi ile bir muhtasar astroloji (ilm-i nücum) kitabı yazmış. İbn Tilmiz, Bağdat’ta halife el-Muktafi’nin sarayında hekim olup antidotlar (panzehirler), kan almalar üzerine risaleler ve de müşahede külliyatını yayınlamış. İbn Tilmiz’in, selefleri İbn Butlan ve İbn Jazla gibi Hristiyan olması, gayrimüslim uzmanların halifeler kentinde rağbet görmüş olmaları dikkate değer.
Daha Doğu’da, Harezm sarayında, bir üçüncü ve belki de bunların en ilginç bir hekimi, İsmail el-Cürcanî vardı. 1110’dan biraz sonra İsmail Farsça muazzam bir ansiklopediyi, “Zahira el-Harezmşahî”yi ikmal ediyordu. Daha başka şeyler yazmışsa da bu, en önemlisi olmuş ve bir Farisî dilde eser olarak İbranîceye çevrilme şöhretine kavuşmuş[26].
Salerno’daki önemli gelişmelerin ayrıntılarına girmiyoruz.
XII. yy.ın ikinci yarısında tabip olarak başlıca, Musul’da sanatını icra eden Bağdatlı İbn Hubal zikredilir. Bu kişiyi, Musul’dan sonra Ahlat Ermeni sarayında görüyoruz. O, “Muhtar fı’l tıb” adlı bir risalenin müellifi olmuş.
Siraz’da doğup Halep’e yerleşmiş Abdurrahman İbn Nasrullâh’ın erotik kitapları bazı tıbbî kalemler içeriyor. Sırası gelmişken, Doğu tıbbî kitaplarında erotik maddeler, örneğin afrodizyakların, oldukça geniş yer tuttukları hatırlanacaktır.
Batılı hekimlerin çoğu, o zamanlar Eyyubî Sülâlesi tarafından idare edilen tek bir ülke halinde bulunan Suriye ve Mısır’da ün yapmışlardı. Suriye, özellikle Şam, bunların başlıca cazibe merkezi olmakla birlikte çoğu Mısır’ı ziyaret edip orada az veya çok kalıyordu. Hattâ İbn Kiftî gibi Mısır doğumlu biri, nihaî olarak Suriye’ye yerleşecekti. Bu keyfiyet, Mısır tıbbının Maimonides tarafından başlatılmış şanlı geleneğini devam ettiren Yahudi hekimlerin geniş hükmü altında olmasıyla izah edilir. Mısır’da yerleşmiş en az altı Yahudi tabibe karşılık Şam’a yerleşmiş ünlü Yahudi hekim bilinmiyor (1200-1250). Bu itibarla bir tedricî, bilinçli veya değil, bir ayrılık vaki olmuş, Yahudiler Kahire’nin hâkimi olarak kalmış, Müslüman ve birkaç Samaritan da Şam’da toplanmış.
Şamgadhara adlı bir Hindu hekim, içinde cıvalı ve sair madenî karışımlara büyük önemin verildiği bir tıbbî eser yazmış. Sair hususların yanı sıra nabzın geliştirilmiş bir tahlilini de kitap içeriyor.
XIII. yy.ın bu ilk yarısında, en önemli Çin yayını, koronerlere (şüpheli ölüm vakıalarını tahkik eden mahallî idare memurlarına) talimat adlı bir tıbbî – adlî ve alabildiğine etkin olmuş bir eser olup bunun gözden geçirilmiş baskıları günümüze kadar kullanılmış. Bunda Çin yine öncü olmuş, zira az çok üç asır boyunca Avrupa’da bununla kıyaslanabilecek bir şey çıkmamış.
Cremona’lı Adam, II. Frederick bir ordu ya da büyük bir hacı grubunun hıfzıssıhhası için bir risale yazmış Haçlı Seferlerinden ders alınmaya başlanmış.
Haçlı Seferleri’nin başka bir sonucu da cerrahî çabaların dürtüsü olmuş. Söylediğimiz gibi savaş, cerrahînin anasıdır. Salerno’lu Roger tarafından başlatılmış cerrahî Rönesans’ı başka İtalyanlar da parlakça devam ettirmişler. Roger’le kıyaslandığında, bunların cerrahîsi daha Arabî olmuş.
Salerno mektebi hakkında bilgimiz, II. Frederich’in 1240’da neşrettiği tıbbî öğreti ve uygulama nizamnameleri olmuş. Bunlar da kendi türlerinde öncü olmuşlar[27].
Cremona’lı Adam’ın imparator II. Frederick için tertiplediği mezkûr eser üç kitaptan oluşuyor. İlki, yemek rejimi ve uyku, kamp, idman, bitten temizlenme, banyo yapma, kan aldırma ve hacamat, deniz tutması vs; ikincisi, yorgunluk ve dinlenme, ayakların bakımı; üçüncüsü de bir Haçlı Seferi’nin dinî amacı, yani askerlerin morali ile ilgili[28].
Doğu’ya dönelim.
Necibüddin Semerkandî, Semerkand’da doğup orada tababeti icra etmiş bir hekim olup Herat’ın yağması sırasında Moğollar tarafından öldürülmüştü (1222-1223) (Daha yaşlı çağdaşı Fahreddin Râzî de Heart’ta, 1210’da ölmüştü).
Çeşitli tıbbî eserlerini Arapça yazmıştı. Bunlardan “Kitâb el asbâb (sebepler) ve alâmât (hastalık alâmetleri) adlı en önemlisi, geniş kabul görmüş. Birçok yazması bulunuyor. Bunlar ayrıca Semerkand’da, 1423-1424’te Uluğ Bey’in tabibi İvad Kirmanî’nin şerhi ile tamamlanmış. Bu şerh dahi 1700-1701’de bitirilmiş bir İranî risalenin, “Tıbb-ı Ekberî”nin çekirdeğini oluşturmuş.
İzzeddin İbn Tarkan el-Ensarî el-Dimıskî, bir Suriyeli tabip ve feylesoftu (d.1203-4, ölm. 1291-92). Başlıca eseri, “Tezkiratü’l hâdiya”da (yol gösterici tezkereler) her ilâç için birçok hekimin fikri harfiyen ve bazen de kişisel gözlemlerinin sonuçları aktarılmış. Yazmaların birinde İbn Tarkan’ın dört yüzden fazla tabibin yazılarını kullandığı belirtilmiş. Bunların arasında Doğulular olduğu kadar Batılılar da var ki bu sonunculardan İbn Rüşd, Mağrib’te çok, Doğu’da alabildiğine az tanınıyordu.
O çağın Batı Müslüman bilginleri arasında bilhassa zikre şayan yukarda kendisinden söz ettiğimiz İbn Baytar, Malaga’lı bir İspanyol – Müslüman botanist ve eczacı idi; o, Ortaçağın ve İslâm’ın en büyüğü olmuştu. XII. yy.ın sonuna doğru doğup 1248’de Şam’da ölmüştü. O, Ebülabbas el-Nabatî’nin talebesi olmuş ve birlikte Sevilla yöresinde bitki toplamışlardı. 1219’a doğru İspanya’yı terk edip Doğu yönünde Kuzey Afrika’da seyahat etmiş. 1224’te Antalya civarında görülüyor. Daha sonra Mısır’ın Eyyubî Sultanı el–Kâmil’in hizmetine, baş otacı olarak giriyor; 1237’de el–Kâmil aynı zamanda Şam’ın da sultanı oluyor ve İbn Baytar onunla birlikte oraya gidiyor. Kâmil’in 1238’de ölümünden sonra bir süre için Kahire’ye varıyor, ama az zaman sonra Şam’a dönüyor ve orada ömrünün sonuna kadar, 1240’dan 1249’a kadar Mısır ve Sultanı olan el–Salih’in hizmetinde kalıyor. Mezkûr mahallenin dışında Arabistan, Suriye, Filistin ve Musul’un Doğu’suna kadar ot topladığı sanılıyor. Her halükârda oralarda biten bitkileri biliyordu.
Başlıca eseri, bir numune toplama kitabı, “Kitab el câmi fi’il edviye el–müfrede” olup kendi türünde önde gelen Arabî ve Ortaçağ risalesi, Dioscorides’ten XVI. yy.ın ortasına kadar en büyüğü olmuş. Bu, sadece çok metodik ve eleştirel toplamadan ibaret olmayıp ayrıca çok sayıda kişisel gözlemi de içeriyor. Tekrarları bir kenara bırakarak 1400 farklı kalem göz önüne alınmış, bunlardan yaklaşık 300’ü (200 kadar bitki dahil) yenilik olmuş. Pratik olarak Dioscorides ve Galenos’un konu üzerindeki toplam 150 kadar tüm bilgileri Câmi’ye ithal edilmiş, ama aralarında yirmi Grek’in bulunduğu birçok başka yazar da zikredilmiş. X. yy.dan itibaren Müslüman İspanya’da Dioscorides’in büyük gayretle tetkik edildiği akılda tutulacaktır.
İbn Baytar, bitki adlarının müteradiflerine (eşanlamlılarına) büyük dikkat sarf edip adları sadece Arap ve Yunanca değil, bazen Latince ve İspanyol diyalektleriyle, Farsça ve Berber diliyle kaydetmiş[29].
Bu dönemde Mısır’da sivrilmiş Samiriyeli (Samaritan – Filistin’de) ve Yahudi tabipler konumuz dışında kalıyor. Hindu tabip Sârngadhara (XIII. yy.) materia medica’nın kimyasal yanı üzerine bastırıyor. Bu bapta birçok asır sonra Avrupa’da Paracelsus tarafından ilân edilen tıp – kimya reformunun bir beklentisi olmuştur[30].
XIII. yy.ın ikinci yarısında, imparator Michael Paleologos’un tabibi Pepagomenos, doğan (kuş) ve köpekler üzerine eserler vermişti. Gut (damla) hakkında da iyi bir kitap yazmış, mezkûr hastalığın esasî tabiatını keşfetmişti. Doğan ve köpekler hakkındaki risalelerinde bu hayvanların hastalıklarını da irdelemiş. Doğancılık veya av üzerine yazılan her risalenin bol miktarda veterinerlik bilgisini de içerdiğine dikkat edilecektir.
Suriye ve Mısır’da Müslüman tabip grupları Yahudi meslektaşlarından daha dikkate değer olmuşlar. İbn Tarkhan’ın büyük tıp kitabı, bu döneme ait olmalı, zira müellifi 1291’e kadar yaşamıştı. İbn el- Kuff, hıfzıssıhha ve cerrahî konulu kitaplar ve Hippokrates aforizmaları (hikmetleri) ile İbn-i Sînâ’nın “Kanun”una şerhler yazmış. Bu İbn el–Kuff Hristiyan olmakla birlikte dindaşlarının cemaatine fazlaca yakın olmamış, şöyle ki cerrahîsi, sünnet hakkında geniş bilgiler vermiş. Mezkûr ülkelerde çok ünlü göz uzmanları da yetişmiş[31].
Doğu Yahudileri ve Samiriyelilerden önemli birkaçı da şunlar oluyor:
El–Kûhîn el–Attâr, adından anlaşıldığı kadar rahip soyundan bir Yahudi eczacı oluyor (Kûhîn, İbranî rahibi Kohen olup attar da eczacı demektir). Birçok asalet unvanı, gördüğü rağbetin delili oluyor: Aflâtûn zamânihi ve re’is avânihi (zamanının Eflâtûn’u ve çağının önderi).
Mısır Yahudi’si olan el–Attar, yakl. 1260’da Kahire’de meşhur olmuştu. O yıllarda eczacılık üzerine “Minhac (düstur) el dükkân ve düstur el–a’yân (büyük adamlar)” adlı bir kitap yazıyor. Bu eser, içerik ve şekil olarak kendi türünde Arapça en iyi eser oluyor.
1232 – 1233 doğumlu İbn el–Kuff, hıfzıssıhha ve marazın def’i için bilinmesi gerekli şeyler adlı bir toplu eser ile cerrahî üzerine bir risale yazmış ve bunun bahislerinden birinde dört sünnet yöntemi ile kadınlara uygulanacak yeni bir mesane taşı kırma usulünü betimliyor.
İbn el–Nafîs, Mısır ya da Suriyeli tabip olup birçok eserinin arasında en bilineni İbn-i Sînâ’nın Kanun’u üzerindeki şerhi (Kitâb mûciz el–kanun) oluyor ki bu, büyük ve kalıcı rağbet görüp bunun üzerine çok sayıda şerhler yazılıyor, tercümeleri yapılıyor. Türkçeye iki kez çevrilmiş gibidir; bunların ilki Musliheddin Mustafa İbn Saban el-Surûrî (ölm.1561) ve diğeri Edirne’de tabip Ahmet İbn Kemal tarafından yapılmış[32].
XIV. yy.ın ilk çeyreğinde Paleologos’ların hizmetinde bulunan iki saray nedimi, Nikephoros Chumnos ile oğlu Joannes, mümtaz ediplerdendi. Sonuncusu bir dereceye kadar da tabip olup nikris (gut – damla) hastalığı üzerine bir rejim kitabı yazmıştı. Muhtemelen buradaki görüşleri yukarda mezkûr Demetrios Pepagomenos’unkilerden fazla farklı değildi. Anlaşılan damla hastalığı Bizans üst sınıfları arasında nadir görülmüyordu. Aslında ne Demetrios, ne de Joannes Chumnos bunun hakkında fazla bir şey biliyorlardı. Her ikisi de nesiçleri mümkün olduğu kadar hafifletmek ve olabildiğince az yemeyi, müshil ve kan vermeyi tavsiye ediyorlardı[33].
Abdullah İbn Abdülaziz Sivasî ile Ahmet İbn Muhammed el–Gilânî, Hippokrates’in hikmetleri (aforizmaları) üzerine tefsirler yazmışlardı. Kutbuddin Sirazî fizikçi olarak o denli ünlü idi ki onu tabip olarak düşünemiyoruz; o ise ki İbn-i Sînâ üzerine yorumları ve tıbbî deontoloji (ahlâk) ile lepra (cüz’am) üzerine risaleleri ona borçluyuz[34].
Daha önce irdelemiş olduğumuz teşrih konusundaki bilgilere şunlar eklenmiş. İlk teşrih işlemleri (Resim 13) büyük ihtimalle adlî amaçlı otopsilerdi. Doğruca anatomik amaçlı teşrih, daha XIII. yy.dan itibaren yapılıyordu. 1308’de Venedik büyük konsili her yıl bir teşrihin uygulanmasını emrediyor. 1315’te Mondino de Luzzi iki kadın cesedini açıyor; o, herhâlde bunu alenî olarak yapan ilk kişi oluyordu ve işi bizzat kendisi yapmıştı[35].
İmanla şifa vermek, muhtemelen insanlık kadar eskidir. Deontolojiden bunun istihalesi (bir halden bir diğerine geçişi) çok doğal oluyor. Tıbbî deontolojinin temelini teşkil eden gerek Hippokratik yazılar, tekrar tekrar bir hekimin ilk görevlerinden birinin hastasının zihnini teskin etmek olduğunu izah eder. Yani, Hippokratik hekimler imanla şifa vermenin bilimsel tedavinin bir parçası olduğunu anlamışlardı.
Hastalığın tedavisi için münhasıran itikada bağlılık Ortaçağlarda az çok evrensel olmuş; o ise imanın amaç ve tabiatı çok değişebiliyordu. Buddhist tıp geniş ölçüde iman sağaltmasıydı; bu işin geleneği şüphe bırakmayacak şekilde Ahd-ı Cedid’e bağlanıyor. Böyle olunca da Latin ve Grek dünyasında azizlik – velilik hemen sağaltma gücüyle müzdevic olmuş (birleşmiş – izdivaç etmiş)[36].
XIV. yy.da Memlükler Mısır’ı ile Anadolu, konumuz babında hayli öncelikle önemli oluyorlar. Bunlar birlikte irdelendiklerinde, Mısır, Suriye ve Türkiye arasındaki entelektüel ilişkiler daima yakın olduklarından, bu ikilinin kaynaşması, çağın Müslüman tıbbına tamamen hâkim olacaktı.
Anadolu’da Arapça yazan tabiplerle Türk dilini kullananları ayrıca mütalâa etmek uygun düşer. Arapça yazanlar sadece üç tane olup bunlar Muhammed İbn el–Aksarayî, Muhammed İbn Mahmud ve Hacı Paşa’dır. Bunlardan ilki İbn el–Nafîs’in Mûciz el–kanûn’u üzerine tefsir, ikincisi de bir eczacılık mecmuasını, “Ravzat el–ıtr”ı kaleme almış.
Hacı Paşa, Arapçadan Türkçeye geçişi damgalamasıyla özel ilgi çekici oluyor. Konya’da doğup orada eğitilmiş olmasına rağmen Kahire’ye daha ileri eğitim için gönderilmiş ve hayatının yarı bölümünü bu kentte geçirmiş. Daha sonra ülkesine dönmüş ve burada başlıca tıbbî eserini, “Şifâ el–askâm ve davâ’ el âlâm”ını 1380’de, Ephesus’ta tamamlamış. Şifâ, diğerleri gibi Arapça yazılmış, ama Hacı Paşa Türkçe tıbbî kitapların gereksinmesinin bilincine varmış ve Şifâ’nın bir muhtasarını bu dilde yazmış. Bunu yaparken de sanki bir özür dilemeyi gerekli görmüş gibi olmuş; gerçekten bu dil bilimsel amaçla kullanılmanın hemen başlangıcındaydı. Müslüman tabiplerin ortalaması, Arapça tıp için yeterli değerde tek dil olduğu kanaatinde idiler, tıpkı Batılı meslektaşlarının aynı şeyi Latince için düşündükleri gibi.
Bununla birlikte, küçük ama büyüyen, münhasıran Türkçe yazan bir tabip sayısı varmış. Bunlardan Gerede’li İshak İbn Murad, 1388-89’da iki tıbbî risale yazmış. Bir başkası da Ankaralı şair Salâhaddin’e izafe edilmiş. Cinsî hıfzıssıhha üzerine bir Farsça kitap da aynı yazarın adını taşıyor. Daha iki tıbbî kitap şair Ahmedî’ye atfediliyor. Mahmud el–Barjinî’nin kaleme aldığı Doğancılık kitabı, bu alıcı kuşların hastalıkları ile bunları iyi etme yollarını betimliyor. Topkapı Saray’ında, yine Türkçe bir anonim, 1361-1400 arasında yazılmış bir veterinerlik kitabı bulunuyor.
Kısaca dokuz kadar tıbbî kitap Türkçe olarak tertiplenmiş. Fazla yanılmadan bunların Arapça olarak yayınlanmış bilgilerin in’ikâsı (yansımak) olduğunu tahmin edebiliyoruz.
Ve nihayet, Paris Bibliothèque Nationale’daki Türkçe yazma ünlü “Cerrahnâme”yi, büyük ve zengince resimlendirilmiş (205 yaprak, 26,5 x 163 resim) cerrahî kitabını zikredeceğiz. Bu aynı eserin Fatih kütüphanesinde bir başka yazması da bulunuyor. Metin, 1465-66’da Fatih Sultan Mehmed’e ithaf edilmiş. Yazarı Şerafeddin İbn Ali İbn Elhac İlyas, nam-ı diğer Sabuncuoğlu, ithaf tarihinde 63 yaşındaymış. Kendisi on dört yıl süre ile Amasya hastanesinde (Bîmarhane – Darüşşifâ) (Resim 14a,b,c,d) hekimlik yapmış. 1404’te doğmuş, 1421’de tıp öğrenmeye başlamış, 1468’den sonra ölmüş. 1454’te Farsçadan Türkçeye İsmail Cürcanî’nin Zahira el-Harezmşahî’sini tercüme etmiş, 1468’de de “Deneyler kitabı – Mücerrebname” adıyla bir reçeteler mecmuası vücuda getirmiş.
Bazı tarihçiler Sabuncuoğlu’nun mezkûr cerrahî kitabını, İlhanlıların İran’da hâkimiyetleri döneminde (1256-1349) yazılmış Farsça Cerrahiye-i İlhanî’nin çevirisi sanmışlar. O ise ki bu kitabın “İlhanî” adı, bağlı olduğu Amasya bîmarhanesinin bir İlhanlı vakfı olmasından ileri geliyor.
İran’da da iki hekim zikre şayan oluyor. Biri 1366’da derleyip birkaç yıl sonra gözden geçirdiği bir materia medica tertip etmiş. 1396’da da Mansur İbn Muhammed, Timur’un torununa bir resimli anatomi ithaf ediyor, hayli yıl sonra da tıbbî teori ve uygulama üzerine bir genel kitap yazıyor[37].
Tarih boyunca vaki olan veba salgınlarının ayrıntıları konumuzun dışında kalıyor. Ancak bu salgınların en değerli sonucu kamu hıfzıssıhhasının örgütlenmesi, yani sirayeti (bulaşmayı) önleyip halkın sıhhatini korumak amacıyla yayımlanan nizamnameler olmuş. Gerçi sirayetin bilimsel tarifi yoktu; bunun için beş asır bekleyip Pasteur çağını ve bakteriolojisinin doğmasını idrak etmek gerekiyordu. Bununla birlikte bulaşmanın bir ampirik bilinci eski olup Ahd-ı Atik’e dayanıyordu. Çağlar boyunca insanlar, korunmak için hastadan uzak durmanın gereğini idrak etmişlerdi. Cüz’am, veba ve daha başka birçok hastalığın bulaşıcı tabiatı idrak edilmişti ve en iyi önlemi, küçük bir azınlık uygulayabiliyordu: hastalık noktasından gidip uzaklaşmak.
1343’ten 1354’e kadar Venedik Doç’u olan Andrea Dandolo, bugün ilk sayılacak beledî kamu sıhhati komisyonunu tertiplemiş. Benzer tertiplerde İtalya’nın sair kentlerinde uygulanmış. Bunların başında, belli yerlere hasta kişilerin girmesini yasaklayan sıhhî kordon çekilmiş. Ama işin dertli tarafı, kimin hastalığı taşıdığının her zaman bilinememesi olmuş[38].
Anadolu tababeti konusunda dönüyoruz yine XIV. yy.ın ikinci yarısına.
Cemâlüddin Aksarayî, Fahreddin Râzî’nin torunu oluyordu. I. Murad zamanında (1360-1389) Karaman’da Medresatü’l Silsile’de ders verdiği biliniyor. Başlıca eseri İbn el-Nafîs’in Mûciz el- Kanun’u tefsiri olmuş. Bunu dahi İbnî Sina’nın Kanun’undan müştak olduğu malûmdur.
Yukarda sözünü etmiş olduğumuz Geredeli İshak İbn Murad, “Hûlâsat el tıbb ve Havâsı el edviye” Arapça adlı, Türkçe eserlerin sahibi oluyor. Bunların her ikisi de 1388 – 1389 tarihli. Bunlardan ikincisi, Ortaçağ türünde terkip edilmiş bir bitkisel materia medica oluyor. Yazar, daha önce de söylediğimiz gibi, Gerede civarındaki dağlarda gezintilerinden bitkiler hakkında deneyimler edinmiş.
Anadolu’da kalmaya devam ediyoruz.
Muhammed İbn Şirvanî, Sultan Orhan’ın (1326-1360) bir torunu olan Veliüddin için Arapça bir pharmacopeia, Ravzat el ıtr’ı yazıyor.
Hızır ibn Ali Aydınî, nam-ı diğer Hacı Paşa, Arapça ve Türkçe yazmış tabip ve ilâhiyatçı idi (ölm. 1417). Yine söylemiş olduğumuz gibi, Konya’da doğup orada eğitilmiş, Kahire’de hukuk ve ilâhiyat okumuş. Ağır bir hastalık onu tıp dalına sevk etmiş ve bu işi o denli iyi yapmış ki sonunda Kahire’nin büyük hastanesi, Bîmâristân el–Mansûrî’nin (Kalaun tarafından 1284’te kurulmuş) başhekimi olmuş. Bir süre sonra Konya’ya dönüyor ve Aydınoğlu Mehmet Bey’in 1395’te vaki olan daveti üzerine Aydın’a gidiyor ve Birgi’ye yerleşiyor (ölm. Birgi 1417).
İşin gerisini biliyoruz[39].
***
Biz yine Sarton’a dayanarak[40] işi baştan ele alıp bir genellemeye gideceğiz.
Eski tıbbın doruğuna, Hippokratik çağdan bin yıl kadar önce Mısırlılar tarafından M.Ö. XVII. yy. ve daha evvel varılmış. Mısır tıbbının ünü Yunanistan’a varmıştı. Buna Odysseus da tanıklık ediyor[41]: “Bu anda, Zeus’un kızı Helena başka bir şeye niyet ediyor. İçinden içtikleri testinin şarabına aniden ağrıları, hınçları dindirici, kötülükleri unutturucu bir ecza atıyor. Bu karışımı her içenin anası babası ölse de, erkek kardeşi ve oğlu savaşta gözlerinin önünde düşseler de bütün gün boyunca yanaklarından yaş akmazdı. Zeus’un kızının, Theon’un karısı, Mısır’da doğmuş Polydamna’dan öğrendiği eczalar bunlardı; bu ülkede buğdayı veren toprak aynı zamanda, birçok karışımın neticesinin sağlığa iyi gelen, birçoğunun da zararlı olduğu ilâç olarak kullanılan bitkileri türetir. Herkes bu bapta dünyanın en maharetli tabibidir; bunların hepsinde Paeon’un kanından vardır…”[42].
Herodotus, gözleme dayanan daha gerçekçi bilgiler veriyor: “(Mısırlılar) tıp uygulamasını ayrı parçalara ayırıyorlar, her hekim sadece bir hastalığın tedavisinden sorumlu oluyor. Sonuç olarak da, kimi göz hastalıkları, kimi baş, başkaları diş, diğerleri mide ve sair illetlerde uzmanlaşmış sayısız hekim bulunuyor; bu arada daha başkaları da, tam olarak mevzileştirilemeyen illetlerle uğraşıyorlar…”[43]
Hippokratik yazılarda da Mısır tababeti irdeleniyor. Gerçekten, 521’den 485’e kadar İran kralı Dara zamanında Mısırlı hekimler artık, altın çağlarında oldukları değillerdi ve kralı tedavi edenler, Democedes’in şefaati olmasa kazığa çakılacaklardı[44]. Herodotus’un bu baptaki öyküsünü (III/129), hayli uzun olduğundan, eğlenceli olmasına rağmen derç etmiyoruz.
Ama bütün bunlara rağmen Dara, Sais’teki Mısır tıp kolejini eski haline getiriyor. Greklerin Babilonya’dan da bir miktar tıbbî bilgi almış olmaları mümkündür. Ama her hâlükârda, Homeros’un günlerinden beri kendilerine ait çok bilgi edinmişler, V. yy.ın ikinci yarısı ya da sonunda tıp yeni bir düzeye, Mısır ve Mezopotamya’da erişilmemiş bir düzeye yükseltilmişti.
İtalya’da çok sayıda tıbbî, başlıca cerrahî bilgi açıklanıyor ve iki en eski hekim zikrediliyor, Podaleiros ile Machaon, her ikisi de tabip, kendisi dahi Apollo’nun oğlu Asklepios’un iki oğlu: “Soma Trikke’liler, kat kat kayalı İthome’de oturanlar, Oikhalie’li Eurytos’un kenti Oikhalie’de oturanlar gelir. Onlar Podaleiros’la Makhaon’un buyruğundalar, Asklepios’un iki oğlu, iyi hekim ikisi de. Sıraya dizmişler otuz tane koca karınlı gemiyi” (İlyada 729-733).
Bu keyfiyet bizi tıbbî öğretinin dinî kökenine geri götürüyor. Homeros’un zamanında Asklepios Tanrı değil, ama kusursuz bir hekimdi; daha sonra kültü, çok sayıda tapınakta ünlü oldu. Rituslar arınma banyosu ve hastanın, tefsir edildiklerinde iyileşmesine yardım eden rüyalar gördüğü bir beklenti dönemini içeriyordu. İyileştikten sonra hastalar mabede armağanlar veriyorlardı. İşbu tanrılaştırma sonra, Zeus’unkine benzer bir başla, elinde, çevresine sarılmış tek bir yılanlı değnekle temsil edilmiş. Yılan, Asklepios’un kendisinin de bağlı bulunduğu eski yeraltı dünyasına tapınmanın sembol ve tanığı oluyor.
Meditasyon, derin ve uzun düşünme ritusu daha o zamanlarda Mısır’da uygulanıyordu ve Grekler bunu oradan almış, ancak doğal olduğu gibi bunu bağımsız olarak geliştirmiş olmalıydılar. Bütün dünyada hastalar sıhhat ve velûtluk için Tanrılarına dua ederler. Sıcak iklimlerde mabet avlularında uyuma eğiliminde olurlar. Akıllı rahiplerin işbaşında olmaları halinde, bunlar meditasyon durumlarını olabildiğince uygun kılmak için ellerinden geleni yaparlar: Yeterince istirahat ve coşku, tam sükûnet ve güven. Ertesi sabah hastalar, deneylerinden söz etmeyi ve mabette geçirme imtiyazına sahip oldukları fevkalâde geceyi anlatmayı seveceklerdir. Başlıca olaylar düşler olup rahipler bunları izah ederek bunlardan hastanın ihtiyaçları hakkında daha iyi bir bilgi edineceklerdir. Kültür ayrıntıları yerden yere değişecek ve sağaltma amacıyla uygulanması, tedavi görenin irfanına idrak derecesine bağlı olacaktır. Uygulama bazı tapınaklarda kabaca hurafetçi, bazılarında da az çok bilimsel olabilir, ancak meditasyon uygulamasının, en iyi halinde, mükemmel olduğu muhakkaktır: Telkin ve kendi kendine telkinin tüm çareleri sıralanabilir; hastanın moralini yerine getirip ruhunu güçlendirmek için bundan daha iyi bir yöntem tasarlanamazdı.
Kültün gelişmesi nispeten yavaş olmuş. Belki de 500’lerde, Asklepios’a ibadet için başlıca tapınak olarak kalmış Epidauros’ta başlamıştı[45]. Buraya ek olarak, mümtaz mabetler Knidos, Kos (İstanköy), Rodos ve Sirena’nınkiler oluyordu. Erken Grek tıbbının gelişmesi bakımından bu tapınakların önemi abartılamaz, zira tedavi için müracaat eden olmasa bile akıllı rahipler vak’a öykülerini biriktirip belki de bunları kayda geçiriyorlardı. Hattâ bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu vak’aları tasnif edip tedricen bir tıbbî deney hazinesini vücuda getirmiş olabilirler. Rüya tefsiri, hasta ile rahip arasında, gönülden gönüle bir konuşma fırsatı olmalıdır, tıpkı günümüzde bir dinî ya da tıbbî müşavir veya bir psikanalist ile olduğu gibi. Bunla birlikte bir rasyonel (ussal) tedavinin, belli miktarda usdışı uygulamalarla karıştırılabilip ve muhtemelen de karıştırıldığı hiç unutulmayacaktır. Hasta bunu talep edip elde eder[46].
Knidos, Anadolu’nun Güneybatı’sında, Karia bölgesinde, Khersonesos (Datça) yarımadasının ucunda bir kent olup Kos, Halikarnassos ve Rodos adasındaki Lindos, Kamiros İalysos’la birlikte Heksapolis birliğini kurmuş. Birliğe bağlı kentlerde, dört yılda bir Knidos’un Triopion denilen kesiminde Apollon’un onuruna dor şenlikleri düzenleniyordu[47]. Apollo’nun Asklepios’un babası olduğu hatırlanacaktır. Sirene, Afrika’da Mısır’ın Batı’sında olup burada bir Apollon mabedi bulunuyordu (B.O.).
Dönelim Sarton’a.
Şu da var ki tapınak tedavisi, ne denli rasyonel idiyse de, psikolojik çarelerle sınırlıydı. Bazı hallerde ilâç tavsiye ediliyorsa da cerrahî ya da ebelikle ilgili işlemlere girişilmiyor ve ikinci derecede fizikî çareler, ezcümle kan aldırma, hacamat ve masaj, başka yerlerde çalışan lâdinî ellere bırakılıyordu. Bu itibarla bazı tapınaklarda birikmiş olabilen tıbbî deney, münhasıran psikolojik alanda olacaktı; aslında bu, vâsi bir alandı ve Grek hekimler buna daima büyük dikkat sarf etmişlerdi.
İlâçlar babında başlıca bilgi, yüzyıllar boyunca ot toplayıcılar (otacılar) ve kök sökenler (rhizotomoi) tarafından biriktirilmişti. Elde bulunan büyük ampirik bilgi ve yöntemlerin aşırı yavaşlığı göz önüne alındığında, bunlar kuşaklardan kuşaklara devam edegelmiş olmalıydılar.
Tıbbî kuramın beşiklerinden biri de Küçük Asya’da İonya olmuştu. Bu bapta sadece Miletus’lu Anaximenes, Ephesos’lu Heracleitos, Klazomenai (İzmir körfezinin Güney’inde, günümüzde Urla)’lı Anaxagoras, Miletos’lu Archelaos ve nihayet Apollonia’lı (Phrygia’da) Diogenes’i zikretmek yeter. Bunlar, kimi eski, kimi de yeni manasında fizyolojisttiler. Anaxagoras ile Diogenes anatomik teşrih yapmışlar[48].
İskenderiyeli Serapion (Arap yazınında Sarâfyûn), M.Ö. 200’lerde ünlenmişti. O, her türlü dogmatizmi reddedip uygulamasını üç bacak üzerine oturtmuştu: Deney, klinik vak’alar, analoji (benzerlik)[49].
Sarton’la birlikte, antik tıp “bilimi” ve uygulaması tarihinde verimli bir gezinti yaptık. Bunda öğrendiklerimizi çeşitli uygarlıkların bu bapta ortaya koymuş olduklarıyla tamamlayıp bu büyük tarihi geçmişin halk hekimliğine nasıl ve ne ölçüde yansımış olduğunu göreceğiz.
[1]George Sarton. – Introduction to the history of science, Vol.1. From Homer to Omar Khayyam, Baltimore (U.S.A.) 1953, s.76-77.
[2] ibd., s.96.
[3] ibd. – s.158-159.
[4] ibd. – s.198.
[5] ibd. – s.214.
[6] ibd., s.258.
[7] ibd., s.281-282.
[8] ibd. – s.435.
[9] ibd., s.478-479.
[10] ibd., s.537.
[11] ibd. s.573-574.
[12] ibd. – s.608-613.
[13] İbd. – s.639-641.
[14] ibd., s.677-679.
[15] ibd., s.725-729.
[16] ibd., s.732.
[17] George Sartor. – Introduction to the history of science, Vol.II, From Rabbi ben ezra to Roger Bacon, Baltimore 1953, s. 63-64.
[18] ibd., s.71-73.
[19] ibd., s.75-77 ve infra 59.
[20] İspanya’da ünlü Yahudi bilgin ve feylesof.
[21]ibd., s.79-82.
[22] Kanda ürik asit artışından ileri gelen eklem iltihapları.
[23] ibd., s.84-90.
[24] ibd., s.95-97.
[25] Anazarba, Adana – Kadirli yakınında bir ören yeri olup Dioscorides’in doğum yeridir.
[26] G. Sartor, op. cit. s.133-134.
[27] ibd., s.519, 523 – 524.
[28] ibd., s. 653.
[29] ibd., s.663.
[30] ibd., s.667.
[31] ibd., s.787-789.
[32] ibd., s.1097- 1100.
[33] George Sarton. – Introduction to the history of science, Vol. III, Part I, II. Science and learning in the fourteenth century, Baltimore 1947, s.252.
[34] ibd., s.257.
[35] ibd., s.265.
[36] ibd., s.291.
[37] ibd., s.1214-1217.
[38] ibd., s.1658.
[39] ibd.
[40] George Sarton. A history of science, Vol.I. Ancient science through the golden age of Greece, New York 1970.
[41] op. cit. s.331.
[42] Homère. – L’Odyssée, trad. M. Dufour et J. Raison, Paris 1965, s.219-232.
[43] The Histories II/74-80.
[44] G. Sarton. – op. cit. , s.331.
[45] Epidauros, Peleponez’in Kuzeydoğu’sunda, Saros körfezi kıyısındadır.
[46] G. Sarton. – op. cit. , s.331-332.
[47] BL, med. “Knidos”.
[48] G. Sarton. – op. cit. , s.333-334.
[49] George Sarton. – A history of science, Vol. II. Hellenistic science and culture in the last three centuries B.C., New York 1970, s.400.