Kültür Eserleri > THKK 2/B - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > Tımar

Timar (Tımar sistemi)

“Osmanlı fethi her şeyden önce tımar sisteminin yerleşmesi demektir. Çünkü bir memlekette toprakların il yazıcıları tarafından tahrir olunarak timarlara taksimi, fethin son ve kat’î safhasını teşkil etmektedir” diyor H. İnalcık[1].

Gerçekten seferler ya da yeni bir Sultan’ın cülusu bir sipahi yoklamasına vesile olurdu. Bu sistemli denetim listelerinin amacı, timarların ne dereceye kadar sipahi, yani askerî zümrenin elinde bulunduğunu, yasal olmayan yollarla işbu askerî zümre ile ilişkisi bulunmayanların eline geçip geçmediğini veya askerî yükümlülüklerinden kaçmış sipahilerin tasarrufunda bulunduğunun saptanmasıydı. Keresteş muharebesinden sonra icra edilen 1596 tarihli yoklamaya ait Hammer’in beyanına göre, işbu denetim sırasında “nâmevcud” kaydedilen sipahiler bütün imparatorluk içinde takip edilmiş, idam edilmiş ya da ağır nakdî cezalara çarptırılmışlardı. Yoklamaların başlıca hedefi, sipahilerin sefere iştirak etmiş olup olmadıklarının belirlenmesi oluyordu.[2] Devlet, ciddî hizmet karşılığı olmadan kimseye bir şey vermiyordu ve işi de sıkı tutmuştu.

1431 tarihli timar defterinden, Arvanya (Avlonya) da sadece Hristiyan din adamlarının değil, birçok Hristiyan askerinin de timar sahibi olduğunu öğreniyoruz ki bu keyfiyet, İslâmî toprak tasarruf şekilleriyle tezat teşkil ediyor. Ama Osmanlı için önemli olan Şeriat değil, burada doğruca kendi idaresiyle, mümkün mertebe dininin yerleşmesidir ve bunun için esas manivelâ, timar sistemidir.[3] “Timur’un vurduğu müthiş darbeden sonra merkezî devletin tekrar doğabilmiş olması muammasını da, bize timar sisteminden başka bir şey çözemez…”[4]

Gerçekten Osmanlı, az çok her girdiği ülkede feodal toprak köleliği ile karşılaşmış, bunun tarımsal işletmelerin küçülmesine ve verimin giderek azalmasına neden olduğunu anlamış (yukarda söylediğimiz gibi bunu hattâ daha önceden öğrenmiş), gerek ekonominin temelini oluşturan tarımın selâmetini, gerekse serflikten bezmiş köylünün bağlılığını sağlama kaygısı ile mevcut toprak düzenine hızla müdahale edip toprağa dayalı asalete son vererek toprağı işleyenleri serf olmaktan kurtarmıştı. Feodal düzen yerine timar sistemini ikame etmişti.[5]

Osmanlı fethi döneminde Sırbistan, Bosna, Makedonya ve Bulgaristan arazileri başlıca Slavca konuşan ve esas meşgalesi tarım olan halkla meskûndu ve işbu Slav köylü iki önemli değişme sürecine tâbi olmak zorundaydı: yeni efendilerine ve timar sistemine intibak.

Bildiğimiz gibi her timarın, vüsatı ne olursa olsun, bir çekirdek birimi (kılıç) bulunup bu, ölen timarlının büyük oğluna, henüz reşit olmamış olsa da, doğruca intikal ederdi. Ayrıca kişisel ya da bir köy topluluğu mensubu olarak evine, çiftlik binalarına, yarım dönüm’lük bahçeye, yetiştirdiği meyve ağaçları ve bağlara (ama bunların üzerinde oluştuğu toprağa değil) ve müşterek harman yerine pratik olarak tesahup etmesi de bahis konusuydu. Eğer topluluk, Sırp zadruga gibi bir geleneksel örgüt idiyse, işbu asgari köylü çift’ti onun bekasını sağlardı.

Bu mülkiyet haklarının varlığı, köylünün Osmanlı idaresine çabuk teslimiyetini izah eden en önemli etmen oluyordu. Gerçi yeni idarenin kabullenilmesi için sık tekrarlanan nedenler vardı. Ezcümle: beraberlerinde, kaos içinde bir ortama yasa ve nizam getiren Osmanlıların Avrupa’da göründükleri sırada Bizans olduğu kadar çeşitli Slav devletleri de inhitat halindeydi; dinî nifak, sürekli savaş ve iç mücadeleler son bulmuştu. Bunlar gerçekten önemli mülâhazalar olmakla birlikte Osmanlıların köylüden hüsnü kabul görmelerinin başlıca nedeni, ekonomik mülâhazalar oluyordu. Genel olarak sanılanın aksine Osmanlı vergi yükü, Bizans, Sırp ya da Bulgar idaresininkinden aşağı değildi. Bu itibarla Slav köylüsünün Osmanlı idaresine tehalükle sarılmasının nedeni başka alanda aranacaktı. Bu da, yukarda sözü edilen, idarenin çiftçiye sunduğu ekonomik çıkarlar yumağı içindeki mülkiyet hakları olmalıydı. Bunlar, teminat altına alınmış toprağa tasarrufla birlikte köylünün tasarruf’u oluyordu.

Toprağa tasarruf ve mülkiyet, Güney-Doğu Avrupa köylüsü için yepyeni, Osmanlıdan önce tadı alınmamış bir şeydi. Bunlar, köylünün hak ve yükümlülüklerinin sınırlarını kesinlikle tarif eden hadd’in bir bölümü oluyorlardı. Köylünün bu hadd’i aşanları şikâyete hakkı vardı. Vergi ve resimler hafif olmasa bile, bunların miktarı keyfi olarak aleyhe değiştirilemezdi.

Köylünün işbu ekonomik ve yasal emniyetinin yanı sıra “efendi”, tımarlı toprağın mülkiyeti ile değil, sadece bunun geliriyle ilgiliydi. Bütün bu koşullar köylünün geniş ölçüde hayatından memnun olmasını, nüfusunun artmasını, üretime ilgisini ve artan bir kentsel nüfusun gereksinmelerini karşılamaya muktedir olmasını izah eder.[6]

Peki, neydi bu timar? Nereden gelmişti? İktâın isim değiştirmiş ve geliştirilmiş bir devamı mıydı? Yoksa daha orijinal bir buluş muydu? Her şeyi Bizans mirasına bağlayan “rahatlık”ın hakkından gelen Köprülü, Osmanlı ve ona takaddüm eden Selçuklu müesseselerinin öncelikle Asyalı anlamda “Türk” olduğu gerçeğini vurgulamıştır. Bu gerçekten hiç şüphesi olmayan Cl. Cahen, satırlar arasında kaybolmuş cümlelerinde “ama biz burada başka bir düzeydeyiz; buradaki muhtemel bir süreklilik, hiçbir surette fatih aristokrasisi ve hükümet erkânı kademesindeki süreksizlikle ters düşmez. Ortaçağ fatihleri, tâbi kıldıkları toplumların temel yapılarını nadiren altüst etmiş olup bu gerçek, Osmanlı İmp.na ilişkin olarak kesinlikle saptanmıştır. O, ilhak ettiği ülkelerde bulduğu örgütlenme şekillerini çoğu kez elden geçirmiş, onları hiçbir zaman yıkmamıştır… Kanûnnâme’ler… işbu muhafazakarlığın açık bir onaylaması olup bunun bir gerçeğe tekabül etmiş olması, kabaca, Küçük Asya, Balkanlar ve Arap ülkelerinin vergi sistemlerinin en acemi göze bile batan farklılıkları ile doğrulanır. Gerçi bunların Osmanlı öncesi Küçük Asya rejimine işaretleri konusunda kesinlikle sonuca varamamakta isek de yine de bunun genel eğilimleri ve çok cılız daha eski kaynaklara yönelteceğimiz daha kesin sorular üzerinde bir fikir edinebiliriz.”

“Bu böyle saptandıktan sonra, örneğin Küçük Asya’da Osmanlı toprak vergi çerçeveleri ile Bizans paroikoi’lerinin tekabül eden mükellefiyetlerininkiler arasında az çok salt intibakın etkisinde kalmamak mümkün olmaz: Her iki tarafta da, tarımsal ve malî vergiye müteallik birim, iki öküzlük bir koşuma sahip bir köylünün ekip biçebileceği toprak miktarı olup bu Yunanda zeugarion, Türkçede de çift (Farisî cuft) adıyla tesmiye edilir ve vergi, işbu birim üzerinden ödenecek sabit bir meblâğdan ibaret olur; her iki tarafta da, daha varlıklı nadir köylüler dışında, bir birim, yarım birim (yarım vergi miktarı veren) sahibi olanlarla hiçbir şeyi olmayanlar (ya da ebeveyni henüz hayatta olan çocuklar) ve sairlerinin vergi karması içine dahil bir kişisel vergi payını ödeyenler tefrik edilir. Bunlara her iki taraftan da (Bizans için meçhul, Osmanlılarda 1/5’e baliğ olan) aynî mükellefiyetler, otlaklar üzerinden resimler vs. eklenir. Selçuklular tarafından Osmanlılara intikal ettirilmiş bir Bizans mirası hissinden kurtulmak güç olmaktadır.[7] Ancak ciddî araştırmanın basit benzetmelerin ötesine gitmesi gereği doğaldır…”

“Başka hiçbir aslî sorunda da kesin olamayız. Örneğin toprağa bağlılık sorununda. Bu bağlılık Bizans’ta yasal olup Osmanlı İmp.nda da böyle olacak, İran Moğollarında böyle olup İslâm dünyasının tümünde, yasal olarak değilse bile fiilen, buna sık rastlanacaktır. Ama gerçekte bunu hiçbir yerde bütünüyle geçerli kılmak mümkün olamamış gibidir. Selçuklu rejimi nasıldı? Toprakların, rençperleriyle birlikte verilmiş olması keyfiyetinden hiçbir kesin sonuç çıkarılamaz: işlenecek toprağı ve yaşamını onu ekip biçerek sürdürenleri sistemli şekilde ayırmanın ne topraktan müstefit olanlar, ne de köylü için bir anlamı ve çıkarı vardır. Bu, her türlü değişikliğin yasal olmadığı mı demektir?

“Bir adamın belli bir topraktan sorumlu olarak vergi defterlerine kayıtlı olduğunu ifade eden toprağa vergi bakımından bağlılıkla bu toprağa fiilî maddî bağlılığın karıştırılmasından kaçınılması gereğine inanıyorum; gerçi bu böyle sonuçlanabilirse de köylünün kendi yerine başkasını koydurabilmesi mümkün olup bu keyfiyet gerek maliye, gerekse sahip için esastır. Özellikle birçok oğlan çocuk babası için bu hal ortaya çıkmaktadır. Bu itibarla çok kesin ve acele karardan kaçınmak gerekmekte olup Selçuklu belgeleri hiçbir kesinliğe olanak sağlamamaktadır.”[8]

Aradan yüzyıllar geçecek ve Osmanlı Devleti, mahvına sebep olan son savaşına girecektir. Hükümet, gerek cephelerdeki askerin, gerekse halkın iaşesini teminat altına almak üzere bir “Mükellefiyet-i ziraiyye”, tarımda çalışma ve ekme yükümlülüğü kanunu çıkarmıştı. Bu kanun Kurtuluş Savaşı’nda da uygulanmıştı. Savaş ekonomisi bunu zorunlu kılmıştı.

  1. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında, Silâhlı Kuvvetler tarafından teşkil edilmiş “amele taburları”yla “ziraat müfrezeleri’’ tarafından ekilen arazilerin yanı sıra, tarımda çalışma ve ekme yükümlülüğü müşterek amele-i mükellefe (belirli bir hizmeti ortaklaşa ve bedava yapma yükümlülüğü) ya da an cemaatin (toplu olarak) çalışma yoluyla gerçekleştirilmek istenmiş, Meclislerdeki müzakere ve tartışmalar sonunda tasarı hafifletilmiştir.

Bu müzakereler sırasında birey-toplum ilişkileri, doğal hukuk, kişi özgürlükleri… gibi kavramlar tartışma konusu olmuş. Sonunda tasarının sahibi iktidar da, muhalifler de bu yükümlülüğün ancak savaş döneminde uygulanacak istisnaî bir önlem olduğunda birleşmişler ve kanun da çıkmış.

“1332-33 (1916-17) senesi mükellefiyet-i ziraiyye ve tohumluk hizmetleri hakkında rapor”un bir yerinde şöyle denmektedir:

“İstihsalât-ı ziraiyyemizin bidayet-i harpten beri irae ettiği azim tenezzülü ‘tevkif etmek ve kabil olduğu kadar hal-i tabii miktar istihsalâtına doğru yükselmek için dahil-i memlekette kabil-i istifade kuvvetleri tasarruf ve bu hususta istihdam etmek lâzım geliyordu… Bu hizmetin ifası köyler ve köylülerle merkez-i hükümeti sağlam bir teşkilâtla yekdiğerine raptetmek… hasıl-ı istihsalât-ı ziraiyyenin aldığı ehemmiyet-i umumiyyeye binaen tekmil memalik-i Osmaniyye çiftçilerini Hükümet tarafından idare olunan büyük bir darü’l-mesai işçileri halinde teftiş ve murakabeye tâbi kılmak[9] ve bu sayede saha-i zer’iyyatı tevsie imkân bulmak hususatın teminiyle husul bulacak bir netice idi.”[10]

Muazzam bir “savaş makinası” halinde örgütlenmiş ve ekonomisini tarıma dayandırmış Osmanlı İmp., timar sistemini ihdas ederek “tekmil Memalik-i Osmaniyye çiftçilerini Hükümet tarafından idare olunan büyük bir darü’l- mesai işçileri halinde teftiş ve murakabeye tâbi kılmak”tan başka ne yapmıştı? 1914 ile 1922 arası savaş yıllarında Türk Devleti feodalleşmiş miydi?…

Feodalleşmediği bir gerçektir.

Bütün bunlar Cahen’e hak tanıma yönünde önümüze seriliyor. Bu sibak içinde kalmaya devam ederek önemli kültürel teknolojik alışverişe değinelim. S.Vryonis’in ifadesine göre Latin-Cermen Batı’sı ile Hindo-Çinî Doğu arasında kalan büyük bölge çok dilli “ortak kültürel alan” olup burada çok sıkı ilişkiler içinde bulunan halklar ortak bir “halk uygarlığı” oluşturmuşlardı.[11] “Meselâ” diye ekliyor D. Kitsikis (I. ciltte -Beslenme Teknikleri- gösterdiklerimiz ölçüsünde) “meşhur Anadolu Türk mutfağı gerçekte eski Yunan mutfağının devamından başka bir şey değildi. Müzik alanında ise, önce dinî Bizans (kilise) müziğini, arkasından klasik Türk müziğini dinlersek, aralarındaki benzerlik bizi şaşırtmaya yetecektir.”[12]

Müzikologlar Kurt ve Ursula Reinhard, Türk müziği üzerinde yaptıkları ciddi araştırmada şöyle diyorlar: “Çok sayıda gayri mütenazır (asimetrik) usul’un varlığı ve bunların sık kullanılması, menşeleri sorununu ortaya atıyor. Türk müzikologlar doğal olarak bunlara bir Türk kökeni atfetmekte ısrar ediyorlar. Gerçekten biz ritimleri daha çok bugünkü Türkiye’de buluyoruz. Bununla birlikte bize Türklerin Grek ve Bizans mirasını yeniden ele alıp kendilerinin yeni ritmik şekiller geliştirdikleri gibi geliyor.”

“Bu ifade, Türk müziğinin bağımsızlığını reddetmek amacını gütmemekle birlikte, tarihî gelişmeleri, oldukları gibi ve olmuş oldukları gibi kabullenmek zorundayız. Hiçbir kültür kaynağını tamamen kendinde bulmaz, daha eski, hatta çoğu kez yabancı geleneklerde kök salar. O, bu yabancı unsurları kendine özgü olanlar içinde eritmeye çalışır. Rauf Yekta bu Türk ritimlerinin Grek ritimlerinden müştak olduklarını yadsıyor ama bu, asimetrik ritimlerin Türkler tarafından Grek prototiplerine göre geliştirilmiş oldukları olasılığını dışlamaz.”[13]

Bu müzikologlar ayrıca Bizans dinî müziğinin etkilerini de vurguluyorlar.[14]

Bu içinde çok bulunduğumuz genel alanı terk edip dönelim tarımsal kurumlarımıza. Ama yine de şaşırtıcı olgularla karşılaşacağız, yukarıdakileri teyit edici mahiyette.

XII. yy. Danişmend melikleri, kurşun mühürle resmî belgeleri mühürleme usulünü Bizans’tan almışlardı. Malatya emîri Zulkarneyn’in (1152-1161) bugün elimizde bulunan mührünün ön yüzünde Aziz Basil’in, Bizans üslûbunda işlenmiş ve Grek yazıyla çevrelenmiş haleli büstü ile tersinde Arap harfleriyle emîrin adı (“El vasık bil’er him Zulkarneyn”) yazılı bulunuyor.

Azizler, Doğu Küçük Asya’nın Bizans mühürlerinde her zaman görülen bir alâmetti ve Basil de, Danişmendlilerin hüküm sürdükleri Caesareia, yani Kayseri ilinin koruyucusu olmak itibariyle ayrıca uygun düşüyordu. Bu Aziz’den bu cildin “Halk Hareketlerinin ideolojik kökenleri” bölümünde, önemle söz edeceğiz.

Bizanslılar “pronoia”ların sicilini tutarlardı, Osmanlıların “timar”ınkini tutacakları gibi. Bu siciller de yetkili kişilerin mührünü hamil olurdu.

Gerçekten Bizans sicil defterleri (πρακτικά) muntazaman tutulur, bütün köyler, mülkler, maliklerinin ad ve aileleri, mülklerinin cins ve vüsatları, hayvan sayıları, vermekle yükümlü oldukları vergi miktarı vs. ayrıntılarıyla bunlara kaydedilirdi.[15]

Latin “sigillum”, “küçük suret, heykelcik; bir tanrısal varlığın küçük bir tasviri; damga, mühür üzerine kazılmış suret; işaret, alâmet, iz manalarına gelmekte olup Osmanlıcaya, Arapça üzerinden Bizans “σιγίλλιον” (mühür) aracılığıyla geçmiştir. Aynı şekilde “tomar”, yani dürülerek boru biçimi verilmiş deri, kâğıt da τομας (κάτον) (kâğıt, deri, parşömen) anlamıyla Bizans τομάπιον’dan müştaktır.[16]

Bu “usul-ü kadim”, çok konuda kendini belli ediyor. Biz yine vergilendirme sibakı içine dönelim.

Osmanlı İmp. başlarda kesin ve yeknesak bir vergi düsturuna sahip bulunmayıp o da, Selçuklular gibi, buldukları vergi usullerini çoğu kez muhafaza ve devam ettirmişlerdi.

Bu bapta Nicetas Chroniates, XII. yy.ın sonlarına ait bir olayı aktarıyor. O tarihlerde Selçuklu sultanı, Menderes’in ayaklarında kâin Tantalus (Bayraklı) ve civarını yağma edip halktan 5000 kadarını sağlam muhafaza altında beraberinde götürüyor ve hali kalmış Philomelium (Lykaonia sınırında Frikya kenti) çevresine yerleştiriyor. Bunların sayı, mal, hayvanlarını içeren mufassal siciller tutturup bunlara toprak ve tohumluk dağıtıyor. Bu insanlara beş yıllık bir vergi bağışıklığı tanıyor şu şartla ki bu sürenin hitamından itibaren Bizans topraklarında yaşadıkları zamanlarda Bizans imparatoruna ödeme itiyadında oldukları vergileri bundan böyle Sultan’a ödeyeceklerdir.[17] Bu usul yıllarca sürüp gidecektir, beyliklerin de ilhakını takip eden yıllarca. Bu bağlamda, ilerde de vereceğimiz birçok örneğin yanı sıra bir tanesi hayli anlamlı görünüyor:

İlhanlılar malî yasaları, adeta standartlaşmış metin halinde kitabe olarak belli binaların duvarlarına nakşetme itiyadında idiler. Ankara kalesi kapılarından birinin üstünde “Allah işleri kolaylaştırandır. Cihangûşa fermanın hükmü Ankara’ya vasıl olduğu zaman ahali (reâyâ) kobcurun ve toplanan buğdayın ziyadeliğinden şikâyet ettiler. Padişah-ı İslâm’ın (hallada mulkuhu!) devam-ı devleti için yedi yüz otuz senesi azarının evvelinden itibaren vilâyete yasamız bu(dur): para ve malın cinsi muayyen olup defterde tespit edilerek şehir tamgası olsun, yasanın hükmü (budur). Her kim fazla kobcur ve gayri kanunî üşür taleb eder veya… ve buğdayı ölçmek (yani ölçek resmi) ister, Tanrı’nın, meleklerin ve peygamberlerin lâneti ona olsun…”[18]

Kırşehir’de de, Caca Bey medresesi kapısı üzerinde de “Hükümdarlığı ebedî kalmasını Allah’tan dilediğimiz Padişah’ın nuri tekmil yaradılış üzerinde parladığı için buyurdular ki şahne vergisi, tabkur vergisi, keza sabun vergisi ve kûçe vergisi ortadan kalksın. Cihana hâkim olan Padişah’ın hükmüyle bu fena (gayri şer’î) vergiler tamamıyla ortadan kaldırılmış olduğundan hükümdarın kuvvetli devleti devamlı olması için çok dua kılınsın. Bundan sonra bu vergileri tekrar vazedecek… olanlar Allah’ın gazabına uğrasınlar. Keza keten ekenlere mahsus damga, bunun gibi aşbazlık[19] namına alınan vergiler de kaldırılmıştır.”[20]

Her iki kitabede de, bu yeni yasaya karşı geleceklere yağdırılan lânetlerin benzerliği göze çarpıyor. Ama bir başka husus daha göze çarpıyor: Anadolu Hitit-Asur… tabletlerindeki anlaşma, mukavele vs.de tanrıların tanıklığı ve bu anlaşma, mukavele…yi bozacaklara yağdırılan lanetlerle benzerlik!…

  1. 671 (1272-73) tarihli yukarıdaki ikinci kitabe (yasa), 250 yıl sonra (H. 929-1522/23) Osmanlılarca yeniden alınıyor.

Her ne kadar Balkanlar’a müteallik nizamnamelerin Osmanlı olmayan kökenlerini fark etmek kolaysa da, yüzyıllar boyunca Müslüman hükümdarlarca idare edilmiş Küçük Asya’da aynı kolaylıkla karşılaşılmıyor.

Karaman Kanunnamesi’nde “atik”, eski; “kadim”, çok eski olarak geçiyor, “köhne”den bir kez söz ediliyor. Bir nizamnameye göre “kadim”, kırk elli yıl için kullanılmayıp “eski”, hiç kimsenin hatırlamadığı bir tarihi ifade ediyor.

Bazı hallerde nizamnamelerin içeriği, eskiliklerinin tayini hususunda yardımcı oluyor. Ezcümle yedi nizamname, toprakların değerlendirilmesi için sulama ve yapay göller’den (sugla) söz ediyor. Her seferinde eski tarihli bir sistemin bahis konusu olduğu beliriyor ve bu arada da Osmanlı idaresinin çapraşık bir sulama sisteminin bakımı hususunda ihmalkâr davrandığı anlaşılıyor.[21] Bu davranış ise, ona atfedilen “hidrolik devlet” vasfını tümden yadsımış oluyor…

Devam etmeden önce yukarıdaki, vazedilmiş yasaları değiştirmeye yeltenecek olanlara yağdırılan lanetlere dönelim.

İran’ın Batı’sında, Kermanşah eyaletinde Kamâmüddin adında eşraftan bir Kürt Bağdat’ta mahpus bulunmakta ve kurtulma girişimleri sonuç vermemektedir. Çaresiz Hz. Ali ahfadından Şeyh Yadigâr’a hapishaneden niyaz eder. Şeyh o gece rüyasına girip serbest bırakılacağını tebşir eder. Ertesi günü, onu hapiste tutmakla ısrar eden Bağdat valisi Sâhûman gelip onu salıverir. Meğer Şeyh onun da rüyasına girip onu ölümle tehdit ederek Kamâmüddin’i serbest bırakmasını emretmişmiş!

Adam ülkesine dönüşünde maliki bulunduğu Anzala adlı köyü, tüm arazi, kaynaklar, değirmen vs. ile birlikte Şeyh Yadigâr’a vakfediyor. Ayrıntılı şekilde tanzim edilen H. 933 (1526) tarihli vakıfname, bunun koşullarını ihlâl edecek olanlara beddua metni ile bitiyor ki lânetnâme tesmiye edilen bu gibi metinlerin vakıf ve resmî hüccetlerde ve bazı ebniye duvarlarında mutat olarak bulunduğu anlaşılıyor.[22]

Osman Gazi, ilk vergi olmak üzere “Baç pazar resmi” ihdas etmişti. “Osman Gazi eder imdi siz öyle dersüz her kişi kim pazara bir yük getüre sata iki akçe versin ve satmasa hiçbir nesne vermesin ve herkim bu kanunu boza Allahutaalâanın din ve dünyasın bozsun dedi”[23]

Osmanlıya da bulaşmıştı, Hattusalının lanetleme usulü…

*

* *

Bizans imparatorlarının nasıl feodalleşme akımına karşı, sonunda yenilgi ile biten mücadele verdiklerinden daha önce kısaca söz etmiş olup bunun ayrıntılarına yine gireceğiz.

Rumeli’de Osmanlı ilerlemesine karşı koyabilmek için imparator Manuel II, cezri icraata başvurmuş, Selanik başpiskoposu İsidore’nin yakınma ve itirazlarına kulaklarını tıkayarak Selanik ve Aynaroz manastırlarının topraklarının yarısını bunlardan alıp askerlere pronoia olarak dağıtmış, böylece Türklere karşı etkin bir savunma sistemi oluşturmayı ummuştu. Ama ne çare ki, tek kurtuluş yolu olarak gördüğü pronoia sistemi bu dönemde artık bu küçük askerî tasarrufların eskiden haiz oldukları kesin etkiyi kaybetmişti[24] ve bu topraklar tümüyle Türklerin eline geçecek ve Bizans Makedonyası’nın pronoia sahipleri Osmanlı sipahi’sine dönüşecekti, bir bölümü İslâm’a gelmiş olarak, bir bölümü de uzun süre Hristiyan kalarak.[25] Cahen’e hak vermemek elden gelmiyor.

*

* *

Bütün bunların bir de “alan araştırması”yla pekiştirilmesi akla uygun düşer. “Alan” bizim için o çağlar, “araştırma” da o çağların güvenilir tanıkları tarafından tarihe bırakılan belgelerin incelenmesi olmaktadır. Daha önce birçok Bizans kaynağından söz etmiş, önemli bir tanık olan Laonicus Chalcocondyles (Chalkokandyles), nam-ı diğer Chalkondyles’in bize bıraktıklarının ele alınacağını söylemiştik. Yaklaşık 1423’de doğmuş olan tarihçinin babası (Georgios), Atina’da belirgin siyasî role sahip olup genç Laonikos’a 1447’de Mistra’da (Yunanistan’da Sparta’nın 6 km Batı’sında tarihî kent) Palcologos’un sarayında rastlanıyor. Bu arada, Osmanlılarca 1460’da fethedilmiş kentin, Peloponez’in (Mora) kültürel ve siyasî merkezi olduğunu belirtelim.[26] Chalkokandyles’in feylosof Plethon’un öğrencisi olmasının dışında yaşamının gerisi hayli sisli kalıyor. Bir tanığın onu II. Murat’a kâtiplik edip Varna muharebesine iştirak ettiğini söylemesi mesnetsiz olup Despot Konstantinos’un 1446’da II. Murat’a gönderdiği heyette “Atinalı Chalkokandyles”in, bizim tarihçi değil, daha 1435’de özel iş amacıyla Sultan’ın yanında görünen babası olduğundan şüphe yoktur. Tarihçimiz Peloponez (Mora)’nın 1460’da fethinden sonra burasını terk etmemiş olmalıdır.[27]

  1. Moravcsik’in anlattıklarının, Chalkokandyles’in gerçek yaşam ve kan bağları bakımından hayli “sığ” kaldığı anlaşılıyor. Gerçekten zengin bir Atinalı burjuvanın oğlu olan Laonikos, Atina ve Thebes dukası Antonio Acciajuoli (1405-1435) ile kadınlar tarafından akraba olup Mistra’da, Paleologos’lar sarayında yirmi yıldan fazla bir süre geçiriyor ve Atina’nın 1458’de Osmanlılarca fethinden sonra bu kente dönüyor. Yaşamının daha sonrası müphemiyetini muhafaza ediyor.

On kitaptan oluşan Αποδείξεις ίοτοριῶν (Historiarum demonstrationes), Bizanslılarla Osmanlıların 1298 ile 1463 yılları arasındaki koşut tarihini içerip Bizans historiografyasının tamamen yeni bir görüşünü ifade ediyor. Birçok tarih yanlışlığı ve sair kusurlara karşın eserin başlıca meziyeti, artık Antik çağların musibetleri değil, sair yerleşik imparatorluklar kurmuş öbür uluslarla kıyaslanan Osmanlılar hakkındaki hükümlerinin açıklık ve rahatlığındadır. Ayrıca istihbaratının zenginliği de dikkati çekiyor: Chalkokandyles Bizans olduğu kadar Osmanlı ve Batı kaynaklarını da kullanıyor. Olayların birçoğunun da doğruca ya da dolaylı tanığı oluyor; dürüst bir tarihçi olarak şifahen öğrendiklerini, kaynağını bildirerek naklediyor ki bu keyfiyet onun hem sürekli yer değiştirme halinde (1460 Türk fethinden sonra Mora’ya gidecektir) hem de beşerî temaslar bakımından imtiyazlı bir konumda bulunduğunu gösteriyor.

İstanbul, Atina ve Mora’nın düşmesinden sonra büyük bir kitle hareketi meydana gelmiş, birçok aristokrat Batı’ya kaçmıştı ki bunların arasında kuzeni Demeter bulunuyordu. İtalya’ya sığınmış olan bu zat, Papa Calixte III’ün elçisi olarak Osmanlılara karşı ittifak aramak üzere Kırım’a, Gürcistan’a ve Uzun Hasan’ın yanına gitmişti. Dolayısıyla da tarihçimize Rumenler ve Tatarlar hakkında bazı bilgiler aktarmış olmalıydı.

Daha birçok aristokrat ya esir düşmüş, ya da İslâm’ı kabul etmişti; daha başkaları da doğruca yerlerinde kalmışlardı. Laonikos ise belli bir hareket serbestîsini muhafaza edip yeni egemenlerle önemli temasları sürdürmüş olmalıydı. Osmanlılar üzerine önemli bir kitap yazmış olup Fatih’in hizmetinde bir diplomat olan çağdaşı Teodoro Spandones Cantacuzène buna birinci elden tanıklık, ediyor ki onun, yanlış olarak, II. Murat’ın kâtibi olup Varna savaşında bulunmuş olduğunu söyleyen bu kişidir. Ancak, tarihçimizin bir Osmanlı büyüğünün yanında oluşu bir gerçektir. Bu “büyük”ün kimliği hususunda da değişik rivayetler varsa da bunun Vezir-i Âzam (1453-1467 ve 1472-73), Rumeli beylerbeyi ve Fatih’in emriyle 1474’te boğdurulan Mahmud Paşa olmuş olması ağırlık kazanmıştır.

Gerçekten, tarihçimizin eserinde Fatih’ten sonra en çok sözü edilen kişi işbu Mahmud Paşa’dır. Chalcokondyles onun bir Grek baba ve Sup anadan doğmuş bir devşirme olup Vezir-i Âzam Zağanos Paşa’ya damat olduğunu bildiriyor. Mahmud Paşa, çok az vezire nasip olacak etki ve şahsî kudreti sayesinde önemli askerî ve mülkî çevreye sahip olup tarihçimizin Paşa’nın bu yakın çevresiyle ilişkileri olduğu anlaşılıyor. Onu doğru tanımış olması da istidlal ediliyor.

Mahmud Paşa’nın dedesi Büyük Eflâk’ın Kayser’i (1381), Tessalya valisi Alexis Ange Philanthropène olup Ange’lar en büyük Bizans aileleriyle akraba olmaktaydılar. Babasının bir kuzini Anne Philanthropène, Trabzon imparatoru (1391-1417) Manuel III Komnen’le evlenmişti.

Ana tarafından da Mahmud Paşa’nın soyluluğu daha az parlak değildi. Annesi Georgios Paleologos Cantacuzène’in kuzini idi…

Kısaca Paşa Trabzon’un son Paleolog imparatorları Jean VIII ve David Comnène ile akraba olup sonuç olarak bu karabet, ilkinin kardeşlerine, ezcümle Bizans’ın son imparatoru Constantin XI Dragases (1449-1453), sırasıyla Mora ve Mithra despotları Thomas ve Demeter’e de uzanıyordu. Buna Sırp Brankoviç despotlarıyla Gürcistan kral sülalelerini de eklemek gerekiyor?

Bütün bunlar, Laonikos Chalkondyles’in kendisinin de, uzaktan bile olsa, Fatih’in bu veziriyle akraba olduğu sonucuna varmamış olsaydı, gereksiz ve sıkıcı sayılabilirdi. Gerçekten tarihçilerin gözünden kaçmış olan, ayrıntılarına girmeyeceğimiz bu yakınlık (dolayısıyla da Zağanos Paşa ile), tarihçimizin istihbarat kaynaklarına ışık tutmaktadır: Mahmud Paşa’nın çevresinde Karamanî Mehmet Paşa, Sarıca Kemal, Şükrullah ibn Sihabeddin Ahmed ve Düsturnâme’sini ona ithaf eden Enverî gibi bilgin ve kalem erbabı bulunuyordu.[28]

Yüksek mansıplara sadece Hristiyan soyluları değil, halk tabakalarından da çok kişinin vardığına dair bir hoş öykü ile konuyu noktalayalım. Bunu 1591’de Alman-Avusturya imparatoru II. Rudolfun Viyana’dan İstanbul’a izam ettiği elçilik heyetinin en genç üyesi Baron Wrateslaw’in kaleminden okuyalım: “Bugün azledilip bütün otoritesi elinden alınmış… ve çiftliklerinin birine çekilmiş bulunan ve sonradan bizleri hapse attıran Sinan Paşa ile yukarda kendisiyle resmî bir karşılaşma yaptığımızı kaydettiğim Ferhat Paşa bir Arnavut ailesinden doğma ve gençliklerinde domuz çobanı olan iki amca çocuklarıdır. Bunlar da birçokları gibi, ailelerinden devşirilmiş ve Hünkâr’ın sarayına getirilerek aşçılık öğrenmek üzere saray baş aşçısına emanet edilmişlerdir… eski domuz çobanları iki kardeş çocuğu (II. Selim’in emriyle) mutfaktan kurtarılarak Enderûn-u Hümâyûn denilen saray okuluna geçiyorlar.”[29]

Elçi Herr von Zızınc’ın İstanbul’da ölümü üzerine imparator, elçilik kâtibi Petseh’i elçi naspediyor. Sadrazam Ferhat Paşa’nın huzuruna çıkan Herr Petsch’le aralarında şöyle bir muhavere geçiyor:

“Viyana Kralı adi bir kâtibi saadetli Padişah nezdine elçi atamak kudretini nereden almıştır?”

“Padişah hazretlerinin domuz ve sığır çobanlarını en yüce paşalık katına getirmeye nice kudreti varsa, efendim olan Roma İmparatoru’nun da bir kâtibi elçi yapmak ve onu Konstantiniye’de Hünkâr nezdine göndermek kudretine sahip olduğunu kabul etmek gerekir”…

Bunun üzerine Ferhat Paşa gülümsüyor ve yanındakilere “Baka, baka haramzâde gâvura!…” diyor.[30]

Bu ayrıntılara özellikle girdik: İmparatorluğun tam teşekkülünden önceki aşamalarda Osmanlı Sultanlarının mahallî (önemli) ilişkileri böylece ayan olmaktadır. Bunlar, bir anlamda, bir yeri fethettiklerinde burada ne tür bir sistem kuracaklarına sanki önceden karar vermişlerdir. Bu varsayımın yabana atılması için bir neden görülmüyor, tespitlerimizin karşısında. Nitekim Orhan, oğulları Süleyman Paşa ve I. Murat’ın Bizans arazisinde vuruşmaları, geniş toprakları ele geçirmeleri ve buralara göçmen yerleştirmeleri sırasında buralarda cari idarî usulleri öğrenmiş olmaları doğaldır. Kaldı ki bu tür faaliyetlerin dışında bir de sözüm ona “barış” içinde Bizans devlet ricali ve imparator ya da namzeti olan kişilerle, burada tafsili gereksiz olan yakın ilişkilerin (misafirlikler, rehine olarak tutulma, himaye…),[31] bu bilgilere bilgi kattığında şüphe yoktur. Yani Osmanlı, göz diktiği ülkenin idare sisteminin ayrıntılarına peşinen vâkıftı. Başka türlü, fethin hemen ertesinde, hiçbir tereddüde yer vermeyen kanunnâmelerin sudûru izah edilemez. O zaman bu kanunnâmeler hiç mi mahallî renkten nasip almamıştı?…

Laonicus, Ιστορία’sinde, Fatih devrinde Osm. İmp.nun idare şekli ve vergi gelirlerini bize bildiriyor; eserinin bir bölümünde saray ve taşra teşkilâtını kısaca anlatıyor; bir başkasında da hazinenin tahsil ettiği gelirleri tafsil ediyor. Üçüncü bölümde de Chalkokandyles taşra sipahi ve memurlarının topladıkları timar akçelerini sayıyor. Bu genel tertip tarzı, en çok on beş yıl arayla, 1475’te, Cenevizli tacir Jacopo de Promonotorio’nun Recollecta adıyla kaleme aldığı risalesindekine tevafuk etmektedir. Taşra örgütlenmesi de saray idaresinin ele alındığı ilk bölümde tarihçimiz, taşra örgütlenmesinin çok bariz askerî karakterini vurgulayıp bu örgütlenmenin bu veçhesini takdim ediyor. En başa τόν τῆς Εύπωπης στατηόν τόν μέγας (Avrupa’nın büyük askeri) yani Rumeli Beylerbeyi’ni ve bunun Doğu mukabili olan τόν τῆς Ασίας στατηγόν (Asya’nın askeri) yani Anadolu Beylerbeyi’ni koyuyor. İlkinin altında otuz altı, öbürünün altında da kırk Sancak Beyi (ὔπαραοι -ikinci derecede subay) bulunup bunlar Sancak’ları (σημαῖαι) denetimleri altında tutuyorlar.

Bunları okuyup da Heraclius’un στπατιωτικά κτήματα (stratiotika ktemata)sını hatırlamamak elden gelmiyor. Devam edelim.

Sultan’ın “hazine-i hassa”sı (τόν χασνάν τοῦ βασιλέως ton hasnan tu Basileos) için toplanan gelirler bahsi, Ιστοπίαι’nin büyük bir bölümünü işgal edip Fatih döneminin maliyesi hakkında önemli bilgileri içeriyor.[32] Burada özellikle kitabımızın ana konusu açısından en çok dikkatimizi çeken husus, Laonicus’un “hass” karşılığında Yunanca bir terim bulamayıp bunu aynen kullanmasıdır. Öbür yandan bu tabirin aslı Arapça olmakla birlikle kendisi “Garp” ve hattâ Kazan kökenli olarak gösteriliyor.[33]

“Gerçi ıstabl-i şehinşâha değildir lâyik,

Yeridir bağçe-i hassa’da itse icra” (Nef’i)

Fatih döneminde kalmaya devam edelim.

“…II. Mehmet Kanûnâmesi’nde I. Süleyman’ınkinin aksine, feodal yaşamayla ilgili pek az unsur mevcuttur. Bunun sebebi gelişmiş üretim ilişkilerine sahip Balkan ülkelerinin Osmanlı hâkimiyeti altına düşmesiyle Osmanlı toplumunun temelinde hızla gelişen feodal ilişkilerin, II. Mehmet devrinin yasal üst yapısında henüz ifadelerini bulmamış olmalarıdır… Osmanlı devletinin ilk 150 yıllık devrinde mülk ve vakıf kurumları tımar kadar önemli bir mevki işgal etmişlerdir… II. Mehmed’in ‘secularisation’ hareketi vakfı kurum olarak ortadan kaldırmadı; asıl hedefi toprağa dayanan mülk vakıfları lâğvetmek suretiyle ‘gayri sahih mülk’ denilen ve hizmete bağlı olmayan toprak mülkiyetini imha etmekti… Bilindiği gibi Anadolu beyliklerinde toprak mülkiyeti konusunda, gerçek feodal hukuk hâkimdi(!): toprakların tek sahibi feodal senyördü. Bu, Selçuklu devletinin batmasından sonra, Anadolu Türk topraklarında meydana gelen adem-i merkeziyetçiliğin ve bölücü eğilimlerin ağır basmasının neticesidir. Osmanlı Türklerinde -ilk zamanlarda Ortaçağ hususiyeti olan feodal aristokrasi daha gelişmemişti- kuvvetli bir merkezî idare kurulmuştu. Bu idarenin aldığı ilk tedbirlerden biri, toprakları devlet mülkiyetine geçirmek oldu. Bu karar I. Murad devrinde, Rumeli kazaskeri Çandarlı Kara Halil Hayrettin tarafından uygulamaya sokulmuştur. Böyle bir tedbir, Anadolu’daki Osmanlı olmayan feodal Türk aristokrasisinin yeni devlete karşı şiddetle cephe almasına yol açtı… Ö. L. Barkan’ın dediği gibi ‘toprak beyi olacaklarına, Osmanlı idaresinin köle memurları halini alacaklardı’… (II. Mehmet’in) amacı, …oturmuş feodal aristokrasiyi, iktisadî güç ve bağımsızlığından mahrum edip, sipahilerin temsil ettiği feodal sınıfın alt kademelerinin ekonomik kuvvetini ve dolayısıyla siyasal mevkiini güçlendirmekti…”[34]

“Doğu Bloku” bilim adamlarının “resmî” görüşlerinden yeterince söz etmiş olduğumuzdan bu her yerde “feodal’i görme alışkanlığının burada da kendini gösterdiğini zikredip birçok doğru hususun yanı sıra bazı çelişkilere işaretle yetineceğiz. Önce Ortaçağ İslâm dünyası uzmanı Bernard Lewis’e kulak verelim.

‘Feodalizm’ terimi, tam anlamıyla, içinden çıktığı Batı Avrupa sibakına bağlıdır. Feodalizm ve buna bağlı herhangi bir terimin (fief, fieflendirme, vassal vs.) başka zaman ve mekânlarda kullanımı en doğru olarak bir benzetme olup ciddî şekilde yanlış yola götürebilir. Bununla birlikte tabir, sadece onu ilk olarak Orta Doğu’ya uygulayan Batılı tarihçiler arasında mutat olmakla kalmamış, Arap dünyasında da, bir nevi iki kademeli benzerlik şeklinde, eski ve tasvip edilmeyen nizam için bir ideolojik sıfat olarak ariyet intikali iktâ’iyya’ya uygulanmıştır. Bu itibarla Ortaçağ İslâmî devletlerde bu nizamın işlemesine ve günümüz Arapçasında feodalizm muadilinin iştikak ettiği akta’a (kata’a, kesmek, dilimlemek) fiilinin değişen manalarına müteallik bazı noktaların aydınlatılması faydalı olabilir.”

“Kati’a, esas itibariyle devlet arazisinden bir toprak bağışıydı. Bu, pratik olarak ferağ ve tevarüs edilebilirdi ve hukuken değilse bile fiilen tekâlif karşılığı olmayan bir mülkiyetti. Her ne kadar mukta’, tekâliften bağışık bir toprak sahibi olma hakkına sahip idiyse de başka haklara sahip değildi. Batılı fief sahiplerinin aksine o, vergi ve yargı bağışıklığından faydalanmaz ve kiracıları üzerinde yargı hakkından yoksundu… Bir başka büyük fark da mukta’ın, kendisine bağışlanmış topraktan aynı ya da benzer koşullarla daha küçük bağışlarda bulunamayışı idi. Her bağış (ihsan), doğruca hükümdardan olup Batı alt-feodal (vassal) uygulamasına benzemezdi”…[35]

Feodal Balkan ülkelerinin fethiyle bunlardan bazılarında eski düzenin, politik nedenlerle, ipka edilmiş olması, Osmanlı toplumunun temelinde feodal ilişkilerin hızla gelişmiş olması demek değildir. Anadolu Beylikleri’nde feodal hukuka, Bey’lerin feodal senyör olmalarına gelince: bunlar “mevhum” bir devletin merkezkaç güçleri olmayıp tam bir Devletsizlik boşluğunda müstakil birer devlet idiler. Bu itibarla “adem-i merkeziyet” lâfzı burada yerini bulmuş olmuyor. Bu müstakil, birbiriyle sadece dil ve din birliğinden gelen zayıf bağları bulunan bu “devlet”lerde, tıpkı bozkır geleneğinde olduğu gibi, tıpkı sonradan Osmanlıda olacağı gibi, toprak, kabile reisinin şahsında temerküz eden müşterek mülkiyet halinde kalmıştır. Her şeye rağmen Mutafcieva’nın ifadelerinden timar sisteminin daha I. Murat döneminde iyice yerleşmiş bir gelenek olduğunu görüyoruz.

Nitekim Akkoyunlu Uzun Hasan, II. Bayezid ve Yavuz dönemlerinin önemli kişilerinden İdris-i Bitlisî (ölm. İst. 1520), II. Bayazid’in emriyle kaleme aldığı ünlü “Heşt Behişt”inde (“Sekiz Cennet”-ilk sekiz Osmanlı padişahına telmihan), kendisine özgü rivayetler arasında “Eskişehir civarında Bizanslılar ve Tatarlara karşı yapılan harple Ertuğrul, Alâaddin (Keykubad)’a yardım ettiğinden Söğüt ve Domaniç arazisi kendisine timar olarak veriliyor”; münferit rivayetleri arasında da “Alâaddin Ertuğrul’a Karacadağ arazisini timar olarak vermiş” deniyor. Ayrıca İdris, Eskişehir ve İnönü’nün Osman’a timar olarak verilmesini Karacahisar’ın zaptından sonra olmak üzere naklediyor ve timarın evlâttan evlâda (“batnen ba’de batn”) geçtiğini zikrediyor ki[36] bütün bunlardan, eğer çevirideki “timar” sözcüğü yerli yerinde ise, bunun Ertuğrul döneminde yerleşmiş bir sistem olduğu anlaşılıyor. Bunun dışında ve en az bunun kadar önemli olarak, Ertuğrul ve oğlu Osman’ın, kendi başına gaza eden birer aşiret reisi değil, doğruca Konya Selçuklu sultanı emrinde, onun nam ve hesabına harekâtta bulunan birer general oldukları ayan oluyor.

“Anadolu beyliklerinde de timar sisteminin mevcut olduğu ve Osmanlıların ekseriyâ kendilerine hizmeti kabul etmiş olan eski timar sahiplerini yerlerinde bırakarak ellerine yeni beratlar verdiği… bilinmektedir. Ancak bu bölgelerde, ekseriyâ mevcut bulunan mahallî örf ve âdetler, kavim ve kabile duyguları, soy ve toprak asaleti fikrine yabancı, merkeziyetçi[37] ve imparatorluk nizamının her zaman tamamıyla benimsenmesine mani olmuştur.[38] V. Mutafcieva’nın “temelinde hızla gelişen feodal ilişkiler” dediği, Osmanlının ilk dönemlerinde padişahların büyük kumandanlara, Ahi ve Derviş gibi imparatorluğun örgütlenmesi ve esaslı temellere dayandırılmasında hizmeti geçenlere ve yardımcı sınıflara yeni fethedilen arazinin büyük bir bölümü üzerinde yapmış oldukları geniş muafiyetli (immunité) temlikler[39] olmalıdır.

Bu tür temliklere fetih öncesi Bosna’nın baştina’ları örnek olarak gösterilebilir şöyle ki kesin mülk olarak verilen araziye çoğu kez plemenita baştina, yani “asiller mirası” adı verilirdi. Baştina, veraset kavramının yanı sıra propius manasına da gelirdi. Bu toprak, yüksek ve değerli hizmetlerin ödüllendirilmesi olarak daimî (in perpetuum) terk ü ferağ edilirdi.[40] Osmanlılar da, izah ettiğimiz pragmatik davranışla çoğu yerde bu temlikleri aynen tutmuşlar ve sözcük de Kanunnâme lügatçesine, Slav kökenli olarak aynen geçmişti.

Görüldüğü gibi “…iktisadî ve içtimaî şartların müsait bulunduğu zamanlarda klasik şekilleriyle senyör malikânelerinin ziraî bünyelerine mahsus ziraî düzenlerin Türkiye’deki timarlarda da vaktiyle mevcut olmuş…”[41]

“Gerçekten Osmanlılar kendilerinden önceki bir ölçüde feodal sayılabilecek telâkkilerin etkisiyle Rumeli fatihi kumandanlara sınır boylarında her türlü yetkilerle donatılmış olarak temlikler yapmış olup ilk başlarda bunlara kendilerine bağlı müttefik birer prens gibi muamele etmişlerdi. Böylece de Anadolu’daki Türk kabile asaleti mensupları olan birçok aile Rumeli’de kendilerine verilen zengin toprak mülkler üzerine yerleşmişti. Rumeli’ye göçü teşvik için devlet, ‘akvam ve akrabasıyla’ göçecek olanlara yurtluk toprak, timar ve imtiyazlar dağıtma yolunu tutmuştu.”

İlk devirlerin vakıf ve temliklerinde bazı bariz özellikler ortaya çıkmıştı: Bu temlikler, mülk ve vakıf sahibini idarî bakımdan olduğu kadar vergi tahsilâtı bakımından da tam bir serbestî içinde bırakıyordu. Bunlar her türlü devlet müdahalesinden masun olup bu toprak mülkler, öbür nevi mülkler gibi, miras olarak bırakılabilir, mirasçılar arasında paylaşılabilir, alınıp satılabilirdi. Bunlar kayıtsız ve şartsız mutlak bir mülk durumunda olup hiçbir askerî ve sair mükellefiyeti tazammun etmiyordu.

Ancak burada da “Osmanlı feodalitesi” fikrinin yandaşlarının karşısına yine bazı engeller çıkıyor şöyle ki hukukî bakımdan, rakabe’sine malikiyet, tasarruf hukuku ile müzdeviç bulunmuyordu: Mülk ve vakıf sahipleri, toprağı bizzat işleyemediklerinden hukuk-u tasarrufiye reayanın elinde bulunuyordu. Kaldı ki mülk veya vakıf sahibinin, toprağın rakabe’sine sahip olup olmadığı bile tartışma konusu olabilir zira hukukçular genellikle bu nevi mülk ve vakıfları, tahsis ve irsât[42] kabilinden mülk ve vakıf addetmişler zira bu gibi toprak mülkler temlik edilirken şer’î temlik-i sahih koşullarına tamamen uyulmadığı açıktır. Böylece de vakıf ve mülk olan toprağın kendisi değil, belki de aslında devlete ait olması gereken her türlü getiri’dir. Toprağın rakabesi, mirî topraklarda olduğu gibi, devletin elinde bulunmaktadır:

Malikâne-divanî sistemde ise mülk ve vakıflar tamamen başka esaslara dayanır gibidir. Bunlarda sahiplerine toprağın sadece mülkiyetine sahip olmaktan doğan sınırlı haklar bırakılmış olup bu gibi mülklere devlet kendisine ait her türlü hukuk ve rüsumu (divanî hisselerini) toplamak için müdahale etmektedir. Vakıf ve mülk olan şey, belki toprağın rakabesinin mülkiyetidir.

Osmanlının miri toprak rejimini belli bölgelerde genelleştirebilmek için çok çeşitli hukukî ve siyasî prensiplerle mücadele etmek zorunda kaldığı bir vakıadır. İmparatorluk çağının toprak nizamı, tek bir prensibin uygulanmasıyla izah edilemeyecek kadar basit ve yeknesak olmaktan uzak olup hattâ aynı dinî esaslardan hareketle birbirine zıt toprak ilişkileri nizamı tesis etmek bile mümkün olmuştur.

Malikâne-divanî sisteminde özellikle Karaman’dan itibaren Doğu illerinde rastlanan iki baştan tasarruf gibi kendine özgü şekil ortaya çıkmaktadır. Bunda vakıf veya mülk olan şey, toprak ve bunun üzerinde yaşayan köylüden alınan her türlü vergiler olmayıp sadece toprağın kuru bir mülkiyet hakkı’dır. Bu itibarla, vakıf veya mülk sahipleri, mülkiyeti kendilerine ait olan bu toprakları işleyen köylüden sadece bir toprak kirası istemek hak ve yetkisine sahip bulunmaktadır. Bu kira, malikâne hissesi tesmiye edilip genellikle ürünün (‘ürün”e tahıllar, bağ, bahçe ve kovan öşrü ile değirmen resmi dâhildir) beşte, yedide, onda biri olarak kabul edilmiştir. Bunun dışında toprak üzerinde bulunan köylünün devlete vermek zorunda bulunduğu tüm hak ve resimler divanî namı altında doğruca devlet, yani orada devleti temsil eden sipahi’ye aittir. Bu haklar arasında doğal olarak örf ve âdetlere ve toprağın verim kabiliyetine göre değişen ürünün onda birinden yarısına kadar yükselebilen toprak haracı ile çift, bennâk, caba, gerdek, tapu, agnâm resimleri[43] vs… gibi şer’î ve örfi bütün vergiler mevcuttur. Kısaca her köyün biri malikânesine, öbürü divanîsine tasarruf eden iki sahibi vardır. Burada, mülkiyeti devlete ait olan mirî topraklardan esasta ayrı bir kategori oluşturan bu nevi haracî toprakların mülki hakkı özel kişilere aittir. Bunlar mülkiyet hakkını tümüyle kullanabilirler, toprakları satabilirler, vakfedebilir, hibe edebilirler…

Dahası var: Bu mülkiyet hakkı da, reâyâ lehine sınırlandırılmıştır. Şöyle ki malikâne sahipleri, mülkiyeti kendilerine ait bulunan bu toprakları reâyâya istedikleri koşullarla kiralayamamaktadırlar. Bu noktada örf ve kanun, ağırlığını koymuştur. Sahip ile reâyâ arasındaki ilişkiler, genellikle mirî topraklar üzerindekine benzer şekilde, yani daimî ve irsî kiracılık ilişkileri şeklinde cereyan etmektedir.

Devam etmeden, “Osmanlı feodalizmi” kuramcılarının klasik Batı feodalizmiyle Osmanlı düzeni arasında “iç mantık” açısından nerede eşlik gördüklerinin merak edilmeye değer olduğunu vurgulayalım. Neymiş bizim bilmediğimiz bu “iç mantık”?…

Osmanlı, Balkanlar’da karşılaştığına kıyasla işbu mâlikâne-divanî sistemini uyguladığı Amasya-Çorum-Tokat-Sivas-Şarkîkaraağaç bölgesinde (kadîm Rûm vilâyeti) kendi nizamını kurma açısından çok daha ciddî direnmeyle karşılaşmıştı. “İhtimal, daha eskiden muhtelif tarihlerde bu mıntıkaları kendi çerçeveleri içine almış bulunan Türk-İslâm devletleri de aynı vaziyette kalarak yerli büyük toprak sahiplerinin mülkiyet haklarını tanımaya mecbur kalmışlardı.”[44]

Barkan hocanın bu sözleri, yine kendisine ait “mâlikâne-divanî sistemi, umumiyetle yerli toprak sahipleriyle fatih devletlerin adamlarını aynı zamanda ve aynı toprak üstünde tatmin etmek ihtiyacının bir vasıtası gibi tatbik edilmiş bulunmakta olduğu muhtemeldir” ifadeleriyle bir bütün teşkil ediyor.[45] Yani sistemin, kesinlikle saptanamayan bir geçmişi var, o bölgelerde.

Bizim de ekleyeceğimiz var buna: Bahis konusu Amasya-Çorum-Tokat-Sivas-Şarkîkaraağaç poligonunun, Bizans tarihine damgasını vurmuş olanlar arasında Paulician (ve Tondrak’lılar) bölgesi olduğu, bundan böyle söyleyeceklerimiz açısından büyük önem taşımaktadır. Gerçekten Osmanlılar, hep sözünü ettiğimiz pragmatik davranışlarıyla çoğu yerde mevcut toprak nizamını, icabına sonradan bakmak üzere, olduğu gibi ipka etmişlerdi. Kendilerinden önceki Türk devletlerinin de bazı yerlerde aynı şekilde davranmış olduklarını düşünmek akla yakın gelir. O halde sistemi, Paulician (ve Tondraklıları) kanlı eylemlere sürükleyen Bizans çağının bir düzeni olarak görebilir miyiz? Döneceğiz konuya.

* *

Konunun yine bir büyük uzmanının, N. Beldiceanu’nun, aşağıdaki sözleri, timar’ın kökeni hususunda çok önemli görünüyor: “Bizi ilgilendiren, onu (timarı) kapsayan lafız olmayıp onun cevheridir. Osmanlı öncesi devirde bir başka adla anılmış olması aldatıcı olduğu bahanesiyle müessesenin kökenlerini bilmemek; bedahete gözleri kapamak; Osmanlı kayıtlarında toplanmış verileri dikkate almak istememek ve daha da vahim olarak, itibarî sınırların ötesinde tarihî gerçeği bilmezlik demek olmaktadır… Timarın sadece bir askerî kurum olmayıp onun aynı zamanda kırsal yaşamın bir esasî mürekkibi olduğunu açıkça belirtelim.”[46]

Gencine-i Güftar Farisî “timar” sözcüğünü “Bir hastaya yahut felâkete uğramışa yardım etmek ve kederini gidermek. Tasa. Mecazen gözetmek, endişe etmek. Yetimleri ve kimsesizleri idareye memur olan, hastaya bakan kimseye timârhuvâr, timarî derler. Timar kerden, hayvanı tımar etmek” şeklinde tarif ediyor.[47] F. Steingass da “timar” için “keder, elem; endişe, merak, ihtimam, himaye, muhafaza, hastaya bakma; duygudaşlık; düşünce, tasavvur, mülâhaza, mütalâa, murakabe; dikkat, riayet; timar dâştan, bakmak, mukayyet olmak, maiyette bulunmak, hazır bulunmak, idare etmek, kullanmak, terbiye etmek; timârdâr, mülk idarecisi; timarkeş, hasta, müptelâ” diyor.[48] Bu arada, “pronoia”nın da “evvelden görüş, istidlal, basiret, ihtiyat, durendişlik; kaza, kader; (mecazen) hami manalarının karşılığı olduğuna işaret edelim…

Ünlü “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan?” dilemma’sı (kıyas-ı mukassem, ikilem), İran mı Bizans’tan, Bizans mı İran’dan; yoksa her ikisi de, etki-tepki-karşı tepki yoluyla hayli çapraşık alışverişle bir başka kültürel ışın merkezinden, örneğin Hint, Çin… den mi şekliyle karşımızda duruyor. Bu cümleden olarak bir de Doerfer’e kulak vereceğiz: “…Bu İranî sözcük (timar), Grek ‘yardım, himaye’ τῖμωπία, ‘korunmuş, yardım edilmiş’ τῖμαπός ile açık bir benzerlik arz eder.[49] Keza Hammer’de de bu sözcük köken olarak Farisî olup İran Selçuklularınca biliniyordu ve onlardan Osmanlı fief sistemine (Lehnwesen) geçmiş olmalıdır… Farsça ‘hizmet görme ve muavenet’, Radloff’ta timar (1408) Osmanlıca ‘ihtimam, itina, hizmet’, Çağatay ‘idare, nezaret’.”

“Osmanlıcadan da Rumcaya: Cange τιμάπιον 1578 ”[50]

Räsänen de bunların ötesinde bir şey söylemiyor.[51]

Büyük Selçukluların son sultanı Sancar’ın (1117-1157) Farsça bir yarlığında, naşir H. Horst’ın (Die Staatsverwaltung des Grosselğuqen und Horazmshahs- 1038-1231, Wiesbaden 1964) “idare” (Verwaltung) olarak çevirdiği “timar” ifadesi geçiyor. Keza Harezm Sultanı İl Arslan’ın (1156-1172) yine Farsça bir mektubunda “timârdârande” tabiri bulunuyor. Bunu da aynı naşir “maslahatgüzar” (Geschaeftstraeger) olarak çeviriyor ki bu, Steingass’ın söylediğine tetabuk ediyor. Tabirin o çağda bir devlet müessesesi manasını haiz olup olmadığı düşünülebilir. Farsçadan Türkçeye geçtiğinde şüphe olmayan sözcük, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan önce yazılmış Codex cumanicus’da (Kuman kütüğü) “şifa, sıhhatin iadesi, afiyet; ilâç, deva” (Heilung, Heilmittel) anlamında bulunuyor. Osmanlıda da timarın bilinen en eski uygulanma dönemi, Orhan’ınki oluyor (1326-62)[52].

“Kodılar ol kal’ada seksen kişi

Bunlara baş itdiler bir subaşı

…”[53]

Fatih’in (Örfi) Kanunnâme’si ile tahrir defterlerinden Osmanlı subaşı’nın timarlı sipahi taifesine mensup bulunduğunu biliyoruz. Birçok belgede işbu subaşı’nın görünmesi, bizi hattâ Osman’a kadar geri götürebiliyor, timar müessesesinin varlığı hususunda.

Osmanlı öncesi Anadolu’da ise, bilgiler, dağınık bazı ifadelerle yine Osmanlı tahrir defterlerine inhisar ediyor.

Fatih döneminde Teke ilinde yapılmış bir tahrirde Sultan Alâaddin zamanına ait bir timardan söz ediliyor. Mezkûr sultan ancak A. Keykubâd I (1220-1237), A. Keykubâd II (1249-54) veya A. Keykubâd III (1293-1302) olabilir.

Karaman ilinin Fatih tarafından zaptından hemen sonra yapılmış mufassal bir tahrirde (1466-68) yeni timar sahibi, beratının tarihi, selefinin adı genellikle yazılmıştır. Eski ve yeni timar sahip adlarının karşılaştırılmasından timarların yerlilerden alınıp Rumeli kökenli sipahilere verildiği anlaşılıyor. Birçok halde, tahriri yapan ayrıntılara giriyor. Meledos kalesinin kumandanı Hacı Hoşkadem’e verilmiş timarı kaydederken Saraycuk köyünün kadimden beri dizdarın timarı olduğunu bildiriyor. Aynı şekilde Burçek köyünün yine eski zamanlardan beri Akşehir kadı’sının gelirini oluşturduğunu yazıyor.[54] Son çalışmalar Karaman Beyliği’nde, Osmanlıların burasını ilhakından önce timarların mevcut olduğunu gösteriyor. Bunun dışında, Anadolu Beylikleri’nde bu kurumun varlığına bir başka delil de sipahizâde’ler olmaktadır. Karaman Beyi Mehmet (1402-25) ve İbrahim (1425-63) zamanlarına ait olmak üzere bir sipahizâde cemaati mukayyettir. Sipahi olmadan da sipahizâdenin bulunamayacağı âşikardır.

Sair Beylik’lere ait mümasil belgeler de Osmanlılardan önce buralarda timar kurumunun varlığına tanıklık ediyor.

Ankara muharebesi (28 Temmuz 1402) sırasında Aydın, Germiyan, Menteşe ve Saruhan birlikleri, eski beylerini Timur’un safında görünce, onun tarafına geçmişlerdi. Bu birliklerin yeni timar sahipleri ve bunların maiyetlerinden meydana gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Akkoyunlularda toprak rejimi hakkında bilgilerimiz kıt olmakla birlikte her halükârda divanî tipinde, timarla müşterek yanları bulunan bir tesahup şeklinin, ezcümle daha önce sözünü ettiğimiz soyurgal’ın mevcut olduğu bir gerçektir.[55] Köken olarak Moğolca “hayırhahlık, teveccüh eseri; hükümdar tarafından ödüllendirme, teveccüh” anlamında olup çoğu kez bu bir irsî fief’tir. Sözcüğün etimonu, eski Türkçede tsoyurqa-soyurqa, Çin rqa’nın bir türevi olmaktadır.[56]

Moğolların İran ve civarına yerleşmelerinden sonra terim Farsçaya geçiyor. Buna Osmanlıca ve mahallî Anadolu şivelerinde rastlanıyor ve Moğolların gelişinden sonra tercihan hükümdar tarafından irsî mahiyette bir temlik anlamında kullanılıyor. Minorsky bunun halk dilinde iktâ yerine geçtiğini bildiriyor. Soyurgal sahibi, kendisine tahsis edilen mülkün rüsumunu tahsil ederdi. Bunlar, irsî olarak tahsis edilmiş örfî tipten vergi ve resimler oluyordu. Ve nihayet işbu soyurgal kurumunun Özbeklerde de mevcut olduğunu daha önce görmüştük.

Bu arada gözden kaçan bir hususa işaret etmede yarar var. Akkoyunlulardan alınan topraklarda Osmanlılar, Tessalya dışında Rumeli’de bulunmayan bir sosyal kategoriyle karşılaşmışlardı. Yine söylediğimiz gibi sipahi olmadan sipahizâde olamayacağından, Bayburt sipahizâdeler’inin Akkoyunlu soyurgal sahiplerinin ahfadı olmaları gerekir.

“Soyurgal”ın Çin kökeni (rqa), bizleri nerelere götürmüyor ki. Devam edelim.

O zaman şöyle bir soru yerinde olur: Akkoyunlu soyurgalı, vaktiyle Akkoyunlu devletine bağlı illerde, divanî timarın kökeninde yatmaz mı? Bu divanî timarla soyurgal’ın müşterek noktası aynı tür verginin tahsil edilmesi olup ancak ilkinin öbüründen farkı, irsî olmayışındadır. Bu ayrılığa rağmen divanî tipindeki timarın Osmanlı tarafından reforma tâbi tutulmuş Akkoyunlu soyurgal’ından ibaret olması mümkün değil midir? Son araştırmalar Anadolu’nun başka yörelerinde de divanî timarların mevcut olduğunu meydana çıkarmış olup bu bapta hattâ XIII. yy.a kadar geri gidilebilmektedir.

Bu belgelerin ışığında timarın Osmanlı Devleti’ne özgü bir kurum olmadığı ortaya çıkıyor. Daha başka Anadolu devletlerinde benzer bir örgütlenme mevcuttu. Aslında “timar” lafzı, yapısının Osm. İmp.nun her yöresinde aynı olmadığı bir örgütlenmeyi kapsamakladır. Ancak tek bir öğe, her yerde müşterektir: bir gelir temliki, hallerin %99,99’unda bir hizmet zorunluluğunu tazammun etmektedir.[57]

Osmanlı öncesi Anadolu tarihini aydınlatmak için Osmanlı kaynakları, yukarda da söylediğimiz gibi, çok değerli bilgiler içeriyorlar şöyle ki bir bölgenin Osmanlı mülküne katılmasını müteakip Babıâlı’nin uyguladığı idarî yöntemler çoğu kez eski yöntemlerden bizlere çok bilgi aktarmaya yardımcı oluyor. Çoğu kez fethin hemen ertesinde, önemli bütün verileri içerecek sicillerin tanzimi emri veriliyordu. Tahrirler büyük özenle yapılıyor, memurlar toprak çeşitlerini, bunları tasarruf edenlerin adlarını ve gelirlerini, köylerde hane sayısını kaydediyorlardı. Bazen de bu kayıtlar arasında Osmanlı fethinden önce mülklerin durumuna ait küçük bir tarihçeyi de ekliyorlardı. Bunların bilgi kaynakları arasında geçmişte merkezî ya da mahallî yetkelerin ortaya koydukları belgeler, eski siciller, halkın tanıklığı vs. vardı. Örneğin Karaman ili sicilleri, Karaman beyleri tarafından tanzim edilmiş belgelere çok sayıda atıflar içerir. Bunun dışında Selçuklu ve İlhanlı idarecilerin de, Devlet’in gelirini mukayyet siciller tutturdukları biliniyor. Bu bapta Aksarayî’nin bize aktardığı bir olayı zikredelim. Bu arada Aksarayî’nin aslen maliyeci olup vergi işlerini iyi yazmış olduğunu da kaydedelim.[58] “Bu sıralarda Mogul beylerinden Ayacı ve Baytimur ile Samakar oğlu Arap… benden hazineye ait evrak ve defterleri istediler. Sert ve şiddetli gürültüler kopardılar. Maksatları ‘Büzürg’ ve ‘Altın damga’ divanları beratları gibi bütün vergilerin değiştirilmesi ve bunların masraflara mahsup edilmesi… idi.”[59]

Tahrir memurlarının topladıkları bilgiler Babıâli’ye kanun vaz’ı için gerekli unsurları sağlıyordu. Bundan önce de gördüğümüz gibi Babıâli birçok halde fetih öncesi kanûnnâmelere sadık kalıyordu: Uzun Hasan (Hasan Padişah), Memlûk Sultanı Kayıtbay…ın adlarına rastlamıştık. Fatih Kanûnnâmesi’nde iki kez Feleküddin’in mülk’üne atıf mevcut olup bu kişi XIV. yy. başlarında Hamid Oğullarından olmalıdır. Yine aynı Kanûnnâme’de bir Hızır Beg ülkesi ile Yunus ve İlyas Beg’lerin arazilerinden söz ediliyor ki bunun küçük mahalli sülâlelerin bile hatırasını koruduğu anlaşılıyor. Osmanlılar Balkanlar’da da aynı politikayı uygulamışlar, Sırp ve Bulgar örf ve yasalarını tanımışlar, fetih sırasında mer’iyette olan Sırp ve Boşnak maden yasalarını temdid etmişlerdi. Örneğin 25 Nisan 1494 tarihli Novo Brdo maden Nizâmnâmesinde “Bir kuyu urbarar[60]ın muvafakatiyle mesaha edilir… Bir geçiş galerisinin (farna) bir istihraç galerisi’ne (ichlagh) doğru kazılmasında…” deniyor ki burada teknik terminolojinin ötesinde, konuyla ilgili eski idarî ve malî tabirlerin büyük çoğunlukla aynen ipka edildikleri görülüyor.[61] Aynı şekilde Kilia (Ukranya’da, Tuna deltasının kuzey kolu üzerinde) dalyanlarına ait 22/23 Ağustos 1484 tarihli balıkçılık nizâmnâmesi de eskisinin yerli yerinde kalmış şekli oluyor.[62] Ve “Tafsîl-i kanûn-nâme-i tamgâ-yı siyah ve bâc-ı büzürg-i Bayburd bermûceb-i kanûn-ı Hasan Padişah”da “balık ve havyar yükünden yirmi akçe alma” kaydı!…[63]

Develi mevkiine bağlı Kopçı köyünün Akça Koca zaviyesi vakfına dair Osmanlı belgesinde “…İbrahim Beg[64]den sâdır olmuş bir belgeye göre Develi mevkiine bağlı Kopçı köyünün Akça Koca namında birinin zaviyesine vakfı eski sicilde mukayyet olup eski karar gereğince geçerli sayılmıştır” ibaresi bulunup çeşitli önemli veriler arasında şu kayıt da düşülmüştür: “Köhne defterde örfî tımar’a[65] emir olundu deyû kayıd olunmış teftiş olundı Türkman zamanında ve Karaman ve Âl Osman zamanında şimdiye değgin örfiyesine ve şer’iyesine kimesne dahi etmemiş vakfa tasarruf olunup zaviyede sarf olunur imiş deyu defter-i köhnede mestûr ber karar-ı mukarrer…”[66]

Kilia hisarı dükkânlarının tahririne, fethi takip eden birkaç gün içinde emredilmiş.[67]

Kayseri civarının yerleşik hale geçmiş göçebelerine ait bir belge de önemini koruyor şöyle ki Osmanlı idaresinde belli bir timar türüne taallûk ediyor. Belgenin ilk bölümü Karaman’ın II. Mehmet tarafından fethinden önceki durumuna ait olup geliri göçebelerin koyun başına ödedikleri resim (resm-i agnam) olan sipahi’lerin varlığını tevsik ediyor. Belgenin müteakip bölümü, işbu resm-i agnam’ı tahsil eden sipahileri, timarlûlara kalbettiklerini bildiriyor ki Osmanlı fethinden öncesine ait, geliri bir göçebe kitlenin koyun vergisinden ibaret olan bir özel timar türünün varlığına delâlet ediyor.

Karaman Beyliği’nde mülk, vakıf malikâne türü tasarruf şekillerini geçip timar’lar üzerinde biraz eğlenelim.

Babıâlî, mahallî sülâlelerin gücünü kesmek amacıyla, Anadolu timarlarının başına, bölgenin yabancılarını tayin ederdi. Örneğin Evrenos ailesinden Ahmet Beg, hass olarak Niğde liva’sına sahipti. Osmanlı idaresi böyle bir atamayla çift hedef güderdi: Ahmet Beg’i kendi öz topraklarından uzaklaştırıyor, yerli halkın başına bir yabancı oturtuyordu. Sonra Babıâlî “zamanı gelince”, Ahmet Beg’i oradan da alıp ona daha başka bir timar tahsis edecekti.[68]

Tasarruf tipi topraklarda mutasarrıf, mülkün maddî mülkiyetinden doğan hakların sonucu olarak sadece ondan faydalanma ve onu kullanma hakkına malik olup bunu ya doğruca toprağı işleyerek, ya da onu kiralayarak değerlendiriyordu. Karaman Kanûnnâmesi’nde birçok madde timarlûlara müteallik olmakla işbu tasarruf topraklarının varlığı ayan oluyor ki Babıâlî, askerî hizmet karşılığında bunların intifasını tevfik ediyordu. Bir timarın toprakları iki farklı bölümden oluşuyordu: hass çiftlik veya kılıç ve reâyâ tasarrufları. Hass çiftlikler üzerinde sipahi intifa hakkını bizzat kullanıyor, öbüründe ise bu hakkını, bazı ödemeler karşılığında reâyâya temlik ediyordu. Sancakbeyi veya beylerbeylerine verilen arazi hass adı altında biliniyordu.

Reâyanın işlevi ise, sipahi (timarlû) tarafından kendisine bırakılmış toprağı ekip ona belli miktarda ödemede bulunmaktı. Tasarruf hakkı sınırlıydı. Nispetler mahfuz kalmak kaydıyla köylü mutasarrıfın toprak rejimi, timarlınınkiyle çok benzer yan arz ediyordu. Timarlı, faydalanma hakkına karşılık askerî hizmetle; toprak parselini elinde tutan köylü de, timarlının gereksinmelerini karşılamak üzere onu ekip biçmekle yükümlüydü. Prensip itibariyle bunlardan her ikisi de ancak, yükümlülüklerini yerine getirebildikleri ölçüde topraklarından faydalanabilirlerdi; veraset hakları sınırlıydı.[69]

Bütün bunlarda Batının klasik feodalizmini, neresinden bakılırsa bakılsın, bulmak güç gibi görünüyor.

[1] Halil İnalcık.- 1431 tarihli timar defterine göre Fatih devrinden önce timar sistemi, in IV. TTkg, s.135.

[2] V, P. Mutafçieva- Str. A. Dimitrov.- Sur l’état du systéme des timars des XVIIe-XVIIIe ss., Sofia 1968, s. 7-8.

[3] H. İnalcık, op. cit., s. 138.

[4] ibd., s. 139.

[5] Halil Cin.- Osmanlı toprak düzeni ve bu düzenin bozulması, Ank. 1978, s. 76.

[6] Peter F. Sugar.- Major changes in the life of the Slav peasantry under Ottoman rule, in IJMES IX/3, Aug. 1978, s. 298-301.

[7] Tarafımızdan belirtildi.

[8] Cl. Cahen.- Le régime de la terre…, CHM II/3, s. 577-8.

[9] Tarafımızdan belirtildi.

[10] A.Gündüz Ökçün.- Tarımda çalışma ve ekme yükümlülüğü (mükellefiyet-i ziraiyye). Belgeler. 1914-1922. Ank. 1983, s. V, 102-3.

[11] Zikreden Prof. Dr. Dimitri Kitsikis.- 20. Asırda karşılaştırmalı Türk-Yunan tarihi, in Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi 8, Ekim 1980,

  1. 100.

[12] ibd.

[13] Kurt et Ursula Reinhard.- Les traditions musicales IV. Turquie, Berlin 1969, s. 78-9.

[14] ibd., s. 176-7.

[15] A. E. Vacalopoulos.- History of Macedonia. 1354-1833. Transl. P. Megann, Selânik 1973, s. 25.

[16] Speros Vryonis, Jr.- The decline of Medieval Hellenism in Asia Minor and the process of Islamisation from the eleventh through the

fifteenth century, California 1971, s. 470-1.

[17] ibd.

[18] P. Wittek.- Ankara’da bir İlhanî kitabesi, in Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası İst. 1931, s. 161-3.

[19] Sahne, şehir subaşılığı için toplanan vergi; tabkur, İlhanlılar zamanında hükümdarların veya valilerin hükümet namına yaptırdığı binalara

inşa maddesi getirmek angaryası; gûce-kûçe, caddeleri temizlemek için vergi; aşbazlık, hükümdar ve valilerin mutfaklarına verilen vergi.

[20] Halim Baki Kunter.- Kitabelerimiz, in Vakıflar Dergisi C. II, Ank. 1942, s. 433, No. 5.

[21] Nicoara Beldiceanu et Irène Beldiceanu-Steinherr.- Recherches sur la province de Karaman au XVe siècle. Etude et actes, Leiden 1968,

  1. 9-10.

[22] M. Mokri.- Recherches de Kurdologic. Contribution scientifique aux études iraniennes, Paris 1970 (Etude d’un titre de propriété du début

du XVIe. Siécle provenant du Kürdistan), s. 303-13. Bu makaleye, Şiî “Ehl-i Hakk” cemaati vesilesiyle yine döneceğiz.

[23] Mehmet Zeki Pakalın.- Maliye teşkilâtı tarihi (1442-1920), C. I, Ank. 1977, s 7.

[24] A.E. Vakalopulos.- op. cit.,s. 29-30.

[25] ibd., s. 100.

[26] Bkz. EA, madde “Mistra”.

[27] G. Moravcsik.- op. cit., s. 391-2.

[28] Matei Cazacu.- Les parentés byzantines et ottomanes de l’historien Laonikos Chalkokondyle (c. 1423-c. 1470), in TURCICA XVI, 1984,

  1. 95-114.

[29] Baron W. Wratislaw.- Anılar, “l6.yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’ndan çizgiler”. Çev. M. Süreyya Dilmen, İst. 1981, s. 52-3.

[30] ibd., s. 55-6.

[31] Bkz. Hüseyin Dağtekin.- I. Murat zamanında Osmanlı-Bizans münasebetlerine genel bir bakış, 1361-1389, in A. Ü. DTCF Dergisi

XIX/3-4, Ank. 1962, s. 189-99.

[32] Speros Vryonis, Jr.- Laonicus Chalcocondyles and the Ottoman budget, in IJMES- VII/3, 1976, s. 423-32.

[33] BTL.

[34] Vera Mutafcieva.- İkinci Mehmed’in dâhili siyaseti üzerine, in Studia et Acta Orientalia (Bükreş), sayı 5-6, 1967. Çeviri in Osmanlı Tarih

Arşivi, I/1, İst. 1977.

[35] Bernard Lewis.- Some notes on land, money and power in medieval Islam, in Türkische Miszellen. Robert Anhegger Armağanı,

Varia Turcica IX, İst. 1987, s. 237, 239.

[36] Dr. M. Şükrü.- Osmanlı Devletinin kuruluşu. Bitlis’li İdris’in “Heşt Bihişt” adlı eserine göre tenkidi araştırma, Ank. 1934, s. 35-38.

[37] Tarafımızdan belirtildi.

[38] Ö. L. Barkan.- Timar, in İA.

[39] Ö. L. Barkan.- Türk-İslâm toprak hukuku tatbikatının Osm. İmp.nda aldığı şekiller, I, Mâlikâne-divânî sistemi, in Türk Hukuk ve İktisat

Tarihi Mecmuası II, İst. 1939, s. 119 ve dev.

[40] Ciro Truhelka.- Bosna’da arazi meselesinin tarihî esasları, in ibd., s. 54-5.

[41] Ö. L. Barkan.- Timar, in İA, s. 304.

[42] Beytülmale ait bir mülkün rakabesi kemâkân beytülmalin olmak üzere menfaatin sultan tarafından bir cihete tahsis olunması

(Ferit Devellioğlu.- Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ank.1970)

[43] Bkz. Ziya Kazıcı.- Osmanlılarda vergi sistemi, İst. 1977.

[44] Tarafımızdan belirtildi.

[45] Ö. L. Barkan.-.Malikâne- divanî sistemi, s. 133.

[46] Nicoara Beldiceanu.- Le timar dans l’Etat -Ottoman (début XIVe-debut XVIe siècle), Wiesbaden 1980, s. 9.

[47] GG, s. 633.

[48] F. Steingass, s. 343.

[49] O ise ki modern Rumcada τιμωπία, ceza, ıslah, tövbe; τιμωπός, intikam alan, cezalandıran anlamında olup imlâda da (vurgu işaretlerinde)

farklar vardır.

[50] Gerhard Doerfer.- Türkische und Mongolische Elemente in Neupersischen, Band II: Türkische Elemente in Neupersichen, Wiesbaden

1965, s. 665. Bkz. B. Oğuz, C. I, s. 863.

[51] Martti Räsänen.- Versuch cines etymologischen Wörterbuchs der Türksprachen, Helsinki 1969, s. 480.

[52] N. Beldiceanu.- op. cit.,s. 20-5.

[53] Abdülbaki Gölpınarlı- İsmet Sungurbey (yay.).- Simavna kadısıoğlu Şeyh Bedreddin manâkıbı, İst. 1967, s. 12 dize 172 ve 173.

[54] İrène Beldiceanu-Steinherr.- Un transfuge qaramanide auprès de la Porte ottomane, in JESHO XVI/2-3, 1973, s. 162-3.

[55] N. Beldiceanu.- op. cit., s. 26-29.

[56] G. Doerfer.- op. cit., s. 351.

[57] N. Beldiceanu.- op. cit., s. 26-30.

[58] Aksarayî-Kerimeddin Mahmud.- Selçukî devletleri tarihi, s. 12, F. N. Uzluk’un önsözünden.

[59] ibd.,s. 280-1.

[60] XIII. yy.da Bohemya, Macaristan ve Polonya maden yasalarında geçen maden vergisi memuru olup Osmanlı döneminde madencilerin başı

oluyor.

[61] N. Beldiceanu.- Les actes des premiers Sultans, T. II, s. 243.

[62] İrène Beldiceanu-Steinherr et N. Beldiceanu.- Deux villes de l’Anatolie préottomane: Develi et Qarahisar d’après des documents inédits,

Paris 1971, s. 8 infra.

[63] İsmet Miroğlu.- XVI. yüzyılda Bayburt Sancağı, İst. 1975, s. 163. Bkz. B. Oğuz, C. I, s. 592.

[64] Karaman Oğlu İbrahim Bey, hükümdarlığı 827/1424 – 868/1463.

[65] Tarafımızdan belirtildi.

[66] I. Beldiceanu-Steinherr el N. Beldiceanu.- op. cit., s. 6-11.

[67] ibd., s. 20, infra 7.

[68] ibd., s. 34, infra 7.

[69] Nicoara Beldiceanu Irène Beldiceanu-Steinherr.- Recherches sur la province de Qaraman au XVIe siècle. Etude et actes, Leiden 1968,

  1. 14-19.