Buraya kadar hep “ticaret” kavramının kapsadığı konular için de dolanıp durduk. Artık işin sonuna yaklaşıldığından, işbu “ticaret” kavramını doğruca yerine oturtmanın zamanı gelmiş oluyor.
Tidjara tabiri, tadjara (tüccarlık) mastarı olarak Arap lügatçesinde bulunuyor. Arap ticarî sözlüğündeki birçok tabir gibi bu da Arami ve Süryaniceden istiare edilmiş. Başka uzmanlara göre de tidjara bir aslî tâdjr, Süryanî tagârâ (fiili et-tagar, ticaret yapmak)tan türemiş.
Ticâra ve tâcir deyimleri daha İslâm öncesinden biliniyordu. İlk İslâmî otoriteler, tâcir’in hammar yani özellikle şarap ticareti ile meşgul olanlarla eşanlamlı olduğunu kaydediyorlar; hiç şüphesiz Arapların temasa geldikleri ilk Aramîce konuşan tüccarlar, Suriye ve Irak şarabının tacirleriydiler.
“Tâcir“in Kur’an’da geçmemesine karşılık “ticâra“, emtia ve bazen de “alışveriş etme” manasında olarak dokuz yerde geçiyor.[1]
Aynı konu çerçevesi içinde W. Heffening, hadis ve ahlâkî eserlerde tacir ve ticarete karşı tavrı irdeliyor.
Tüccar sınıfına mensup Muhammed’in ticarete müsait bakması, refahını büyük ölçüde ticaretten çıkaran Mekke gibi bir ticaret cumhuriyeti içinde normal oluyordu. En azından ilk Mekke döneminin en eski ve Mekke aristokrasisi ile ihtilâftan hemen önce nazil olmuş CVI. “Kureyş Suresi”ni böyle yorumlamak gerekiyor: “Kış ve yaz (kervan) seferlerinde faydalandıkları antlaşmaların kadrini bilmiş olmak için, onlar artık bu evin (Kâbe’nin) Rabbine ibadet etsinler ki…” (2- 3). Ama bu dönemde dahi Peygamber, ticarete bağlı kötülüklere karşı uyarıcı sesini yükseltiyor; ticaret, yasa ve adalete uygun yürütülecektir. Alış ve satışta hileye başvuranlara lânet ediyor. Daha sonraki bir dönemde Peygamber’in bu tavrı belli bir değişime uğruyor ve bu, Hristiyan zahitliğinin etkisiyle oluyor; gerçekte onu mahkûm etmiyor ama onda, insanları salât’tan alıkoyabilecek bir şey görüyor: “Öyle adamlar vardır ki ticaretler, alımlar, satımlar onları Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar kalplerle gözlerin döneceği günden korkarlar…” (XXIV/37). Bu ayetten Peygamber’in, ticaretin dinî hayat üzerindeki zararlı etkisinin tam bilincinde olduğu istidlâl edilir. Bu düşünce sisteminin sonucunda, Medine döneminde Cuma namazı sırasında kesin olarak ticaret, alışveriş yasaklanacaktı: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza davet vuku bulduğu zaman Allah’ı anmaya koşun, alışverişi (işi gücü) bırakın. Bilseniz ki bu, sizin hakkınızda daha hayırlıdır. Namaz eda edildikten sonra yeryüzüne yayılın, Allah’ın inayetini arayın. Allah’ı sık sık anın ki felâh bulasınız…” (LVII/9-10). Öbür yandan Peygamber, Medine döneminin sonunda, Hac zamanında ticarete kesin olarak müsaade ediyor. Yine bu aynı son dönemde Kur’an’ın maruf antlaşmaların akdi hususundaki nizamları nazil oluyor.
Genellikle ticarete karşı bu olumlu tavra hadislerde de rastlanıyor; mamafih bunlarda da spekülasyon ve sair namuskârâne olmayan işlere büyük güçle saldırılıyor. Ticaret, kârlı ve şeref verici bir faaliyet olup hayvancılıktan ve el işlerinden daha kazançlıdır.
Hadisin birinde şunlar okunuyor: “Müsaade edilen bir şeyden bir kâr sağlandığında, bu bir cihat olur; bunu ailen ve hısım akraban için kullandığında, sadaka olur; ve gerçekten ticaretten gelen bir mubah dirhem (para birimi), başka türlü kazanılmış on dirhemden daha iyidir.”
Hadislerin muayyen bir tarihe göre ya da kredi ile tertiplenmiş bir iş hakkında söyleyecek bir şeyleri yok. Ama, ödeme daha erken bir tarihte vaki olduğunda ne fiyat artışı, ne de indirimli yer alınmayacak. Bir kredili işte depozitoya da müsaade ediliyor ve Peygamber’in kendisi dahi, bir kredili erzak alımında zırhını rehin olarak bırakıyor.
Hadisler keza fiyat artışlarını ve spekülasyonla besin maddeleri üzerine ihtikârı da şiddetle kınıyorlar. Ama, öbür yandan da, Peygamber’in bir kıtlık zamanında fiyat tespitinin haksızlık olacağı mülâhazasıyla bunu yapmaktan imtina ettiği söyleniyor. Bununla birlikte hadisler genelde besin maddeleri üzerinde her türlü spekülasyonu mahkûm ediyor. Ağırlık ve ölçüler tespit edilmeden erzakın alım satımı yasaklanıyor, besin maddeleri, satın alındıkları yerde satılmayacak, bu satış için ayrılan mahallerde yapılacak. Gidip kervanları daha uzaktan karşılayıp orada mal alınmayacak, ve kentli, yine kentte satmak için çöl adamından bir şey almayacak; bu itibarla simsarlık da kınanıyor.
Hadislerin yasakladıkları hususlar şunlar oluyor:
1- Tek bir sözleşmede iki muamelenin, yani malların bir kısmının krediyle öbürünün peşin para ile alım-satımı.
2- Satıcının, işin tekemmül etmemesi halinde el koyacağı pey akçeli satış. Mamafih Ahmed B. Hanbal pey akçesini mubah buluyor.
3- Sadece üç durumda, ezcümle fakirlik, hastalık ve derinlemesine borçlu olma durumlarında müsaade edilen müzayede.
4- Ağırlığı ve/veya sayısı bilinmeyen bir malın toptan bir başka belirli ölçü, ağırlık ya da sayıda mala karşılık satışı, meselâ meyveleri henüz yeşil hurma ağacının meyvesinin belli miktarda hurma karşılığı satışı. Bunda, satıcının, aldığı malın karşılığının eksiğini ya da fazlasını vermiş olduğu belli olamıyor.
5- Hurma ağaçlarının meyvesinin iki ilâ üç yıl önceden satın alınması. Bu sorun, işlemin yapıldığı tarihte bilinmeyen miktarda bir malın satışınınki oluyor.
6- Bunda alışverişin, her iki tarafın malı görmeden ya da denemeden geri dönüşsüz şekilde icrası.
7- “Baht işi veya tehlikeli ticaret”. Bu tür muamele için hadisler örnekler veriyor: Bir hayvanın memesindeki süt, kaçmış olan bir köle, taksiminden önce ganimet payı, suda balık… En genel örnek de, yine hayli çapraşık durum olup kasaplık bir gebe devenin ve de doğuracağı yavrunun yine yavrulayacak dişi olması halinde satışı oluyor.
Bütün bu işlemler, içlerinde bulunan gayrimuayyenlik unsuru dolayısıyla mahkûm ediliyorlar.[2]
EI’de “Tidjâra” makalesinin devamında Shatzmiller, ticaretin ekonomik tarihi ve yasal veçhesini irdeliyor.
İlk dönemde, VII.-X. yy devresinde ticaret, Asya ve Uzak-Doğu ile alışverişe dair olup bu husustaki bilgilerin esas kaynağı coğrafyacıların eserleriyle tacir rehberleri oluyor. Siyasî ve coğrafî olarak Doğu’ya doğru hizalanmış ve Akdeniz’e yönelik Suriye’den dahilî Irak’a dönüşmesi, Abbasîler döneminde oluyor. Yine bu dönemde İslâmî ticaretin yasal yapısı oluşturuluyor, İslâm denizciliği doruğa çıkıyor ve Bağdat, Şam’ın o güne kadar görmediği ölçüde etkin ulusal ve uluslararası ticarî merkez haline geliyor.
İslâmî Doğu’da gelişen ticarî modeller sadece Roma ve İran ticarî modellerinin devamı olmuyordu. Hem deniz hem de kara güzergâhları değişmeyecekti; İslâmî kentsel gelişme, mukaveleye müteallik ve finansal sistemin kesin ve açık şekilde ifadesi, ve her şeyin üstünde, İslâmî ticarete destek olan üretim derecesi, büyük farklar arz ediyordu. Roma ve İranlılar, sadece bazı kentlerinden Doğu ticaretinin gelip geçmesine izin veriyorlardı ve mal girişlerinde yüksek ücret (gümrük) talep ediyorlar ve tarımsal ürünlerle bazı işlenmiş malların ihracına sınır koyuyorlardı. Kıyasen çok sayıda ve çeşitli emtianın gümrük resmi İslâm’da daha aşağı idi ve çok sayıda giriş ve çıkış noktası bulunuyordu. Seyyahların ifadeleri ve sair yazılı belgelere göre işbu ticaret, tabiatı gereği, köleler, kürkler, baharat, nadir metaller, lüks dokumalar, yiyecek maddeleri, değerli taşlar ve hattâ nadir hayvanları, saraylarda temerküz etmiş zengin bireylerin talebini karşılayacak lüks emtiayı içeriyordu.
Ticarî muameleler için İslâmî yasal düzenlemeleri kullanarak, Yahudi belgeleri, her şeyden önce İslâmî yasanın ticaretin teşviki ve sair ekonomik muameleler için bir uygun ortam yarattığını gösteriyorlar. Sözleşmeler, sermaye yatırımlarına, ticarette altın, gümüş ve sair nakdin kullanılmasına izin veriyor, nakdî muamelelerde kâr oranının uygulanmasını düzenliyordu. Ticarete yatırım meskût, komandit ve/veya anonim şirketler halinde olabiliyordu.[3]
Esnaf
Çoğulu sinâ’at olan sinâ’a, ehli hirfetin meşguliyeti ve bunların ortaya çıkardıkları ürünleri tanımlıyor, hüner, marifet, san’at, işbu sanâ’a, yapmak, üretmek fiilinden türemiş. Arap lûgatçileri sinâ’a, sun, san’a için birkaç mana zikrediyorlar; en geneli hirfa (hirfet) olarak tarif edilen “iş güç, meşgale” oluyor. Çoğulu sunmâ olan sani, hâzık=meharetli, hünerli, becerikli anlamında oluyor. Sani, yapan, işleyen, yaratan olarak Tanrı’nın “99 güzel adı” (“Esmâ-i hüsnâ) arasında el-Sani olarak yer alıyor (Sani-i hakikî=Tanrı). Sinâ’a, keza, gemi inşası fiiline de delâlet eder; işbu “el işçiliği için atölye” manasındaki bu sözcükten, Osmanlıca bundan galat olarak, “tersane” sözcüğü yaratılmış. (B.O.)
Sinf (çoğulu asnâf–esnaf ve sunûf), lügat manasıyla “cins, makule, çeşit” demek oluyor, daha geniş anlamda sinf, herhangi bir şey grubunu ifade ediyor (tâifa min kull şay-şey); Abbasî döneminin başlangıcında sinf, keza, çeşitli san’at ve ticaret türü manasında kullanılmış. Halife el-Mansûr, asnâf’ı, yeni başkentinin sûk’unda (çarşı) gruplaştırıp, tasnif ve düzenlemiş.
Çöl kentleri sakini göçebe Araplar, ticarete itibar edip sinâ’at ehlini hakir görüyorlardı; savaşlara ve akınlara (çapullara) iştirak eden cesur, yiğit süvarilere saygı gösteriyorlardı; hattâ hırsızlık bile hakir görülmüyordu. Birisi kendi için çalışıp ara sıra herhangi bir el işi yaparsa, ya da bunda terzilik ve çadır imali gibi işlerde karısının yardımını gördüğünde, herhangi bir eleştiriye hedef olmuyordu, bunla birlikte hayatı başkalarına hizmet ederek kazanmak hakir görülüyordu. Dolayısıyla demircilik, kuyumculuk, debbâğlık ve dokumacılık, aşağı meslekler olarak telâkki ediliyordu. Genel olarak Cahiliye döneminde el işlerine tenezzül edilmezdi.
Bununla birlikte sinâ’t ve sinâ’atkârları müdafaa etmek ve bu sonunculara Müslüman toplumunda daha iyi bir yer vermek üzere ciddî teşebbüsler de olmuştu. Tacirlere karşı alaylı ifade kullanmaktan kendini alamayan Cahiz, pratik ve ahlâkî görüş noktasından bunların meslek ve sorumluluklarına saygı gösteriyor. Keza ticâra’yı (ticaret) methedip tacirlerin toplumdaki yüksek statüsüne riayet ediyor. İnandığına göre dokumacılar, dinî satr al-awra (setr-i avret-vücudun mahrem yerlerinin örtülmesi) görevi için esas oluyor; inşaatçılar olmadan insanlar emniyette yaşayamazlar.
Ehl-i hirfetten yana olanların delillerinden biri, Tanrı’nın her peygambere yaşamını sürdürmesi için en az bir ticaret konusu verdiğine dair hadis oluyor: Hz. Âdem, ahfadına öğrettiği bin sanata sahipti; karısı dokumacı idi, Hz. İdris terzi ve hattat idi; Hz. Nuh ile Hz. Zekeriya dülger idiler; Hz. İbrahim çiftçi ve dülger idi; Hz. Davut zırh yapıcısı idi; ve nihayet Hz. Muhammed kendi giysi ve ayakkabılarını kendi tamir ediyor, çoban olarak sürüsüne bakıp ailesinin ev içi hizmetlerine girişiyordu.
V./XI. yy.dan itibaren kasb‘a (kazanç) karşı daha olumlu tavır takınılıp san’atlar, Mâwardî ve Gazalî gibi ilâhiyatçılar tarafından daha olumlu olarak ifade edilmişler. Bunlar, her tür kasb için, tüm ticaret ve sanat’lar için yasal temeli vaz etmişler. Aynı zamanda, aşağı sınıfların, özellikle zanaatkârların, İslâmî kentte oynadıkları rol daha önemli hale gelmiş. Mamafih, İsmailîyye ve Karmatîlik gibi dinî muhalefet hareketleri, muhtemelen amma’nın (amme-kamu) zihniyetine daha yakın gelmeye çalışmış olmalılardı. Böylece de İsmailî eğilimleri yansıtan İhvan-ü safâ, bunlara karşı sosyal tavrı değiştirmeyi arayıp bunları yanlarına çekerek Sünnî hilâfete karşı kullanma amacını gütmüş olmalıydı. Bu temel üzerinde, ünlü Massignon ve B. Lewis gibi bazı şarkiyatçılar, esnaf teşkilâtının kökenini işbu hareketlerde aramışlardır. Ama bazı daha yeni kanaatler (Cl. Cahen), esnaf‘la (asnaf) İsmailî hareket arasında herhangi bir bağı inkâr etmişlerdir.
Esnaf teşkilâtı ile fütüvvet dernekleri arasında ilginç bir benzerlik bulunuyor. Ayyarûn (hırsızlar, eşkıyalar) olarak örgütlenmiş Ortaçağ fütüvvet grupları olgusu, bunları proletaryanın temsilcileri olarak tarif etmeye hevesli olanlarla, İslâmî kent yaşamında bir gizli olarak mevcut sivil ve birleşiklik duygusunun ifadesi olarak görenler arasında tartışma yaratmıştı.[4]
Müteakip sahifelerde işbu fütüvvet ve bunun bir tür refiki olan Ahîlik ve loncalar konularını enine boyuna tartışacağız.
***
Sahifeyi tam çevirmeden önce de “ticaret”in aslî amacı olan “kazanç-kesb” kavramı, para (sikke) ve de “ticaret”in bizatihi kendisi hususunda son açıklamalarda bulunacağız.
Kesb
Genel olarak ticarî ve malî işlemler, ve özellikle “kazanç” kavramı (Arabî “kasb”, Osmanlıca “kesb”) konusunda İslâmî akideyi bir kez daha özetliyoruz.
“Kesb”, ekonomik yaşamda “kazanç” oluyor. Çok iyi bilindiği gibi İslâm’ın ana doktrini, bu dünyadan el etek çekme olmayıp aksine Tanrı’nın insana faydalanması için verdiği bu dünyayı kullanma emrine itaat etmektir. Bu itibarla şer’i (yasal) sınırlar içinde kalındığı sürece bir insanın, yaşamını ve kendisine bağlı olanlarınkini ıslah etmek için gerekli kazancı gerçekleştirmesine hiçbir itiraz yoktur.
Peygamber, bir tacir toplumu içinde doğmuş olup onlara, kendi dillerinde hitap etmişti. Kendisi dahi bir tacir olmuş olup hayatının bu safhasını hiçbir zaman kötülememiştir. Tilmizleri arasında birçok tüccar bulunuyordu ve bunların gelirleri, cemaatin yaşatılması için artırılmıştı. Peygamberin Kureyşlilere çatması, bunların ekonomik çıkarları ve bencillikleriyle Vahiylerin inkârı nedeniyle olup bunların ticarî faaliyetleri ile ilgili olmamıştı.[5]
Yani özetle, “El-kâsib habibullah” (“kazananlar Allah’ın sevgilisidirler”)…
***
Sikke
Arabî “sikka” (Osmanlıca-Türkçe “sikke”), harfi harfine bir saban uç demiri ve para basmak için bir demir damga ya da kalıp olup bu sonuncu manasından, basma sonucu meydana geleni, ezcümle sikkeler üzerindeki yazılar ve bundan da tüm para basma işlemini ifade eder olmuş.
Arap hilâfetinin vârisi olduğu Sâsanî ve Bizans imparatorluklarında olduğu gibi, tedavüle altın ve gümüş para çıkartma hakkı, bir kraliyet imtiyazı idi.
Paraların üzerine hükümdarın adını koyma hakkı İslâm devletinde hemen ortaya çıkmamıştı. İyi bilindiği gibi, eski Bizans ve Sâsanî parası tedavül etmeye devam etmişti ve fethedilmiş topraklarda yeni gücün sahipleri, sonunda adlarını yeni basılmış paralara koyduklarında veya mevcut olanların üstüne eklediklerinde bu, halifelere mahsus bir imtiyazın işareti olmamıştı.[6]
***
Lane’in Arapça-İngilizce sözlüğünde (Arabic-English lexicon) “sikka” kelimesinin kökeni “şakk”, aslen bir saban demiri ya da bir demir çivi, mil, ağaç çivi olarak verilmiş ve bundan, hakkedilmiş bir demir parçası, sikke basmak için kalıp ve bundan da “maskûk-çoğ. maskûkât” (Osmanlıca “meskûk-meskûkât) basılmış para türemiş.
Peygamber zamanında Hicaz’da yerli para bulunmuyor, ve para birikimi, ticaret ve hac gelirlerinden toplanan türlü meskûkâttan ibaret oluyordu. Bu sonuncular Bizans altın ve bakır, Sâsanî gümüş sikkeleri ile çoktan tarihe gömülmüş bunları basmış devletin çeşitli eski paralarıydı.
Bununla birlikte İslâm’ın hızlı yayılması sonucunda, yeni fethedilmiş ülkelerin ekonomisini besleyen büyük miktarda Bizans ve Sâsanî parası ele geçmişti. Bizans parası İskenderiye’de çok öncelerinden kurulmuş darp hanenin, bir diğerini de 609-615 yıllarına kadar faal olanının varlığına rağmen Araplarca fethedilmiş yerlerin dışından gelmişti.
Arapların kendi öz paraları olmadığından ve de fethedilen yerlerin çok farklı para sistemine sahip iki imparatorluğa ait olması nedeniyle, mahallî ekonominin dağılması ve yeni tebaalarının birbirlerine düşman olmalarını önlenmesi için, pragmatik olarak her iki sistemi de kabullenmişlerdi.[7]
***
Abbasîler döneminde sikkenin basıldığı yere dâr al-darb denirdi ve burası hükümetin daimî denetimi altında bulunurdu. Bu darphaneler herkese açıktı. H. IV. yy.da tüccar ve sarraflar halktan değerli madenleri rayiç üzerinden satın alıyor, bu suretle halk ile darphane arasında mutavassıt bir vazife görmüş oluyorlardı. Hükümet bunlardan odun bedeli ile darp ücreti alırdı ki bu ücret, 10 dirhem için bir dirhemdi.
Araplar bir miskal gümüşe dirham, altına dinar, bakıra da fals derlerdi.[8] Miskalin ağırlığı 22 kırattan bir habbe eksiktir, yani 50,04 mgr. Dirhem’in resmî ağırlığını saptamak dinarın ağırlığını tayin etmekten daha güçtür, şöyle ki dirhemler hiçbir zaman sıhhat ve ihtimamla basılmamışlardı. Dirhemin muhtemel ağırlığı 2,97 gr.dır.
Sikkeler üzerinde sultan unvanının daimî surette kullanılması Büyük Selçuklular zamanında başlamış.
İran Moğolları döneminde gümüş ve altın para hesaplarında dirhem, miskal, tenke, dinar, baliş ve tümen ıstılahlarına rastlanıyor. Bunların birbirleriyle münasebetlerini tayin etmek çok güçtür.
Anadolu Selçukluları zamanında Bizans ve İslâm ülkelerine ait sikkeler Anadolu’da geçiyordu. Selçukluların İktisadî yükselişlerine koşut olarak gümüş ve altın paralar basılmış ve ayarlarının yüksekliği dolayısıyla Anadolu dinar ve dirhemleri yabancı ülkelerde aranmıştır. Anadolu beylikleri zamanında bu paraların sınır dışına çıkarılmaları yasaklanmış.
Osmanlılarda ilk sikke ise Orhan Bey zamanında (729/1328-1329) basılmış. Hammer, Orhan’ın saltanatının 3. yılında Osmanlı meskukâtı kanununun tanzim edildiğinden söz ediyor. Orhan’ın sikkelerinin arka yüzündeki “Bursa” kelimesinin altında görülen şekil, divânî rakamlarla 3 demek olup Orhan’ın 3. saltanat yılını ifade etmektedir.[9]
[1] Tijâra in EI
[2] W.Heffening. – Tidjara, in EI
[3] Maya Shatzmiller – Tidjara, in EI
[4] A.Ghabin – Sınâ’a, in EI
[5] CI.Cahen – Kasb, in EI
[6] C.E. Bosworth – sikka, in EI
[7] R.E. Darley – Doran – Sikka, in EI
[8] Osmanlıca “fakir” kavramı, “fulus-u ahmer”e muhtaç olarak ifade edilirdi. (B.O)
[9] İbrahim Artuk – Sikke, in İA